Bir Ömür Gazeteci
ÖNSÖZ-1
Her insan biricik, özel ve büyük
mucizedir…
Gördüğü, yaşadığı, tattığı, denediği,
uyguladığı, kazandığı, kaybettiği, başarısı, başarısızlığı, mutluluğu, acı gibi
her şeyi kayıt eden mucize bir beyne-hafızaya sahiptir…
Hangi ülkede yaşadığı çağı,
kültürü, dili, dini rengi, cinsi, tipi, mezhebi, sosyal statüsü, ekonomik ve
siyasi gücü ne olursa olsun; her insanın hayatı dikkatle, merakla, titizlikle
dinlenmeye, incelenmeye öğrenilmeye, yazılmaya, okunup, sayısız dersler
çıkarılmaya değer…
Kırım’dan 1870’ li yıllarda
Ceyhan’a gelerek Vefa Dedem ve Müsemma ninemin kurduğu Yellibel Köyümüzde
05.04.1954 yılında dünya isimli gezegenine ayak basmışım…
Orada yaşayan soyumun üçüncü
kuşağı olarak; anılarımı yazmaya başladığımda takvim yaşım 69’ göstermesine
rağmen;
Kendimi elde ettiğim evrensel
ve ölümsüz olduğuna inandığım her türlü bilgilerle sürekli geliştirip,
düzenleyip, tamamlayınca da doğmaya hazırlanan bir cenin olarak
değerlendiriyorum…
Aslında sözü fazla uzatmaya
da gerek yok;
Bütün hayatımı medya mensubu(Gazeteci,
TV ve radyo programcısı olarak mesleğine adayan kişiyim;
Yaşadıklarımı yazarak,
meraklısına, ilgi duyabileceğini düşündüğüm gelecek kuşaklara belge olarak
sunmayı kendime görev saydım…
Takdir her zaman okurundur…
ÖNSÖZ-2
Bu gün 14 Ağustos 2022…
Birçok yakınım, meslektaşım, arkadaşım da ısrarla;
-Abdulkadir Kaçar senin
hatıraların önemli; ömrünü gazete, radyo, TV programcılığına adadın,
yaşadıklarını, öğrendiğin deneyimlerini ve bildiklerini yazarak belgeselleştir…
Sen yaşadığın bir dönem
bölgenin düşünsel, yazılı, görsel medya hafızasısın; kimse gibi seninde ne
kadar yaşayacağı belli değil; anıların seninle birlikte toprak olmasın diye
uyarıyordu…
Oysa ben bilginin kâşifi ve
ölümsüz düşünce avcısı olduğum için denemelerimi felsefe penceresinden
değerlendirerek gün isimli peteklerimi doldurmaya arı gibi gece gündüz durmadan
çalışıyordum…
Ölümsüzü gerçekleştirmeye,
hayatımın ayak izlerini bu gezegene kazımaya çalıştığım hedefime öyle çok
yoğunlaşmıştım ki;
Anılarımın için bir türlü
giremiyor, geçmişte kalan olaylarımın içine inemiyor ve bir türlü yazamıyordum…
Çukurova Üniversitesinin
hayatımı belgesel olarak çekmeye değer bulunca çok buna sevindim…
Seyhan Eski Baraj Gölünün
kenarındaki kır kahvesinde yaşamımla ilgili iki saat civarında kayıt yaptılar…
Orada anlattıklarımın önemli
olduğuna inandığım için, bazılarını daha sonra da yazarak hatırlamaya çalıştım;
Hem de bazı çekimler evimde devam edeceği için anlatmadıklarımın başlıklarını
yazılı hale getirdim…
Yazdıkça da unuttuğu bazı
anılarımı daha da çok önemsemeyip yok sayarak unuttuklarımı da yeniden net
şekilde hatırladım…
Böylece bilgisayarın başına
geçip anılarımı yazılı metin haline dönüştürmeye giriştim…
Çok kısa sürede, 50 yıla
yaklaşan mesleğimdeki anılarımı sular seller gibi yazabileceğim aklımın ucundan
geçmiyordu…
F klavyede Adana daktilo
şampiyonu olduğum ve hala bilgisayarda aynı klavyeye hiç bakmadan yazmayı
başardığım için;
Hayatımda silinmez izleri
olan düşüncemde önemli değerler bırakan hatıralarımı yazmaya başladım…
Bu arada çok yakın geçmişim
yaşadığım henüz çok taze olanları da için hızla yazmayı başardım…
Anılarımı yazma konusunda
beni teşvik eden, sürekli uyaranlara kişi ve kişilere sonsuz teşekkür ediyorum…
Bu sayede aklımın bile
ucundan geçirmediğim şekilde yazarak kendimi daha da derinden tanıma ve tanıtma
fırsatı yakalamış oldum…
Böylece de sahip olduğum her
türlü bilgi, birikimlerim ve deneyimlerimi toprak olmasına izin vermedim…
Her birini nefes nefese
yaşadığım deneyimlerimi benden sonra hayat isimli sahneye çıkacak kuşakların
yararına sunmayı başardığım için çok mutluyum…
Ayrıca anılarımı yazarak
bilinçaltımdaki çöplüğümü büyük ölçüde temizlemeyi başardım;
İnanılmaz şekilde mutlu, huzurlu,
gururluyum…
Zaten 1987 den beri tutmayı
sürdürdüğüm günlüklerimle birlikte yazdığım bu anılarımı dünya insanlık
ailesine karşılıksız olarak armağan etmeyi son nefesine kadar devam edeceğim…
(önemli not; ömrümü adadığım
mesleğimdeki anılarım elbette bunlarla sınırlı değil…
İnanın bana ciltler dolusu
anılarımı yazabilirim…
Bu kitapta sadece ana
başlıklar halinde bazılarını anlattım…
Ayrıca 1987 den beri tuttuğum
binlerce, on binlerce sayfa günlüklerim de bu serüvendeki ayak izlerimdir…
İleride ilgilenenler olursa hiçbir talep etmeden zevkle yayınlanmasına izin
vermeyi en büyük onur sayarım…)
ABDULKADİR KAÇAR Adana, 2022…
ÇOCUKLUĞUM
KÖYÜMDEKİ ÇOCUKLUĞUM…
1870’li yılların sonuna doğru
“AK TOPRAKLARGA GİDELİM” diye yola çıkan;
Kırımdan gelen Vefa dedem eşi
Müsemma Ninemin ile kardeşinin kurucusu olduğu Ceyhan’ın Yellibel Köyümüzde 5
Nisan 1954 tarihinde dünyaya gelmişim…
O yıllarda doğan yaşıtım olan
çocukların kafasına göre benimki biraz büyükmüş…
Yaşıtlarım olan diğer
çocuklar, fırsat bulduklarında benim kafamla alay eder kızdırırlardı;
-Koca kafa, çekiç kafa,
derlerdi…
Hiç takmaz, duymazlıktan
gelir asla önemsemez ve de aldırmazdım…
Bir gün köyün ortasındaki
caminin yanında bulunan çeşme başında yine yaşıtım olan 3-4 çocuklarla
birlikteydik; beni yeniden kızdırmaya başladılar…
Sadece gülümsüyor, çeşmede elimi
yüzümü yıkayıp serinletmeyi sürdürüyordum…
O sırada köyümüzün en akıllı
ve bilge insanlarından Cebbar Türkkan amca da oraya geldi… Ben 4-5 yaşında
olmalıyım…
O kişi de 50’60’lı
yaşlardaydı galiba…
Beni kızdırmalarına belki de
istemeyerek şahit oldu;
3-4 çocuğu sert biçimde
azarladı;
-Susun terbiyesizler, defolun
gidin, ayıp değil mi, neden dalga geçiyor, alay ediyorsunuz dedi…
Çocuklar çil yavrusu gibi
kaçarak birden uzaklaşırken:
Cebbar Amca bana dönüp
saygılı biçimde şöyle dedi;
-Abdulkadir yeğenim, sen
onlara asla bakma, canını da asla sıkma…
Unutma ki kafası büyük
olanlar çok akıllı olur…
Sen ileride çok büyük işlere
imza atacaksın…
Onun bu sözleri ve yaşadığım
o sahneyi hiç unutmadım, hala da kendi kendime gülümser ve o günleri sevgiyle,
saygıyla hatırlarım; bana moral veren o sözleri için bu gün bile teşekkür
ederim…
Çünkü o andan itibaren
hayatım boyunca karşılaştığım hiçbir kişi ya da olay canımı sıkmadı, sıkıp
moralimi bozamadı…
Çünkü bana öyle bir moral
vermiş, öyle bir yaşam felsefesi çizmişti ki, ömrüm boyunca o kendime güven
duygumla yürüdüm…
O duygumu her geçen gün daha
da çok arttırdı…
Doğruluğuna inandığım
hayallerini kurduğum ümitlerime yürümeme coşkuyla yürümeme neden oldu…
O günlerde benim kafamın
büyüklüğüyle dalga geçen çocuklardan hiçbir hayat serüvenlerinde başarılı
olamadı…
Bu gün beden ve ruhumu, kafa
yapımı çocukluğumdakinden daha çok seviyorum;
Kendime ve düşüncelerime
dünden daha çok inanıyorum, daha sıkı biçimde çalışarak, her saniyemi üretici
şekilde hayatıma uygulamayı sürdürüyorum…
İyi ki bu yüzyılda, bu
ülkede, bu köyde ve bu ailenin bireyi olarak yaşama getirilmişim…
Hayatım boyunca yaptığım ve
yapamadığım hiçbir şeyden en küçük bir pişmanlık duymuyorum…
Bu arada;
Köyümüzün muhtarı aynı
zamanda akrabamızı olan kişi benim kafam yapımla sürekli dalga geçerdi;
-Abdulkadir gel, kafan çok
büyük karışımla ölçeyim, bakalım kaç karış gelecek? Derdi…
Ben sadece gülümser çeker
giderdim, önem bile vermezdim…
Söyledikleri benim için daima
değersizdi…
O kişi bu esprisine beni
gördüğü yer yerde çocukluğum boyunca aralıksız devam etti…
Aradan yıllar geçti; galiba
50’ li yaşlarıma yaklaştığım günlerde; o kişi 80 inde falan vardı; bir
akrabamızın cenaze töreninde yanına çağırarak utanıp, yüzü kızararak, gazeteci
olduğumu bildiği için özür diledi;
-Abdulkadir yeğenim biliyorum
çocukluğunda seni çok kızdırdım, canını sıktım beni affet…
Hakkını helal et yeğenim,
Adana da büyük işler yaptın, gazetecisin, radyolarda konuşuyorsun ve
televizyonlarda seni zevkle izliyorum…
Zaten akıllı olduğunu çok
büyük işler yapacağını o yıllardan da zaten biliyordum ve görüyordum…
Kafası büyük olanların zeki
olduklarını zaten herkes anlatırdı…
Ben sadece şaka olsun diye
sana bunları söylüyordum… Kırdıysam, incittiysen binlerce kez özür
dilerim, beni lütfen bağışla dedi…
Hakkını helal et yeğenim,
dedi…
Koskocaman insan galiba
helallik istediği yıllarda 80’ine merdiven dayamıştı…
-Estağfurullah ağabeyim ne
demek? Hiç hatırlamıyorum ki, unuttum bile…
Zaten o yıllarda bana bu
şekilde davranan çocukluk arkadaşlarıma bile hiç kızmamıştım ki…
Hayatım boyunca kimseye
kızmadım, küsmedim, darılmadım, kırılmadım…
İçinden geldiğim kültürüm hep
olumlu düşünmemi, olumlu hareket etmemi, beşikten mezara kadar tüm insanlara
karşı saygı ve sevgide kusur etmememi öğretti…
Özür dilemek ne demek?
Siz benim büyüğümsünüz,
hakkım falan yok sizde…
Ama madem öyle diyorsunuz
hakkım varsa da helal olsun, demiştim…
Çünkü ben hayat isimli bu
sonsuz okyanusta, beden isimli gemimle vardım…
Beden ve ruhumla doğduğum
andan itibaren barışık yaşadım…
Kendime karşı en küçük bir
beğenmeme, özümü sevmeme, organlarımla ve cinsiyetimle ilgili en küçük bir
aşağılık duygusu yaşamadım, yaşamam, yaşamayacağım…
Bu yönümle de daima onur
duydum, hala da mezara kadar anlayışımı sürdüreceğim…
Özür dilemek erdemdir; yaşı
kaç olursa olsun bu şekilde davranmak her insana çok yakışıyor…
…
ÖĞRETMENİME MÜFETTİŞ SAYEMDE
EN BÜYÜK PUANI VERDİ…
Yellibel Köyümüzdeki ilkokula
başladığım yıllarda daha birinci sınıftayken bile her sabah öğrenci andımızı arkadaşlarıma
ben okutuyordum…
Oysa iki, üç, dört, beşinci
sınıfta büyük ablalar ve ağabeylerim vardı…
Daha önce köyümüzde görev
yapan öğretmenim “ŞEYTAN ÇEKİCİ” diye beni ağabeyim ve ablama yakalatıp zorla
kucaklar öperdi…
Bende bu türlü davranışlardan
hiç hoşlanmazdım…
Neredeyse 5 yaşımda
başladığım ilkokulda, diğer öğretmenlerde bu akıllı özelliklerimi erkenden
keşfetmiş olmalı ki bana her sabah böyle bir görev veriyordu…
Her sabah okulun önünde sıra
olurduk; öğretmeni;
-Abdulkadir Haydi evladım, sen
gel, andımızı okut, derdi…
Sınıfta ise ilk günlerde
önümüzdeki saman renkli defterlere yatay çizgiler, yuvarlak çizgiler
yaptırırdı…
Sonra da evimizde devam etme
ödevleri verirdi… Mahallemizdeki diğer arkadaşlarımdan birkaçı ile yarış
halinde ödevimi yapardım…
Ertesi sabah sınıfta
ödevlerimi kontrol etmeye geleceği saniyede defterimi hemen açar, öğretmenime
onurlu şekilde gösterirdim ve bana yıldız verirdi…
Okuma yazmayı zaten birkaç
hafta içinde duvarda asılan kocaman afişleri okuyarak, cümleler kurmayı hemen
sökmüştüm…
Öğretmenimiz bir gün
müfettişin geleceğini, dikkatli ve akıllı oturmamızı söylemişti…
Dersimiz devam ederken bir
gün kapı açıldı, elinde doktor çantası gibi şişmanca bir kişi sınıfa girdi…
Hepimiz ayağa birden kalktık;
gelen müfettiş, eliyle oturmamızı işaret etti…
Hemen sorular sormaya başladı
ve ilk sorusu da şuydu;
-Çocuklar, şu atasözümüzü
açıklamanızı istiyorum; ANA BAŞTA TAÇ İMİŞ, HER DERDE İLAÇ İMİŞ, BİR EVLAT PİR
OLSA DA ANAYA MUHTAÇ İMİŞ…
Kimseden tık ses yoktu,
müfettiş ısrarla, arka sıralarda oturan büyük ablalarımıza, ağabeylerimize
bakıyor, gözleri konuşacak birisini arıyordu…
Hemen parmak kaldırdım,
konuşmamı isteyince de ayağa kalktım;
-Öğretmenim, annelerimiz çok
kıymetli varlığımızdır…
Bizi dünyaya getiren,
besleyen büyüten en kutsal değerimizdir…
Hangi yaşta olursak olalım,
annemize saygı göstermeli, sevmeli ve ileri yaşlarında ona yardımcı olmalıyız,
dedim…
-Aferin evladım, teşekkür
ederim, otur dedi…
Galiba başka sorular da
sormadan çekip gitti…
O gün öğretmenimiz olan daha
sonra KÖY HİZMETLERİNDE bölge müdürlüğü yapan Mehmet Ali Aşıcı öğretmenimle
yıllar sonra Adana daki Cemal Gürsel caddesinde karşı karşıya geldik…
Uzun zaman geçmesine karşın o
beni, bende öğretmenimi hemen tanıdık…
Aramızda 40-50 metre
mesafeden kollarını açtı, yanına gelince de kucaklayıp beni iki yanağımdan
öptü;
-Abdulkadir Kaçar seninle
gurur duyuyorum…
O gün müfettiş senin bu
atasözünü açıklamandan dolayı bana PEKİYİ notu vermişti…
Sınıfta senden çok büyük
çocuklar olmasına karşı kimseden ses çıkmamıştı…
Eyvah dedim, müfettiş beni
şimdi yakacak…
Ama yaşın çok küçük olmasına
karşın soruya sen yanıt verince derin bir oh çekmiştim…
Aradan yıllar geçmiş olsa da
sana ne kadar teşekkür edeceğimi bilemiyorum diye tekrardan sarılıp beni
onurlandırmıştı…
Okuldan sonra ilk ve son kez
karşılaştığım bu değerli öğretmenimi bir daha asla göremedim…
Benimim unutamadığım
anılarımdan biridir…
Kendimle her daim barış
içinde olduğum için bu türlü olaylarla hayatım boyunca defalarca karşılaştım…
İnanılmaz övgüler aldım, ama
asla şımarık biri olmadım…
Hayatı adadığım okuma,
düşünme, yorumlama, yazma konusunda da aynı çalışkanlığım ve ilkelerim
doğrultusunda sayısız eserler vermeyi sürdürüyorum…
…
İLKOKULDA SÜPERDİM…
Bu gezegene gözümü Ceyhan
ilçemize 23 kilometre uzaklıktaki Yellibel Köyümüzde dünyaya gözümü açmışım…
İlkokulu köyümüzde okudum;
birden beşinci sınıfa kadar 20-25 öğrenci bir tek oda olan sınıfta eğitim
görüyorduk…
Canım anneciğim ilk günlerde
okula alışabilmem için, her sabah giderken mısır patlatır, beyaz yakalı siyah
önlüğümün ceplerini tıka basa doldururdu…
Oysa ben okula güle oynaya,
özleyerek, isteyerek her sabah coşkuyla uyanıp koşarak giderdim…
Bazı yaşıtlarım ders arasında
kaçıp evlerine gidiyordu…
Ben ise koşa koşa okula
geliyor, sınıftan en son olarak ben çıkıyordum…
İlkokulda okumayı çözen ilk
öğrenciydim…
Duvara asılı fişleri
gösterdiğinde hoca hemen ben yanıt verirdim…
Zaten 4.sınıftan 5.sınıfa
geçen iki kişiden biriydim…
Tüm eğitim hayatım boyunca
gittiğim her okuldaki yerim, hep ön sıralar oldu…
İlkokul, ortaokul, lise,
hatta üniversite de aynıydı;
Hiçbir zaman ikinci, hatta
üçüncü sıralarda asla oturmadım…
Henüz 5,5 yaşındaydım,
ilkokula başladığımda…
İlk günkü öğretmenim,(daha
sonra ünlü olacak olan)sanatçı Hakkı Bulut’tu…
Sınıfa girdi, güleç yüzü,
hepimizi kucaklayan bir sevgi dolu olumlu bir ses tonuyla şöyle dedi;
-Canlarım, yavrularım,
birlikte çok güzel günler yaşacağız…
Şarkılar, türküler
söyleyeceğiz…
Şimdi hadi ilk türkümüzü
söyleyelim diye başladı…
O ana kadar gurupla hiç
türkü-şarkı söylememiştim;
Bu koru birlikteliği çok
hoşuma gitti, okula âşık oldum…
Köyümüzde tek bir büyükçe
odada 5 sınıf aynı anda eğitim ve öğretim görüyordu…
Sınıf Başkanı, Harita kolu,
Tiyatro kolu, Kızılay kolunun hepsi ben olmuştum…
Ödevlerimi kusursuz olarak,
zamanından önce yapıyordum…
Öğretmen her sabah
defterlerimizi açtırıp ödevlerimizi kontrol ediyor, benim sayfama hep yıldız
veriyordu…
-Kim dersi anlatacak?
Dediğinde hemen parmak kaldırırdım…
Ders anlatmadığım gün hemen
hiç yoktu…
Hakkı Bulut, öğleden sonra
köyümüzün dere boyu denilen ağaçların altında bağırarak türküler söyler, tüm
köyümüz dinlerdi…
Bir televizyon kanalında
köyümüzde öğretmenliğe başladığını söylemişti…
50 yılı yakın meslek
hayatımda bana okulumu sevdiren Hakkı Bulut öğretmenimle hiç karşılaşmadım…
Sadece bir gazeteci arkadaşım
telefonla konuştuğu sırada, telefonu alıp sevgi ve saygılarımı iletme mutluluğu
yaşamıştım…
Yine ilkokulda tek odalı bir
sınıfta okuyan 30-35 kişi kadardık…
O yıllarda 4.sınıfta da 8-9
kişi vardı…
Sadece ve Ayşe isimli
arkadaşımla 5.sınıfa geçmiştik…
Buda anlattıklarımın ne kadar
önemli ve somut olduğunu kanıtlamış oluyor…
…
ARKADAŞIM ÇOK AZDI…
Köyümüzde öyle mutluydum,
öyle güzel doğal bir ortamda yaşıyordum ki çok fazla arkadaşa gerek duymadım…
Çünkü üç farklı yerde üç
bahçelerimiz vardı…
Roma döneminden kalan
evimizin hemen arkasında, tarihi kalıntıların olduğu yeri dedeciğim ve
babacığım bahçe yapmışlardı…
Birlikte diktikleri zeytin,
üç dört türlü zerdali, yine aynı sayıda farklı incirlerden oluşan muhteşem
kocaman meyve bahçemiz benim en büyük dünyamdı…
Ağaçların üstünde rüzgârlarla
eser, yeşillere bulanır, kelebeklerle yarışır, türküler şarkılar söylerdim…
Her baharda zerdaliler bir
günde bembeyaz çiçek açar, sihirli bir atmosfer oluşur; her gördüğümde sevinçle
kendimden geçerdim…
Çiçeklerinin üzerinde
milyonlarca arı, kelebeklerin birbirleriyle yarışırcasına uçmasını izlemekten
çok büyük keyif alırdım…
İkinci bahçemiz köye 2
kilometre uzakta ”SÖĞÜTLÜ ÇEŞME” dediğimiz sebzeliğimizdi…
Yaz kış suyu asla kurumayan
bu çeşmeden sulanan 10-15 ailenin birer ikişer dönümlük sebze bahçesi vardı…
Çeşmenin de önünde 5 adet
teknesi daima su dolu olurdu;
2 metre uzunluğunda 45-50
santim genişliğinde, yine aynı derinlikteki su dolu tekneler benim için sanki
Akdeniz gibiydi…
Yüzmeyi orada öğrenmeye
çalışırdım, diğer çocuklarla birlikte yaz mevsiminde en büyük eğlencemizdi…
Oradaki bahçemiz ilkbaharla
birlikte sürülür, arklar açılır, ekime hazırlanır, çeşmeden cazibeyle gelecek
suyolları düzenlenirdi…
Toprak kabarınca da fideleri
kıştan hazırlamış olan biber, patlıcan, domates ekilip toprakla buluşturuldu…
Anneciğim, her sebze sırası
arkların sonuna bal kabakları çekirdekleri de ekerdi…
Yine aynı şekilde taze
fasulye, acebek tohumları toprakla buluşurdu…
Anneciğim, arkların başına
kokularıyla insana güzellikler sunan reyhanlar eker, Horozibiği denilen vişne
açan çiçeklerle bahçeyi gelin gibi süslerdi…
Bahçemizin kenarını muhteşem
ve farklı tatları olan narlarımız süslerdi…
Üçüncü bahçemizde tarla
yolumuz üzerinde, köyümüze 4 kilometre uzaktaydı…
Beş altı çeşit incir, yine
kayısılar, elmalar, armutlarla meyvelerimiz dolup taşardı…
Bahçemizin kenarından
geçenler istedikleri an, meyvelerden toplarlardı…
Öyle ki, hem dedeciğim, hem
de babacığım, birileri yaklaşırken saklanırlarmış…
Gönül rahatlığı içinde
bahçeye girip meyveleri toplasın, yesin, götürsün ama bizi görüp utanmasın
derlermiş…
Bu bahçelerimiz yaşamın
merkezinde bulunan benim en renkli ve sınırsız evrenimdi…
İnanılmaz şekilde çok mutlu
çocukluk dönemlerim mevsimlere göre biri bitiyor, diğeri başlıyordu…
Köyümüzde sebze, meyve gibi
ürünler yıl boyunca herkes tarafından birbirlerine hediye edilirdi…
Ya da mevsiminde evler
dolaşılarak bedava dağıtılırdı…
O nedenle de kimse de paraya
ihtiyaç duymuyordu…
Paranın insan hayatındaki
değerini 40’lı yaşımda anladığımda benim için zaten hiç bir önemi kalmamıştı…
Yaşamım boyunca asla para
avcısı olmadım, ona köle olmadım; onun üstüne basarak istediğim hedeflere
ulaştım…
Medya mesleğimi çok başarılı
şekilde yaptığım için para gelip avuçlarıma doldu…
Daha da önemlisi hiçbir
yaşımda onun peşinden koşmadım, olanaklarımla yetindim…
…
CEYHAN’A GİTMEK BİZİM İÇİN
AMERİKA KEŞFETMEK GİBİYDİ…
Köyümüzden Ceyhan İlçemize
gitmek bizim için bu gün Amerika’ya gitmek kadar çok değerliydi…
Günler öncesinden hazırlıklar
yapar, orada evli olan iki ablama köyden çeşitli gıdalar götürürdük…
Alış verişlerimizde de
köyümüzde olmayan gazyağı, şeker, sabun, çay tahin vs. ihtiyaçlarımızı
babacığım alırdı…
Ceyhan’dan dönüşte, babacığım
omzunda taşıdığı heybesini hepimizin toplandığı evin ortasında açardı…
Sırasıyla anneciğimin
siparişleri başta olmak üzere paketleri özenle açardı…
Annem, ablalarım, ağabeyimle birlikte
heybenin çevresinde yuvarlık bir halka oluşturur açılacak paketleri merakla
izlerdik…
Bayramlardaki en büyük
ödülümüz-armağanda Ceyhan’dan getirilen telkadayıf, ceviz ve şekerle birlikte
annemin ustaca yaptığı tatlımızdı…
Babacığım tek gitmişti
Ceyhan’a:
Belki de kendi çocukluk
hayali olan avuç içi kadar pembeye renkli olan oyuncak bir traktör alıp bana
getirmişti…
Henüz okula başlamadığım
günlerde benim hayal dünyamın merkezi o oyuncağım olmuştu…
Metrelerce makara ipi bağlar,
uzaktan çeker, geri götürür, ileri iterdim…
Dünyanın en büyük
mutluluğuydu bu oyuncağım…
Biz zengin değildik ama asla
aç sefilde değildik…
Her yıl toprağın
verdikleriyle yetindik…
Her koşulda ve daima pozitif
bir aileydik…
Geleneklerimizden birbirimize
küslük, kırgınlık, dargınlık, kaygı, endişe, kötü söz, tartışma, kavga ve
hakaret gibi ifadeler yer almazdı, bazen çocukça davrandığımızda ise
anneciğimle babacığım bunları tamamen yasaklanmıştı…
Bu gün bile pozitif olmamı
içinden geldiğim, onur duyduğum o kültürüme borçlu olduğumu söyleyebilirim…
…
BABACIĞIM GÖZYAŞLARIYLA
KARŞILARKEN
“CİĞERPARELERİM, CANLARIM”
DERDİ…
İlkokulu bitirmiştim, Meryem
ablamla Adana ya diğer ablamın bulunduğu avludaki bir ev tutmuştuk…
Bugünkü Adana Büyükşehir
Belediyesinin karşısında Meryem Abdurrahim Gizer ortaokulunun yerindeki;
Vehbi Necip Savaşan
Ortaokuluna başladığım ilk iki yılda anneciğimle, babacığım hala köyümüzdeki
evimizde hayatlarına mutlu devam ediyordu…
Ama akılları daima
bizimleydi…
Çünkü o yıllarda biz kardeş
Adana ya yerleşmiştik bile…
Bir ablam hem Merkez Tapu
Sicil Muhafızlığında devlet memurluğuna başlamıştı…
Akşamları bu günkü milli
piyango idaresinin olduğu binadaki Fuat Tuncel’ in kurucusu olduğu Özel
Mühendislik okuluna devam ediyordu…
(Okulun ismi daha sonra Adana
Mühendislik Özel Yüksek Okulu iken daha sonra da Çukurova Üniversitesi
Mühendislik Fakültesi oldu)…
Ağabeyim bir inşaat
firmasında çalışıyordu…
Büyük ablam ise bize bakıyor,
evimizi çekip çeviriyordu…
Ama hafta sonları, bayram ya
da yılsonu tatillerinde Ceyhan daki Yellibel Köyümüze koşarak, anne ve babamızı
özleyerek, heyecanla ve coşkuyla gidiyorduk…
Anne ve babamıza gidişimiz
şeklimiz ise yıllarca hep şöyleydi;
Adana’dan otobüsle önce
Ceyhan’a oradan köyümüzün 4-5 kilometre uzağındaki kasabanın Ceyhan’daki
minibüs-otobüslerine binip Doruk beldesine gidiyorduk…
Ondan sonra bir saate yakın
yokuş yukarı yaya yürüyerek, Doruk’ tan 200 metre yükseklikteki dağın
kenarındaki köyümüze bir saatte falan ulaşıyorduk…
Canım babacığım bizim
geleceğimiz günü ve anı dakikası dakikasına biliyor ve sabırsızlıkla
bekliyordu…
Evimizin önündeki caminin
duvarının kenarında bulunan taşın üstüne oturup erkenden bizi beklerdi…
Uzaktan göründüğümüzde de
ellerini sevgiyle ve şefkatle iki yana açıp, gözyaşlarını akıtarak koşarak
gelirdi;
-Ciğer parelerim, canlarım,
yavrularım geldi… Gözyaşları arasında
sarılarak öper, öper öperdi…
Babacığımın adı Yunus’ tu,
ama gerçekten Yüreği de Yunus Emre’ydi…
Bizim köyümüzde 1318 yani
1902 tarihinde dünyaya gelmiş…
İşi gücü toprakla savaşmak
olmuş, bedenen çalışarak makileri ayıklayarak 230 dönüm tarla sahibi yapmıştı
biz çocuklarını…
Çok inançlı, saf, dürüst,
çalışkan, işinde gücünde olan, kimsenin dedikodusunu yapmayan, inancını yaşayan
tam bir derviş Yunus’tu…
Hazreti Mevlana, Karacaoğlan
ve Yunus Emre’nin tüm şiirlerini ezbere bilirdi; biraz efkârlandığında hemen o
an duygularını tam ifade eden dizeleri peş peşe okurdu…
Okuma yazma bilmemesine
karşın kendi de doğaçlama olarak şiirler söylerdi…
Hayatın her zorluğunu,
güzelliğini, mücadelesini damardan anlatan, insanın karakterini ve doğayı somut
biçimde anlatan bilge bir kişiydi…
KAÇ-KAÇ’ döneminin yaşadığı
günlerde; babacığım 6-7 yaşlarında olmalı…
İşgal askerleri bizim
köyümüze de gelmişler…
Babacığım şöyle anlatırdı o
günleri;
-Düşmanların köyümüze kadar
geldiğini öğrenince, ilk işim çok güzel bir tayımızı kaçırıp dağa sağlamaktı…
Ahırdan çıkarttım, yularından
tutup hızla yürütmeye ve koşturmaya başladım…
O sırada önüme aniden bir
düşman askeri çıktı, yularından tutup tayımı elimden aldı…
Koşarak yanımıza gelen başka
bir düşman askeri de tayımı alana diğerine şöyle dedi;
-İyi ki yakaladın, yoksa ben
uzaktan nişan almıştım çocuğun kafasına sıkacaktım…
Trafik kazasında 68 yaşında
hayatını yitirdi…
Vefa Dedemin kurduğu
Ceyhan’ın Yellibel Köyümüzdeki aile mezarlığımızda kendiyle aynı adı ve soyadı
taşıyan, 2,5 yaşında balkondan düşerek ölen torunuyla birlikte sonsuz uykusunu
uyuyor…
…
AYDIN ve BİLGE KADIN
CANIM ANNECİĞİM…
Ceyhan’daki Yellibel Köyümüz
1870’li yıllarda Vefa dedem ve Müsemma nine tarafından kurulmuş…
Hem birinci, hem ikinci dünya
savaşanın yaşandığı dönemler…
İki amcam Çanakkale’ye gidip
birisi şehit, birisi gazi olmuştur…
Ama yoksulluk, kıtlık,
inanılmaz sıkıntılarla geçen yıllarda köyümüz tamamen kendi kabuğu içinde
yaşamını sürdürmüş…
Gelenekler, görenekler o
yıllarda inanılmaz sert ve yok edici niteliktedir…
Anneciğim 1938 yılında tıpkı
babacığım da olduğu gibi o da zorunlu şekilde ikinci evliliğini canım babamla
yapmak zorunda kalmış
Anneciğim Misis’li Ceyhan
Nehri üzerinde değirmenleri, 600 dönüm tarlası olan zengin Hacıveli Efendinin
kızıymış…
Çocukluğu ve genç kızlığı
Adana ile Misis arasında sürekli iletişim halinde kent kültürüyle büyümüş,
görgülü, özgün görüşleri olan, aydın, tam bir Osmanlı hanımefendisiydi…
Babacığımla ikinci evliliğini
yaparak köyümüze gelmesiyle birlikte;
O ana kadar kapalı kutu ve
karanlıklar içinde olan köylü kadınları onun çevresinde toplanıp anneciğimi
örnek almışlar…
Başka bir ifadeyle, cahiliye
bir yaşam süren köyümüzde bir yıldız gibi doğmuştur…
En modern, görgülü, aydın,
bilgili, kentli, Türkçeyi en iyi konuşan, en eşsiz iyi yemek yapan, gelenekleri
bilen, dedikoduyu sevmeyen, yanındakilere de yaptırmayan, herkese karşı
koruyucu ve adaletli davranan, kavga edenleri barıştıran, en bilge kişi olarak kendini kabul ettirmiş…
Köydeki tüm kadınlara en
güzel örnek olmuştur; köyümüzde herkesin “ATİYE ABLA” dediği muhteşem bir
insandı…
Bu gün bile halamın
torunları, annelerinin yemek yapma formüllerini annemden öğrendiklerini onurlu
biçimde ifade ederler…
Köyümüz böyle olumsuzluk ve
karanlıklar içindeyken,1950’ li yıllarda açılan köyümüzdeki ilkokuldan Meryem Ablam
mezun olmuş…
Ablamın öğretmeni de, ısrarla
ve defalarca anneciğime evimize gelerek;
-“ATİYE HANIM” siz aydın bir
hanımsınız, kızın çok başarılı, araya gitmesin, çok zeki, lütfen bunu okutun,
diye sık sık ricada bulunmuş…
Anneciğim okuma yazması olmamasına
karşın, kardeşinin görev yaptığı Kahramanmaraş’ın Göksun İlçesine, Ziraat
Teknisyeni olan dayımın yanına götürerek orada okumasını sağlamış…
O yıllarda geleneklere göre
bir kızın okula gitmesi, ilkokulda dahi okutulması yasaktı;
Bu kuralları inanılmaz
şekilde çok sıkı biçimde uygulayan halam her sabah bizim evimize gelip, avlunun
kapısında iki elini böğrüne koyup babacığıma baskı yapardı;
-Yunus çabuk mektup yazdır…
Meryem hemen buraya köye geri
gelsin…
Kız kısmı okumaz, okursa da
orospu olur…
Çabuk geri çağır, derdi…
Anneciğim sesini çıkartmaz,
babacığım da sessiz kalırdı; halamın bu baskısı yıllarca devam etti…
Anneciğim asla ve kata hiçbir
zaman aldırmadı, her zaman ablamın okuması ve başarılı olmasına destek verdi…
Meryem ablam liseyi bitirince
önce Adana Merkez Tapu Sicil Muhafızlığında 657 devlet memuru olarak çalıştı…
Geceleri de Fuat Tuncel’in
kurucusu olduğu Özel Mühendislik okuluna devam etti…
Daha sonra Çukurova
Üniversitesine bağlanan fakülteden üniversiteden inşaat mühendisi olarak mezun
olmayı başardı…
Bizim 1890’lı yıllarda
kurulan köyümüz yıllarca içine kapalı yaşamıştı…
Aydın ve akıllı bir kadın
olan anneciğimin sayesinde, ablacığımı okutması sonucu köyümüzdeki tüm genç
kızların önü açıldı…
Meryem ablamı örnek alarak;
Kimi hemşirelik, kimi ebelik,
kimi öğretmen okuluna gitmeye başladılar…
Ablamın yaptığı her işe
hayran olurdu anneciğim, özellikle de otomobil kullandığında, sanki kendinin
gerçekleştiremediği içinde ukde olarak kalan hayallerinin gerçekleştiğini
düşünür inanılmaz mutlu olurdu…
Ablamın Adana’nın Sesi Musiki
Derneğindeki koro ve sola olarak okuduğu şarkısını dinlerken anneciğim
çocukluğunun geçtiği gider;
Misis’ teki gramofondan
dinlediği şarkıları söyleyen bir kız yetiştirmiş olmanın mutluluğunu dolu dolu
yaşardı…
Çocukları olarak biz
anneciğime “ÖFFF” bile demedik…
Aydın, bilge, tam bir Osmanlı
hanımefendisi olan Anneciğim 80 yıllık ömrünün sonuna kadar sayemizde çok mutlu
yaşadı, mutlu edecek güzellikleri
çocukları olarak ona sunmayı daima başardık…
…
İLK KUŞ AVIMDA YALANIN ÇİRKİN
YÜZÜNÜ GÖRÜP
UTANDIM…
Dedeciğimin Yellibel Köyümüzü
kurma nedeni olan Romalılar dönemindeki tarihi kale kalıntılarıdır…
Bu kalıntıları evimizin hemen
arkasında yer alır…
O günlerde asla 7 değil 5-6
ama asla yaşlarındaydım;
Ama cin gibi hayatla ilgili
her şeyi yakından izliyor, gördüklerimi hafızama eşsiz biçimde kayıt ediyordum…
Bir gün evimizde bulunan
dolma tüfeğimizi, ağabeyimden gördüğüm şekilde doldurdum…
Evimizin arkasındaki kaledeki
incir ağaçlarında kuş avlayacaktım…
Tam kaleye girdiğim sırada,
akrabamız olan bir amca, boyuma ve tüfeğe bakarak benimle dalga geçti, uzaktan
şöyle dedi;
-Vay yavrum, vay, şu boya
posa bak, sen mi kuş vuracaksın?
Hadi vur sana 50 kuruş
vereyim, dedi…
Birkaç adım attım ki, 20
metre uzağımdaki incirin üstünde karatavuk isimli bir kuş vardı…
Tüfeği surun üstüne dayayıp
tetiği çektim, vurdum kuş yere düştü…
O amca da, henüz birkaç adım
ötemdeydi, koşarak kuşu alıp yanına götürdüm;
-İşte vurdum, bak karatavuk
ben vurdum, ver 50 kuruşumu, deyice…
(o zamanki 50 kuruş bu günkü
50 lira gibi falandı)
-Defol git lan, diye yoluna
devam etti, Söz verdi ama paramı da vermedi…
İnsanın yalancılığını,
sahtekârlık yüzüyle hayatımda ilk defa orada karşılaştım…
Şoke olmuştum, ama hayatımda
aldığım derslerden ilkiydi, hiç unutamadım…
Çok şaşırdım, yalan
söylemenin, sözünde durmamanın aşağılık ve acı veren bir olay olduğunu o
yaşımda öğrendim…
Bu gün politikacılarında
davranışlarını bu gözle değerlendiriyorum…
( Hala da basılmayan,
yayınevinde bekleyen PARTİ, POLİTİKA, POLİTİKACI kitap dosyamı ve denemelerimi
bende çocukluğumda oluşan bu ilk değerlerime göre yazdım…)
…
KÖYÜME ASLA DOYAMADIM…
Çocukluk yıllarımda, meyve ve
sebze bahçemizdeki sulaması; kamışların arasında her biri 30-40’ ar kilo gelen
bal kabaklarının yetiştirilmesi, biberlerin toplanması, mercimeklerin
biçilmesi, kamışların kesilmesi her konuda ben ilk sırada görev yapıyordum…
Hiç boş zamanım yoktu ama
yaratıcılık konusunda sürekli denemeler yapıyordum…
Özellikle, boyum
yüksekliğinde iki büyük ağaç dalını ı kesiyor;
Onların yerden 50-60
santimlik yüksekliklerine ki budaklarına basacak şekilde düzenliyordum…
Sonra da o yıllarda asla
görmediğim ve bilgimin bulunmadığı bu günkü palyaçolar gibi köyde dolaşıyordum…
Üstelik bu yürüyüşlerimde,
Ceyhan’dan aldığım korkutucu canavar maskeleri de yüzüme takıp köyümüzdeki
çocuklarını da bazen korkutuyordum…
İlkokul bitince ailemle
birlikte kent hayatı başladı…
Şahane bir dünyam vardı;
özgürdüm, denemeler yapıyor, kendimi geliştirmeye ve marka haline getirmeye
çalışıyordum…
İlkokulu köyümde bitirince
Adana ya taşındık;
Gözüm hep arkada yani köyümde
kaldı;
Benim bu gezegeni tanıdığım
muhteşem evrenim olan köyüme asla doyamadım…
Rüyalarım hayallerim her
zaman ve hala köyümle ilgilidir…
…
AŞKIM…
İLK VE SON AŞKIM…
Vehbi Necip Savaşan Ortaokul
son sınıfında okurken yüzme havuzunun batı tarafında bahçeli bir evde
oturuyorduk…
Her gün Abdulkadir Paksoy
Lisesi 2.sınıfına gidip gelen kızıyla karşılaşıyordum…
Sarışın, iri yeşil gözlü,
benim için sanki değil, benim için o gerçekten TÜRKAN ŞORAY’ dı…
Uzaktan gördüğümde tüm
hücrelerim sevinçten bayram ediyordu…
Yürüyüşü, endamı, konuşması,
nezaketi, bana olan sevgisiyle canımın içiydi…
Evimiz bitişik olduğu için
boş zamanlarımızda bir ağacın altında sohbet ediyorduk…
Delikanlılık çağımızda olduğu
için birbirimize kanımız hemen ısındı, sevmeye başladık, ilk aşkın
kıvılcımlarını vücudumun her yerinde hissediyordum…
Biliyorum ki o da benimle
aynı şeyleri, hatta daha da fazlasını hissediyordu…
Annemlerin olmadığı zaman
evimize çağırıyordum…
Kamuran Akkor’un o yıllardaki
45 plağını pikaba koyuyor, sarmaş dolaş dans ediyorduk…
“SENİ BEKLERİM ÖPTÜĞÜM YERDE”
şarkısı bitiyor, tekrar aynı plak, 3,5 dakikada bitiyor ama bizim sevgimiz
bitmiyordu…
Tekrar aynı plak, tekrar kaç
defa çaldığımı bilemiyorum…
Ama terinin ve teninin kokusu
hala burnumda tüter…
Ev sahibimiz olan abla
yukarıdan sinirli şekilde bağırırdı;
-Abdulkadiiiiir, annenler
gelince seni söyleyeceğim, bizi bu kadar rahatsız etme; kapat şu müzik sesini,
diyordu…
Yaz mevsiminde Ceyhan daki
Yellibel köyümüze 1 aylık tatile gitmeden önce o ağacın altında daha uzun
sohbetler, sarılmalar falan devam ediyordu…
Bana o yıllarda;
-KEREM BEY, diye hitap
ediyordu…
Köye gidince nasıl dayanırım
diye fotoğraflarımı alıyordu…
Onunla birlikte yattığını
söylüyordu…
Tatilin bitmesini hem o hem
de ben sabırsızlıkla bekliyorduk; kente geri dönünce deliler gibi sarılıp
seviyorduk birbirimizi…
Annem, ablam, ağabeyim, babam
benim daha çocuk olduğumu düşünüyorlardı…
Ne çocuktum ama her şeyi
biliyordum, her türlü şeye hazırdım…
Aramızdaki sevgi aşk
geliştikçe büyüdükçe ailem rahatsız oluyordu…
Sonunda aramızı soğutmak için
oradan başka bir adrese taşıdılar;
Kızla aramı soğutmaya,
arkadaşlığımızı bitirmeye çalıştılar…
Nereden öğrendiyse, benim
olmadığım bir gün yeni adresimizi bulmuş, evimize gelmiş…
Ailem kızı bir daha gelmemesi
için kovmuş, korkutmuş, sonra da birbirimizi kaybettik…
Aradan 35-40 yıl gibi bir
zaman geçmişti…
TATARLARIN GELENEKSEL TEPREŞ
bayramı Ceyhan’a 23 kilometre uzaklıktaki YELLİBEL Köyümüzde yapılıyordu…
Kırım Tatar Meclis Başkanı
Mustafa Abdulcemil Kırımoğlu da köyümüze gelecek, KIRIM’DAKİ BAHÇE SARAY İLE
CEYHAN KARDEŞ ŞEHİR İLAN EDİLECEK, tutanaklar da Ceyhan Belediye Başkanı Sayın
Hüseyin Sözlü ile Kırımoğlu arasında imzalanacaktı…
Bende erkenden yola çıktım,
TEM otoyolunun Ceyhan Nehri üzerindeki MISTIK USTA dinlenme tesislerinde bir
çorba içmek için durdum…
Aşağı indiğim sırada
otomobilimin yanımda turistleri taşıyan çok lüks bir otobüs durdu…
Şoförü inip doğru benim
yanıma geldi;
Elini omzuma attı yakışıklı
30 una yakın bir delikanlıydı…
-Abdulkadir ağabey, gel sana
yemek ısmarlayayım diye koluma girdi…
Tesisin lokantasına doğru
ilerlerken Televizyonlarda program yapıyorum ya oradan tanıyan bir insan olarak
değerlendiriyordum…
Masaya oturduk, yemekler
geldi, çok lüks ve zengin bir masa oluşturuldu…
-Ağabey sen beni tanımazsın
ama ben seni tanıyorum, deyince bu kez iyice dikkat kesildim…
-Merak ettim, nereden
tanıyorsun?
-Ben çocukluk arkadaşın
hanımefendinin oğluyum, dedi…
Öyle şaşırdım, öyle şoke
oldum, bir süre konuşamadım, sonunda da üzüldüm…
Eğer ailem benim o dönemdeki
ilk aşkıma engel olmasaydı belki de bu delikanlı benim oğlum olacaktı diye
günlerce moralim bozuldu, canım sıkıldı…
…
İKİNCİ KEZ SELAMLAŞTIK…
Altınkoza Film Festivalinin
başladığı günlerde sanatçıları taşıyan konvoyundaki gazetecilerle birlikte
şehir turu atıyorduk…
En önde Aytaç Durak Başkan,
arkada sanatçılar, caddeler sokaklar insan kaynıyor, çiçekler, konfetiler
yağıyordu sanatçılar…
Gazipaşa Bulvarından geçerken
birisi bana ısrarla bağırıyordu;
-Abdulkadiiiirrrr!!!
Sesin ne yandan geldiğine
baktım, İlk aşkım, kalabalığın önünde, bir çocuk arabası içinde bir bebek, bana
el sallıyordu…
Torunu olmalıydı diye
düşündüm…
Bende el salladım…
Aynı şehirde yaşamamıza
rağmen bir türlü buluşamadık…
Sadece son kez uzaktan
selamlaştık…
“KIRIK BİR AŞK HİKÂYESİ”
olarak yaşadığım olaydı…
Hala içimdeki çocukluk
sayılacak dönemimdeki bu sevgiyi en sıcak şekilde koruyorum…
Keşke böyle olmasaydı, keşke
mutlu sonlansaydı…
Her aşk mutlu sonla bitmiyor;
benimki de maalesef öyle oldu…
Ailemin bu şekilde
sevdiğimden ayırması beni çok kırdı; hayata ve sevgililere bakışım çok değişti…
Hala da düzelmedi…
…
ASKERLİK YOKLAMAM…
ORTAOKULDA
ASKERLİK YOKLAMAM GELDİ…
Adana Büyükşehir
Belediyesinin önündeki Meryem Abdurrahim Gizer İlköğretim Okulun yerinde Vehbi
Necip Savaşan Ortaokulunu bitirmiştim…
Zengin ve üst düzey
bürokratların çocuklarının öğrenim gördüğü bir yerdi…
Kent kültüründe yetişmiş
arkadaşlarımla önemli bir eğitim görmeye başarmıştım…
Nüfus kağıdımda1954 doğumlu
olduğum için ortaokul ikinci sınıftayken askerlik yoklamam gelmeye başladı…
Okul bitti Adana Erkek
Lisesine ablamla kaydımı yaptırmak için gittiğimizde, görevli memur bir an
durdu;
-Ben bu öğrencinin kaydı
yapamam, arkadaşımızın askerlik yoklaması yaptırdıktan, sonra da kayıt etmem
gerekir dedi…
Duvara çarpmışçasına şoke
olmuştuk…
Yahu çocuktum daha nasıl olur
askerlik yoklamam olabilir ki?
Adana Erkek Lisesinin
Müdürünün bulunduğu koridorda boynumuz bükük çaresiz şekilde beklerken, bir akıllı
veli durumu anlamış olmalı ki yanımıza yaklaştı;
-Şu odada müdür yardımcısı
Öztürk Yılmazok var, gidip ona söyleyin, kayıt ettirir, dedi…
Hemen onun kapısını çalıp
durumu anlattık;
-Bok, yemesin, hemen kayıt
etsin, dedi, sevinçten havalara uçtum…
Müdür yardımcısının küfrü
bile ilk defa böyle hoşuma gitmişti belki de…
Adana Erkek Lisesinde
okuduğum her yıl sınıf birincisi olarak çok başarılı dönem yaşadım…
O yıllarda Türkiye deki
liselerin tek bayan müdiresi olan Mihriban Göksel coğrafya derslerimize geliyordu…
Bir gün, sınıfımıza
girdiğinde sıramın üstünde 25x30 A-4 kâğıtlara karakalemle rastgele 5-6-7 çiçek
figürü çizmiştim;
Hoca resimlerimi görünce, hayretten gözleri
açıldı;
-Sen mi çizdin evladım, dedi…
-Evet, hocam, ben çizdim…
-Çizgilerin çok güzel, lütfen
devam et, bu işi meslek edinmeni isterim, dilerim akıllı çocuğum dedi…
Müdire hanımın önerisi
muhteşemdi ama maalesef hayat şartları bu hayalimi gerçekleştirmeme olanak
vermedi…
Daha sonra gazeteci olarak
yıllarca TRT ÇUKUROVA RADYOSUNDA haftada bir kez Cuma günleri 08; 15 teki
“GAZETECİ GÖZÜYLE” programımda yaptığım her konuşmamdan sonra beni evimden
telefonla arar;
-Aferin evladım, seninle
gurur duyuyorum…
Çok güzel şeyler söylüyorsun…
Senin hocan olmaktan çok
mutluyum, derdi…
Gerek ortaokul, gerek lisede
bir gün bile devamsızlığım yoktu…
Her dersimde başarılıydım;
kendimi edindiğim yeni bilgiler, hayat deneyimlerimle şekillendirmeye
çalışıyordum…
…
ADANA ERKEK LİSESİ
ORKESTRASINI KURDUK…
Vehbi Necip Ortaokulunda
okurken, Atatürk Parkındaki Halk Evinde açılan gitar kurslarına kendiliğimden
katıldım…
Gitarı kısa sürede tamamen
çözmüş, 100’e yakın popüler parçayı çalıp söyleyebiliyordum…
Adana Erkek Lisesinde
okuduğumuz o yıllarda aynı müzik hobisini paylaştığımız akıllı arkadaşlarımızla
kendiliğimizden bir araya geldik..
Adana Erkek Lisesi
Orkestrasını oluşturduk…
Ben solo gitar ve solisttim,
Türk Sanat Musikisi söylemesine karşı Sabri Uludağ da bazı parçaları yeri
geldiğinde söylüyordu, Ender Demirbüken Baterist, bu gün Diş Hekimi olan Murat
Aydın ise ritm gitarcımızdı…
Hafta sonları okulda
konserler vermeye başladık…
Orkestradaki uyum biraz daha
gelişince bu kez yakınlarımız düğün salonlarında birkaç parça çalmak için
görevler üstlendik…
Lise bittikten sonra ben bir
süre daha Orduevi, ya da Kervansaray, ya da Çukurova Kulüplerinde solo gitarist
ve solistlik yapmayı sürdürdüm…
O yıllarda Cem Karaca’nın
anfilerini, Edip Akbayram’ın Gibbson marka gitarını satın almıştım…
Çok güçlü bir sisteme
sahiptim…
Yaklaşık 10 yıl süren müzik
hayatımda, sözü ve müziği bana ait olan 73 beste yapmıştım…
Bu dörtlü gurubumuzda önce
Baterist arkadaşımız Ender hayatını kaybetti; sonra da yedek solistimiz
Sabri’yi yitirdik…
Dört kişilik Adana Erkek
Lisesi orkestrasından şimdilik iki kişi kaldık…
Eski anılarımızı anlatarak
samimi biçimde iletişimimizi sürdürüyoruz…
…
İZZET ÖZ BESTEMİ ÇALARAK
NİLÜFER’E VERDİ…
Sözü ve müziği bana ait olan
73 beste yapıp, makaralı teybe eserlerimi okumayı başardım…
Çocukluğumdan başlamak üzere
dost olduğum TRT radyoları hayatımda önemli yer ediniyordu…
O yıllarda TRT RADYO-1 diye
yayın yapan tek kanalda İZZET ÖZ haftada bir gün galiba Pazar günleri müzik
programı sunuyordu…
Bir ara radyodan şu anonsu
yaptı;
-Amatör arkadaşlarımıza
çağrıda bulunuyor, yaptığınız eserler varsa bize gönderin değerlendirelim,
diyordu…
Bende 73 bestemden sadece
birini gitarımla makara banda okuyup, paketleyip belirttiği TRT adresine
gönderdim…
Bir iki ay sonra şarkıcı
nilüfer benim;
-BİR ŞARKIII, BİR TÜRKÜ,
YETERKİ BİR MÜZİK OLSUN adlı benim bestemi plaklarda söylemeye, TRT Radyoları
da yayınlamaya başladı…
Önce çok şaşırdım hatta şoke
oldum…
Ama şimdi diyorum ki; keşke
diğerlerini de İzzet Öz’e gönderseydim de onlarda hayat bulsaydı…
Bazen de dürüst davranmaması
nedeniyle bu kişinin yaptığına üzülüyorum…
Dürüstlük en kıymetli
değerdir; eğer samimi olarak bana ulaşsa, iletişime geçse, tüm bestelerimi
kendine hiçbir ücret istemeden verebilirdim…
Dürüst davranmadığı için ben
uzak durdum…
Yaptığı yanlışın peşine
düşmedim…
…
MARKA OLMAK İSTEDİM…
F KLAVYE ADANA
ŞAMPİYONU OLDUM…
Meryem ablam Adana Merkez
Tapu Sicil Muhafızlığında 657 devlet memuru olarak çalıştığı yıllardı…
Bir gün yanına-ziyarete
gittiğimde, özel tek kişilik odada resmi işlemleri yapan ablanın inanılmaz
şekilde seri biçimde daktilo yazması dikkatimi çekmişti…
Masasın üstündeki daktiloyu
olağanüstü kullanmasını hayranlıkla dakikalarca ve sessizce izledim…
-Abla nasıl yazıyorsun bu
daktiloyu?
-Tapu işlemlerini, resmi
belgelerini burada ben yazıyorum…
Daktilo kursuna gittim, sende
gidersen, sen de yazarsın dedi…
Kuruköprüde Baran Daktilo
kursuna yazıldım;
3,5 ay sonra da F Klavyede 3
dakikada 1746 tuş vurarak Adana şampiyonu olarak belgemi aldım…
Bu gün bilgisayarımda bile
Türkçemize ey uygun olan F Klavyeyi asla bakmadan on parmak olarak yazmayı
sürdürüyorum…
Belki de anılarımı
hazırladığım bu güne kadar 201 kitap dosyamı yazmam, en küçüğünün otuz
binli(bazılarını 250 binli olan) bilgisayar karakterinden oluşmasını bu
klavyeyi kullanmama borçluyum…
Yaşadığım sürece de bu
klavyede duygu, düşünce, deneme, yorumlarım ve günlüklerimi aynı şekilde
yazmayı sürdüreceğim…
…
İLK KONSERE
DAVET EDİLMİŞTİK…
Aynı günlerde aynı abla bir
gün sonra yapılacak olan Türk Sanat Musiki Derneğinin konser davetiyesi ablama
vermişti…
Koroyu dayısının yönettiği,
Türk Sanat Musikisi Derneğinin Adana Büyükşehir Belediye Tiyatro Salonundaki
konserine üçümüz birlikte gittik…
Balkonda yüzlerce kişiyle
birlikte alkışlayarak hayranlıkla izledik;
Benim için sanki zaman
durmuştu adeta büyülenmiştim;
O sahne ışıklarının altındaki
olağanüstü musiki, şarkı söyleyen kişilerin arasında mutlaka olmak istedim…
Ve neden olmayacaktım ki?
Çok hırslanmıştım, kendimi
mutlaka bu sahnede de ifade etmem, dünyaya insanlığa kanıtlamam gerekiyordu…
Ablama konser bitiminde şöyle
dedim;
-Göreceksin abla, gelecek
sene verilecek konserde ben bu sahnede olacağım…
Aynı yıl içinde Cemal Gürsel
caddesinde Halk Eğitim Merkezinde açılan, müdürlüğünü Mustafa Bozer’in yaptığı
Türk Sanat Musikisi Korusuna kayıt oldum…
Zaten Türk Sanat Musikisi
şarkılarının çoğunu zaten ezbere biliyordum…
Orada usullerin öğretilmesi,
bilimsel olarak notayla okunması çok hoşuma gitmişti…
Bir yıl sonra o sahnedeki
koro elemanlarından biriydim…
Mustafa Uğurateş ağabeyin
yönettiği Kürdili Hicazkâr faslındaki konserin en başarılı koro elamanıydım…
O konserimizde Sermin Can
ünlü olmuştu…
Ünlü ut üstadı Arif Nihat Aka
ise günün yıldızıydı…
…
FOTOĞRAFLA TANIŞMAM…
BİTMEYEN FOTOĞRAF AŞKIM
Zaman sonsuzdan sonsuza hızla
geçiyor, yaşım ilerliyor, kendimi daha nitelikli ve toplumun önünde yürüyen bir
kişi yapmak için çırpınıyordum…
Kapalı olan köyden kent
kültürünün ortasına düşen birisi olarak kendimi her alanda geliştirmem ve
emsallerimin önüne geçmem, kendimi marka haline getirmem gerekiyordu…
Ortaokulun ilk yıllarında
JÜPİTEL marka üstten bakmalı makine alıp fotoğrafçılıkta da kendimi
geliştirmeye çalıştım…
Satın aldığım makineme
taktırdığım12 pozluk filmi, çekip doldurup bir saat sonra tabetmeleri için kuru
köprüdeki Fotoskop’a geri getirince görevli şaşırmıştı…
-Ağabey makine bozuk mu?
-Yok, hayır tamamını
doldurdum…
-Olamaz 12 kareyi bir yılda
dolduramıyor…
Sendeki bu hız nedir şaşırdım
diye tabetmişti…
Sonra bir film daha, bir film
derken yıl içinde sayısız fotoğraf çekip tabettirmiştim…
O yıllarda ülkemizde sadece
ülkemizde Yeni Fotoğraf Dergisi tek yayındı…
Doğumevi yolundaki Foto
Kozada dükkânında çektiğim fotoğrafları tabettiriyordum…
İşyeri sahibi Esat Tangüler
beni çok istekli ve yetenekli üstelik hırslı olduğumu keşfetmiş olmalı ki;
-Abdulkadir sen bu konularda
heyecanlı ve kararlısın, İstanbul’dan gelen, sular semtinde STÜDYO-75 dükkânı
olan Mehmet Baltacı ya git, ondan çok şey öğrenirsin, dedi…
Hemen koşarak oraya gittim;
Çünkü o yıllarda sadece usta
çırak ilişkisiyle fotoğraf öğrenilebiliyordu…
Adanalı fotoğrafçılar 1x1 metrekarelik
zindan gibi karanlık odalarda kör bir kırmızı ampulün altında sadece kartpostal
gibi siyah beyaz fotoğraf basıyorlardı…
Üstelik kullandıkları film ve
kart banyoları sınırlıydı…
Bilgileri de yetersizdi,
üstelik usta çırak ilişkisiyle meslek öğretiliyordu…
Kimseleri karanlık odalarına
asla sokmuyorlardı…
Stüdyo 75 in sahibi olan
Mehmet ağabey, beni samimi bulmuştu…
Fotoğraf basmak için
hazırlanıyordu…
-Gel birlikte basalım, diye
kocaman bir salonda sarı ışıkların gündüz gibi aydınlattığı stüdyoda metrelik
fotoğraflar tabediyordu…
Yıllarca dikkatle, ilgiyle,
hayranlıkla gözlemledim, çok şey öğrendim…
Öyle ki daha sonraki yıllarda
birlikte geliştirdiğim fotoğraf sanatımda artık yeni başarılara imza atmam
gerekiyordu…
30x40 fotoğraflarımızla
Akbank, Yapı Kredi gibi bankalar YARATICI GÜCÜ TEŞVİK amacıyla küçük para
ödülleriyle yarışmalar yapıyordu…
Mehmet Baltacı Ağabey ile
birlikte girdiğimiz bu yarışmalarda ben ödül üstüne ödül alıyordum…
Aynı yarışmaya benimle giren,
ustam Mehmet Baltacı ödül alamıyordu…
Bir gün bana biraz da şaka
yollu, ama gerçekten şöyle dedi;
-Abdulkadir bundan sonra
seninle aynı yarışmaya girmeyeceğim…
Sen ödül alıyorsun ben
alamıyorum…
Oysa profesyonel fotoğraf
ustası olan oydu…
Ben çırak sayılırdım, ama
öğrenmeye ve kendimi durmadan bilgiyle olgunlaştırıp durmadan sınır tanımadan
aşmaya çok istekliydim…
Çünkü diğer insanlardan
farklı olarak yaratıcı düşüncem ve özgür görüşe sahiptim…
Her alanda sonsuz şekilde
gelişmeye açıktım, buna devam ediyordum…
Belki de diğer insanlarla aramızdaki
en büyük fark buydu…
İnanılmaz şekilde güzel
adımlarla hayalini kurduğum hedeflerime doğru hızla ilerliyordum…
…
AFAD’IN GERÇEK ÖYKÜSÜ…
Ortaya güzel bir eser çıkınca
herkes sahiplenir denir ya;
İşte AFAD’ konusu da tıpkı bu
özdeyişle olduğu gibi herkesin sahiplendiği uluslar arası bir değer olunca
herkes sahiplendi…
Çokta seviniyorum, ne kadar
çok insan sahiplenirse kurum o kadar çok ve uzun yaşar…
“AFAD ADANA FOTOĞRAF
AMATÖRLERİ DERNEĞİ” nin gerçek öyküsünü de bu işi düşüncesinde başlatan, hayata
geçmesi için sürekli çalışan kişi olarak benden dinleyin;
Stüdyo -75’in sahibi olan Mehmet
Baltacı ağabeyle samimiyetimiz gittikçe daha da artıyordu…
Fotoğraf makinesiz artık
sokaklara çıkmıyordu…
Bana bir gün unutamayacağım
şu öğüdü verdi;
-ABDULKADİR GÜZEL FOTOĞRAF ÇEKMEK İSTİYORSAN, MAKİNEYLE NİKÂHLANACAKSIN…
Bu benim için inanılmaz bir
ölçü oldu; makinemi tuvalette bile yanımdan ayırmamaya devam ediyordum…
1970’ li yılların 2.yarısı ve
Türkiye de sağ sol çatışmaları aralıksız devam ediyordu…
Fotoğraf makinesiyle
geziyordum ama biraz da çekiniyor ve de tedirgindim…
Şehir içi ve dışında fotoğraf
çekmek için gezerken polis, asker, zabıtayla karşılaştığımda çekiniyordum…
Mehmet abiye birden fazla ve
sık sık şöyle diyordum;
-Değerli Mehmet Baltacı
ağabey, ben fotoğraf makinesiyle dolaşıyorum, nikâhımı da yaptım, bunu yasal
bir boyuta taşıyalım…
-Nasıl diyordu? Ne yapalım ki
diye o da bana soruyordu…
O yıllarda Paris’te yaşayan
Gökşin Sihahioğlu SİPA PRES diye bir ajans kurmuş, dünyaya fotoğraf servisi
yapıyordu…
Onun gibi bir ajans, ya da
Kulüp, ya dernek oluşturalım…
Mehmet Ağabey ağırdan alıyor,
ama adı kentte gittikçe yaygınlaşıyordu…
Fotoğrafın sanat olduğunu o
yıllarda bilen akıllı insanlar yavaş yavaş onur çevresinde halka oluşturmaya
başlamıştı…
Grafikçi Alinur Uğurpakkan,
Çukurova Gazeteciler Cemiyetinin o yıllardaki başkanı Erdoğan Varol, Diş Hekimi
ve Derneğimizin ilk başkanı Sina Coşkun, Günaydın Gazetesinin temsilcisi Kurtar
Çakın, Baltacı ağabeyimin stüdyosunun üstündeki Tahir İlba Apartmanında oturan
Çukobirlik Genel Müdür Yardımcısı Mete Karabulut, yine iş adamı Özcan Atamer…
1970 yılına gelindiğinde
Çukurova Gazeteciler Cemiyeti Stüdyo-75 işbirliğinde “FOTOĞRAF YARIŞMASI”
düzenledi…
Yarışmaya katılanlardan
biride bendim, mansiyon almıştım…
Diş Hekimi. Sina Coşkun, o
yıllarda öğrenci olan Sefa Ulukan, Dr. Adnan Güner de vardı…
Yarışma sonunda bir kokteyl
gibi toplantı düzenlendi, hepimiz birbirimizle daha yakından tanıştık…
Erdoğan Varol’un bürokratik
bilgisi sayesinde AFAD,”ADANA FOTOĞRAF AMATÖRLERİ DERNEĞİ” yasal olarak
kuruldu…
Derneğin adresi de Stüdyo
-75’in binasıydı…
Yönetim kurulu da yukarıdaki
isimlerden oluşuyordu…
Yasal olarak yapılması
gereken toplantıları haftanın belli günlerinde Diş Hekimi olan Sina Coşkun
ağabeyin Sun Sineması karşısındaki muayenehanesinde yapıyorduk…
Samimiyet öyle güçlü, öyle
güzeldi ki; aramıza yeni üye olarak katılacakları öncelikle birlikte birkaç ay
gezilerimize götürüyor, uyumunu yakından gözlemliyorduk…
Üye sayısını kurucular olarak
sürekli daima sınırlı tuttuk; başvuranların çoğunu geçiştirdik…
Ama dernek kurulmadan önce
bizim yukarıda saydığım bazı kişilerle sürekli Çukurova da çeşitli yerlere foto
safariler düzenliyorduk…
Mehmet Baltacı Ağabeyin
stüdyosundaki Fotoğraf Dergilerini sular seller gibi inceliyordum…
Her dergiye en az 40-50 defa
belki daha da fazla tekrardan bakıp kendimi eğittim…
İlk Başkan da Diş Hekimi Sina
Coşkun ağabey olmuştu…
Her toplantıda, benim neden
kurucular kurulunda ilk sırada yer aldığımı sık sık soruluyor…
Dernek düşüncesini ben
oluşturdum, bu kafadan çıktı ama alfabetik sıraya göre, yönetim kurulu üyeleri
arasında benim ismim yer aldığı için bu şekilde ilk kurucu oldum…
Yıllarca kongrelerde kâtip
görevi üstlendim… Tutanakları, resmi yazışmaları falan hep ben yaptım…
O yıllarda mumlu kâğıda
şeritsiz daktiloyla bültenler, fotoğraf teknikleriyle ilgili bilgi, banyo
formülleri, kart baskısı gibi konuları teksirle çoğaltarak üyelere
ulaştırıyordum…
20 den fazla bülten
yayınlamayı başarmıştım…
Hürriyet Gazetesine
başladığımda dernekle mesleğimi uzun yıllar birlikte sürdürdüm…
Mesleğim günümün hemen 15
bazen daha fazla saatini aldığı için biraz uzaklaştım ama uzaktan daima yüreğim
derneğimizleydi…
AFAD, bu gün Adana’dan
dünyaya açılan bir kurum oldu…
Sergileri, üyelerinin aldığı
ödüller, yapılan etkinlikleriyle her zaman onur duydum…
Pek çok üyelik teklifi almama
karşın; iki kurumun dışında hiçbir yere üye olmadım;
1-AFAD(adana fotoğraf
Amatörleri Derneği)
2-Çukurova Gazeteciler
Cemiyeti…
Dernek fikri tamamen benim
düşüncemdi; orada öğrendiğim fotoğraf sanatıyla ilgili olarak kişisel 7 sergi
açtım… Ayrıca karma sayısız sergilerde yer almayı başardım…
…
BU GÜN HAK ETMEDEN AFAD’ TAN NEMALANANLAR…
Adana Fotoğraf Amatörleri
Derneği AFAD yerelden uluslar arasına uzanan en güzel bir başarının net
öyküsüdür…
Hangi zorluklardan geçtiğini
anlatmayacağım-anlatamayacağım;
Sadece A’ dan Z’ ye bu
süreçleri yaşayan olaylara tanık olarak sadece birkaç şeyin altını kalın
şekilde çizmek istiyorum o kadar…
1970’ li yıllarda Adana da
fotoğrafçılık usta-çırak ilişkisiyle bir iki metrekarelik karanlık oda 4-5-6-7
yılda öğrenilen, gizemli bir sırdı…
Sokaktaki vatandaşın
fotoğrafı öğrenmesi, makineyi öğretecek birinin bulunması, kart ve filmlerin
duyarlılık derecesine göre çekimler yapması, karta basması mümkün değil; sadece
kocaman bir hayaldi…
Mehmet Baltacı’ nın İstanbul
da bu işi öğrenip Adana daki Sular Semtinde Stüdyo-75 i açmasıyla fotoğraf
konusundaki her şey abartısız olarak söylüyorum sıfırdan başladı…
Baltacı ağabeyle Adana da ilk
tanışan, ölünceye kadar da yanından ayrılmadım…
AFAD(Adana Fotoğraf Amatörleri Derneği)
düşüncesini tanıştığımız ilk günden itibaren onun dikkatine almasını sağlayan,
fotoğraf sevenlerin dernekleşmesini adım adım sağlayan biriyim…
Özellikle ilk yıllarda,
fotoğraf bilgisinin öğrenilmesi, meraklılara ulaşabilmesi için onun stüdyosuna
gelenlere o günkü bilgilerimi sonuna kadar anlatma ve paylaşma misyonumu
aralıksız sürdürdüm…
Adana’daki dükkânlarda SIR
gibi gizlenen fotoğraf konusunun herkes tarafından öğrenilmesi, karanlık odaların
kapılarının sonuna kadar açılmasını hedeflemiştim…
Kendime şöyle söz vermiştim;
-Fotoğrafı herkes öğrenmeli
ve yapmalıdır, yapacaktır…
O yıllarda Baltacı Ağabeyin
işyerindeki dergiler olan YENİ FOTOĞRAF ve diğer bir fotoğraf Dergileri, artı
yabancı mecmualardan edindiğim bilgileri mumlu kâğıda daktiloda şeritsiz olarak
mumlu kâğıtlara yazıyordum…
(çünkü o günkü teknik oydu)
teksir makinesinde çoğaltıyor, bülten haline getiriyor; gelen meraklı insanlara
ve özellikle de gençlere hem sözlü olarak söylüyor, ya da broşürleri
veriyordum…
Hiçbir karşılık beklemeden,
edindiğim en küçük bir bilgi bile stüdyo-75 e gelenlere aktarıyordum;
Stüdyonun sahibi olan Mehmet
Baltacı da yanına gelenlere meraklılara bıkıp usanmadan dakikalarda makinenin
teknik, filmlerin duyarlılık özelliklerini, baskıyı, kartların türlerine göre
değerlerini cömertçe anlatıyordu…
Diğer ufak tefek deneyimler
edinen bazı kişiler de elde ettikleri en son bilgileri, gelen isteyen meraklı
herkesle cömertçe paylaşıyordu…
-Makinenin şu özelliğini
kullanınca şöyle oluyor…
-Filmleri ASA ve DİN ayarı şu
demek…
-Banyo yaparken süreler çok
önemli, şu kadar tutarsanız, şu tıramlar oluşuyor, şöyle olursa bunlar
gerçekleşiyor, vs…
-İpek Kart ve soft kartların
şu özelliklerini bu gün keşfettim…
-Diyafram açıklığı şöyle
olursa şu derinlik elde edilebiliyor, gibi fotoğraf her gün üyelerce sıfırdan
keşfediliyordu…
O yıllarda Tarsus Amerikan
Kolejinden mezun olup Ç.Ü. Tıp Fakültesi öğrencisi olan Sefa Ulukan fotoğraf
konusunda bazı şeyleri okulunda öğrenmişti, biliyordu…
Ama dünyanın cimri, en
bilgisini kimseyle paylaşmayan en bencil bir kişiydi…
Sular Semtindeki Stüdyo -75
sessizce geliyor, hiç kimseyle, hiçbir şey konuşuyor;
Yıkattığı ve kuruyan
filmlerini, ışıklı masada kontrol etmeye çalışırken, birisi yanına
yaklaştığında sert ve aşağılayıcı biçimde bakıyor;
Beden diliyle sözsüz olarak
bir tür azarlıyor kendinden hemen uzaklaşmasını istiyordu, herkesten uzak
duruyordu…
İşi bitince de sessizce
geldiği gibi bilgilerini kendine saklayıp çekip gidiyordu…
Yani orada fotoğraf öğrenmeye
gelen meraklılara hiçbir şeyini göstermiyor, tek bir sözcük bilgisini bile
paylaşmıyordu…
Tam bir kapalı kutu olarak,
soranlara da yüksekten bakıyor konuşmadan sessizce uzaklaşıyordu…
O yıllarda olduğu gibi bu
günde eski AFAD üyeleri arasında bu bencil davranışı yüzünden uzak durulan,
farklı bir kişiliktir…
AFAD ilk kuruluş yıllarında,
herkesin birbirini geliştirip, yeni şeyler öğrenmek için çırpındığı, yanıp
tutuştuğu dönemde;
Hem de bir başkanlık yaptığı
sıralarda dernekte ve oradaki üyelere fotoğrafçılık bir tek harf katkısının
olmamıştır…
Ama AFAD’ ın 1970’li yıllarda
oluşturduğu alt yapısı sayesinde bu gün uluslar arası fotoğraf sanatında söz
sahibi olarak dünyayı dolaşıp nemalanmayı sürdürüyor…
Sonuç olarak;
Dün olduğu gibi bu gün de
AFAD bilgilerini birbirleriyle cömertçe ve sınırsızca paylaşanların, maddi ve
manevi her alanda gönül birliği yapanların omuzlarında bu uzun bir yürüyüşü
gerçekleştirmiştir; ülkemizde başka örneği bulunmayan kurumdur…
Bu güne kadar AFAD’ tan emek
vermeyen çok insan bedavadan nemalandı, inanılmaz paralar kazandı, başkanlık
yaptılar, hala da bu güzel kurumdan yararlananların sayısı arttı ve bundan
sonra da artacaktır…
Bir özdeyiş şöyle der;” EV
YAPAN BALTA DIŞARIDA KALIR” bu durumu somut olarak anlatıyor…
Emeği geçenlere, gönül
verenlere teşekkür ediyorum; bu konuda herkese başarılar diliyorum…
Bazı bencil kişilerin
engellemesine karşın AFAD Adana da yerelden uluslararası bir markaya dönüşen
kurumun kurucu ve bir numaralı üyesi olmaktan her zaman gurur duydum, hala da
aynı duyguları taşıyorum…
…
GAZETECİ OLUYORUM…
HÜRRİYET GAZETESİNDE
HAYALİM GERÇEKLEŞTİ…
Hem on parmak daktiloda Adana
şampiyonu oldum, hem de fotoğraf sanatındaki yarışmalarımla aldığım ödüller
sayesinde kendimi epeyce nitelikli hale getirmeyi başarmıştım…
Halkın ifadesiyle artık altın
bilezik sahibi olmaya doğru ilerliyordum…
Ama ulaştıklarımla yetinmeden
arayışlarım aralıksız sürüyordu…
Öyle bir işim-mesleğim olsun
ki;
Kimse bana karışmasın,
özgürce her yere girip çıkabileyim…
Polisler, ya da askerler gibi
bir mesleğim olsun…
Herkesle her yerde
konuşmalıyım, hiçbir şey bana yasak olmasın…
İstediğim anda ve zamanda
hatta yerde tüm kapılar sonuna kadar açılsın…
Aklımda da her zaman ilk
tercihim gazetecilik vardı;
O yıllarda emperyalistlerin
senaryoları nedeniyle ülkemde sağ-sol çatışmaları aralıksız sürüyordu…
Günde 30-40 insanımız
silahlarla vurularak öldürülüyordu…
Cumhuriyet Gazetesini
okuyanları sağcılar, Tercüman Gazetesini okuyanları da solcular dövüp
öldürüyordu…
Hürriyet Gazetesi en
tarafsız, herkesin rahatlıkla alıp sokakta bile okuyabileceği bir yayındı…
Bende gazeteci olmak
istiyordum ama bir türlü çıkış yolu bulup hedefime ulaşamıyordum…
Gazeteci olmak için acaba
hangi bakanın, milletvekilinin, başbakanın, hatta cumhurbaşkanının yakını ya da
torpili gereklidir diye düşünüyordum...
Bir gün Hürriyet Gazetesinin
Adana sayfasında;
-YETİŞTİRİLMEK ÜZERE MUHABİR ADAYLARI ALINACAKTIR… FOTOĞRAF VE DAKTİLO BİLMESİ
TERCİH SEBEBİDİR, diyordu…
Adana daktilo şampiyonu,
fotoğrafta üç dört ödülü olan kişiydim…
Hemen zaten her zaman önünden
geçtiğim;
İnönü Parkının yanındaki altı
matbaa, üstü haber merkezi olan eski ve tarihi Hürriyet Gazetesinin binasına
koşarak gittim…
2.Katın girişinde genç
sarısın adam, sırtını kapının kenarına dayamıştı…
Beni sorgulayan bir ifadeyle
yüzüme baktı…
Ayaküstü sohbet etmeye yani
bir tür görüşmeye başladık…
-Gazetedeki ilanınız için
geldim, gazeteci olmak istiyorum dedim…
-Daktilo biliyor musun?
-Evet, Adana Daktilo
şampiyonuyum, dedim…
-Peki, fotoğraf çekmeyi biliyor
musun?
-Akbank ve Yapı Kredi
Fotoğraf Yarışmalarından 4 ödülüm var, dedim…
Kapıda duran kişi, içerideki
masalardan birini eliyle gösterdi;
-Hemen gir içeri istediğin
masaya otur ve işe başla, dedi…
Gözlerime inanamıyordum,
yaşadığım AN hayallerimin gerçekleştiği tam bir mucizeydi…
Bir süre maaş pazarlığı
yaptım…
O yıllarda Bayındırlık
Müdürlüğünde çalışan arkadaşım 4 bin lira alırken ben 7 bin 500 liraya
anlaştım…
Ayaküstü konuştuğum kişi
İstanbul’dan gelen şefim Cevat Eren olduğunu sonra anladım…
Adana Bürosundaki bazı
olumsuzlukları tasfiye edip, yeni ekip kurarak İstanbul’a geri dönecekmiş…
Kısa zamanda çektiğim
fotoğraflar, yazdığım haberlerle;
Bölgenin en çok haberi giren,
en başarılı bir tür flaş gazeteciydim…
İnanılmaz başarılara imza
attım, ilk haberimde Türk Kadınlar Birliği Başkanı Süheyla Gökbuket’ in 8 Mart
Dünya Kadınlar Günü nedeniyle Atatürk Anıtındaki açıklamasıydı…
Sürmanteş olarak
yayınlanmıştı gazetenin ilk sayfasında…
“TÜRKİYE DE 10 MİLYON KADIN
HER GÜN KOCASINDAN DAYAK YİYOR” demişti…
Gazete baskıya girdiği anda
şefim Cevat eren ağabey koşarak geldi, haberimi çok güzel şekilde
değerlendirildiğini söyledi…
Beni kutladı, imzamın
kullanıldığını söyledi…
Haftada iki, üç manşet
haberlerim yer alıyordu…
Çok yoruluyordum ama çok
mutluydum, sevinçliydim, havalarda uçuyordum…
…
HÜRRİYET’İN İSTANBUL DAKİ 20
GÜNLÜK
EĞİTİM SEMİNERİNE TERCİH
EDİLİP KATILDIM…
Türkiye’deki yaygın medyanın
AMİRAL GEMİSİ olarak nitelenen Hürriyet Gazetesinin bünyesinde kurduğu;
Hürriyet Haber Ajansının
1980’li yıllarda Türkiye de 11 bürosu ve 1300 civarında muhabiri bulunuyordu…
Her bürodan başarılı olan,
gazeteye manşet haberleri çıkan muhabirleri;
Haftalık toplantılarla bu gün
anılarımı yazdığım yıllara göre başarılı haberlere 1000, 500 TL gibi parayla
ödüllendiriyorlardı…
Bende haftada en az bir,
bazen iki ödül birden alıyordum…
Bu şekilde başarılı olan
muhabirleri daha da çok teşvik etmek için;
İstanbul’a 20 günlük eğitim
kampına çağırdılar…
İzmir, Adana, Bursa, Trabzon,
Diyarbakır, Kayseri, Erzurum, Antalya tabi ki İstanbul’dan da katılımlar
olmuştu…
Adana bürosundan da en çok
haberi yayınlanan;
Birinci sayfada yayınlanan,
bazen sürmanşet bazen de manşet olan muhabir olarak ben seçilmiştim…
Diğer on bir bürodan
seçilerek gönderilen muhabir arkadaşlarımızla;
İstanbul da buluştuk, Aksaray
da Ebru isimli bir otelde yerlerimiz ayrılmıştı;
Yakınındaki bir lokantaya da
tanıtılmıştık…
15 gün boyunca muhteşem
biçimde ağırlandık…
Eğitim süremizde gazetenin
üst düzey yöneticileri;
Sabahtan öğlene, öğleden
akşama kadar yoğunlaştırılmış bir eğitim vermişlerdi…
O yıllarda Hürriyet Haber
Ajansı Genel Müdürü olan Oktay Ekşi başta olmak üzere;
Türkiye’nin en önemli
Fotoğraf Sanatçıları Sabit Kalfagil, Mehmet Bayhan, Yaşar Atarkazanır;
Yıllardır İstanbul Hürriyette
görev yapan sayfa sekreteri Acar Şölen başta olmak üzere muhteşem kurslar
verdiler…
15 günlük eğitimi başarıyla
tamamlayınca;
İstanbul’un en ünlü(o
yıllarda yıldız yoktu) lüks otelinde bir akşam yemeğinde;
Genel müdürümüz, gazetenin
köşe yazarları, haber merkezindeki üst düzey yöneticileri törenle belgelerimizi
vermişlerdi…
Bu eğitim üzerine, her
birimizin kendimize olan güvenimiz daha da çok artmıştı;
İstanbul’dan döndükten sonra,
daha çok çalışıp, daha çarpıcı haberler bulup görevime başarılı biçimde devam
ettim…
Ta ki İstanbul’dan gelip,
Adana daki eski çalışanları tasfiye ederek;
Yeni bir kadro kurarak beni
yetiştiren, şefim Cevat Eren’in kente geri dönmesine kadar olan sürede çok
önemli haberlere birlikte imza attık…
ASKERLİĞİ AŞKLA SEVDİM…
ASKERLİĞİMDEN ANIM-1…
Hürriyet Gazetesinde yıllarca
çalıştığım dönemde askerliğime karar aldırmıştım…
Üniversite mezunu olmama
rağmen o yıllarda yığılma olduğu için kısa dönem 3, 5 aylık er statüsünde
askerlik yapacaktım…
1 Temmuz 1981 yılında 59.Top.
Er. Eğt. Tuğ. Hafif Tabur 3.Bataryada askerliğe başladım…
Komutanımız üsteğmen
Kemalettin Özcan’dı…
Tavır, davranışları, duruşu,
askere hitap etmesiyle muhteşem bir komutandı, Atatürk’ü anımsatıyordu…
Bu gün bile hala karşısında
hazır ola geçebileceğim komutanımdı…
Daha sonraki yıllarda Kıdemli
Albay olarak emekli olduğunu öğrenmiştim…
Hem fotoğraf, hem on parmak
daktilo kullanma konusunda tam bir uzmandı…
Askerliğimin ilk günlerde
eğitim alanına gidip gelirken, bölük yazıcısı olan Selçuk Akçay onbaşıya şöyle
diyordum;
-Selçuk onbaşım, ben on
parmak daktilo biliyorum…
Yardımıma ihtiyaç duyarsan
çağırman yeterli…
O da gülümsüyor ama fazla da
önemsemiyordu…
Ama ben ısrarla hemen her gün
sürekli tekrarlıyordum…
Selçuk Akçay Onbaşı bir gün
akşama doğru eğitim alanın ortasında şöyle bir duyuru yaptı;
-Daktilo bilenler ayağa
kalksın…
10 kişi ayağa kalktık, çok
sevindim, tek sıra halinde S-1yazıhanesine uygun adımlarla yürüdük…
Masaya daktiloyu koydu,
öndeki ilk kişiye;
-Hadi, göster maharetini
nasıl yazıyorsun?
Tık, tttııııkkk.
-Geç sen, dedi…
Sıradakilerin hepsi de aynı
şekilde başarısızdı…
En sonda ben daktilonun
başına geçtim…
Usta bir piyanist gibi on
parmakla yazmaya başlayınca, Selçuk Akçay Onbaşı şoke oldu, çevresindekilere
bağırıyordu;
-Ahmet, Mehmet, gelin lan
burada bir şeyler oluyor, dedi…
Ötekilere sert bir şekilde
yerlerine gitmesini söyledi…
İstanbul Deniz bankta çalışan
Mehmet İsimli arkadaşımla, 3,5 ayın rahat 3 ayında 333 kişinin terhis
teskeresini yazarak geçirdik…
Eğitim süremiz boyunca tüfek
ve teçhizat taşımadım…
Bu arada;
O yıl 3,5 aylık askerlik
süremizde hem Ramazan, hem de Kurban bayramı kutlanmıştı...
Adanalı 8-9 kişilik gurupla
Pazar günleri ya da eğitim arasında her fırsatta devamlı görüşüyorduk…
Bazı arkadaşlarımız
askerliğimiz kısa olduğu için, teslim olduğumuz andan itibaren, dönüş için
otobüs kiralayacak liste yapmaya başladılar…
Hiç birine katılmadım,
arkadaşlarım bana çok kızıyordu…
23 Ekim 1981 de terhis olduk…
Silahlarımızı teslim edip,
sivilleri giyince Tugayın kapısından Mehmet kardeşimle önce ikimiz çıktık…
Dolmuşa binip hızla otogara
geldik;
-Adana ya bilet var mı? Diye
sorduk…
-Var, otobüsümüz Adana’dan
İstanbul’a devam ediyor dediler…
Birlikte bilet alıp bindik,
otobüs hareket etti, 10 saatlik yolculuktan sonra Adana ya geldim…
Mehmet ise İstanbul’a devam
etmişti…
İlk günden itibaren otobüs
tutmak için liste hazırlayanlar, para toplayanlar ise perişan olmuş, 10-15 gün
sonra kötü bir otobüsle kente dönmüşlerdi…
Bana bir sürü sitem ettiler,
oysa benim kararım doğruydu;
Her zaman derin düşünerek, en
yararlı olanı, en üstünü bulup uygulamaktan başarıya ulaşmaktan mutluydum…
…
ASKERLİK ANIM-2…
Hürriyet Gazetesinde
çalışmaya başladıktan yıllar sonra askerliğimi yaptım…
1 Temmuz 1981 de başlayan
askerliğimden 23 Ekim 1981 de terhis oldum…
Askerliğimin her anı benim
için en büyük mutluluktu…
3,5 ayın nasıl geçtiğinin
farkına bile varmamıştım…
Adana ya döndükten sonra;
Her zaman gece rüyamda,
gündüz hayalimde sürekli eğitim alanımızı, tugayın bölümlerini, hafta sonu
tatillerinde çay içtiğim, çarşını gezdiğim Erzincan’ı görüyordum…
İçimdeki bu hasret öyle
büyüdü, öyle beni yönlendirdi ki; artık gerçekten de dayanamıyordum…
Mutlaka Erzincan’a gidip
görmem, askerlik yaptığım yerleri gezmem gerekiyordu…
Düşüncemi gerçekleştirirsem
bir şekilde bu hayalimden kurtulup rahatlayacaktım…
2010 tarihinde genelkurmay
başkanlığına ümitsiz şekilde bir mektup yazdım…
Askerliğe başlama ve bitiş
tarihlerimi, vatandaşlık numaralarımı, telefonumu da ekledim…
Ziyaret etmem için izin
istedim…
Mektup yazdığımı unuttuğum
bir zaman sonra cep telefonum çaldı…
Santralden aradığı belli olan
bir asker;
-Abdulkadir Bey Levent
Albayım sizinle görüşecek dedi…
Hemen bağladı, Levent albay
mektubum için teşekkür etti; çok duygulandığını söyledi…
-On dakika içinde sizi
Erzincan‘dan arayacaklar…
Tarihi ve zamanınızı
belirleyip gidip ziyaret edebilirsiniz, deyince çok mutlu oldum…
Yine benden yıllarca sonra
Erzincan da askerliğini yapan bir arkadaşım vardı…
Tarih ve saat belirleyip
onunla birlikte yola çıktık…
Aladağ üzerinden önce
Kayseri, sonra Sivas’tan hasretini çektiğim Can Erzincan’a ulaştık…
Askerlerimizin düzenli ve
görev yerine getirme sorumluluğuyla bizi saygıyla ve sevgiyle karşıladılar…
Büyük ilgi gösterdiler, önce
tugay komutanın yardımcısı olan kıdemli albayın makamına götürdüler…
Bize çay ikram etti,
sohbetlerimiz başladı, bir süre sonra biraz gülümseyerek;
-Ta Adana’dan bunun için mi
geldiniz? Dedi…
-Evet, komutanım, ama
buraları o kadar çok özlemiştim ki, gece gündüz hayalimdeydi…
-Ne iş yapıyorsunuz?
-Ben gazeteci ve televizyon programcısıyım,
deyince albay biraz önceki ses tonuyla konuşmasından galiba pişman oldu…
Hemen arkasına yaslanarak
daha ciddi ve saygın, dikkatli cümlelerle, farklı davranmaya çalıştı,
sohbetlerimiz devam etti…
-Gelin arkadaşlar ben de
sizinle birlikte tugayı denetleyeyim diye makam aracıyla, eğitim yaptığımız
yerleri, yatakhanemizi her yeri baştan sona kadar gezdirdi…
Gittiğimiz her yerdeki
yüzbaşı, binbaşı, yarbay gibi komutanlara bizi tanıttı…
Askerlik yaptığım dönemden
sadece yüzlerce yıllık olan tarihini hamam, bir de 5 katlı yatak hanemiz
kalmıştı…
Diğer tüm yapıların tamamı
modernleşmiş ve yenilenerek değiştirilmişti…
Ufak bir hayal kırıklığı
yaşamama karşın askerlik yaptığım yeri tekrar görmenin, hayalimde yaşattığım bu
güzel yuvayı ziyaret etmekten büyük onur duydum…
Hayatımda verdiğim en güzel,
en doğru yerinde karardı…
Bu gün bile CAN ERZİNCAN hala
gözlerimde tüter; her an yüreğimde o güzel ilimizin sıcaklığını hissederim…
O güzel ilimizle ilgili bir
televizyon haberi izlediğimde mutlu olurum…
59.Top. Er. Eğt. Tuğ. Hafif
Tabur 3.Bataryada ölünceye kadar hayalimde ve hafızamda en güzel yeri almayı
sürdürecek…
…
MİLLİ GÜVENLİK KONSEYİ SUÇLU
GİBİYDİ…
12 EYLÜL GÜNLERİ…
1980 darbesinde ben Hürriyet
Gazetesinde gece gündüz çalışmaya devam ediyordum…
Şefim Cevat Eren beni Afşin
Elbistan Termik Santralinde Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin ziyaret edeciği
için beni oraya gönderdi…
Kahramanmaraş muhabirimiz
Şeref Turhan ile birlikte oraya gitmiştik…
İlk defa o muhteşem bacaları
görünce çok sevinmiştim…
Güzel ülkemizde bu türlü
büyük sistemlerin olması devletimizin gücünü göstermesi bakımından onur
vericiydi…
Beklenen an geldi,
protokoldeki Başta Kenan Evren, diğer konsey üyeleriyle birlikte
otomobilleriyle santrale geldiler…
Ben de onlarla birlikte tüm
güzergâhı gezdim, fotoğraflar çektim, haberler hazırladım…
İlk olarak gözlemim şuydu;
Türkiye’ yi yöneten
zirvedekiler Termik Santralde inceleme yapıyorlar, halk yok, insanlar yok, bir
avuç asker geziyordu…
Biraz da hayal kırıklığı
yaşadım; çünkü bir politikacı, yani bir liderin olduğu yerde iğne atılsa yere
düşmeyecek kadar kalabalık olurdu…
Oysa şimdi sanki bir cenaze
töreni gibi her şey sessiz ve sakindi…
O yıllarda politikacılarla
halkın sevgisi ilgisiyle, askerle insanlarımız ilişkilerini düşünmüştüm…
Demek ki, halk bu konuda
böyle davranıyor…
Öte yandan;
Yine Milli Güvenlik Konseyi
Üyeleri Adana’ya gelmişti…
Eski vilayette Vali Hayri
Kozakçıoğlunu ziyaret ediyordu…
Biz gazeteciler de konsey
üyelerini yakından izlemeye çalışıyorduk…
Ortalıkta sessizlik ve buz
gibi bir atmosfer vardı…
Bir ara ben vali beyin
koltuğunda oturan Kenan Evren’in fotoğrafını daha yakından çekebilmem için tam
önüne kadar yaklaşmıştım…
Arkamdaki güçlü bir güvenlik
görevlisi, beni iki omzumdan tutup, 20 metre geriye koyuvermişti…
Hem ben, hem vali Hayri
Kozakçıoğlu, hem de konsey üyelerinin bir kısmı, gazeteciler de ne olduğunu tam
anlamadan gülmüştük…
O günlerde gülmek yasak
değildi ama kimse de gülmüyordu…
Daha sonraki yıllarda olayın
ciddiyetini anladım; halkla konsey üyelerinin birbirlerine yakınlaşması
istenmiyordu…
…
AMİRAL GEMİSİ…
HÜRRİYET MATBAASININ
AÇILIŞINDAKİ HIZLI BAŞARISI…
Hürriyet dün olduğu gibi bu
günde sektörün hala “AMİRAL GEMİSİ” dir…
Gazetenin Adana daki yeri o
yıllarda E-5 Kara yolunun (şimdi D-400 oldu) kenarında, İnönü Parkının
kuzeyinde(yeri bu gün otopark) kenarında iki katlı eski binadaydı…
Üst kat haber merkezi,
muhasebe, sayfa sekreterliği, alt katı da matbaaydı…
Bu günkü de çağın en son
teknolojisini kullanmasıyla örnek olan modern tesisleri de Ceyhan yolu 5.
Kilometrede çağın en son teknolojilerine göre inşa edilmişti…
Uydudan sayfa nakledilmesi,
MARİNONİ isimli en modern baskı makinelerinin kurulması;
Saatte 200 bin baskı yapan
muhteşem bir sistem oluşturulmuştu ve kent tarihinde bir ilkti; modern
matbaacılığın ulaştığı bir kilometre taşıydı…
Sonunda taşınma işlemleri
başladı;
Gazetenin sahibi Sayın Erol
Simavi başta olmak üzere, üst düzey yöneticileri, tüm köşe yazarları ve yine
halkın en çok okuduğu Hasan Pulur başta olmak üzer diğerleri, kent protokolü tarihi
bir gün ve görkemli açılış için heyecanlı bir araya gelmişti…
Matbaa bahçesindeki çimenler
ve rengârenk açan gülerlerin arasına kokteyl masaları kurulmuştu…
Gelen bütün konukların gözünü
kamaştırıyordu…
Heyecanla bir araya gelen
insanlar son derece şık giyimli, saygılı ve kibardı…
Yerel yöneticiler de
Adana’mıza modern bir tesisin kazandırılmasından büyük mutluluk duyuyorlar, Erol
Simavi ve ailesini kutlamak için sıraya giriyorlardı…
Her konuşmacı bunu defalarca
altını çizerek söyledi…
Tören başladığı andan
itibaren hemen fotoğraflar çekmeye ve metinler yazılmaya başlandı…
35-40 dakikalık sürede, hem
dünya ve Adana haberlerinin yer aldığı, açılışa katılan misafirleri anlatan 10
sayfalık modern bir HÜRRİYET gazetesi basılıp konuklara dağıtıldı…
Adana da böyle hızlı bir
sistem o güne kadar kurulmamıştı, sonra da kurulamayacak olan, en büyük bir
mucizeydi…
Ben zaten tören başladığı
andan itibaren katılanların önce toplu, sonra da her birinin fotoğrafını
sürekli çekiyor, hızlı biçimde hareket ediyordum…
Yukarı katta filmleri
yıkıyor, karta basıp işleme geçmesini sağlıyordum…
Esprili yazılarıyla
Türkiye’nin en çok okunan köşe yazarı olan Hasan Pulur kulağıma eğildi esprili
biçimde;
-Evladım, bana bak sen fazla
film harcama… Hürriyet’i iflas ettirirsin, demişti…
O yılların efsane emniyet
müdürlerinden Salih Dost’ ise;
-Abdulkadir ne bu hız, bu ne
çaba, seni kutluyorum? İşini istenenden de güzel ve üstün şekilde yapıyorsun
Erol Simavi Beye şimdi söyleyeyim de sana iki maaş ödül versin, demişti…
Tabi bunların hepsi esriydi;
ama o günkü Hürriyet ekibi ve teknik yönetimi hem patrondan, hem de en üst
düzeydeki protokolden tam not alarak üstün bir başarıya imza atmıştı…
Çünkü bu kadar kısa sürede
açılış törenini toparlayıp, yazılar, fotoğraflarla bir gazete haline getirerek,
misafirlere 10 sayfalık gazetenin dağıtılması bu gün bile ulaşılması çok zor
başarıdır diye düşünüyorum…
Adana muhteşem bir tesis,
modern bir matbaa kazanmıştı…
Burada basılan gazeteler
yurdun doğudaki en ücra köşelerine kadar ulaşacak, modern Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarının daha kısa zamanda, daha sıcak haberleri öğrenmesi ve
bilgilenmesi sağlanacaktı…
Bu sistemin bir parçası
olmaktan, hayatımı adayarak çalışmaktan büyük onur duydum; hala da aynı
düşüncemi sürdürüyorum…
…
HAİN EMPERYALİSTLER…
AMERİKALILARIN 1974’ TE
ÇUKUROVAYA BEYAZSİNEK
BOMBASI ATTI…
Kanal-A Televizyonunda
haftada 3-4 program üretiyordum; (Tekrarları dışında) defalarca yayınlanıyordu…
Sokakta halk beni tanıyor,
büyük ilgi gösteriyor, yerel anlamda ünlü olmuştum…
Ama kendimi bir kundura
boyacısı ya da simit satıcısından farklı olarak görmüyordum…
Televizyondaki her program o
kadar çok izleniyordu ki, özel kanallar ve TRT’ nin tüm yayınlarını geride
bırakıyorduk…
Adana belediyesi o yıllarda
henüz büyükşehir unvanını almamıştı…
Belediyenin meclis
üyelerinden mimar olan Ali İsot bir gün meclis toplantısı öncesi programlarımı
takdirle ve çok dikkatle izlediğini anlatmıştı…
Yine bir gün benimle özel
konu hakkında konuşmak istediğini söyledi ve şöyle dedi…
-Abdulkadir bey, 20 Temmuz 1974
Kıbrıs Barış Harekâtının yıldönümü yaklaşıyor, benim bu konuda yaşadığım ve
tanık olduğum çok ilginç bir olay var onu senin programında anlatmak istiyorum…
Ziyapaşa Bulvarındaki evine
beni davet etti; kameraman arkadaşımla birlikte belirtilen adrese yine
belirlenen zamanda gittik…
Çok kibar, Adana Beyefendisi
olan Ali İsot bizi saygı ve sevgiyle karşılayıp ağırladı…
Mikrofonu açıp, kamera kayda
başladığında anlattığı olay şuydu;
-1974’ teki Kıbrıs Barış
Harekâtında aktif olarak görev aldım…
20 Temmuz sabahı Mersin
Limanındaki Askerlerin başında Ast teğmen olarak görev yapıyordum…
Tüm arkadaşlarımızın
ellerimiz tetikte, Kıbrıs Rumlarından ya da Yunanistan’dan tarafından
gerçekleştirilebilecek herhangi bir saldırıyı bekliyorduk…
Gün henüz ağarmamıştı, ama
şafak yavaşça söküyordu, ışık gittikçe daha da çoğalırken;
Çevremize daha dikkatli
şekilde bakıyorduk…
Bu sırada Kıbrıs Yönünden
Mersin Limanına doğru, yani üzerimize hızla siyah bir bulut ilerlemeye başladı…
Hepimiz ellerimiz tetikte,
nefes almadan anında karşı koymaya hazırdık...
Arkadaşlarımız arasında
inanılmaz bir sessizlik vardı…
Yapılabilecek herhangi bir
saldırıya karşı nasıl davranacağımız zaten aylar önceden zaten belli olmuştu…
Kıbrıs Yönünde beliren bu ne
olduğu bilinmeyen siyah bulut, gittikçe daha da yaklaştı, daha da büyüdü, çok
fazla yakınlaştı, ama hepimizin heyecanı da zirveye çıkmıştı…
Tüm askerlerimizin eli
tetikte, gözümüz bize doğru gelen siyah bulutun hareketlerini adeta nefes
almadan izliyorduk…
Siyah bulut yaklaştıkça
heyecanımız arttı, daha çok yaklaştı, iyice yaklaştı, üstümüze birden indi…
Ne görelim o ana kadar asla
bilincinde olmadığımız, daha sonra beyazsinek diye tanımlanacak olan
trilyonlarca zararlı birden Mersin Limanını ve bu bölgeyi inmişti…
Amerikalılar tam 1974 teki tam
bizim çıkarma yaptığımız anda laboratuarlarında ürettikleri, akciğerleri
olmayan, bilinen hiçbir zirai ilaçla öldürülemeyen beyazsinek bombasını
ülkemizin üstüne atmıştı…
Hepimiz şaşkınlık içindeydik;
ne yapacağımızı bilemiyorduk, biz düşmandan top, mermi, uçak saldırısı, ya da
kıyıya gemileriyle çıkartma falan beklerken ülkemize onlarca yıl zarar verecek,
pamuk bitkisinin öz suyunu emerek yok edecek beyazsinek bombası patlatmışlardı…
Türkiye nin pamuk üretim
merkezi olan Çukurova’ya bir anda beyazsinek zararlısı hâkim olmuştu…
Çiftçilerimiz bilinen her
türlü zirai ilacı denemesine karşın, akciğeri olmayan bu zararlıyı bir türlü
yok edemiyordu…
Laboratuarda bilinçli olarak
üretilen, ciğeri olmayan bu zararlıyı; yine Amerikalı uzmanlar nasıl
öldürülebileceği ilacı da aynı şekilde geliştirilmişti…
O yıllarda Amerika çarenin bu
ciğeri olmayan beyazsinekleri yok edecek zirai ilacın kendinde olduğunu
söylemişti…
TEMİK 10-G isimli ilacını bir
süre sonra Türkiye ye pazarlamaya başladı…
10 yıla yakın sürede bize 50
milyar dolardan daha fazla paramızı alarak bize bu ilacı sattı…
Önce beyazsinek zararlısını
ülkemize bomba olarak attı, sonra da öldürme ilacını bize sattı…
Bu gün başımıza bela ettiği
terör örgütleri ve onlara sağladığı milyarlarca dolarlık bedava silahlarla
ülkemize nasıl zarar veriyorsa;
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı
sırasında, yani ülkemizin savaşa programlandığı anda beyazsinekle zararlısıyla
pamuk ürünlerimize şekilde zarar vermiş, artı 50 milyar dolardan fazla paramızı
da bilerek, isteyerek, planlı ve programlı olarak sömürmüştü…
“AYIDAN POST GÂVURDAN DOST
OLMAZ” diyen atalarımızın sözlerinin ne kadar doğru olduğunu yüzyıllardır
kapalı kapılar arkasında görüyorduk…
Emperyalist güçler bu gün
açık, net şekilde vereceği zararı söylemekten utanmıyor ve ülkemize çeşitli
senaryolarla bu hainliği yaparak zarar vermeye devam ediyor…
Uyanık olup tuzaklara karşı
duyarlı olmak her Türk vatandaşının görevidir…
Belediye Meclis üyesi Ali
İsot’ un evinde çektiğim programımı yine 20 Temmuz gününe rastlayan 1990’lı
yıllarda yayınlamıştım…
Ama ne bir devlet görevlisi,
ne de bir izleyiciden herhangi bir geri dönüşüm almamış olmamdan dolayı da
üzgün olduğumun altını çiziyorum…
…
AMERİKALILAR YÜZÜNDEN
AKDENİZDE BOĞULUP ÖLECEK
GAZETECİ ON ARKADAŞIMI KURTARDIM…
Hürriyet gazetesinde
çalıştığım 1980’li yılların ilk yarısında Amerikalı şirketlerin İskenderun
körfezinde petrol aradıklarını öğrenmiştik…
Şefim de haber yapmam için
beni İskenderun’a göndermişti; oradaki yerel muhabirimizle buluştuk…
Domuz Burnu açıklarındaki
denizdeki arama kulelerine ulaşabilmemiz için Arsuz beldesine vardık…
10 civarında genç gazeteci
arkadaşımla karşılaştım…
Orada Hürriyet olarak ben
vardım, ayrıca o günlerin ünlü gazeteleri olan Sabah, Güneş Gazeteleri, Anadolu
Ajansı gibi kuruluşların tüm muhabirleri de aynı konuda haber yapmak için
görevlendirilmişti…
Birbirimize haber atlatma
şansımız hiç olmadığı için, hedef ve amacımızın ortaklığından birlikte limandan
6-7 metre uzunluğunda bir sandal kiraladık…
Sahildeki askeri otoriteden
de izin aldıktan sonra Amerikalıların körfeze kurduklarına inandığımız petrol
kulelerinin fotoğraflarını çekip söyleşi yapmaya açık denizde o yöne hareket
ettik…
Sandalı kullanan kaptan ise
çok ilginç bir kişiydi; binlik bir şişe şarap, kocaman bir karpuz almış,
dümenin başında bir karpuzdan kaşıkla alıyor, bir yudum şarap içiyordu…
Adam tepeden tırnağa sarhoş
biçimde bizi güya Amerikalıların petrol kulelerine doğru götürüyordu…
Açık denizde yönümüzü
bilmeden 30-40 dakika ilerledik, kıyı artık görünmez olmuştu…
Dalgaların boyları gittikçe
artmaya ve 4-5-6 metreye çıkmaya başladı…
Sandal denize 6-7 metre
batıyor, öteki dalgayla yeniden yukarı çıkıyordu…
Bata çıka, bata çıka,
dalgalar büyüdü, sandal fındıkkabuğu gibi savrulmaya-sağa sola sallanmaya
başladı...
Sandal da 10’civarında genç
gazeteci arkadaşım vardı, ama sadece 2-3 can simidi bulunuyordu…
Birini ben hemen taktım, ama
diğer arkadaşlarımın hiçbir güvenliği bulunmuyordu;
Onların durumlarına da
üzülüyordum ama yapabileceğim bir şey yoktu…
Artık açık denizin ortasında
devasa dalgaların arasında fındıkkabuğu gibi sandalla bir batıp-çıkıp, belirsiz
yönde ilerliyorduk…
Kıyıdan uzaklaştıkça artık
Caretta caretta kaplumbağalarıyla karşılaşıyorduk…
Bazı arkadaşlarım tehlikenin
ve inanılmaz dalgaları görmüyor, sandalın dalgalar arasında inip kalkmasının
temposunda şarkılar söylüyor, oyunlar oynuyor, en yüksek sesle espriler
yapıyordu…
Genç arkadaşlarım da galiba
benim gibi ilk defa böyle bir deniz macerasına çıkmışlardı…
Oysa sandalımız fındıkkabuğu
gibi dalgaların arasında 4-5 bazen daha fazla metre batıp çıkıyor, hedefi ve
pusulası belli olmayan açık denizde ilerliyorduk…
Olayın farkında sadece ben
vardım…
Öyle ki, içinde bulunduğumuz
sandalın her an alabora olmasını, hepimizin denize dökülmemizi bekliyordum…
Bir süre daha, daha da gittik
ama ne kule, ne Amerikalılar, ne de bir canlı vardı…
Dalgalar artık sandalı
neredeyse ikiye üçe, dörde ayıracak güçte daha da şiddetli biçimde indirip
kaldırıyordu…
Genç gazeteci arkadaşlarımla
birlikte inanılmaz büyük bir faciası yaşadık ya da yaşayacaktık…
Hepsi de kendi havasında
olan, arkadaşlarıma sert ve komutan edasıyla var gücümle bağırdım;
-Yahu arkadaşlar, ölüme
gidiyoruz farkında mısın?
Sesler bir anda kesildi;
benim bağırmamın inandırıcılığıyla, bazıları sustu, olayın ciddiyetini benim
uyarım üzerine değerlendirip anlamaya çalıştılar…
Kaptan, bir karpuzdan, bir
şaraptan içmeye devam ediyordu…
Rota falan hiçbir şey yoktu:
Sandal kendi kafasının
doğrultusunda ilerliyordu, açık denizde hızla ölüme doğru gidiyorduk…
Birkaç arkadaşım, benim
uyarım üzerine kendilerine geldiler;
-Abdulkadir Doğru söylüyor,
demeye başladı…
Dalgaların boyutları
arttıkça, kaptan iyice sarhoş olup rotayı şaşırınca, ne Amerika, ne petrol
kulesi bulunmayınca;
Diğer arkadaşlarım da benim
düşünceme katılıp safımda yer aldı;
-Ağabey hiçbir şey yok,
Abdulkadir doğru söylüyor, hadi dönelim…
-Dönelim mi?
-Dönelim, ama oylama yapalım,
herkes dönelim dedi…
Onlara şöyle dedim;
-Hürriyet Gazetesi Genel
Yayın Yönetmeni Çetin Emeç isterse işime son versin, benim ve bizim hayatımız
mesleğimizden daha da önemli ve değerlidir…
“HABERE GİDERKEN HABER
OLMA” diye bir söz vardır, kendimizi
kurban etmeyeyim, dedim…
Hızla geri döndük, ama
sandalımız daha geç saatlerde kıyıya yanaşabilmişti…
Bir arkadaşım döndükten
sonra, bana teşekkür;
-Abdulkadir hayatımızı iyi ki
sen kurtardın… İçinde bulunduğumuz
tehlikenin boyutlarını kimse senin gibi dikkatli takip etmiyordu, hayatımızı
sana borçluyuz…
Geri dönme oylamasıyla kıyıya
çıkamasaydık caretta kaplumbağalara yem olacaktık…
Sen akıllı insansın, teşekkür
ederiz…
Sandalı kullanan kaptanın
durumu mu?
Galiba kıyıya yanaştığımızda
sandalının içinde alkolün etkisiyle sızıp kalmıştı…
Kaptanın düştüğü bu duruma
hiçbir gazeteci arkadaşım dönüp bakmadı; çünkü bizi bir tür ölüme götürmüş,
inanılmaz korkular yaşamıştık…
Daha sonraki günlerde, bazı
gazeteci arkadaşlarımız aynı galiba helikopterle kulelerin fotoğraflarını
çekmeyi başarmıştı…
Ama şirket yetkilileri onlara
da bilgi vermemiş, kovmaktan beter etmişlerdi diye duymuştum…
Sonuç olarak; Amerikalılar
yüzünden ölüme birlikte gittiğimiz 10 genç gazeteci arkadaşımı kurtarmıştım…
Bu gün bile dalgaların
büyüklüğü karşısında hala ürperirim…
…
PROFESÖRE KÖYDE SİGARA
KONFERANSI VERDİRDİM…
Çukurova Üniversitesinin en
popüler, en çalışkan hocalarından Prof. Dr. Arif Hikmet Yüksel hocamla çok
samimiydim…
Hürriyet gazetesinde
çalıştığım yıllarda laboratuarına da sıkça birinci sayfaya girebilecek haberler
konusunda hocayla birlikte sürekli araştırıyordum…
Bir gün Adana Eski
Otogarındaki uzun yolcu otobüsündeki yolculara 30 dakikalık “SİGARANIN
ZARARLARI” konusunu anlatmasını istemiştim, hoca da bu isteğimi yerine
getirmişti; 21; 00 sıralarında İstanbul’a hareket etmeden önce konferans
vermişti… Hürriyet’in birinci sayfasında yer almıştı…
Aradan uzun zaman geçmişti…
Bir günde Sarıçam İlçemizdeki
Yeniyayla Köyü muhtarı Halil Çelik çok akıllı aydın, pozitif, sosyal, saygılı
ve çalışkan bir insandı çok samimi arkadaşımdı…
Prof. Dr. Arif Hikmet Yüksel
Hocayı köylerine götürüp bir, konferans verdirebileceğimi anlattım…
Muhtar çok mutlu olmuştu…
Ama geleceğimiz gün
vatandaşları okulun büyük salonunda toplamasını rica etmiştim…
Muhtar da köye büyük bir
hizmet olacağını belirterek büyük mutluluk duyacağını söylemişti…
Belirtilen gün ve saatte
hocamı otomobilimle Yeniyayla Köyüne götürdüm…
Muhtar gerçekten okulun
salonuna sıraları dizmiş, masaya çiçekler koymuştu, ama kimseler yoktu…
-Hani muhtarım kimseyi
toplayamamışsın?
-Abdulkadir Bey söyledim,
herkes kahvehanede kumar oynuyor…
Kaç defa rica ettim ama bir
türlü gelmiyorlar…
-Kahvehane nerede, bana
göster, dedim…
Birlikte 100 metre ilerideki
kahveye girdiğimizde 8-9 masada 60-70 kişi kumar oynuyordu…
O yıllarda henüz sigara içme
yasağı konusunda kanun çıkmamıştı; ama kahvehanenin içerisini sigara dumanı
kaplamıştı, insanlar çok zor seçiliyordu…
Kapıda durdum şöyle dedim;
-Değerli Köylü Kardeşlerim,
arkadaşlarım, babalar; sigara dumanından içerisi görünmüyor…
Ben gazeteciyim… Size
sigaranın zararlarını anlatacak olan bir profesörü buraya getirdim…
Şu anda sayın muhtarımızda
yanımda…
Hoca okuldaki salonda sizleri
bekliyor, dedim…
Kimse yerinden kımıldamadı;
yüzüme bile bakmadılar…
Bazıları da bıyık altından
bana gülümsüyordu…
Çok üzüldüm; ama gazetecilik
cinliği aklıma geldi;
-Şu anda ben oraya gidiyorum,
2-3 dakika içinde hepinizi oraya bekliyorum…
Yine kimseden ses ve bir
hareket yoktu, son sözümü şöyle bağladım;
-Eğer 2-3 dakika içinde o
salona gelmeseniz, hocanın konferansını dinlemeseniz, yarın Emniyet Müdürlüğü
Mali Şubesine şikâyet edeceğim ve buraya baskın yaptıracağım…
Siz bilirsiniz, işte şimdi
ben oraya gidiyorum diye kapıdan ayrıldım…
Kahvehanenin içinde ani bir
sessizlik oldu…
Ben okula doğru yürürken,
kahvehanedeki tüm insanlar tren vagonu gibi peşime takılmıştı…
Bir dakika içinde okulun
salonu tıklım tıklım olmuştu… Gazetecilik numarasıyla yaptığım blöf tutmuştu,
hedefime ulaşmıştım…
Prof. Dr. Arif Hikmet Yüksel
45-50 dakika sigaranın zararlarını uzunca anlattı…
Akciğer kanseri başta olmak
üzere, çaresiz hastalıklara neden olduğunu, sigara dumanını solumakla
otomobilin öldürücü egzoz gazını solumanın aynı olduğunu konferansında anlattı…
İnsanların ayakları,
ellerinin kesildiğini, bu organlarında kapanmaz yaralar açtığını söyledi…
Bu gün sigara paketleri
üstünde gördüğümüz o feci görüntüleri sözlü olarak ifade etti…
Türkiye de her yıl 300 bin
kişinin sigara ve ona bağlı hastalıklardan öldüğünü üstüne basarak tekrar etti…
Muhteşem bir haber
hazırlamıştım, yine Hürriyet Gazetesinin birinci sayfasında yer almıştı…
Gerek şehirlerarası uzun
yolcu otobüsünde, gerek Yeniyayla Köyündeki sigara konferanslarında bu zehirden
kurtulmaya karar verenler oldu mu onu bilemiyorum…
Ama ben gazeteci olarak halkı
uyarma, uzmanını halkla buluşturma görevimi dört dörtlük yapmıştım…
…
AFGANLI VEKİLİ SUSTURDUM…
ÜLKESİNDEN KAÇAN
AFGANLI MİLLETVEKİLİ
BANA CEVAP VEREMEDİ…
1980 darbesinden sonra
Afganistan’dan uçaklar dolusu mülteciler yine gelmeye başlamıştı…
Hürriyet Haber Ajansında
çalıştığım o yıllarda gelen uçaklardaki yolcular ilgili fotoğraflar çekip,
haberler hazırlıyordum…
Gelen misafirler Reşatbey
Mahallesindeki Öğrenci yurtlarına yerleştiriliyordu…
Daha sonra da ülkelerinin
coğrafi koşullar ve fiziki durumlarına uygun olduğu Anadolu’muzun çeşitli
beldelerine gönderiliyordu…
Gelen Afganlıların arasında
birisinin de milletvekili olduğunu öğrenince çok garibime gitmişti…
Bu gün olduğu gibi neden
ülkelerinde kalıp düşmanlarıyla savaşmıyorlar da kaçıyorlardı?
Bu milletvekili de benim ana
dilim olan Tatarca konuşuyordu; adamın giyim kuşamı yerinde, fiziği düzgün
kelle koltuk epeyce gün gördüğünü, belli ki aristokrat bir kesimden geldiğini
temsil ediyordu…
Üstü başı temiz giyimliydi
ama ayağının yanmasından tatarca olarak ”TAYAĞIM TÜYTÜ” diye uzun süre şikâyet
etti…
Oysa Türkiye Cumhuriyeti
Devlet Kurumları her türlü tedbirleri almış, misafirlerin rahat etmesi için
doktorlar, hemşireler herkes dört dörtlük hizmet veriyordu…
Hemen durumu ilettim, gerekli
pansumanlar yapıldı…
Benim dilim de ana dilim
Tatarca olduğu için Afgan Milletvekiliyle çok rahat iletişim kurup uzunca sohbetler
ettik…
Ülkesindeki sıkıntılarını
falan anlatıyordu, her şeyi bırakıp kaçtıklarından yakınıyordu…
Samimiyetimiz oldukça arktı;
gazeteci merakıyla şöyle sordum;
-Siz Ülkenizde neden
savaşmadan kaçıp neden buraya geldiniz…
Peki, burada yani Türkiye de
bir savaş çıksa ne yaparsınız? Nasıl davranırsınız?
Ülkenizdeki gibi kaçar
mısınız?
Yoksa bizimle birlikte
düşmana karşı savaşır mısınız?
Diğerlerinden farklı şekilde
giyim kuşamı yerinde olan milletvekili, uzun süre cevap veremedi, devamlı
yutkundu, sağa sola baktı, utandı, yüzü kızardı, sohbeti değiştirmek için
birilerinden imdat bekliyor konuyu değiştirmeye çalışıyordu…
Ama bir türlü cevap veremedi…
Ona şöyle dedim;
-Biz koşullar ne olursa olsun
ülkemizi terk etmeyiz… Savaşarak gerekirse ölürüz, ama asla kaçmayız…
Milletvekili benim
söylediğimi dinlemek istemediği için yüzünü diğerlerine dönüp konuşmasını
sürdürdü…
Ama ben gazeteci olarak
sorularım ve verdiğim yanıtlarla mesajımı tam olarak ilettiğime inanarak oradan
ayrılmıştım…
Bu günde olsa aynı şekilde
sorular sorar, aynı şeyleri çekinmeden yüzlerine söylerdim…
Çok garibime gitmişti, bu
günde hala kanayan yara olan Afganistan’dan kaçarak diğer ülkelere sığınmaya
çalışanları anlamakta güçlük çekiyorum…
Her ülkenin anaları bir
Atatürk maalesef doğuramıyor…
…
ADANALI İKİ ÜNLÜ…
AV.EGE BAĞATUR
VE ALİ ŞENOZAN…
Mesleklerinin zirvesinde olan
Adanalı iki güzel insanı çok yakından tanımaktan mutlu oldum…
Birisi Türk Sanat Musikisinin
çok ünlü şefi ve bestekâr Ali Şenozan;
Diğeri Adana Belediye
Başkanlığını yapan, gelmiş geçmiş en dürüst kişi olarak bilinen Av.Ege
Bağatur’du…
Her ikisi de çocukluk
arkadaşıydı; kendi kuşağında emsallerini geride bırakarak sivrilmiş,
hedefledikleri başarıya ulaşıp, mesleklerinin doruklarında yaşıyordu…
Aynı dönemde, okullarda geçen
gerçek Adanalı iki beyefendinin karşılaşmalarına tanık olduğumda çok şaşırdım…
Şöyle ki; Çukurova
Üniversitesi Sosyal Tesislerinde bir kutlama gecesi yapılıyordu…
Salona önce Avukat Ege
Bağatur geldi çevresinde inanılmaz kalabalık toplanmıştı…
Birkaç dakika sonra da Türk
Sanat Musikisinin bestekâr ve büyük usta şefi Ali Şenozan da hemen aynı sayıda
kalabalık bir gurupla salona girdi…
Her ikisinin de etrafında
inanılmaz sevgi yumağı oluşmuş ve gittikçe insan yoğunluğu daha da büyüyordu…
Kalabalıklar birbirine
yaklaşınca, Ege Bağatur birden durdu, kendine doğru yaklaşan Ali Şenozan’ı; o
da Ege Bağatur’u gördü; her ikisinin de gözleri fal taşı gibi açıldı…
Kalabalıkların arasında
karşılıklı olarak bir süre bakıştılar…
Her ikisi de aynı anda
kollarını sonuna kadar iki yana açtı;
Her ikisinin bu
karşılaşmalarını şaşkınlık içinde izliyordum,
bende bir tür şok etkisi yapmıştı…
Çevrelerindeki kalabalıklar
birden sağa sola açıldı;
Her iki Adanalı beyde,
karşılıklı olarak birkaç dakika gözlerinin derinliklerine sertçe bakarak öyle
durdular…
Hollywood filmlerinde düello
yapacak, birbirlerine silah çekecek kovboylar gibi durdular;
Silahları sadece sözcüklerdi…
Öyle ki tipik Adanalı
şivesiyle çocukluklarından beri öğrendikleri tüm küfürleri karşılıklı atışma
şeklinde birbirlerinin yüzlerine peş peşe saydılar…
Bir Ege Bağatur Adanalı
ifadesiyle kallavi küfürleri çevresinde biriken sosyete mensuplarının da
duyabileceği şekilde Ali Şenozan’ ın yüzüne sert biçimde söyledi…
Onun küfrü bitince bu kez de
Ali Şenozan Ege Bağatur’ un yüzüne bağırarak, herkesin duyacağı şekilde
küfürlerini savurdu…
Abartısız söylüyorum, 3-4
dakika süren karşılıklı küfürleşmeden sonra;
Koşarak birbirlerinin
boyunlarına atılıp sarılıp sarmaşıp şapır şupur öpüşüp, koklaştılar, daha sonra
nezaket kuralları gereği güzel dileklerle birbirlerini onurlandırdılar…
Gazeteci olarak çok
şaşırmıştım, hemen Av.Ege Bağatur beye sordum;
-Değerli Başkanım Ege ağabey
hep böyle mi selamlaşırsınız, küfürleşirsiniz?
-Biz Adanalık, küfürlerimiz
en büyük iltifat sayılır…
Zaten küfür etmeyen Adanalı
olur mu?
Küfürler bizim
samimiyetimizi, dostluğumuzu bozmaz, aksine daha da güçlendirir, demişti…
Aynı soruyu Ege Bağatur’un
karşısındaki Ali Şenozan’a sorma gereği duymadım, çünkü o da arkadaşı Ege
Bağatur’un söylediklerini başını sallayarak defalarca onaylamıştı…
Ben gazeteciliğin ilk
yıllarına yakın dönemde, toplumun önünde yürüyen, mesleklerinin zirvesinde olan
bu iki büyüğümüzü yakından bu şekilde izlemek hayatımda unutamayacağım bir ders
olmuştu…
Küfürler dostluk, arkadaşlık,
sevgi, hasretin giderilmesinde önemli bir değerdi…
Adanalı tanıdıklarımdan
bazıları bir süre görmedikleri arkadaşlarıyla karşılaştıklarında aynı şekilde
aralıksız olarak 2-3 dakika karşılıklı şekilde küfür ettiklerinde;
Topluma önder olan, mesleklerinin
zirvesindeki iki güzel Adanalının dostluklarının küfürleriyle daha da
güçlendirdiklerini düşünürüm…
…
YETİŞTİREN ŞEFİM İTİRAF ETTİ
AMA…
“ŞEF OLACAK KİŞİ SENSİN
BENİ BAĞIŞLA…”
Hürriyet Gazetesindeki
haberlerim dört dörtlük güzellikteydi…
Beni Türkiye tanıyordu…
Ülkemizin her yerindeki bürolardan arkadaşlar teleksle her haberimden sonra
beni kutluyorlardı…
Ayrıca Hürriyet Haber Ajansı
Muhabirlerini teşvik için her hafta haber değerlendirmesi ve ödüllendirme
yapıyordu…
Ödül almadığım hafta yoktu; ödül
aldıkça şefim Cevat Eren benden daha çok mutlu oluyor ve kutluyordu…
Hürriyet Gazetesinde yıllar
böylece sular seller gibi akıp geçti…
Cevap Eren şefimle uzun
yıllar birlikte çalıştık…
Bana haber için “ÖL DESE,
GÖZÜMÜ KIRPMADAN ÖLÜME GİDERDİM” öyle güven vermiş, iletişimimiz öyle sıcak ve
muhteşem olmuştu…
Ama zamanı bitti artık
görevini tamamlamış, İstanbul’a geri gitmesi gerekiyordu…
Gitmeden birkaç gün önce beni
karanlık odaya çağırdı;
-Anacağım, biliyorsun ben
Adana ya geçici görevle gelmiştim… Her şeyi tamamladım ama şimdi İstanbul’a
geri dönüyorum…
Anasını avradını s…keyim,
yalan söyleyenin burada yerime şef olacak tek kişi sensin…
Ama Şu kişinin babası Anadolu
Ajansında çalıştığı için, Hürriyet Haber Ajansının da haber atlamaması için
yerime onu vekil göstereceğim…
Dünyanın neresinde olursam
olayım, gönlüm ve gücüm seninle olacak…
Bir telefon kadar yakınım
unutma, diye vedalaşmıştı…
Adana’dan ayrılınca benim
için başlayan bir rüya yavaşça sona ermiş gibi oldu…
Ama mesleğime taparcasına
aşkla bağlı olduğum için durumu gözlemlemeye işimi eskisinden daha da üstün
şekilde yapmaya devam edecektim…
Olayların gidişatına göre
yönümü belirleyip harekete geçecektim…
…
SAMANDAĞDA FAKİR AİLENİN
ÇOCUKLARINI SÜNNET ETTİRDİK…
Büronun yeni yetkilisi olan kişiye
İstanbul’dan Hürriyet Gazetesinin sahibi Erol Simavi’den bir teleks geldi…
-Hürriyet Haber Ajansı olarak
Samandağ da şu adrese gidilecek…
Fakir olan ailenin iki
oğlunun sünneti için kıyafet alınacak, davul zurna ile törenle çocuklar sünnet
ettirilecek…
Sabahleyin erkenden yola
çıktık, Hürriyet Gazetesi adına harcamaları yaptık, davul zurna ile muhteşem
bir sünnet düğünü yaptık, çocukların sünneti yapıldı...
O yıllarda Hürriyet adı tüm
kapıları açıyordu…
Samandağı Kaymakamı da törene
protokolüyle birlikte katılmış, bizimle olmuştu…
Öğle yemeği ikram edildi,
ortaya kocaman bir sini, dağ gibi yığılmış pilav, üstünde etler vardı…
Ortada ne çatal, ne kaşık
bende onları ararken, bizimle aynı sofrada oturan kaymakam bey, Afrikalıların
yaptığı gibi, avucuyla pilavı yemeye başladı…
Ben çok şaşırmıştım;
Hayatım boyunca asla elimle
yemek yememiştim;
Tereddütlü şekilde
beklediğimi görenler hemen uyandılar;
Birkaç saniyede çatal kaşık
temin edildi…
Devlet protokolündeki
Kaymakam düzeyindeki bir kişinin bu davranışını çok ilginç bulmuştum…
Hala bazen düşünürüm…
Benim yaptığım mı, kaymakam
beyin yaptığı mı doğruydu?
Devlet yönetiminde bazı
profesyoneller, halka uyum için bulundukları ortama ayak uydurması gerektiğini
daha sonraki yıllarda anladım…
…
ŞAŞKIN VEKİLİN ENTRİKALARI…
Hürriyet Haber Ajansına Cevat
Eren den sonra vekâlet etmeye başlayan Volkan Sevenler’ in kendini ifade
yeteneği ve becerisi yoktu…
Çalışanlar üzerinde otorite
sahibi değildi…
O ise bunu sağlamak otorite
kurabilmek için yanıp tutuşuyordu…
Bu nedenle çalışanlar
arasında dedikodu yapmaya, uzaktan çocuksu hareketlerle insanlarla alay edip
değersizleştirmeye başladı…
Sevmediklerini de sıradan
olarak değerlendirdiği haberlere göndererek güya cezalandırmaya değerini
kendine göre düşürmeye çalışıyordu…
Çalışanlar arasında ayrım
yapıyor, ne tarafta olduğunu kendi de bilmiyordu…
Örneğin başka bir kurum olan
Anadolu Ajansı Bölge Müdürlüğünü sürdüren BEDİ MUNGAN’ın bir dönem kamyon
şoförü olduğunu belirten kartvizitini bulmuştu…
Gelip geçen herkese gösteriyor
o kişiyle dalga geçiyordu…
O yıllarda CHP Genel
Sekreteri Mustafa Üstündağ bir Alman kadınla aynı özel otomobilde Ankara ya
giderken Konya-Ankara yol ayrımında kazada ölmüştü…
Kadın da yaralı ve Ereğli
Hastanesinde yatıyordu…
Vekil olayı benim izlememi
istedi…
Gazetenin arabasıyla gittik,
hem otomobilin, hem de hastanede yatan kadının fotoğraflarını çektim…
Ereğli de gece yarısı
olmasına karşın bir fotoğrafçıyı bulup dükkânını açtırdım; filmi yıkayıp
kusursuz şekilde olarak tabettim…
Yanımda bulunan cihazla
İstanbul’a acil şekilde telefoto geçmem gerekiyordu…
Vekili telefonla aradım,
fotoğrafların hazır olduğunu her an telefoto geçmeye hazır olduğumu söyledim;
Küçük entrikasına göre zaman
geçirip benim tepki almamı, sıkıntıya girmemi sağlamak için küçük bir plan
hazırlamış…
Sonradan farkına varacaktım…
-Abdulkadir Ereğli’den geçme,
Pozantı’ya gel oradaki PTT’ den geç, dedi…
Entrika yapıyor kasıtlı
şekilde oyalıyormuş…
Oysa Hürriyet Haber Ajansında
dakikalar bile çok önemliydi…
İki ilçenin arası nereden
baksanız en az 2 saat…
Sabah olmak, gün ağarmak
üzereydi…
Mühür ve sorumluluk onda
olduğu için Pozantı ya ulaştım;
PTT müdürünü yatağından
kaldırdım…
O yıllarda PTT nin link hattı
vermesi gerekiyordu;
Müdür bey yarı uykulu ve
sersemlemiş bir halde;
-Hat yok veremem diye
başından savıp gidip yattı…
Kusursuz bir iş yapmama
rağmen vekilin entrikasına takılmıştı…
İş suya sayesinde tamamen
düşmüştü; Başarıyla gerçekleştirdiğim operasyonda fotoğrafları İstanbul’a
maalesef geçemedim…
Ertesi sabah fotoğraflar
Adana’dan çok geç şekilde geçilmişti…
Tabi bir ton fırçayı vekilin
kendi yedi…
Artık İstanbul’a benimle
ilgili ne söylediğini bilemiyorum…
Güya benim başarısız olmam
için böyle küçük ve basit bir entrika yapmıştı…
Ne demişti atalarımız ”KESER
DÖNEP SAP DÖNER GÜN GELİR HESAP DÖNER”…
…
ÖDÜL PARALARIMIN
YARISINI ALIYORDU…
O yıllarda Hürriyet Haber
Ajansı haftalık olarak 1.sayfada yayınlanan haberleri hazırlayanlara para ödülü
veriyordu…
Cevat Eren Şefim döneminde
her hafta iki üç ödül alıyordum…
O İstanbul’a dönüp, yerini
vekil aldı…
Benim Hürriyet gazetesindeki
ödüllü haberlerim yine devam ediyordu…
Bu anılarımı yazdığım 2021
yıl parasına göre her hafta 3-4 bin lira gibi ödül alıyordum…
Vekil aldığım ödüllere il
koydu;
-Burada yetkili benim, ödül
paranın yarısı benim olacak, dedi…
Şoke oldum, fakat mühür
ondaydı, yapabileceğim başka bir şey yoktu…
Aralıksız olarak 4-5 ay
birlikte çalıştığımız dönemde hazırladığım haberlerim yine 7-8 kez ödüle layık
görüldüm…
Zorla ödül paramın yarısını
aldı…
Para falan benim için asla
önemli değildi; ama vekilin yaptığı ilkel, basit, bencil, garip davranışı bir
türlü kabul edemiyordum…
Amacım para değildi, içinden
geldiğim kültüre göre çok ayıp, yakışıksız, bir tür hak gaspıydı onaylamam ve
işi sürdürmem mümkün değildi…
Adana Hürriyet Gazetesi
Bürosundan artık iyice soğumaya başlamıştım…
Geçen her gün benim için
sıkıntı veriyor, canımı sıkıyordu…
Bir an önce kurtulmak ve
uzaklaşmak istiyordum…
Hürriyet Gazetesinde
çalıştığımız Orhan Apaydın Milliyet Gazetesine geçmişti…
İmdadıma o yetişti ve benim
için yeni bir dönem başlıyordu…
…
VEKİLİN ZOR DURUMU…
Cevat Eren şefim İstanbul’a
dönünce yerine bıraktığı vekil Volkan Sevenler patinaj yapmaya başladı…
Kararsız, çekimser, ne
söylediği net olarak anlaşılamayan, belirsizlikler içinde kendini arayan
insandı…
Oysa Cevat Eren şefim, bana “
ÖL DESE ” fotoğraf çekip, haber hazırlamak için canımı bile verebilirdim…
Hürriyet Haber Ajansında
Cevat Eren dönemindeki yıllarda birlikte çalıştığımız, daha sonra Milliyet Gazetesi
Adana Bürosuna geçen Orhan Apaydın ağabey benim rahatsızlığımı biliyordu;
-Abdulkadir gel seni
Milliyete alalım, birlikte çalışalım, dedi…
Zaten böyle bir teklifi
bekliyordum, hemen kabul ettim…
…
GAZETE DEĞİŞTİRDİM…
MİLLİYET YILLARIM…
Milliyet Adana bürosunda
kadrom hemen verildi, anlaşma yapıldı, bir yıl çalışmalarım yine muhteşem
şekilde devam etti…
Hürriyetteki başarılarımı
burada da sürdürmeye devam ettirdim ve İlk haberim;
İDAMLIK AİLE HABERİM
MUHTEŞEMDİ…
Gazetecilik mesleğinde an,
yani saniyeler çok önemlidir…
Öyle bir olayla karşılaşır ki
gazeteci, o saniyeyi değerlendirirse güzel sonuçlar alabilir…
O nedenle daima çok
hazırlıklı olması, hızlı davranmanın artısı muhteşemdir…
Bunu başardığım bir olay
şöyle gerçekleşti;
Ben o yıllarda hem slâyt, hem
renkli negatif, hem de siyah beyaz filmler takılı üç makine ve her an
değiştirebileceğim dört-beş objektifle haber peşinden koşardım…
Adana adliyesi 2.Ağır ceza
mahkeme salonuna girdim;
Elimde hazır olan slâyt
takılı makinem vardı…
Hâkimin olduğu yana geçtim, karşısında
9 kişi boy sırasına göre dizilmişti…
En başta baba, anne, büyük
oğlu, diğer oğlu, diğer oğlu, kızları, çocukları tam 9 kişi vardı…
Konu ilginçtir olabilir diye
hâkimin olduğu tarafa; yani hâkimin önüne onun bakış açısına göre sanıkların
karşısına geçtim…
Sadece bir kare slâyt
fotoğraf çektim, hâkim duruşmayı hemen sonlandırdı…
Hemen mahkeme kalemine
gittim; orada görevli başkâtip dosyayı açtı;
-İDAMLIK AİLE ABİ, dedi…
Dosyanın içeriğine göre,
kızlarını kaçırmaya gelen bir delikanlıyı, aile sopalarla, kazmalarla,
bıçaklarla linç ederek öldürmüşlerdi…
Hemen slâyt banyosunu(o
yıllarda sadece çalıştığım milliyet gazetesinde slâyt banyosu vardı ve onu da
ben yapıyordum) ama sadece tek bir kare vardı; belki de 10 kare fotoğraf çeksem
o tek karenin kalitesinde olamazdı…
Haberiyle birlikte genel
merkeze servis ettik…
Ertesi gün çalışmam muhteşem
biçimde değerlendirilmişti…
Milliyet Gazetesi “İDAMLIK
AİLE” diye 8 sütuna manşet olarak haberimi kullanmıştı…
Her gün adliye koridorlarını,
baştan sona dolaşan, tüm duruşmaları izleyen gazetecilere inanılmaz şekilde
kıskanmışlardı…
Kendilerini genel
merkezlerine karşı nasıl savunacaklarını arıyorlar ama bilemiyorlardı…
Beni görünce haber atlattığım
için yüzleri kızarıyor, ama bir şeyde yapamıyorlardı…
Galiba bu nedenden
İstanbul’dan çok fırça yiyen gazeteci arkadaşlarım olmuştu…
Hatta birisi;
-Sen bu haberi hazırladığın
için Cumhuriyet Savcısı hakkında soruşturma başlattı falan diye beri tedirgin
etmeye çalışmıştı…
Kendimden emindim, gazeteci
olarak her şey yasaldı, Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’ti…
İstanbul’dan teşekkür
geldiğini, şefim bana iletmişti…
Sonraki yıllarda idamla
yargılanan aileden olan, duruşmada görüp fotoğrafını çektiğim anne Adana’ nın
çeşitli zengin semtlerinde ve kalabalık yerlerde dilencilik yaparken görüp
üzülmüştüm…
…
MEZARINI KAZARAK OĞLUNUN
KAFATASINI ÇIKARTIP ELİNE ALAN MEZARCI…
Adliye muhabirliğim sırasında
mahkemelerin kalemleriyle aram çok iyiydi…
2.Ağır ceza mahkemesinin
müdürüyle her zaman sevgi ve saygıyla selamlaşıyordum…
Bir gün ziyaret etmek için
yanına girdiğimde kâtip arkadaşım şöyle dedi;
-Abdulkadir ağabey yarın asri
mezarlıkta “FETHİ KABİR” yapılacak; ilgilenirsin diye düşündüm…
Fethi kabir şu; cinayete
kurban giden kişinin, ölümünün gerçek nedenini belirlenmesi için mezarının açılıp,
şüpheli bölgelerdeki kemiklerinin üzerindeki darp, burkulma, kırılma, kesik, ya
da kurşun izlerinin bilimsel ve teknik olarak araştırılmasıdır…
-Tamam, harika teşekkür
ederim ama başka gazeteciler söyleme tamam mı?
-Söyler miyim? Sen bil
istedim; akıllı insansın, dedi…
Yarın saat 10.00 da hâkim
bey, cumhuriyet savcısı ve adli tabip ve diğer yetkililerden oluşan ekip
buradan hareket edecek Asri Mezarlıkta olacaklar bilgin olsun…
Çok mutlu oldum, muhteşem bir
istihbarat yakalamıştım…
Diğer gazetecilerin haberi
olmadan bunu tek başıma başarabilirsem şahane bir haber olur diye düşündüm…
Gerçektende belirtilen saatte
ve yerde orada siyah beyaz, renkli, slâyt filmlerimi taktığım makinelerimle
hazırdım…
İşin ilginç yanı, mezarı
açılıp cinayetin karanlıkta kalan gizeminin çözülmesi için kemikleri alınacak
ceset, aynı mezarlıkta yıllardır mezar kazıcılığı yapan kişinin öz oğluydu…
Yani babası 2 yıl önce ölen,
kendi elleriyle toprağa verdiği oğlunun mezarını, yine kendi elleriyle
açacaktı…
Oğlunun karanlıkta kalan
cinayete nasıl öldürüldüğü bilimsel olarak saptanacaktı…
Baba oğlunun mezarını kazmaya
başladığında çok duygusal anlar yaşandı…
Aşağıya doğru indikçe babanın
gözleri yaşardı, hem ağlıyor, hem de iki yıl önce gömdüğü oğlunun kemiklerini
bulup adliyeden gelen “FETHİ KABİR” ekibine teslim etmek için çalışıyordu…
Mezarda kemiklere ulaşılınca
orada bulunan herkes çok duyguluydu…
Tüm yetkililerin bile gözleri
de baba gibi dolu dolu oldu…
Belki de dünya tarihinde ilk
defa böyle bir olay yaşanıyordu…
Baba oğlunun kafatasını bulup
avuçlarına aldığı anda ben hemen deklanşöre ardı ardına seri biçimde basıp
sayısız fotoğraflar çektim…
Oğlunun kafatası elinde olan
baba hem ağlıyor, hem de yetkililerin talimatlarını yerine getiriyordu…
Kemikler tamamen ortaya
çıkınca, adli tabip ve görevliler aşağıya indiler…
Kafatası ile bedeni
arasındaki boyun kemiklerini birer toprakların içinde bulup tıbbi torbalara
doldurdular…
İş bitmiş, “FETHİ KABİR”
gerçekleşmişti…
Biz ayrıldığımızda baba
mezarın başına oturmuş sesli biçimde hüngür hüngür ağlıyordu…
Oraya katılan her yetkili
bunu kimsenin yaşamaması için içlerinden dua ediyordu…
Bu olayı baştan sona kadar
izlerken, kendimi bazen babanın, bazen de mezarından iki yıl sonra kafatası
çıkartılıp adli tıp tarafından incelemeye alınan gencin yerine koydum…
Her ikisinin de yerinde
olmayı hiçbir zaman istemezdim…
Dünya hangi baba evladının
ölmesini ister ki?
Ya da cinayete kurban
gitmesini ister ki?
Peki, mezarını yeniden açıp
kafatasını çıkartıp kendi ellerine almak ister ki?
Yanıt elbette hiçbir baba bu
türlü bir olayla asla karşılaşmayı istemez…
Ama hayatını mesleğine adayan
hangi gazeteci böyle yürekleri parçalayan bir haberi yazıp görevini yapmayı
istemez ki?
Belki de insanlık tarihinde
ilk kez yaşanan böyle bir olayı ben haberleştiren tek gazeteci olmayı
başarmıştım…
Adliyede o yıllarda çalışan
20 civarında gazeteciyi atlatmam büyük başarıydı…
Bu haberimde yine Milliyet
Gazetesinin 2.sayfasında 5-6 büyük boyda ve renkli fotoğraflar halinde
kullanıldı…
“BİR BABANIN DRAMI” diye
başlık atılmıştı…
Haber güzel değerlendirildi
ama hiç kimsenin başına gelmesini istemeyeceği çok acı bir olaydı…
…
SABANCILAR…
BÜFECİ ERDAL VE SEVİLAY
SABANCI AŞKI…
Milliyet Gazetesinde
çalıştığım yıllarda Sabancıların kızı Sevilay evlerinin karşısındaki dizi film artistleri
kadar yakışıklı, mavi gözlü, beyaz tenli olan evlerinin karşısındaki büfeci
Erdal’a kaçmıştı;
Erdal da gerçekten çok
yakışıklı, dizi filmlerdeki delikanlılardan daha da karizmatikti…
Türkiye deki tüm gazetelerin
manşet ve sürmanşet haberiydi…
Aradan iki, üç, dört, beş gün
falan geçmesine karşın sevgililer bir türlü bulunamıyordu…
Polis, asker, sivil ve özel
istihbarat görevlendirilmesine karşın izlerine ulaşılamıyordu…
Ne hükümet, ne partiler, ne
parlamento kimsenin umurunda değildi…
Varsa yoksa Erdal ve Sevilay’
ın aşkı gazetelerde yer alıyordu…
Bu konu Türkiye’nin bir
numaralı gündemi olmuştu…
İstanbul’dan gelen ve Adana
daki muhabirlerde, yereller sürekli 24 saat olayın peşinden koşmalarına karşın
sevgililer bulunamıyordu…
Bizim istihbarat kaynaklarımız
daha da güçlü olduğu, bölgeye olan hâkimiyetimiz nedeniyle sonunda sevgililerin
yerini tespit etmiştik…
Saatlerin 23’ü gösterdiği
sırada izlerini Hatay Dörtyol da Erdal’ ın yakınlarının evindeydiler…
Acil olarak harekete geçtik
adrese gidip sevgilileri fotoğraflamayı başarmıştım…
Sabancı ailesi bir an önce
kızlarının boşanmasını istiyorlardı…
Aile o yıllarda adliyenin en
politik, en başarılı, en cevval avukatı Uğur Aksöz vekil tayin etmişti…
Duruşma başladı, gazeteciler
olarak davanın yıllarca süreceğini düşünüyorduk…
Bizde Sabancı Ailesiyle
ilgili yaptığımız her haberi kolayca Türkiye gündemine sokabilmenin mutluluğunu
yaşıyorduk…
Ama bir celsede de hâkim
Tufan Alpat çifti boşadı…
Sabancı ailesinin hem
isminden hem de servetinden yararlanmak amacıyla böyle bir olayı
gerçekleştirdiği kararda yer almıştı…
Haber yine tüm gazetelerin
birinci sayfalarında muhteşem içimde kullanılmıştı…
Yıllarca ilgileneceğimiz
haber kısa sürede bitmiş ve bir iki gün gazetelerde Adana haberleri yer almış
ve sonuçlanmıştı…
Türkiye nin en güçlü, en
zengin, en itibarlı, dünyaca ünlü ailesinin kızının bir büfeciye kaçması
gündemin bir numaralı konusu olmuştu…
“AŞK FERMAN DİNLEMEZ” ya da “
İKİ GÖNÜL BİR OLUNCA SAMANLIK SEYRAN OLUR” özdeyişleri Büfeci Erdal ve Sevilay
aşkıyla bir kez daha kanıtlanmış oldu…
Hızlı başlamış, ateşli
başlamış; hızlı bitmişti ve sevgililer birbirinden ayrıldıkları için de
soğumuştu...
…
BEHLÜL AYŞE ABLANIN
MUHTEŞEM İSTİHBARATI…
Adliyede gazeteci olarak
görev yaptığım yıllarda ayak işlerine bakan biraz da behlül odacı Ayşe Abla
diye hitap ettiğimiz bir hanımefendi sürekli koridorlarda dolaşırdı…
Gazeteciler ve diğer insanlar
pek önemsemezdi; o herkese güler yüzlü davranırdı, selam verir ama çoğunluk
onunla konuşmak istemezdi…
Ben her karşılaşmamda saygıyla
davranır halini hatırını daima sorardım…
O da bana karşı çok saygılı
davranırdı…
Bir öğle tatili öncesinde
adliye çalışanları dinlenmek için yavaş yavaş dışarı çıkıyorlardı…
Gazeteci arkadaşlarım da
personel nasıl olsa öğle tatiline gidiyor…
Bu saatte burada başka haber
olmaz diye düşünüyorlardı ve onlarda koridorları terk etmişti…
Ayşe abla uzaktan bana işaret
etti, hemen yanına gittim;
-Buyur abla, ne var dedim…
-Diğer gazeteciler duymasın,
biraz önce Cumhuriyet Savcısı bir çocuğu annesinden alıp babasına teslim
edecek…
Üst kattaki koridorun
sonunda…(kendine değer vermeyenlerden, böylece bir türlü intikam alıyordu
sanki…)
-Çok teşekkür ederim,
biliyorum abla…
Adliyeyi terk etmeye devam
eden bir iki gazeteci arkadaşım vardı…
Onlarında gitmesini bekledim
hemen üst kattaki Cumhuriyet Savcısının olduğu yere gittim…
Koridor sakindi ortalık
sessizdi, ama görevliler işlem yapılıyordu, birkaç kişi bekleşiyor, çocukta
annesinin elinden tutmuş olacaklardan habersiz sakince simidini yiyordu…
Resmi işlemler bitip,
Cumhuriyet Savcısı talimatı verince birkaç sivil polis ve normal polis hemen
çocuğu annesinin elinden ayırmaya girişti…
Kadın ise elleriyle çocuğuna
öyle güçlü sarılmıştı ki asla bırakmıyor, bir yandan da feryat figan ortalığı
yıkıyordu…
Çocuğu bir yandan görevliler
bir yandan anne çekiyor; baba ise
çocuğun anneden alınmasını ve kendine verilmesini bekliyordu…
Bir anne ve çocuk arasındaki
ayırsalar bile asla kopartılamayacak olan bağı o sahnede gördüm…
Anne çocuğunu ölümü pahasına
asla bırakmıyordu…
Yaklaşık 15-20 dakikalık
çekiştirme, feryat figanın devam ettiği sürede kadın defalarca kendini
yerlerden yere atıyordu…
-Çocuğuuuuuuuuummmmmmmm… Öldürüüüüünnnnn beniiiiiiiiiiiiiiiiiiii… Onu
benden ayırmayııııınnnn… O beni istiyoooooor…
Babası olacak adamıııı
istemiyooooorrrr…
Ama kadın kendini yerlere
atıyor, sürükleniyor, debeleniyor, çocuğunu bırakmıyordu…
Sayısız siyah beyaz, renkli,
slâyt fotoğraf çekmiştim…
Yaşanan o aile faciası beni
çok üzmüştü…
Ama ben de görevimi tespit
etmek ve haberimi çalıştığım kuruma iletmek zorundaydım…
Kadının o hareketleri,
evladından ayrılması, feryat etmesini tüm hücrelerimde acı şekilde hissettim…
Ama yasalar ne derse herkes
ona uymak zorundaydı…
Doğru olanı da buydu;
koşullar ne olursa olsun hiçbir annenin çocuğundan vazgeçmeyeceğini, gerekirse
ölümü göze alabileceğini, orada kadının kendini defalarca yere atıp
parçalamasında bir kez daha gördüm…
Bana ödül getiren bu haberim
de Milliyet gazetesinde çok geniş biçimde fotoroman gibi büyük boyutlarda
yayınlandı…
Her sahnesine tanık olduğum o
olaydaki ne annenin, ne babanın, ne de çocuğun yerinde olmayı asla istemezdim…
Anılarımı yazarken bile hala
gözlerim nemleniyor…
…
AVUKAT ANILARI…
Gazetecilikte şöyle bir deyim
vardır;
-ADLİYE MUHABİRLİĞİNDEN
GELMEYEN GAZETECİ MESLEKTE BAŞARILI OLAMAZ…
Gerçekten mesleğin en zor, en
tehlikeli, her an saldırıya, yaralanmaya, dövülmeye en açık ama en
renkli-vurucu haberlerin ve konuların olduğu bir alandır adliye…
O yıllarda adliyedeki her
türlü duruşmalar gazetecilere sonuna kadar açıktı…
İstediğimiz her salona girip,
istediğimiz fotoğrafı çekiyorduk…
Hâkimler, mübaşirler ve
kalemdeki görevliler bize sürekli yardımcı oluyordu…
1.Ağır Ceza Hâkimi Ali
Kilisli gazetecilerle çok iyi geçinen, ama mesleğini de hakkıyla yapan bir
hukukçuydu…
Bazen makamında bize çay
ikram ederdi…
Boyu küçük ama Adana
adliyesinin en güçlü hâkimiydi…
Diğer ağır cezalardaki
hâkimler de çok değerliydi…
Ama biz gazeteciler Ali
Kilisli hâkimi çok severdik; onunla çok kolay iletişim kurardık…
En ağır cezalar onun
yargıladığı suçlulardan çıkardı…
Fotoğraf çekmemiz serbest
olduğu için “ADLİYE VE İNSAN” isimli sergimde yer alan yapıtlarımı en çok o
salonda çekmiştim…
Bir duruşmada karar
açıklanınca taraflar birbirine girdi, normal koridordan 4-5 basamak aşağıda
olan duruşma salonundan, fotoğrafları çektiğim için benim üstümü yığıldılar,
öldürmek istiyorlar ve çıkartmıyorlardı…
Ne kadar suçlu yakını varsa
üstüne saldırdılar, makinemi aldılar…
O günlerin ünlü avukatı Nizar
Savaş inanılmaz bir komutan gibi bağırdı;
-Ne yapıyorsunuz? Bırakın
Gazeteciyi… Hemen makinesini verin…
Galiba suçlu taraftarları
galiba az önce cezayı veren hâkim Ali Kilisli olduğunu sanmış olmalılar ki;
Hemen üzerinden çekildiler,
makinemi de verip terk ettiler…
Hem Hürriyet, hem de milliyet
gazetelerinde çalıştığım yıllarda adliye muhabirliğini zevkle yaptım…
Avukatlar en büyük
yardımcılarımızdı her türlü bilgileri bize duruşma önceleri ve sonrası da en
detaylı şekilde verirlerdi…
Adliye muhteşem bir sahneydi…
Oradaki aktörler halkla
iletişim halinde olan avukatlardı…
Onları daha yakından
tanıyabilmek için yaklaşık 40 avukatın bürolarına gidip unutamadıkları
anılarını teybime kayıt edip o dönemde Ekspres Gazetesinde yayınlamıştım…
Önce hâkim olarak Diyarbakır
da görevde başlayan, emekli olunca da avukatlığa geçen bir ağabey şöyle dedi;
-Bir gün kent sokaklarında
dolaşırken, boyunun yarısı kadar kocaman bir palayla dolaşan vatandaşı ilk defa
gördüm… Belli ki o palayla hemen suç işleyebilir diye düşündüm…
Hemen karşıma getirdiler
adamı tutukladım;
Daha sonraki günlerde
Diyarbakır karpuzunu bu palayla kestiklerini anladım…
Yani yasal olarak
taşınabileceğini öğrenince adamı tahliye etmiştim…
Avukatların en güçlüsü de
Saim İnan dı, bir dönem İl Milli Eğitim Müdürlüğü de yapmış bilge bir insandı…
Muhteşem hatipti, her
avukatın savunmasını hâkim sonuna kadar dinlemezdi…
Sami Amca konuşmaya
başlayınca ister 15- ister 20 dakika olsun hâkim sonuna kadar sözünü kesmeden
dinlerdi…
Yaşı ileri olduğu için
duruşma salonunda savunma sırası gelinceye kadar bazen hafifçe uyurdu…
Bende onun bu halinin
fotoğrafını çekmiştim; “ADLİYE VE İNSAN” sergimde en çok ilgi çeken çalışmam
olmuştu…
Bu arada;
Karakollarda işlemleri
yapılan suçluların adliyede getirildikleri ilk bölüm SUÇUSTÜ SAVCILIĞIDIR…
Olay o gün, ya da bir önceki
olmuştur, yenidir, tazedir, kavga eden
taraflar tutuklama kararı çıkınca hemen orada birbirlerine saldırırlar…
Kimseye olmasa fotoğraf çeken
gazeteciler saldırır…
Suçlular tutuklanmak üzere
adliyenin tatile girdiği, ortalığın sakin olduğu zamanlarda SUÇÜSTÜ SAVCILIĞINA
getirilirler…
Yine böyle bir gün, taraflar
birbirlerine girdiler…
Ama fotoğraflarının
çekilmesini istemiyorlardı, flaşlar patlayınca bu kez gözlerine kestikleri
gazeteci bir arkadaşa saldırdılar…
Sayıları o kadar çoktu ki,
gazeteci kendini savunamayacak durumdaydı, polislerin de gözü önünde resmen
dayak yiyordu…
Diğer gazeteci arkadaşların
hepsi çantalarını yere bırakıp, kollarını sıvayıp arkadaşımıza saldıranlara
saldırmaya başladılar…
Ortalık tam Yeşilçam
filmlerde görülen sahneye dönmüştü…
Sadece ben çantamı yere
koymadan o kavgayı fotoğraflamayı sürdürüyordum…
Polisler müdahale etti,
ortalık sakinleşince gazeteci arkadaşlarım bu kez bana sitem etmeye başladılar;
-Biz hepimiz kavgaya girdik,
Abdulkadir sen neden girmedin?
-Yahu arkadaşlar bizim görevimiz
olayları fotoğraflayıp gazetede haber hazırlamak değil mi?
Burada 10 gazeteci
arkadaşımızın suçlu yakınlarıyla kavga etmesi bana göre en güzel bir haberdir…
Benimde o kavgaya girmekten
daha da önemli görevim ise olayı fotoğraflamaktı…
Biraz sitem ettiler, ama
sonunda benim yaptığımın gerçek bir gazetecilik davranışı olduğuna karar
verdiler…
Aradan zaman geçince her şey
yoluna girdi…
Hazırladığım haberim ve
çektiğim kareler ertesi gün çalıştığım gazete sayfalarında yer aldı…
Gazeteciliğe ölçü olarak gösterilen
şöyle bir ola geçen yıllarda Japonya televizyonunda gerçekleşmişti…
Stüdyoda konuk olan kişiye
dışarıdan gelen 2-3 kişi saldırmaya başlıyor…
Canlı yayında konuğu iyice
bir dövüyorlar, adamın her tarafı kırık, kanlar içinde…
Ama kameraman kılını kıpırdatmadan
yayınını sürdürüyor…
Olay mahkemeye intikal
ediyor, konuk TV’ deki canlı yayın kameramanı müdahale etmeği, kendini
kurtarmaya çalışmadığı için davacı oluyor…
Mahkemenin verdiği karar
aynen şöyle; kameramanın görevi olayı yansıtmaktır; suçlu değildir…
O yıllarda bu mahkeme kararı
gazeteciler arasında bazı olaylarda emsal olarak gösteriliyordu…
…
GENEL MÜDÜRÜN RİCASI…
“ABDULKADİR SEN BİZİM
YAVRUMUZSUN
YUVANA DÖN”
O yıllarda Hürriyet Haber
Ajansı Genel Müdür olan Hasan Yılmaer benimle görüşmek için özel olarak Adana’
ya iki kez geldi…
Hürriyetin Ceyhan yolu
üzerindeki Matbaasının bahçesinde iki üç kez buluşup uzun süreler görüştük;
-Abdulkadir sen bizim
evladımızsın, bizden yetiştin, yavrum yuvana geri dön, diye ısrar ediyordu…
Ben de Hürriyetin Adana
bürosunda çalışmayacağımı, o kişiyle farklı olduğumuzu söylüyordum…
Genel Müdür Hasan Yılmaer,
-Gel seni o zaman İstanbul
Hürriyet’e alalım deyince, bir süre düşündükten sonra kabul ettim…
Anadolu da çalışan her
muhabirin en büyük hayalidir İstanbul’da çalışmak…
Bab-ı âli de Hürriyet
Gazetesinde göreve başladım…
…
İSTANBUL BAB-ALİ’DE
ÇALIŞMAYA BAŞLADIM…
Hürriyet Haber Ajansı Adana
Bürosundan ayrılıp milliyet gazetesinde bir yıla yakın çalıştım…
Hürriyet Haber Ajansının o
yıllardaki Genel Müdürü Hasan Yılmaer benim için iki kez Adana ya geldi…
Ceyhan yolundaki Hürriyet
matbaasının bahçesinde buluşup konuştuğumuz şekilde İstanbul’da çalışmaya karar
verdim…
Artık en büyük idealime
kavuşarak Hürriyet muhabiri olmuştum…
Çünkü Hürriyet Haber Ajansındaki
muhabirler kurumda daima ikinci sınıf gazeteci sayılıyordu…
Ama Hürriyetin muhabiri olmak
daha yüksek bir kariyeri temsil ediyordu…
Milliyet Gazetesi Bölge
Müdürü Muzaffer Bal, Haber şefi Orhan Apaydın ve diğer çalışanlar benim için
büyük saatteki Gaziantepliler lokantasında veda yemeği de düzenlediler…
Hürriyet Adana Matbaa müdürü
olan ve burnundan kıl aldırmayan, herkese tepeden bakan İskender Ayvalık uçak
biletimi getirip bana teslim etmişti…
Genel müdür Hasan Yılmaer’le
yaptığımız konuşmaya göre;
İstanbul da yaşadığım ve
Hürriyet Gazetesinde çalıştığım sürece ev kiram verilecek, yemek paramda
ödenecekti…
Her şey ruhuna uygun şekilde
ilerliyordu…
Hürriyetin üst düzey
yöneticilerden Seçkin Türesay müdürle görüştüğümde;
-Efendim, ben savaş
muhabirliği yapmak istiyorum…
Şu anda İran Irak savaşı var
oraya muhabir olarak gidebilir miyim?
Yüzüme bakıp, gülümseyerek,
neden olmasın, demişti…
İstanbul da Hürriyet matbaa
binasının başka bir ek binasında bana kalacak yer temin edildi…
Gazetede zaten sürekli yemek
servisi yapılıyordu…
İlk haber takibim de
İngiltere’nin Londra Belediye Başkanı olmuştu…
Sör unvanlı, iki avucunun
toplamından daha büyük altın yaldızlı olan kocaman bir krallık madalyasını
göğsünde taşıyordu…
Diğer gazetecilerle birlikte
onu izlemeye başladım…
O yıllardaki İstanbul
Belediye Başkanı Bedrettin Dalan “HALİÇİN SUYU GÖZLERİM GİBİ MAVİ OLACAK”
diyordu…
Londra Belediye Başkanı haliç
suyunu temizle çalışmalarını görmeye gelmişti…
Yer düzeyinden 20 metre
aşağıda yapılan kazı çalışmaları ve künklerle kirli su Marmara Denizine deşarj
edilecekti…
Londra Belediye Başkanı
tünele girince 20-30 gazeteci aşağıya onunla inmeden çıkmasını beklemeye
başladı…
Ben başkanla tünelin sonuna
kadar 200 metreden fazla gidip fotoğraflarını çektim…
Ertesi gün Hürriyetin birinci
sayfasında benim imzamla yayınlanmıştı…
Sonra turistlerle ilgili,
çeşitli haberler hazırlamayı devam ettim…
Dikkatimi çeken, şaşırdığım
konu şuydu;
Hürriyetin Haber Müdürü olan
Uğur Cebeci’ her sabah çalışanlarla toplantı yapıyordu…
İlginç yanı şuydu o
öksürdüğünde ya da;
-Öhö, dediğinde,
toplantıdakilerin tamamı Uğur Bey ne güzel öksürdünüz, çok yaşayın…
Başka birisi;
-Kravatınızın rengi bu güne
kadar gördüklerimin en güzel ve en muhteşemi inanın bana, diyordu...
Başka birisi;
-Bu gün çok sağlıklı, neşeli
görünüyorsunuz, şahanesiniz, diyordu…
-Sizin gibi bir müdürle
çalışmak benim için mucize diyenler de vardı…
Yani yağcılıkların sayısı
yoktu; çok ilginç gelmişti, böyle olaylarla karşılaşınca şaşkınlığım daha da
artıyordu…
Bu türlü yapaylığı, yağcılığı
sevmemem yüzünden şaşırıp kalıyordum…
Her şeyi çok yapay buldum ve
üzüldüm..
Anneciğimin ise her gün daha
sık telefonla arıyordu…
-Gel oğlum Adana ya geri dön…
Şurada benim kaç günlük ömrüm kaldı? Diyordu…
Bir sabah erkenden gazeteye
geldim, Uğur Cebeci’ nin masasının üstüne şöyle bir mektup bıraktım;
-İstanbul’a iyi bakın… Arada
görmeye geleceğim… Saygılar selamlar…
…
ÜLKEME BİR DOKTOR
KAZANDIRDIM…
Milliyet Gazetesi Adana
Bürosunda başarıyla çalıştığım yıllarda, şefim Orhan Apaydın bir adamla,
yanındaki delikanlıyı haberlerini hazırlamam için yanıma gönderdi…
Adam öğretmenmiş, isminin de
Mustafa Toprak olduğunu öğrendim…
(Hala da arada telefonla
görüşürüz… Tıp Fakültesindeki öğrenci ise Hüseyin Avan’dı)
Kadirlinin bir köyündeki
ilkokul müdürü olduğunu söyleyip kendini tanıttı…
Yanındaki kişinin de,
Diyarbakır Tıp Fakültesi ikinci sınıfında okuyan öğrencisi olduğunu söyledi ve
ekledi;
-Abdulkadir Bey bu öğrencimin
babası çok fakir…
Her ay bir keçisini satıp tıp
fakültesinde okuyan oğluna parasını gönderiyordu…
Artık satacağı keçisi
kalmadı…
Tıp Fakültesi 2.sınıf
öğrencisini okuldan almak zorunda; haberimizi hazırlayarak yardım edin, dedi…
-Hocam olur mu öyle şey,
haberini hazırlamak önemli değil dedim…
Tıp Fakültesi ikinci
sınıfındaki bir öğrenci okuldan alınır mı?
Ben bu işi haberi
hazırlamadan da çözeceğim diye hemen telefona sarıldım…
O yıllarda çok samimi
görüştüğüm, Adana Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu Başkanı M.Ali Dağtaş’ı
arayıp durumu acil şekilde anlattım…
O da bu durumun kabul
edilemeyeceğini, öğrencinin mutlaka okula devam etmesi gerektiğini söyledi…
Hemen yanına gelmemizi
söyledi…
Okul müdürü, öğrenciyle
birlikte üçümüz yanına koşarak gittik…
O da ünlü bir iş adamını
arayıp, bizimle buluşturmak için yanına çağırmış…
Çok güzel bir buluşma oldu,
iş adamı tıp fakültesi 2.sınıf öğrencisine şöyle dedi;
-Oğlum, sen gönül
rahatlığıyla okuluna git, yeme, içme, kitapların vs, ne varsa, doktor oluncaya
kadar tüm masraflarını ben üsleniyorum, dedi…
Hepimiz derin bir nefes aldık
çok mutlu olduk, şahane bir iş başarmıştık… Memlekete bir doktor armağan
ediyorduk…
Çocuk tıp fakültesine devam
etti, doktor oldu, ülkemizin çeşitli yerlerinde görev yaptı…
Şu anda emekli bile oldu;
Ama ülkemize doktor
kazandırmış olmanın büyük mutluğunda payımın olmasının güzelliğini hala
yaşıyorum…
…
EFSANE GAZETECİ EROL ERK’Lİ
YILLARIM…
EFSANE GAZETECİ
EROL ERK’Lİ YILLARIM…
Adananın bir dönem en gözü
kara, en radikal, gözünü daldan budaktan esirgemeyen, en cesur, bazılarına göre
de efsane gazetecisi Erol Erk’ ti…
Derin devlet kurumları başta
olmak üzere, eğlence dünyası ve yer altı babalarıyla sürekli iletişim
halindeydi…
Çok güçlü bir istihbarat
kaynağına sahipti…
Elinden uçan ve kaçan
kurtulmazdı denir ya işte öyle birisiydi…
Tüm politikacıların çekindiği,
önünde saygıyla ceket iliklediği EROL ERK Yeni güney Haber isimli bir gazete
çıkarmaya hazırlanıyordu…
Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyetinden yayın yapan BAYRAK RADYOSU ’nda gün boyu ve reklamı aralıksız
sürüyordu…
İş adamları, politikacılar
başta olmak üzere, herkes Erol Erk’ ten çekindiği için elleri yüreklerinde,
diken üstünde birazda korkuyla bekliyordu…
Bende o sıralar işsizdim…
Beni bulunca şöyle dedi;
-Abdulkadir’ciğim, seni
fotoğraflarına haberlerine vurgunum, gel yeni gazetemde birlikte çalışalım,
dedi…
-Tamam, maaşım ne kadar
olacak diye sordum,
-İstanbul’da sana kaç lira
veriyorlarsa aynısını burada ben vereceğim söz, dedi…
Söz verdiği maaşımı sadece
bir defa o da tuvalette diğer çalışanlardan gizli olarak verdi…
5 yıllık çalışmamızda maaş
yarım, üçte bir oranında, bazen hiç vermedi…
Bana kariyer sağlayacağını
söyleyerek gazetede sorumlu yazı işleri müdürü yaptı…
Her gün attığı iftira,
hakaret dolu başlıklarla sorumlu yazı işleri müdürü olduğum için 27 davadan 10
yıl boyunca yargılandım…
Bu anılarımı yazdığım 2021
yılında, yani bu günkü paralarla toplam 500 milyar liralık tazminat, 500 yıla
kadar hapis cezasıyla yargılandım…
10 yıllık dava sürecinde
hayattan korktum; cebimde 10 lira yok, bir firma 500 milyon liralık dava açmış…
Evlenmememin temel
nedenlerinden biride itiraf ediyorum budur…
Elin kızını dul, çocuklarımı
neden öksüz-yetim bırakayım ki diye kendimle hesaplaştım…
Evlilikten o yıllarda
vazgeçmiştim…
Erol Erk zaten yokları
oynuyordu, hüküm giysem benim de ödemem mümkün değildi…
Kozan Yolundaki eski cezaevi
civarından geçerken korkuyordum…
Hayatım burada sona erecek,
artık benim için yarın yok, önümü göremiyorum diye düşünüyordum…
10 yıl süren davalarda güçlü
avukatlarımız, gazetecilerin hayatını ve durumunu bilen Cumhuriyet Savcıları ve
bilge hâkimler sayesinde hepsinden beraat ettim…
Ama hayatımda silinmez izler,
silinmek endişeler ve korkular bırakmıştı…
Gazeteden ayrılırken de altı
aylık maaşımı, 5 yıllık vergi iadem, tazminatımı da ödemedi…
Basın İlan Kurumu Müdürü
Neşet Beye durumu ilettiğimde;
-Merak etme Abdulkadir ben
buradaki ilan parasından keser sana veririm, dedi…
Ama akşam eve gittiğimde,
birlikte çalıştığı bazı çakallarıyla telefonla beni ev telefonumla 24 saat
sürekli tehdit ettirdi…
Paramı da asla ödemedi ve
sonunda da görme yeteneğini yitirdi…
…
ADANA BAB-I ÂLİSİ VE EROL
ERK’İN CENAZE TÖRENİ…
Mesleğe başladığım ilk
yıllarda bu işi hakkıyla yapan büyüklerimizden biri şöyle demişti;
“EVLADIM GAZETECİ İNSAN
ARŞİVCİDİR”
Bu sözün ne kadar değerli,
önemli, gerçek olduğunu yaptığım her haberde, çektiğim her fotoğrafta somut
biçimde görmüştüm…
Bir gün önce konuşup,
fotoğrafını çektiğim, haberini yaptığım kişi ertesi gün şak diye ölmüştü…
Ama bende fotoğrafları vardı,
ya da gazetede yazdığım haberleri o kişiyi anlatıyordu…
Ya da geçen yıl olan trafik
kazasındaki fotoğraflarını isteyen şefime çıkartıp hemen veriyordum…
Ya da tutuksuz yargılanırken
beraat edeceğini düşündüğü sırada duruşmada fotoğrafını çektiğim sanık ertesi
duruşmada gün yüzü görmemek üzere ömür boyu hapse mahkûm ediliyordu…
Ama “ÂLİM UNUTUR KALEM
UNUTMAZ” sözü de burada bir kez daha gerçekleşiyordu…
Arşive dönüp o konu ve
kişilerle ilgili bilgeler bana geçmişi ve olayları hatırlatıyordu…
Birde gazetecilikte örnek
gösterilen büyüklerimiz gün gelip hayata veda ediyorlardı…
Çukurova Gazeteciler
Cemiyetinin Atatürk Caddesindeki binasının önünde tüm meslektaşlarımız
sonsuzluğa uğurluyorduk…
Yani hayat isimli bu sahnede
her insan bir varmış, bir yokmuş oluyordu…
Oysa bu kişiler, toplumun
önünde olan, olayları gözleyen yaşadığı kente ve ülkeye tanıklık eden, çağına
şekil veren akıllı insanlardı…
Hayatı ve olayları gözledikçe
hem fotoğraf arşivi yapmaya, hem de çağımdaki tekniği kullanarak seslerini
kayıt etmeye karar verdim…
İşte “ ADANA BAB-I ÂLİSİ”
söyleşi fikrim böylece ortaya çıkmıştı…
Bizden önceki meslek
büyüklerimizle sohbet ediyor, yaşadıkları ama unutamadıkları anılarını
anlatmalarını teybime istiyordum, sonra da fotoğraflarını çekiyordum…
Bu programımda 30’a yakın
meslek büyüğümle konuştum, söyleşilerim o yıllarda çalıştığım EKSPRES
gazetesinde günlük olarak yayınlandı…
(O yıllarda halen hayatta
olan İstanbul da yaşayan Taha Toros ve Adana da yıllarca Milliyet Gazetesi
temsilciliği yapan Alâeddin Kutlu’ya telefonla ulaştım ama söyleşiyi kabul
etmediler…)
Ama Adana medyasının en
cesur, en gözü kara, tuttuğunu kopartan, hiçbir şeyden korkmayan, “EFSANE
GAZETECİ” diye anılan Erol Erk’i en sona bırakmıştım…
O yıllarda sağlıklı ve mutu
biçimde evinde yaşıyordu…
Telefonla görüştük, söyleşimi
kabul etti; iki kez teybimi ve fotoğraf makinemi olarak evinde söyleşi yaptık…
Bir gün gittiğimde güler
yüzle, kibarca, gayet nazik şekilde;
-ABDULKADİRCİĞİM, SÖYLEŞİYİ
BURADA KESELİM, BEN İLERİDE ANILARIM KENDİM YAZACAĞIM, deyince saygı duydum
vazgeçmiştim…
Ama ilk iki saatlik
konuşmasını kayıtlarını da silmemiştim…
Aradan çok uzun olmayan
birkaç ay geçmişti ki, Erol Erk görme yeteneğini yitirmiş, Ortadoğu
Hastanesinde tedavi ediliyordu… Küçük kardeşi Erhan Erk aradı;
-Ağabeyim morali çok bozuk…
Doktor bir şeylerle uğraşması
lazım, yoksa daha da kötü olur dedi…
Mümkünse o söyleşiye devam
edebilir misin? Kendide istiyor, deyince…
-Memnuniyetle ağabey, dedim
ve kaldığımız yerden ses kaydını yapmayı sürdürdüm…
Beyazevler Semtindeki evine
aralıksız olarak 20 defa gittim, teybimi açıp anılarını anlatmaya devam etti…
Çünkü Adana da Erol Erk’i
söyleşime ilave etmeseydim, bu söyleşi serim, tarihi çalışmam eksik kalırdı…
Sonunda çalıştığım
gazetelerde yayınlandı…
Birlikte çalıştığımız
yıllarda 6 aylık maaşım, 5 yıllık vergi iademi ödemeyen Erol Erk’e, üstelik
beni telefonla tehdit bile ettiren kişiye en büyük fedakârlığı yaptığımı
düşünen, meslektaşlarımda;
-ABİ SEN GÖNLÜ NE KADAR GENİŞ
VE CÖMERT BİR İNSANSIN, demiş ve hayret etmişlerdi…
Ölümünden birkaç gün önce
yoğun bakımda kaldığı bu günkü adı ÖZEL ADANA HASTANESİ’ yoğun bakımında,
anılarının kitap olmasını sağlayan, Sarıçam Belediye Başkanı Sayın Bilal Uludağ
ile birlikte kendisine ulaştırdım…
Zaten birkaç gün sonra da
hayata veda etmişti;
İstanbul da yaşayan ve
Çukurova Gazeteciler Cemiyeti önündeki cenaze törenine katılan oğlu Gürsel Erk,
törenin ortasında herkesin gözü önünde gelip, beni alnımdan öperek babasının
hayatını kitaplaştırdığım için bana teşekkür etmişti…
Bu da sahnede Adana medya
tarihindeki ilk ve en somut olaydı…
(20 saati aşkın ses kayıtları
da arşivimi bağışladığım Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve Teknoloji
Üniversitesindedir)
“SEN GÖNLÜ NE KADAR BOL
İNSANSIN”
Erol Erk görme yeteneğini
tamamen yitirince moral falan kalmamıştı elbette…
Kardeşi Erhan Erk beni aradı;
-Ağabey yarım kalan anılarını
sana anlatmak istiyor…
Doktor da bir şeylerle
ilgilenmesi lazım yoksa sağılığını tamamen yitirir demişti…
Eşi 18 yıl bebekler gibi
baktı…
O dönemde, ez az 20 defa
evine gittim…
Anılarını anlattı teybime
kayıt ettim, sonra oturup daktilo ettim…
(Burada bir gerçeği de
anlatmam gerekiyor… Eşi ve çocukları saatler süren söyleşilerimiz sırasında bir
bardak çay ya da kahve ikram etmemişlerdi…
Üzüldüm mü? Hayır… Ben
gazeteci olarak sesleri kayıt edip söyleşimi gerçekleştirmiştim)
“TEK KİŞİLİK GAZETECİLİK OKULU EROL ERK”
isimli kitabını, Sarıçam belediyesinin katkısıyla yayınlamayı başardım…
Ölümünden dört beş gün önce
de kitabını Adana Özel Hastanesindeki Yoğun Bakım odasına başkanla birlikte
götürüp armağan ettim…
Çok mutlu olduğunu, son
konuşması oldu ve şöyle dedi;
-Abdulkadir en vefalı
gazeteci sensin… Teşekkür ederim…
Zaten kısa süre sonra da
hayata veda etti zaten…
Erol Erk’le olan durumumu
bilen gazeteci arkadaşlarım;
“ABDULKADİR SEN GÖNLÜ NE
KADAR ZENGİN BİR İNSANSIN” diye onun yaptıklarına karşı benim erdemli
davranışlarımı takdir etmişlerdi…
Medya mesleğim sırasında en
yakınında bulunup, izlediğim, her şeyiyle paraya odaklı yaşayan ilginç bir
kişilikti…
Hatta benim Erol Erk’le
çalışacağımı duyanlar;
-Sakın çalışma lekelenirsin
diye defalarca uyarıda bulundular…
Ben kendime güvendiğimi,
hiçbir kişi ya da kurumun beni lekeleyemeyeceğine inandığımı defalarca
söyledim…
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
olarak yıllarca yargılandım, çok büyük acılar çektim ama asla lekelenmedim…
Ömrünü bu mesleğe adamış
medya mensupları arasında belki de adı tehdit, şantaj, üçkâğıt gibi
olumsuzluklara karışmadan yaşayan iki kişiden biriyim…
Olayın başka bir boyutuna
gelince; yaşadığım bu haksızlıklar, bencillikler, insanların kişisel hırsları
ve hakkımın yenilmesi karşısında kendime şöyle bir söz vermiştim;
-Gazetecilik mesleğime
aşığım, hiçbir engel, entrika, hakkımın ödenmemesi gibi ilkel, kasıtlı,
bilinçli davranışlar beni bir saniye bile yıldırmayacak ve de yıldıramayacak…
Çocukluğumdan beri hayalini kurup, başarıyla sürdürdüğüm görevimi gittiği son
noktaya kadar taşıyacağım; her meslektaşım için onur belgesi olan sürekli kartı
mutlaka alıp ömür boyu taşıyacağım… Bu inançla medya mensubu olarak yoluma
aralıksız devam ettim… Her şeye rağmen bu günlere kadar getirmeyi başardım…
Yaşadığım sürece de okumaya, düşünmeye, yorumlayıp yazmaya devam edeceğim…
…
HEP ÖZGÜRLÜĞÜ SEÇTİM…
TRT ŞANSIMI BİLEREK-İSTEYEREK
KULLANMADIM…
TRT Çukurova Radyosunun
stüdyoları Mersin de; Haber Merkezinin ise Adana’dadır…
1989 yıllarda bir ara işsiz
kaldım;
Ama Hürriyet, Milliyet
gazetelerdeki başarılarım herkesçe yakından izlenip biliniyordu…
TRT Haber Merkezi Bölge
müdürü Gürses Vargül bir gün beni telefonla aradı;
-Abdulkadir yarın Adana ya
TRT genel müdür yardımcısı geliyor…
Seni onunla tanıştıracağım…
İstisna sözleşme ile seni TRT
ye aldıracağım, dedi…
Teşekkür ettim, düşüneceğimi
söyledim…
Aynı günün gecesinde de BÖLGE
GAZETESİ ’ni kurmaya hazırlanan Tahsin ağabeyimin de okul arkadaşı olan Nevzat
Uçak aradı;
-Abdulkadir yeni bir gazete
kuruyorum…
Sen ilk sıradasın, yarın gel
işe başla, bekliyorum, dedi…
Hepten şaşırdım kaldım;
başarılı olunca bu türlü teklifler sıkça insanı buluyor…
Ayrıca hep böyle olur, bazen
işsizlikle bunalır insan, bazen de birkaç teklif birden gelir…
Gece boyunca düşündüm, ertesi
sabah oldu, ben BÖLGE GAZETESİ ni tercih ettim…
DEVLET MEMURLARI YARATICI
OLAMAZ… ŞÖYLE YA DA BÖYLE YASALAR ONLARI BAĞLAR…
Bu sözü bildiğim için, özgür
ve yaratıcı gazeteciliği tercih ettim…
Hayatımın muhasebesini
yapınca şunu söyleyebilirim;
Bu güne kadar yapabildiğim ya
da yapamadığım hiçbir şeyden asla ve kata pişmanlık duymuyorum…
Özgürlüğün bedeli olabilir
mi?
Çok para kazanıp az özgürlük
yerine, gerektiğinde aç yaşayarak tam özgürlükle yaratıcı düşünceli yaşayarak
eserler vermeyi seçtim…
…
ŞAKİRPAŞA HAVAALANININ
GÜVENLİĞİNİ TEST ETMEK İÇİN SİLAH SOKTUM…
1989 yılında Nevzat Uçak
BÖLGE isimli bir gazete kurmuştu; ilk elemanı da bendim…
Daha önce Hürriyet, Milliyet,
İstanbul Hürriyet gibi gazetelerde çok başarılı ve güzel işler yaptığım için
benimle çalışmayı istemişti…
Öyle ilginç bir olay
yaşamıştım ki bu gün bile hala hayret ederim…
Birkaç ay işsiz kaldıktan
sonra, TRT Çukurova Bölge Haber Müdürü Gürses Vargül beni makamına çağırmıştı…
-Abdulkadir birkaç gün sonra
TRT Genel Müdür Yardımcısı Adana ya gelecek…
Seni onunla tanıştıracağım…
İstisna sözleşmeli olarak
buraya TRT’ ye alacağım, demişti…
Ben o anda net yanıt
vermemiştim, verememiştim…
Aynı günün akşamı evimin
telefon çaldı, bu kez Nevzat Uçak arıyordu;
-Abdulkadir, BÖLGE isimli bir
gazete kurdum, birkaç gün sonra yayına başlıyorum birlikte çalışacağız; ilk
elemanım da sensin, demişti…
İki arada, bir derede
kalmıştım, aylarca işsizdim, aynı günde iki ayrı yerden iş teklifi gelince çok
şaşırmıştım…
Tabi Devlet memurluğunun sınırlayıcı
özelliğini çok yakından bildiğim için BÖLGE gazetesini, özel sektörde çalışmayı
seçmiştim…
O yıllarda ne özel radyolar,
ne de özel televizyonlar henüz yoktu… Gazete o yıllarda çok güzel reklam geliri
elde ediyordu…
Muhteşem haberler, dizi
söyleşiler hazırlıyordum…
Bir süre sonra Savaş Kara
isimli bir genç arkadaşım, İskenderun’dan gazeteci olmak için gelmişti… Benimle
çalışması önerildi kabul ettim…
Savaş Kara, ufak tefek, cin
gibi, gazeteciliğin her numarasını öğrenmek için programlanmış, yanıp tutuşan
çok istekli bir kişiydi…
Onunla neler yapabileceğimi
hesapladım, iki projeyi devreye sokmaya karar verdim…
1-ŞAKİRPAŞA HAVAALANININ
GÜVENLİĞİNİ test etmek için, yolcuların girdiği salona tabanca sokmaktı…
2-ULUCAMİ de Cuma günü eski
elbiseler giydirip, yüzünü boyayıp, dilendirmek, kaç lira topladığını
öğrenmekti…
İki operasyonda da Savaş Kara
muhteşem oynadı…
Öncelikle çarşıdan gerçek
görünümlü olan plastik bir tabanca satın aldık…
Şakirpaşa Havalanın da o
yıllarda girişteki X-RAY cihazlarının kullanıldığı dijital sistem henüz yoktu…
Polisler elle arama yapıp,
içeri alıyorlardı… Savaş çok rahat biçimde tabancayı koynuna soktu, içeri
birlikte girdik…
Bekleme salonunda Savaş’ın
silahını gösterirken fotoğraflarını çektim…
İçeride 15-20 dakikalık bir
tur attıktan sonra tekrar aynı yöntemle çıktık, ama kimse bir şey sormadı,
yoklamadı, ertesi gün BÖLGE GAZTESİNDE manşet olmuştuk…
Amacım oradaki güvenliği test
etmekti…
Yaptığımız bu operasyonla
güvenliğin yetersiz olduğunu kanıtlamıştım…
Oradaki Baş komiser ertesi
sabah hemen görevden alınmıştı… Savunmasında da;
-Ben Abdulkadir Kaçar’ı
tanıdığım için aramadım gibi basit bir ifade vermişti…
Tabi böyle bir savunma da
kimseyi tatmin etmemişti, üstelik tanıdığının silah sokmayacağını nereden
bilecekti ki?
Diğer tüm yolcular gibi
tanıdığı olsa bile beni de mutlaka araması gerekirdi…
Kaldı ki, beni aramadığı gibi
üzerinde plastik tabancayla girdiğim arkadaşımı da aramamıştı…
Yani Baş Komiser görevini
yapmamıştı…
O nedenle amirlerince
görevinden alınmıştı…
Haberimiz BÖLGE gazetesinde
yayınlandıktan sonra hava alanına giriş çıkışlar inanılmaz şekilde
sıkılaştırıldı…
Zaten bu gün X-RAY cihazından
toplu iğne bile içeriye alınmıyor…
Devlet Hava Meydanları daha
ciddi ve dünyaya örnek olacak bir güvenlik sistemine sahiptir…
…
ULUCAMİDEN BÜYÜK
PARA DİLENDİK…
Genç gazeteci aday adayı
olan, İskenderunlu Savaş Kara bir an önce mesleğin tüm numaralarını, sırlarını
öğrenmek istiyordu…
Benim yönlendirmememle de
rolünü sıfır hata, yüzde yüz başarılı biçimde oynamaktan kıvanç duyuyordu…
Elde edebileceği bilgilerle
en kısa zamanda İskenderun’a geri dönecek, iyi ve emsallerinden çok üstün
gazeteci olacaktı…
Bunu hayal etmiş olmalı ki,
söylediğim her şeyi noktası virgülüne kadar yapıyordu…
Bir Cuma günü, eski
kıyafetler bulduk, bazı bölümlerini yırttık, yüzüne kundura boyası falan
sürdük, biraz da eğilip, bükülerek Ulu camiden çıkan cemaate avucunu açıp;
-ALLAH RIZASI YARDIM EDİN…
-AÇIM İŞSİZİM, PARAM YOK,
diyordu…
Bende bu olayı çok uzaktan
teleobjektifle görüntülüyordum…
İnsanlarımız ne kadar
vicdanlı, inanılmaz hayırsever, muhteşem olduklarını adım adım izliyordum…
Camiden çıkanlar Savaş’ın
durumuna çok acıdıkları için ona para verme konusunda neredeyse sıraya bile
girmişti…
Yaklaşık 20 dakika gibi bir
sürede dilencilik numarasıyla bir işçinin bir günlük yevmiyesi tutarında para
toplamıştı…
Cemaatin tamamı camiden
çıkınca paraları saydık;
Savaş çok mutluydu, uzaktan
çektiğim fotoğrafları da şahaneydi…
Banyo yapıp, haberini
hazırlayıp hemen servise koymuştum…
“VATANDAŞIMIZIN VİCDANINI
TEST ETTİK” diye çok güzel bir haber yine BÖLGE de manşet olmuştu…
Savaşla çok güzel işlere imza
attık…
Daha fazla projeleri devreye
sokacaktım ki, birden İskenderun’a geri dönmeye karar verdiğini öğrendim çokta
üzülmüştü…
Çünkü çok heyecanlıydı, büyük
gazeteci olmayı kafasına koymuştu…
Onun için Adana ya gelmişti;
Savaş Kara’nın sonra Amerika’ya gittiğini öğrendim…
Orada bir inşaat firmasında
kepçe operatörü olarak çalıştığını duydum…
Daha sonra da bağlantı
kuramadım…
Ama Savaş o işinde de yüzde
yüz başarılı olmuştur…
Çok pozitif, güleç yüzlü,
insanlara sevgi ve saygıyla yaklaşan bir kişiliği vardı…
Yaptığı işe gönlünü pozitif
düşüncesini koyan, enerjisini cömertçe ve sonuna kadar harcayan iyi bir
insandı…
…
ARTİST RIZA VE PATRONU AÇ
BIRAKTILAR…
ARTİST RIZA AKIN VE OĞUZ
BAYTOK
ÇALIŞANLARINI AÇ BIRAKTILAR…
Bir dönem yine işsiz
kalmıştım…
Rıza Akın bunu duymuş, beni
telefonla aradı;
-Abdulkadir nerelerdesin?
Neler yapıyorsun? Hemen buraya gel, işe başla, demişti…
O yıllarda özel
televizyonlar, radyolar henüz devreye girmemişti…
Adana nın en çok okunan,
inanılmaz reklam geliri olan Ekspres’te çalışmaya başladım…
Tam bir sayfa bana aitti;
uzun söyleşiler, DELİ YÜCEL BEY’ İN ANILARI, okurlardan gelen şikâyet
mektupları vs…
Gazetenin yöneticisi bu gün
TV dizilerinde oynayan Rıza Akın’dı…
Sahibi de Rıza Akın’ ın
üzerinde inanılmaz etkisi olan Oğuz Baytok’tu…
Ama çalışanlara maaş falan
adı altında hiç bir para vermiyorlar, aç bırakıp gazeteye giren her parayı Oğuz
ve Rıza bey arasında paylaşıyordu…
Reklam müdürü İbrahim
Tavşanoğlu günlük olarak tahsil edilen reklam paralarını herkesin gözü önünde
tomarla getirip, doğruca Rıza Akın’a veriyordu…
Bizlerde seviniyorduk, tamam,
aylardır ödenmeyen maaşlarımız artık ödenecek diye ümit ediyordu…
Rıza Akın paraları kendi
cebine koyuyor, sonra da Oğuz Baytok’un yanına girip, kapıyı kapatıp
paylaşıyordu…
Çalışanlara inanılmaz ama 9
ay geriden maaşının yarısını ödüyorlardı…
O yıllarda yerel gazeteler
reklam ve pavyon ilanlarından inanılmaz paralar kazanıyordu…
Ama bu ikili yaklaşık 30
kişilik çalışanların hakkını, hak ettikleri maaşlarını düzenli ödemiyorlardı…
Yarısını verdiklerinde
çalışanlar mutlu oluyordu…
Bazen de sanki kasıtlı olarak
acı çektiriyorlardı…
İnsanları aç bırakıp ve
analarından doğduklarına pişman ediyorlardı…
Her şeye rağmen ben gazetede
görevimi sürdürmeye karar verdim…
Ve kendime şöyle söz verdim;
-Hiçbir güç, hiçbir
haksızlık, ayak oyunları, entrika beni gazetecilik aşkımdan soğutamayacak, asla
başka işlerde çalışmaya yönlendiremeyecek…
Mesleği sonuna kadar götürüp,
sürekli sarı basın kartımı alacağım…
İnanılmaz parasal sıkıntılara
karşın yıllarca görevimi özveriyle sürdürdüm…
Daha sonraki yıllarda Ekspres
Gazetesi Şahin Esendemir tarafından satın alındı…
Artist Rıza ve Oğuz Baytok’un
personeline layık gördüğü maaşlarının yarısını tam 9 ay geriden ödedikleri
dönem artık sona ermişti…
Şahin Esendemir gazeteyi
alıp, Yeşilevler’deki Günaydın matbaasına taşıdı…
Önce maaşları ödenmeyen
çalışanlarla toplantı yaptı…
-Kimin ne kadar alacağı var,
diye sordu…
Benim 9 ay geriden gelen
maaşımı hesaplayıp, anında çek yazıp gidip almamı sağladı…
O nedenle kendini her
gördüğümde teşekkür ettim…
O parayla gidip kendime ilk
defa daktilo aldım…
Buradan medya sektörü başta
olmak üzere, hangi işi yapacak olurlarsa olsunlar;
Ekonomik güçleri varsa
girişimde bulunsunlar…
Çalışanların hakkı olan
maaşlarını 9 ay geride ödeyeceklerse, ya da kurumun gelirlerini cebine atıp
çalışanları mağdur etmesinler…
Çalışanlarının eşinden
ayrılmasına, çocuklarına mahcup olmasına neden olacaklarsa bu işe
soyunmasınlar…
Soyunanların da geride iyi
bir isim bırakmadıkları, her zaman sitemle, kahırla, hatta bedduayla
anıldıklarını akıllarında çıkartmasınlar…
Çünkü hiçbir çalışan,
sırtından para kazanmalarına karşın hakkını vermeyenleri teşekkürle, sevgi,
saygı, hürmetle anmıyor…
Yaşattıklarını da mutlaka
yaşadıklarına defalarca tanık oldum…
Olayın başka bir boyutuna
gelince; yaşadığım bu haksızlıklar, bencillikler, insanların kişisel hırsları
ve hakkımın yenilmesi karşısında kendime şöyle bir söz vermiştim;
-Gazetecilik mesleğime
aşığım, hiçbir engel, entrika, hakkımın ödenmemesi gibi ilkel, kasıtlı,
bilinçli davranışlar beni bir saniye bile yıldırmayacak ve de yıldıramayacak… Çocukluğumdan
beri hayalini kurup, başarıyla sürdürdüğüm görevimi gittiği son noktaya kadar
taşıyacağım; her meslektaşım için onur belgesi olan sürekli kartı mutlaka alıp
ömür boyu taşıyacağım… Bu inançla medya mensubu olarak yoluma aralıksız devam
ettim… Her şeye rağmen bu günlere kadar getirmeyi başardım… Yaşadığım sürece de
okumaya, düşünmeye, yorumlayıp yazmaya devam edeceğim…
…
ÖZGÜRLÜĞÜM HİÇ BİR ŞEYE
DEĞİŞMEDİM; ÇUKUBİRLİK BASIN
DANIŞMANLIĞINI RED ETTİM…
Çukurova Tarım Satış
Kooperatifleri Birliğinin en parlak yılları devam ediyordu…
Genel müdür olarak kurumun
başına gelecek olan Mustafa Haşim Boyacı’ya önceden Erol Erk’i anlatmışlar; o
da akıllı insan, böyle tehlikeli bir gazeteciyi yanına çekmeyi düşünmüş olmalı…
Daha işe başlamadan Erol
Erk’le görüşmek ve onun safında yer almaya karar vermiş…
Erol Erk’le birlikte bu gün
bir kısmı arsa, bir bölümü de AVM olan Denizlideki Çukobirlik binalarının
bulunduğu yere gittik…
Göreve kısa zaman sonra
başlayacak olan genel müdür;
-Bana iyi bir basın danışmanı
lazım…
Siz kimi önerirsiniz?
-Benim önereceğim kişi, şu
anda burada yanımdaki Abdulkadir Kaçar, dedi…
Genel müdür gözlerini bana
dikti; iyice inceledi…
Uzun uzadıya vaatlerini
sıraladı…
Kurumun elemanı olursam
yıllık şu kadar yağ, şu kadar bez, şu kadar diğer ürünlerden alacağım anlattı…
Maaşımı kendimin
belirleyebileceğimi söyledi…
Uzun düşündüm ama “EVET”
sözünü söylemedim…
Dönüşte otomobilimde Erol
Erk’te düşüncesini sordum şunları anlattı…
-Abdulkadir’ciğim, iyi düşün
bak orada devlet kurumunda memur olacaksın…
Özgür gazetecilik yapamazsın…
Sen akıllı ve önü açık,
yarınları aydınlık olan bir gazetecisin
Ama orada hem devlet memuru
damgasını yersin, hem de yaratıcılığın ölür…
Benim görüşüm senin özgür
gazetecilik dalında büyük işlere imza atmandır…
Ama hangi kararı verirsen baş
tacımsın…
Genel müdür henüz işe başlamadığı
için on beş günlük düşünme sürem vardı…
Uzun hesaplarımın sonunda
özgür gazetecilik, yaratıcı düşüncede eserler vermeye yönelik kararlar aldım…
Hiçbir kararımdan bu güne
kadar pişman olmadığım gibi bundan da pişmanlığım olmadı…
Oysa dil ucuyla basın
danışmanlığı teklif edilen bazı kişiler orada yıllarca çalışıp emekli olmayı
başardılar…
Ama yaratıcılıkları, özgür
gazeteciliklerinden eser kalmamıştı…
Erol Erk’in hayatımdaki tek
belki de en doğru tek yönlendirmesiydi bu olay…
…
MAFYA İLE YAKIN TEMAS…
DÖNEMİN MAFYASI İNCİBABA
BENİ KORKUTMAYA ÇALIŞTI…
Hürriyet Gazetesinde
çalışırken şefim Cevat Eren orta masa büyüklüğünde, en az 30 kilo ağırlığında
olan telefoto cihazıyla Kahramanmaraş’a gitmemi söyledi…
-Yer altı dünyasının babası
İNCİBABA ihaleye fesat karıştırma suçundan yakalanmış, dedi…
Kahramanmaraş’a gidip,
oradaki muhabirimiz Şeref Turan ile buluştuk…
Birlikte Adliyeye
gittiğimizde, Cumhuriyet Savcısı Mehmet Nabi İnciler’in tutuklanıp cezaevine
konulduğunu söyledi…
O yıllarda Hürriyet deyince
tüm kapılar açılıyordu, savcı bey beni hapishanenin fotoğrafçısı olarak içeriye
girip, İncibaba’nın fotoğrafını çekme formülü üretti…
Hemen uyguladık, içeri
girdim, avluya çıkarttılar kafasını ilk defa peruksuz gördüm…
Çünkü sürekli peruk
takıyordu…
Kafası iki taraftan basık,
yukarıya doğru 5-6 santim yükselmişti…
Fotoğraf çekmek için
makineyle uğraşırken, bana ters baktı;
-Tanıdım seni, dışarı çıkınca
görüşeceğiz diye parmak salladı…
Fotoğrafları basıp İstanbul’a
başarılı şekilde geçtim…
Ama onun gözümün içine
bakarak yaptığı tehdidi birazcık rahatsız etmişti…
Hürriyet gazetesinin birinci
sayfasında İncibabanın fotoğrafı benim imzamla yayınlanmıştı…
Aradan4-5yıl geçti, Erol Erk’
in Yeni Güney Haberinde sorumlu yazı işleri müdürüydüm…
Beni acil olarak odasına
çağırdı;
-Abdulkadir hemen arabanı
hazırla Mersin’e gideceğiz birlikte, dedi…
Yola çıktık, benzin falan
aldık, ilerlerken;
-Sen Babayı gördün mü, dedi…
-Hangi baba dedim?
-İncibabayı…
Sesimi çıkartmadım, Mersinde
yine ihaleye fesat karıştırmış…
Başkan Okan Merzeci ile
arasını Erol Erk’in bulmasını istemiş…
O nedenle Mersine gittik…
Mersin Otelinin önünde
durdum, otomobilin her iki tarafında 5’er kişi oluştu…
Kapılarımızı açtılar,
aracımızı park edeceklerini, bizim otele girmemizi istediler;
Ama ben çekiniyordum…
Otelin içine doğru ilerlerken
ben Erol Erk’in arkasında biraz da uzaktan yürüyordum…
Neyse otelin en karanlık
köşelerinden birinde Erol Erk’le İncibaba buluştular…
Ben yüzümü dışarıya dönük
oturdum…
Bir saatten fazla Erol Erk
belediye başkanı Okan Merzeci’yle telefonda konuştu…
Orada beklediğimiz zaman
benim için sanki bir yıl gibi uzun geldi…
İncibaba adamlarına talimat
verse;
-Bu gazeteci benim
Kahramanmaraş cezaevinde fotoğrafımı çekmişti…
Dövün, vurun, öldürün dese
orada beni anında linç ederlerdi…
Görüşme bitti, hızla otelden
çıktık, otomobilimizi adamları getirdi, binip Adana ya döndük…
İncibaba ile Okan Merzeci
Başkanın durumunu sorup öğrenmek bile istemedim…
Erol Erk bana çok zor bir
olay yaşatmıştı…
Zaten Türkiye deki yer altı
dünyasının tüm kabadayılarıyla Erol Erk her zaman iletişim halindeydi…
Ama benim yasadışı işlerde
hiç yoktum, olmadım, olmam, olmayacağım…
Bana Erol Erk seni lekeler
diyenlerin aksine alnımın akıyla mesleğimi yapmıştım…
Olayın başka bir boyutuna
gelince; yaşadığım bu haksızlıklar, bencillikler, insanların kişisel hırsları
ve hakkımın yenilmesi karşısında kendime şöyle bir söz vermiştim;
-Gazetecilik mesleğime
aşığım, hiçbir engel, entrika, hakkımın ödenmemesi gibi ilkel, kasıtlı,
bilinçli davranışlar beni bir saniye bile yıldırmayacak ve de yıldıramayacak…
Çocukluğumdan beri hayalini kurup, başarıyla sürdürdüğüm görevimi gittiği son
noktaya kadar taşıyacağım; her meslektaşım için onur belgesi olan sürekli kartı
mutlaka alıp ömür boyu taşıyacağım… Bu inançla medya mensubu olarak yoluma
aralıksız devam ettim… Her şeye rağmen bu günlere kadar getirmeyi başardım…
Yaşadığım sürece de okumaya, düşünmeye, yorumlayıp yazmaya devam edeceğim…
…
…
GAZETECİLİKTEN
TELEVİZYONCULUĞA İLK BEN GEÇTİM…
ADANA NIN İLK ÖZEL ART
TELEVİZYONU HAYATIMI
KURTARDI…
Başarıyla sürdürdüğüm
gazetecilikte devam hızla ediyordum; ekonomik olarak çalışanları
süründürüyorlardı…
Özellikle Oğuz Baytok ve
Artist Rıza’ nın yönettikleri dönemde Ekspres Gazetesinde yıllarca 9 ay geride
maaş aldığım dönemleri unutamam…
1990’ lı yıllar ülkemizin
özel radyo ve televizyonlarla tanıştığı dönemdi…
Adana da ilk özel televizyon
olan ART(Adana Radyo Televizyonu)nu kuran, iş adamı, politikacı Mustafa Göçer
ağabey ile yıllardır tanışıyorduk…
Bir gün beni işyerine davet
etti;
-Abdulkadir ben televizyonu
kurdum ama bu işi bilen yok…
Sen benim en yakından
tanıdığım başarılı bir gazetecisin…
Gel televizyonun başına geç,
kaç lira istiyorsan vereyim, dedi…
Güvendiğim, akıllı, saygılı,
dürüst bir insan olduğu için hemen kabul ettim…
Zaten o yıllarda çalıştığım
Toros Gazetesi de maaş ödeyemiyordu…
Benim için tam bir kurtuluş
kapısı olmuştu…
5 yıl aralıksız haber
müdürlüğü, yayın yönetmenliği yaptım…
Televizyondaki her türlü tüm
yetki bendeydi, program akışını her gün ben belirliyordum…
Haberleri ben hazırlıyor
spikerleri yönlendiriyordum…
Adana ya siyasi liderler
gelmeden önce il başkanları bizi ziyaret ediyorlardı…
Liderlerinin konuk almamızı
istiyorlardı…
O liderler arasında Merhum
Alpaslan Türkeş, Necmettin Erbakan, Murat Karayalçın başta olmak üzere hemen
tüm liderlerle saatler süren canlı yayınlar yaptım…
…
NECMETTİN ERBAKAN
“KOZAN ASILLIYIM” DEDİ…
Liderler Adana mitinge ya da
parti toplantısına gelmeden önce parti il başkaları ART Televizyonundan randevu
isterlerdi…
Televizyon özel olduğu için,
her şey patronun isteğine bağlı ve iki dudağının arasındaydı…
Hele de bir parti liderini
yeni kurulan televizyonda konuk etmek, o kuruluş için en büyük onurdu…
Bir günde yine politikacılar
ziyaretimize gelmişti;
-NECMETTİN ERBAKAN hocamız
geliyor, hangi saat uygun olursa canlı yayına alırsanız mutlu oluruz, derlerdi…
Adana’ya gelmeden önce Prof.
Dr. Necmettin Erbakan’a da yayın saati ayarlanmıştı…
Daha önceki yıllarda Sayın
Erbakan hocayı Beyaz Saray Tesislerinde parti il yönetimiyle yaptığı
toplantıdaki 3 saatlik bir konuşmasında dinlemiştim…
Amerikan Dolarını eline alıp,
bu paradaki simgelerin neler anlattığını sahnede uzun süre ifade etmişti…
Orada hocaya hayranlığım daha
da çok artmıştı…
Liderlere yakınında bulunmak,
özel sohbetlerini dinleyebilmek, her insan, özellikle de biz gazeteciler için
daima bulunmaz muhteşem bir fırsattır…
Adana’ nın ilk özel
televizyonunda haber müdürü olarak bu şansı bir kez yakalamıştım…
Hocayı televizyonlarda her
gün görüyordum…
Ama kanlı canlı yanında
oturup 2 saat boyunca sorular sorup canlı yayın yapmak muhteşemdi…
Zaten soruya da fazla
ihtiyacı yoktu;
Akıcı, pratik ve şiirsel
Türkçesi zaten eşsizdi…
Muhteşem beyni ile aralıksız
şekilde otomatik olarak memleketin her sorununu diğer parti liderlerinden
farkla anlatıyordu…
Çay molası için 15 dakikalık
ara verildiğinde, hoca yetkili arkadaşa işaret etti;
-O haritayı buraya getir,
dedi…
Önümdeki masada Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin çok farklı bir haritasını açtı…
Her il ve ilçenin üzerinde
çeşitli simgeler yer alıyordu…
Hoca gözümün içine bakarak
özellikle bana izah ediyordu;
-Bakınız, beyefendi işaretli
bu bölgelerin tamamı madenlerle doludur…
Allahın izniyle iktidara
geldiğimizde, altın, gümüş, demir, bor vs madenlerimizi çıkartacağız…
Böylece ülkemizi ve halkımızı
refaha kavuşturmak ilk işimiz olacaktır…
Program süremiz sular seller
gibi akıp geçmişti;
Hocanın kanlı canlı, bedeni
ve ruhuyla iki saate yakın yanında bulunmak muhteşem bir deneyimdi…
Memleket meseleleri konusunda
ağzından her zaman olduğu gibi mallar akıyordu, heyecanla, dikkatle,
hayranlıkla dinlemek ayrıcalığına ulaşmaktan çok mutluydum…
Program bitip vedalaştığımız
sırada da son cümle olarak özelde bana şöyle dedi;
-Herkes farklı bilse de ben
Kozan asıllıyım; atalarım Çukurova’ lıdır…
Hoca vedalaşıp giderken
muhteşem bir liderle, onun sözlerle çizdiği güzel Türkiye’min hayalleriyle baş
başa kalmış, günlerce etkisinden kurtulamamıştım…
…
TÜRKEŞ ÇOCUKSU VE SEMPATİK
GÜLÜYORDU…
Adana nın ilk özel kuruluş
olan Art(Adana Radyo ve Televizyonu) televizyonunda unutamadığım liderlerden
birisi de Milliyetçi Hareket partisinin genel başkanı Sayın Alpaslan Türkeş’ti…
İl yöneticileri o gelmeden
önce bizden randevu almışlardı…
Her zaman televizyonlardan
izlediğim, bazı açık oturumlarda da, çatık kaşlı, ağır konuşan, tam bir komutan
olan Sayın Türkeş’le yayın yapacağım saati heyecanla bekliyordum…
Randevu saati geldiğinde,
televizyon patronları ve çalışanlar olarak ekibiyle birlikte stüdyonun
kapısında karşıladık…
Ellerini saygıyla sıktık,
ikramlarda bulunduk…
Son derece kibar, saygılı,
tam bir beyefendiydi…
Aynı özellikleriyle gelip
canlı yayın koltuğunda yerini aldı…
Canlı yayını yine ben
yönetiyordum…
Soruları da sadece ben
sordum…
Ülkemizin sorunlarına
bakışını, MHP’ nin çözüm önerilerini yavaş, kibar, bilgece ama herkesin
anlayabileceği bir güzellikte anlatıyordu…
Hayatı Türkiye’ deki zorlu
olaylarla şekillenen, her türlü sorunları başarıyla geçerek günümüze kadar
gelen efsane liderle canlı yayında iki saat gibi sürede yanında oturmak büyük
mutluluktu…
Diğer televizyon kanalların
da olduğu gibi; ekranlara yansıyan görüntüsündeki gibi ciddi, kararlı, davudi
ses tonuyla konuşuyordu…
Bende bu tarihi olayın içinde
bulunmaktan büyük mutluluk duyuyordum…
Her gazetecinin yaşaması
gereken başarı sadece benim elde ettiğim güzel bir durumdu…
Başka bir ifadeyle Sayın
Türkeş’e yakın olmanın, tanımanın ve elini sıkmanın ayrıcalıklı gazetecisi
olduğum için seviniyordum…
Program arası verildiğinde,
Alpaslan Türkeş gitti, yerine, sempatik şekilde gülümseyen bilge bir insan
geldi…
Aman Allah’ım, onun gülüşünün
bu kadar sempatikti…
Bilgece gülümsemesiyle
insanlara ne kadar da pozitif mesajlar veriyordu…
Onu çok yakınında bulunup o
gülümsemesini izlemekten büyük sevinç duymuştum…
Bu olaydan şunu anladım;
İnsanların bir topluma
gösterdikleri yüzleri var;
Bir de çevresinde güvenip
iletişim kurdukları insanlara gösterdikleri çok farklı ve samimimi yüzleri
vardı…
Özellikle, hem Refah Partisi
Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Hem de MHP lideri Sayın Alpaslan Türkeş’le
2 şer saatli televizyon baş başa canlı yayınlar yapan sorular soran tek
gazeteci olarak bu özelliklerini çok yakından gözlemeyi başarmıştım…
Hayatımı adadığım bu meslekte
ulaştığım güzel noktalardan bazılarıydı…
Her zaman mesleğimle onur
duydum; bin defa dünyaya gelsem aynı medya sektöründe çalışmayı seçerdim…
…
MİLLETVEKİLİ TİMURÇİN
SAVAŞ’IN
KÜLTÜR BAKANLIĞINA KATKIM…
O yıllarda özel televizyonlar
muhteşem biçimde izleniyordu…
Her gece konuklarla canlı
yayınlar yapıyordum…
O liderlerden biri de Sodep
Genel Başkanı Murat Karayalçın’ dı…
İki saati aşan canlı yayında
ona şöyle dedim;
-Sayın Genel Başkanım, Adana
DYP ye 10 tane milletvekili verdi…
Sayın Demirel Adana’ya bir
bakanlık bile bize vermedi…
Sizden bir ricada
bulunacağım…
Şu kameraya bakarak, halka
söz vermenizi diliyorum…
Eğer siz iktidara gelirseniz,
Adana ya bir bakanlık vereceğinizi söyler misiniz?
-Söz, dedi Karayalçın…
Seçimler sonunda koalisyon ortağı oldu…
Adana Milletvekili Timurçin
Savaş’ı Kültür Bakanı yaptı…
Adana’ya da böyle bir katkı
sunduğum için mutlu oldum…
Adana nın ilk televizyonu
olarak halk bizi çok seviyordu…
Küçük bir vericiyle kenti
sallıyorduk…
Daha sonraki yıllarda Mustafa
Göçer, esprili şekilde;
-Abdulkadir seni çok severim,
oğlum televizyonu ben kurdum, sen ünlü oldun diye düşüncelerini sevgiyle ifade
etmişti…
Hala sokakta
karşılaştığımızda 30-40 metreden kollarını açarak kucaklar sevgi ve saygıyla
davranır…
Beni hala çok sevdiğini,
saygı duyduğunu itiraf eder…
Aynı şekilde bende Göçer
kardeşlere karşı sevgim saygım daima sonsuzdur…
Yıllarca birlikte çalıştık,
incitme, kırma, kötü söz söyleme gibi bir olumsuzluklarını hiçbir zaman ben
görmedim, diğer insanlara bakışlarında da böyle davranmadılar…
Çukurova’nın yetiştirdiği
dürüst, çalışkan, işlerini saygıyla yapan güçlü bir ailedir…
…
TARİKATÇI…
MÜSLÜM GÜNDÜZ KORKUSU…
ART Televizyonunda çalıştığım
yıllarda; yeni bir tür tarikat akım vardı…
Saçları omuzlarından aşağıyı
bellerine kadar uzanıyordu…
Sakalları da aynı şekilde
ilginçlerdi…
Ellerinde boylarından daha
büyük sopalarla Türkiye de şehirleri dolaşıp, kendi propaganlarını yapıp
taraftarlar toplamak için gösteri yapıyorlardı…
Ben de gazetecilikten
televizyon ekranlarına geçen kişiydim…
Kimseler bu işi bilmiyordu…
O nedenle günde iki bazen üç
kez çeşitli programlarla ekrana çıktığım için çok yoruluyordum…
Ayrıca klima henüz
televizyonda yoktu, sadece vantilatörle serinliyorduk…
Ama sırtım isilikten pişmiş
gibiydi…
Her tarafım perişan olmuştu…
Neredeyse ölecek kadar
yorulup kendimi zor atmıştım ki;
Az sonra patron Gürkan Göçer
telefonla aradı;
-Abdulkadir ağabey ünlü
tarikat lideri Müslüm Gündüz televizyona geldi…
Onunla canlı yayına çıkmaya
kimse cesaret edemiyor…
Programa senin çıkmanı
istiyorum…
Acil olarak gelirsen bu işi
ancak sen halledersin…
Saat 23 falandı, belki daha
da geçti…
Mesleğime aşkla bağlı olduğum
için koşarak tekrar geldim…
Müslüm gündüz yanındaki aynı
tipteki 20-25 genç ve uzun saçlı-sakallı müridiyle beni karşıladı…
Yayın öncesi çok iddialı
konuşmaya başladı;
-Ben şimdi yapacağım
konuşmayla hükümeti devireceğim, bitireceğim, yok edeceğim, Türkiye’yi
sallayacağım dedi…
Sakince, gayet akıllı biçimde
söze girdim;
-Aman Müslümbey yapmayın,
bizi bağlayan 10 binden fazla ceza yasası var…
Program sürerken polis gelip
seni de beni de tutuklarlar, deyince ikna oldu…
2 saatten fazla süren program
başarıyla tamamladım…
Sonraki yıllarda Müslüm
Gündüz Fadime Şahin ile basıldı…
Müslüm Gündüz’ ün ve kendine
eşlik eden genç tayfasının aslında bir devletin projesi olduğu anlatılmıştı…
…
AÇ KALAN İŞSİZ VATANDAŞI
İNTİHARDAN KURTARDIM…
ART Televizyonunda tek
yetkiliydim…
Her şeyi ben programlayarak
yönetiyordum…
Elimizdeki, çok küçük bir TV
vericiyle, yaptığız haberler ve programlarla Adana’yı her gece sallıyorduk…
Halk TRT ve özel
televizyonlardan daha çok bizi izliyordu…
Akşamüzeri haberleri yazarken
bir izleyici telefonla aradı;
-Abdulkadir beyle mi
görüşüyorum?
-Benim, buyurun, dedim...
-Büyük PTT nin önüne bir
kameraman gönderebilir misin?
-Neden, kamerayı ne
yapacaksın ki?
-Ben evliyim, iş bulamıyorum,
PTT binasının üstüne çıkıp aşağıya atlayacağım…
İntihar etmemi
görüntülemenizi istiyorum, dedi…
-Sen telefonu kapat hemen
buraya gel söz veriyorum sana ben iş bulacağım, dedim…
Her gün 18: 00 de ”YEREL
BASINDA ADANA” programımda gazeteleri okuyor ve yorumlar yapıyordum…
Canlı yayına intihar etmek
isteyen kişiyi yanıma aldım şöyle dedim;
Şöyle bir anons yaptım;
-Değerli izleyiciler, bu
arkadaşımız işsiz, benden kamera istedi, PTT binasının tepesinden atlayıp
intihar edecekti…
Ben engel oldum sizden şimdi
ricam;
Sadece bu kardeşime iş
verecek kişiler telefonla arasın…
Şu anda telefonumu açıyorum
dedim…
15 dakikalık canlı yayın
programımda 15 ayrı iş bulundu…
O arkadaş çok mutlu oldu…
İstediği ve seçtiği işlerden
birinde yıllarca çalıştı…
Şu anda hala yaşıyor…
Adana sokaklarında bazen
karşılaşıyoruz, boyu kadar kızları, torunlarıyla mutlu şekilde görüyorum…
Beni görünce gülümsüyor,
bazen sohbet ediyoruz…
Çok mutlu şekilde de hayatını
sürdürüyor…
Medya mensubu olmanın
güzelliklerinden birisi de budur…
İnsanlar arasında iyilikler
yaymak, iyiliklere aracılık etmek, yardımcı olmaktır…
Bu mesleğime âşık olmamın
nedenlerinden biride budur…
Her daim halkın yanında yer
aldım…
Sorunlarının çözümünde
karınca kararınca katkı koymaya çalıştım…
Bazen de başarılı olduğuma
inandım…
…
KAMERAMANIM HAMZANIN
MİNNET TEŞEKKÜRÜ…
ART Televizyonunda günde 2-3
kez ekrana çıktığım günlerde, dört beş kameraman arkadaşımız canla başla,
heyecanla görevlerini kusursuz biçimde yapıyorlardı…
Her biri de pırıl pırıl genç
ve çalışma azmiyle dolu insanlardı…
Gazetecilik okulundan mezun
olan genç kameraman arkadaşım için;
Patron Gürkan Göçer’e hemen
sigorta yaptırmasını rica etmiştim…
Diğer çalışanlar gibi onu da
hemen sigorta yaptırmıştı…
Hamza kardeşimin sigortasını
kontrol etmek için SSK Hastanesine sevk kâğıdı alarak götürmüştüm…
Sigortalılığı resmi olarak
kanıtlanmış, rahatlamıştık…
Aradan yıllar geçti, Hamza
memleketi olan Mersin’e döndü…
Anılarımı yazmaya başladığım
bu günlerde yaptığımız telefon konuşmamızda emekli olduğunu söyledi…
Nasıl olduğunu sorduğumda da;
-Ağabey senin önerin, Gürkan
Göçer’ in sigortalı yapmasıyla primlerimi doldurup emekli olmayı başardım…
Binlerce, ama binlerce kez
teşekkür etti…
İnsanın bazen küçük bir
yardımı, böyle güzel ve ömür boyu mutluluk verecek sonuçları ortaya çıkartıyor…
Hamza şu anda Mersin de
ailesiyle mutlu şekilde hayatına devam ediyor…
…
GENÇ PATRONUM HACI SABANCIYLA
BENİ
ÖLÜMDEN KURTARDI...
Adana’ nın ilk özel
televizyonu olan ART’ de tek yetkiliydim…
Programları, haberleri, canlı
yayına katılacak konukları ben ayarlıyordum;
Çünkü televizyon sahipleri
bana tam olarak inanıyorlardı…
O günlerde Adana Sanayi Odası
Başkanı Hacı Sabancıyı programa davet ettim…
Saat 20;00 de televizyonun
kapısı çaldı, açtık, Hacı Sabancı tek başına karşımda duruyordu…
-Hoş geldiniz efendim,
buyurun, dedim; ekledim korumanız falan yok mu?
-Yok, ağam, Adana da bizi
herkes tanır…
Korumaya ne gerek var? Dedi…
Program öncesi sohbetimize
ART Televizyonun sahiplerinden Gürkan Göçer de katılmış ve mutlu olmuştu…
Canlı yayın başladı, Adana
sanayisiyle ilgili olarak 20 ye yakın sorular yönelttim…
Hepsine de son derece kibar,
nazik, beyefendice ve bilgece yanıtlar verdi…
Televizyonumuzun yeri, bu
günkü yeni Adliyenin arkasındaki binanın 9.katındaki bir apartman dairesiydi…
Salon stüdyomuzdu…
Giriş holünde misafirleri
ağırlıyorduk…
Program yaklaşık bir saat
kadar sürmüştü…
Bitmesine 4-5 dakika kala,
dışarıdan tartışma sesleri gelmeye başladı…
Ben de tedirgin olmuştum…
Sonunda program bitti;
Stüdyonun kapısından dışarı
çıkarken, Gürkan Göçer ayağa kalktı, asansöre doğru olan kapıyı açtı;
-Abdulkadir Ağabey, Hacı
beyle siz hemen çıkın…
Size çok teşekkür ederim
dedi…
Hızla biz televizyon
dairemizi terk ettik…
Daha sonradan öğrendim ki;
Adana nın ilk özel
televizyonu çok ilgi görüyordu…
Bizim canlı yayınımız
sırasında 4-5 kişilik doğulu vatandaşlar gelmişler…
Gürkan beyin yani patronun
masasına silahları koymuşlar;
-Bizde Kürtçe Türküler
söyleyeceğiz, demişler…
Israr ettiklerinde de
tartışmada sesler yükselince patron da kendi silahını çıkartıp masaya koymuş…
-Sıkın yüreğiniz yetiyorsa,
diye tartışırken, biz dışarı çıkmıştık…
O gün televizyonumuz Gürkan
Göçer’ in sağduyulu, yürekli ve ustaca yöntemiyle sorun ucuz atlatılmıştı…
Daha farklı olaylar
gelişebilir, belki cinayetler işlenip, ölür, ya da öldürülebilirdik, ömrümüzün
kalan bölümünü de demir parmaklıklar arkasında geçirmeye hüküm giyebilirdik…
Medya mensubu olmak patron
konumunda bulunmak bazı sorumluluklar, akıllı davranışlar gerektiriyor…
Bu konu da olayı somut
biçimde kanıtlamış oldu…
…
SAKIPAĞA SIRTIMI SIVAZLADI;
“ASLAN HEMŞERİM…”
Kocaeli Sanayi Odası Türkiye
de Sanayi konulu bir fotoğraf yarışması düzenlemişti…
Benim fotoğrafımda ödül
almıştı; tören için çağrıldığım için davet edilen kente gittim…
Muhteşem bir gece olmuştu;
Türkiye nin her yerinden gelen iş adamları, ödül alanlar fotoğraf sanatçılar
buluşması çok renkli geçti…
Herkes Türkiye nin en büyük
sanayisi olduğu için Sakıp Ağanın salona girince çevresini pek çok kişi
sarmıştı…
Herkesin sorularına yanıtlar
yetiştiriyordu…
Pozitif bir insan olduğu
için, güleç yüzü ve bilgece ifadeleriyle salondakilerin ilgi noktası olmuştu…
Ödül töreni başlamadan önce
salona gelen Sakıp Ağa ile ayaküstü bir söyleşi yaptım…
Benim ödül aldığımı ve
Adana’dan geldiğimi, gazeteci olduğumu öğrenince sırtımı sevgiyle sıvazladı;
-ASLAN HEMŞERİM… TEBRİK
EDERİM… SENİNLE GURUR DUYUYORUM… BİR ADANALI OLARAK DAHA NİCE ÖDÜL ALMANI
DİLERİM, demişti…
Ödül töreninde plaketimi
alınca mutlu olmuştum…
Birlikte gittiğim arkadaşımla
o gece İstanbul’a devam etmiştik…
Genç bir gazeteci olarak
ödüllerimin sayısın arttırmak için gece gündüz çalışmaya aralıksız devam ettim…
Anılarımı yazdığım tarihe
kadar gazete, radyo TV programcılığı, gazete haberi, yazdığım makaleler, haber
fotoğrafları konusunda 43 ödül almayı başarmıştım…
…
ADANA’ NIN ÖZEL VE
YEREL TELEVİZYONLARI…
O yıllar Türkiye’nin özel
radyo ve televizyonlarla tanışma dönemiydi…
İl özel yerel televizyon
ART(Adana Radyo Televizyonu sahibi Gürkan ve Mustafa Göçer kardeşlerdi)
Daha sonra Metro Televizyonu(Sahibi
Turgay Develiydi)
Tempo Televizyonu…
Kanal-A Televizyonu(sahibi
Semih Mirel’ di)
Ama uzun yıllar yazılı
basından görsel yayın olan Televizyonculuğa geçen ilk kişiydim…
Kimseler bir şey bilmiyordu;
ben de düşüncelerimi sadece daktiloda yazarak haberleştiriyordum…
Oysa konuşmak, düşüncelerimi
sözlü ifade etmem, şiirsel ve akıcı konuşmam gerekiyordu…
Bu konuda Adana Büyükşehir
Belediyesi Tiyatro Müdürü olan İsmail Timuçin’ kardeşimle uzun uzun görüşmeler
yaptım…
Onun verdiği taktik ve
diksiyon çalışmalarımı evde her gün tekrarladım…
Ağzıma kalem alıp, ya da
birkaç küçük çakıl taşı koyup seri halde konuşma yeteneğim gittikçe arttı…
Yine o dönemde bir petrol
istasyonun reklamı vardı…
Bir genç kızla delikanlı
şapkalarını giyip karşılıklı diyaloglarla reklam filminde kuruluşlarını
anlatıyordu…
Adana nın ilk televizyonu,
ilk haber müdürü olarak, yanıma bayan spiker arkadaşımla şapkamızı giyip
sokaklarda söyleşi yaptık…
Halk ilk defa televizyon
kamerası, ilk defa mikrofon, ilk defa bizi sunucu olarak karşılarında
görüyordu…
Programımız inanılmaz
yoğunlukta izlenme rekorları kırmıştı…
Benim günde en az iki defa
ekrana çıkmam, çeşitli programlar yapmam diğerlerine örnek, rol model olmuştu…
Hatta Metro Televizyonu beni
transfer etmek istedi, görüşmelerimiz oldu ama ben ART de rahattım, param
ödeniyordu, tam yetkiliydim…
Diğer televizyonlar birer
ikişer yıl arayla yayına başladılar ama ekrana çıkan her meslektaşım, benim
ekrandaki rolümü oynuyordu…
Bu yönümle de her zaman gurur
duydum…
Adana nın ilki özel televizyonu;
ART Televizyonu(sahibi Mustafa ve Gürkan Göçer kardeşlerdi)…
Daha sonra KÜPELİ TV oldu…
KÜPELİ TV de daha sonra
ÇUKUROVA TELEVİZYONU olmuştu…
Tempo Televizyonu
(sahibi Ömer Bilgin’di)
TATLISES TV oldu…
AKDENİZ Televizyonu(Sahibi
Yüksel Evsen’ di…)
DUYAN Televizyonu( Mehmet
Çelebi’ydi…
Çok kısa ömürlü oldu, 20-25
gün yayın yaptı, sonra sahibi olan kişi geldiği Almanya ya geri döndü)…
…
KANAL-A TELEVİZYONU
EL DEĞİŞTİRDİ…
KANAL-A TV’ NİN SATIŞINI
CANLI YAYINDA BEN DUYURDUM…
ART Televizyonunda 5 yıl civarında
Haber Müdürü ve yayın yönetmeni olarak çalıştım…
Daha sonra her kurumda
gerçekleşebileceği gibi biraz soğukluk yaşanınca, kendi isteğimle ve hatta ısrarımla ayrıldım…
Bir süre sonra Adana nın
ikinci özel kurumu olan KANAL-A da Ekspres ve Toros Gazetelerinde sayfa
sekreteri olarak görev yapan ve yıllarca birlikte çalıştığım Nahit Yıldır
aradı…
-Televizyonumuzun sahibi
Semih Mirel seninle görüşmek istiyor dedi…
Hemen gittim, anlaştık sabah
gazete programı yapmaya karar verdik…
Mediha Olgun Karaca gazeteleri
okuyor, ben de yorumlar yapıyordum…
Onunla ilk görüşmemde şöyle
dedim;
-Mediha sadece öldüğün gün
programa gelmeyebilirsin…
Ağlamıştı, çok üzülmüştü, ama
benim söylediğimin doğru olduğunu defalarca kabul etmişti…
(Mediha daha sonra Filistin’e
yardım götüren Mavi Marmara gemisinde İsrail askerlerinin yaptığı baskında
hayatını kaybedenlerle ay gemide bulunan gazeteciydi…
Bir başka konu nedeniyle
cezaevine de girmişti)
Programımız muhteşemdi, sular
seller gibi geçiyordu…
Her sabah yerel ve yaygın gazeteler
televizyona geliyor, ben okuyacağı haberleri bir saat önceden işaretliyordum…
Aradan çok uzun olmayan bir
zaman geçmişti ki;
Biz sabah programına ara
verdiğimiz sırada Semih beyin beni odasına çağırdığı iletildi…
Son derece kibar, nazik olan
Semih Beyin yanına hemen gittim…
-Abdulkadir bey, piyasada bir
fısıltı olarak dolaşıyor…
Bu olay bu gün gerçekleşti…
Yayında Kanal-A televizyonu
bu gün ADANA GÜÇBİRLİĞİ VAKFINA SATILDI, EL DEĞİŞTİRDİ, der misiniz?
-Tamam, efendim, hemen
söylerim, dedim…
Bu tarihi duyuruyu canlı
programdı yaptım…
Adana Güçbirliği Vakfı
Başkanı olan Ümit Özgümüş yönetiminde de KANAL-A televizyonunda, yeni yönetimle
de mesleğimi aşkla, tarafsız, gönüllü olarak yapmaya aralıksız devam ettim…
Daha sonraki yıllarda KANAL-A
televizyonun Alman firmasına izlenme araştırması yaptırdı…
Televizyon en çok izlenen
kanal oldu;
Program adı hatırlatılarak
yapılan araştırmada benim haftada iki üç kez ekrana gelen “YAŞAMIN İÇİNDEN”
programım en yüksek puanı alıp birinci olmuştu…
…
VATANDAŞ HAYRETETTİ(Abdulkadir
Kaçar’ın elinde sihirli değnek var)…
TEDAŞ’IN SİHİRLİ HİZMETİ…
Kanal A Televizyonunda
çalıştığım günlerde bir Tekin Yavuz isimli bir izleyicim aramıştı…
-Abdulkadir Ağabey, ben
Ceyhan ın Kurtkulağı Köyündenim…
Bizim orada TEDAŞ çalışanlarının
inanılmaz bir kin ve nefret uygulaması var…
-Nedir?
-Ağabey bizim köyde yıllardır
elektrik var, ama benim akrabalarıma yani soyadı “YAVUZ” olan beş aileye,
partilerine oy vermediler diye TEDAŞ yıllardır elektrik vermiyor…
-Nasıl, yani köyün tamamında
elektrik var, ama bazı TEDAŞ yöneticileri sizin akrabalarınıza bu nedenle zıt
gitmiş, 3-4 ailenin evine direk çekip elektrik bağlamıyorlar…
-Evet, ağabey tam da öyle…
Akrabalarımın okula giden
çocukları akşamları ders çalışamıyor…
Küçük tüpün üstüne babası
kalaylı kâğıdı 30-40 santim boru şeklinde sabitliyor…
O tüpün ışığında yeğenlerim
ödevlerini her an patlamaya hazır bir bomba gibi olan tüpün ışığında
yapabiliyorlar…
-Peki, gerekli yerlere
şikâyet edildi mi?
-Edildi ama TEDAŞ’ın o
bölgedeki yetkilileri kin ve nefret ettikleri bizim sülaleye bir türlü elektrik
vermiyorlar…
Yani akrabalarım ortaçağdaki
gibi karanlıkta yaşıyorlar, ne buzdolapları var, ne de elektrikten
yararlanabiliyorlar…
-TEDAŞ’ ın yetkililerinin
böyle keyfi hareket etmesi mümkün değil…
Senden ricam, hemen
Kurtkulağı Köyüne gidelim, kameraman arkadaşımla birlikte haberini hazırlamak
istiyorum…
-Mutlu oluruz, büyük iyilik
yapmış olursun ağabey…
Ertesi gün köye gittiğimizde,
gerçekten de soyadı “YAVUZ” olan dört beş ailenin evine elektrik veriliyordu
verilmemişti…
Neden verilmediğini de TEDAŞ’
yetkililerinden bazılarının keyfi olarak böyle davranıp insanları bilerek,
isteyerek, kasıtlı şekilde mağdur ettiğini görünce daha da şaşırmıştım…
Vatandaşlarla söyleşi yapmaya
başlarken, birisi elinde gaz lambasını getirdi;
-Neden elektrik verilmiyor
size, nasıl aydınlanıyorsunuz diye sorduğumda, gaz lambasını sinirli şekilde
yere çarparak, hızla atarak parçaladı…
-TEDAŞ’ ın buradaki
yetkililerinin bizim sülalemize kinleri var; seçimde kendilerine oy
vermediğimiz için; yıllardır bizim sülalemizdeki ailelere elektrik çekilmedi…
Biz orta çağda yaşıyoruz,
dedi…
Sonra da gece çocuklarının
ders çalışmasını gösterdi; küçük tüpün üstüne kalaylı kâğıdı boru yapıp, evi
aydınlattığını ve ödevlerini yaptığını söyledi… Gerçekten de durum faciaydı;
-Ya bu küçük tüp, ders
çalıştıkları sırada patlasa, ya da evi havaya uçursa ne olacaktı?
Bir sürü sorular sordum,
inanılmaz yanıtlar aldım… Olay tam bir faciaydı…
Harika bir haber
hazırlamıştım, hemen aynı gün 19;30 haberlerinde KANAL-A televizyonunda
yayınlandı…
O yıllarda Adana Valisi Olan
Oğuz Kağan Köksal ve TEDAŞ bölge müdürü de izlemişti haberi…
İnanılmaz ama ertesi
sabahleyin erkenden, o sülalenin olduğu sokağa hemen direkler dikildi, akşam
elektrikler verildi, aileler ve çocuklar inanılmaz büyük mutluluk yaşamışlardı…
Bana da defalarca teşekkür
ettiler, çok büyük minnet duyduklarını hala anlatırlar…
Hatta benim için;
-ADAMIN NASIL BİR SİHİRLİ
SOPASI VARMIŞ, DOKUNDU HAYATIMIZI DEĞİŞTİRDİ, ifadeleri bana kadar ulaşmıştı…
O yıllarda elektrik sistemi
hala özelleştirilmemişti…
Hantal denilen devlet
sisteminin, hazırladığım haberler sayesinde özel sektörden daha hızlı
çalışarak, vatandaşın sorununu 24 saat bile geçmeden çözmüştü…
Kendini devlet yerine koyan,
yetkisini olumsuz ve vatandaşın zararına kullanan bazı kişilerin de böylece
yetkileri alınmış ve başka bölümlerde görevlendirildiklerini öğrenmiştim…
Belki de gazetecilik ve
televizyonculuk programlarım boyunca en çok onur duyduğum, vatandaşın
sıkıntısının giderilmesine katkımın olduğuna inandığım bir olaydı…
Hala da hatırlarım ve mutlu
olurum…
…
ÇUKUROVA KALELERİNİN
BELGESELİNİ ÇEKMEYİ BAŞARDIM…
Kanal-A televizyonunda
çalıştığım 5 yıllık sürede haftada iki üç program üretiyordum…
Bunlardan birisi okullarda her
yıl geleneksel olarak öğrencilerle yaptığım şov niteliğindeki programdı…
Başka birisi “GÜNAYDIN ADANA”
programımızdı…
Mediha Olgun Karaca
gazeteleri okuyor, ben yorumlar yapıyordum…
(Mediha daha sonra Filistin’e
yardım götüren Mavi Marmara gemisinde İsrail askerlerinin yaptığı baskında
hayatını kaybedenlerle ay gemide bulunan gazeteciydi…
Bir başka konu nedeniyle
cezaevine de girmişti)
Başka bir programım da
“ÇUKUROVA KALELERİ” belgeseliydi…
Osmaniye’den Silifke’ye,
Kozan’ dan Karataş’a kadar olan bir Çukurova bölgesindeki 20’ ye yakın kalenin
belgeselini çektim…
O programlarımın çekiminde
her zaman yanımda olan, katkıda bulunan Yusuf Beklen ve Kudret Sönmez’ e
kardeşlerime teşekkür etmem gerekiyor…
Çünkü ileride yaş alıp,
kalelere çıkamayacağımı hesaplamıştım; anılarımı yazarken sağlığım iyi ama yine
de ileriyi düşünerek bu şekilde davranmam yerinde olmuştu…
Çeşitli dönemlerde ve
toplantılarda Adana valilerine şöyle öneride bulunmuştum;
-Adana da turizm zayıf denir,
turistleri çekecek değerler yok şeklinde ifadeler kullanılır…
Oysa her biri 1500-2000
yıllık olan ÇUKUROVA KALELERİ bile bölgemize turist çekme konusunda para
biçilemeyen en muhteşem zenginliğimizdir…
Öyle eşsiz bir mimari yapıya
sahip bölümleri vardı ki; usta sanki inşaat araç gereçlerini daha bu gün yeni
alıp orayı terk etmişçesine taze görüntüsü veriyordu…
Bazı kalelerdeki tonlarca
ağırlığındaki taşlar ustaca birbirlerine kusursuzca kenetlenmiş ve sıfır
hatayla duvarları binlerce yıldır ayakta duruyordu…
O taşların arasına bu gün bir
milim kalınlığında bir cismin girmesi mümkün değildi…
Her biri çağında en yetkin,
en ileri teknolojiyi kullanan ustalar tarafından inşa edilmiş şaheserlerdi…
Son yıllarda birkaç kale
onarılmaya çalışıldı ama yetersiz kaldı…
Bana göre Çukurova kaleleri
bir an önce dünya turizmine tanıtılmalıdır…
…
EFSANE BAŞKAN AYTAÇ DURAK…
ÇUKUROVA TELEVİZYONU
YORDU AMA MUTLUYDUM…
Ekspres gazetesi, Erol Erk’in
Yeni Güney Haber Gazetesinde maaşların 9 ay gibi geriden ödendiği dönemlere
mesleğime bir gün bile ihanet etmedim…
En küçük bir tembellik,
vurdumduymazlık, programı aksatma, işe gelmeme gibi bir tepkim asla olmadı…
Tam aksine canla başla işime
bağlıydım…
Koşulların boyutları ne
olursa olsun;
Hiçbir güç beni mesleğimden
soğutamayacaktı…
Aşkla yaptığım görevimi son
noktaya kadar götürmeme hiçbir güç engel olamayacaktı…
Kendime bu konuda söz
vermiştim, her türlü ekonomik sıkıntıya bu nedenle gönüllü olarak katlandım…
2002 yılında çalıştığım
gazeteler, 212 sayılı yasaya göre emekliliği hak etmiştim…
Ama o sürelerde hem ART, hem
de KANAL-A televizyonunda binlerce program yapmıştım…
Şapkamla okul, sokak
söyleşileriyle flaş bir gazete ve televizyoncuydum…
Bu arada STAR ve TGRT
Televizyonundan gelenlere rehberlik yapmıştım, inanılmaz şekilde de
tanınıyordum…
Artık hedefimde, emekli olup
dedemin kurduğu Ceyhan ın Yellibel Köyümüzün ortasındaki evimizin yerine yeni
bir ev yapıp orada yaşamaya, kitaplarımı da orada yazmaya karar vermiştim…
Adana Büyükşehir Belediye
Başkanı Aytaç Durak, basın danışmanı İsmet Ramazan Selçuk aracılığıyla beni iki
defa makamına çağırdı;
-Abdulkadir Kanal-A
televizyonundaki programını beğenerek izliyorum… Çukurova Televizyonumuzda
program yapmanı istiyorum, dedi…
Gazeteci büyüklerimiz bize
daima,
-Aman politikacılardan,
belediye başkanlarından uzak dur… Lekelenirsin diye uyarmışlardı…
Hala da uyarmayı
sürdürüyorlardı…
Oysa kendileri
politikacılarla yatıp kalkıp, sınırsızca çıkar sağlıyorlarmış…
Bende büyüklerimizin bu
düşüncelerine uygun şekilde soğuk duruyordum;
-Başkanım, rahatsızım, emekli
oldum, artık köyüme gideceğim, oraya ev yapıp yerleşeceğim demiştim…
-Boş ver, sonraki yıllarda
gidersin, demişti…
Başka bir konuşmamda da;
-Boyun fıtığım var,
rahatsızlığım devam ediyor, demiştim…
Başkan Aytaç Durak ta;
-Bende de var, iyi olunca gel, demişti…
Aradan iki ay gibi bir zaman
geçmişti…
Aytaç Durak Başkan bir gün
öğle gelmiş…
Makam aracı da evinin yanında
kendini bekliyordu…
Metro Sineması sokağındaki
evinin yanından yürüyerek geçiyordum…
Makam arabasını Ziyapaşa arı
yönüne doğru 40-50 metre geçmişim ki, arkamdan birisi koşarak geldi,
-Abdulkadir ağabey Aytaç
Başkanım çağırıyor, dedi…
Makam arabasının yanında beni
bekliyordu;
-Bin şu arabaya, dedi tatlı
sert biraz da emrivaki…
İki defa teklifini geri
çevirmiştim, Adana nın en güçlü insanıydı…
Makam arabasına bindik,
belediyedeki makamına gittik;
-Abdulkadir sana paşa şapkası
alacağım, benim Çukurova televizyonumda program yapacaksın arkadaş, deyince de
kabul ettim…
Gökhan Durak’la görüşmeye
yönlendirdi;
-Gökhanbey, 19: 45’teki ana
haberden sonra haftada bir bazen iki yorum yaparım, dedim…
-Tamam, ağabey nasıl istersen
öyle yapalım, dedi…
Bir iki hafta öyle geçti…
Genel Yayın Yönetmeni olan
Selahattin Sekin;
-Ağabey senin KANAL-A
Televizyonundaki okul programların çok güzeldi… Ondan da yapabilir misin?
-Tamam, bende zevkle
yapıyordum, onu da burada yaptım…
Bir süre sonra cumartesi
günleri “HAFTANIN ARDINDAN programı yapan arkadaşın işine son verildi…
Başkan Aytaç Durak’ ta;
-Bu programı Abdulkadir ile
Oğuz Topaçoğlu yapsın, deyince o programa da başladım…
4-5 gazeteci arkadaşımızla
bir konuğu alıp iki üç saat canlı yayın yapıyorduk…
Program sayısı arttıkça
arttı;
Yerel seçimlere sayılı günler
kala birde frekans kaydırma olayı yaşandı;
RTÜK tarafından Televizyonu
frekansı kasıtlı şekilde değiştirilmişti…
Oysa seçim öncesi bu çok
sıkıntılı bir durumdu…
Çukurova Televizyonuna halkın
ilgisini arttırıp, ekranın başına yeniden çekip izlenir hale getirebilmek için
bu kez bir yarışma kampanyası başlatıldı…
İzleyiciye küçük ve basit
sorular yöneltiliyor, bilenlerde;
BİSİKLET, CEP TELEFONU,
ÇAMAŞIR MAKİNESİ, BULAŞIK MAKİNESİ, BUZDOLABI armağan ediliyordu…
Onlar da sağlıklı
dağıtılmadığı için işi de benim üstlenmem gerekti…
Ve her günüm çok yoğun
geçiyordu, enerjim daima kırmızı alarm veriyordu…
Ayrıca Başkan Aytaç Durak’la
propaganda gezilerine çıkıyordum…
Bir saat sonra Seyhan, iki
saat sonra Çukurova, akşamüzeri Sarıçam Belediye Başkan adaylarıyla mahalleleri
dolaşıp program çekiyordum…
Tamam, artık enerjim tamamen
bitiyordu;
Hayatım burada sona erecek
diye korkmaya başladım…
Mesleğime âşık olarak
yaptığım için yorgunluğu da unuttum…
Artık ölümü de göze alarak
işimi kusursuz şekilde sıfır hata, yüzde yüz başarıyla yapıyordum…
Başkan Aytaç Durak’la üç
seçim yaşadık, üçünde de başarılı oldu başkan…
Başkanın da her seçimi kazanmasından
her daim onur duydum…
Çukurova Televizyonunda hemen
her gün yaptığım;
“ABDULKADİR KAÇARLA GÜNÜN
YORUMU” programımda bir arkadaşımla yaptığımız listeyi anlattım…
Dedim ki; Adana da 100yıl
sonra da hizmet verebilecek kalıcı eserlerin isimlerini birlikte belirleyelim,
sırayla yazdık…
Uzun sohbetimizin sonunda, bu
eserlerin tamamın Aytaç Başkan tarafından yapıldığı ortaya çıkmıştı…
Her koşulda da ekranlarda da
söyledim, gazetelerdeki köşe yazılarımda da yazdım…
Politikada bir söz vardır,
taşı taş üstüne koyanın önünde saygıyla eğilmek gerekir denir…
Adana ya bu kadar güzel
hizmetler yapan başkanı da takdir etmek gerekir diye dün düşünmüştüm, bu günde
buna inanıyorum…
ÇÜNKÜ POLİTİKACI VE SANATÇI
ALKIŞIN GELDİĞİ YÖNE BAKAR…
Ne kadar çok alkış, olursa
politikacı da o kadar çok hizmet aşkıyla eserler üretir…
Yine bir Alman firmasına
yaptırılan reyting-izlenme araştırmasında Çukurova Televizyonu birinci, program
ismi hatırlatılarak yapılan soruşturma da, benim KANAL-A televizyonunda aynı
isimle Çukurova televizyonunda sürdürdüğüm “YAŞAMIN İÇİNDEN” programım birinci
olmuştu…
Bu televizyonda Aytaç Durak
Başkanla üç seçim dönemi yaşadım, üçünde de başkan girdiği seçimleri
kazanmıştı…
Zaten Başkan Türkiye de 5.kez
Belediye Başkanı olan bir rekora sahipti…
…
ÇUKUROVA TELEVİZYONUNDAKİ
GÜLME KRİZİM…
Adana Büyükşehir Belediye
Başkanı Aytaç Durak’ın sahibi olduğu Çukurova Televizyonunda 15 yıla yakın
sevgiyle mutlu biçimde görevimi yaptım…
Başkan Aytaç Durak’la üç
seçim dönemi yaşadım…
Haftada en az üç programımdan
ikisi canlı diğeri de kusursuzca çekmeyi başardığım için kaset montajsız
şekilde yayınlanıyordu…
Ana haber bitiminden hemen
sonra tek başıma ekrana geliyor, günün yorumunu yapıyordum…
“ABDULKADİR KAÇAR’LA GÜNÜN
YORUMU” programımı gerçekleştiriyordum…
Okulların açık olduğu
dönemlerde ise hafta bir okulda öğrencilerle yaptığım şov niteliğindeki diğer
programım yayınlanıyordu; ismi de herkesi beğendiği ve bildiği şekilde “YAŞAMIN
İÇİNDEN” di…
Üçüncüsü ise her cumartesi
günü Oğuz Topaçoğlu ile gerçekleştirdiğimiz;
“HAFTANIN ARDINDAN” isimli
çalışmamızdı…
Bu programlarımın yanı sıra
televizyonun izleyici sayısını arttırabilmek amacıyla gerçekleştirdiği
promosyonların dağıtımında görevliydim…
Özellikle son yerel seçime
3-4 ay kala karasal yayında teknik bir nedenden dolayı, Çukurova Televizyonunun
frekansı değişimi yaşanmıştı…
En çok izlenen televizyonun
izleyici sayısı birden aşağılara düşmüştü…
Bunu önlemek için televizyon
yönetimi her gün akşam saatlerinde yarışma yapıyor, yeni izleyici kitlesi
kazandırabilmek için halka canlı yayında kolay sorular soruyor; doğru yanıtlar
veren izleyicilere de, buzdolabı, bulaşık makinesi, televizyon, cep telefonu ve
bisiklet armağan ediliyordu…
Verilen her görevimi de
istenenin de ötesinde canla başla sıfır hata yüzde yüz başarılı şekilde
yapıyordum...
5 kamerayla gerçekleştirilen
“HAFTANIN ARDINDAN” programımda inanılmaz bir gülme krizine girdim…
Başkan Aytaç Durak Basın
Danışmanı ve program ortağım Oğuz Topaçoğlu, son bir haftada tüm yerel ve
ulusal gazetelerdeki haberleri okuyor ben de yorumlar yapıyordum…
Bir cumartesi yayınında
ERMENİSTAN DEVLETİNİN İLK BAŞBAKANI KAÇAZNUNİNİ’ nin bir açıklamasını okudu…
Emperyalist güçlerin
Ermenileri Türklere karşı nasıl kullandığını anlattı…
Ama esas konu da “ERMENİ
CEMİYETİNİN KURDUĞU TAŞNAK” partisiydi…
Oğuz bu ifadeyi “TAŞNAK”
yerine “TAŞAK” şeklinde okudu…
Yayın odasındaki arkadaşımız
Sedat Çetinle ve diğerleri bizi biz de onları camlı bölmenin arkasından gayet
net şekilde görüyor yayın boyunca sürekli işaretleşiyorduk…
Yayındaki arkadaşlarımız
Oğuz’un bu yanlışının farkına varıp camın arkasından kahkahalarla gülüp bir
türlü göbek atar gibi çok abartılı hareketler yapmaya başladılar…
Hem Oğuz’un o yanlış
telaffuzu, hem yayın odasındaki arkadaşlarımız kahkahalarıyla göbek atarcasına birbirleriyle
eğlenmesi sonucu ben birden gülme krizine girdim…
Sanki o yaşıma kadar biriken
tüm kahkahalarım 5 kameranın canlı yayını sırasında fışkırarak ekranlara
yansıyordu…
Ama ne kahkaha, sanki
kimsenin olmadığı boş bir tiyatro sahnesinde tek başıma karanlıklara karşı son
sesimle, var gücümle, hatta boğazım yırtılırcasına gülüyordum…
Bir saniye bile gülmeden asla
duramıyordum…
Oysa canlı yayın profesyonel
5 kamerayla her şeyi anında dünyaya yayıyordu…
Durmam, asla ve kata mümkün
değildi…
Oğuz masanın altından
tekmeler atıyor, bacağımı cimciklemesine karşın gülmem bir türlü ve asla
durmuyor, durduramıyordum…
Gittikçe daha yüksek perdeden
kahkahalarım aralıksız sürüyordu…
Asla istememem karşın elimde
olan hiçbir şey yoktu, vücudumun üzerindeki her türlü denetimimi tamamen sanki
sonsuza kadar yitirmiştim…
Birkaç saniye durup, bir
öncekinden daha güçlü şekilde haykırırcasına kahkahalar atıyordum…
Duruyor birkaç saniye, Oğuz
haberleri okumaya çalışıyor, ben duymuyordum, gırtlağım parçalanırcasına
gülüyordum…
Aralıksız olarak 3-4 belki 5
dakika süreyle kahkahalarımı durduramamıştım…
Oysa her yayınımızı dikkatle
izleyen başkan Aytaç Durak’ın en değer verdiği, dikkat ettiği, günlük ve
haftalık politikalarını belirlediği ”HAFTANIN ARDINDAN” programı Oğuzun yanlış
telaffuzu ve benim yüzümden mahvolmuştu…
Ama elimde olan bir şey
değildi, çok üzülüyordum, dünyaya mahcup olmuştum…
İçimden başkan Aytaç Durak
kesin benim işime son verir diye korkuyordum…
Hangi kararı verirse versin
A’ dan Z’ ye kadar başımın üstünde alıp kabul edecektim…
Programın devam akışında hiç
bir sorun olmadı; gülme krizim bitmişti ve Oğuz’la birlikte başarıyla
tamamlamıştık…
Program sona erdiği an, yayın
odasındaki telefonlar birbiri peşi sıra çalmaya başladı…
Yayınca arkadaşlar başkanın
telefona bizden birini çağırdığını işaret etti arkadaşlar…
Ben tedirginlik ve korkumdan
yerimden kalkamıyordum, Oğuz telefona gitti…
-Eyvah, Başkan Durak şimdi
beni kovma haberini veriyor diye kalbim çarpmaya devam ediyordu…
Gelen mesajı duymaktan bile
çekinmekle kalmıyor hatta korkuyordum ama durum buydu;
Başkan Aytaç Durak’ın ifadesi
aynen şöyleydi;
-Abdulkadir bir daha aynı
hatayı yapmasın…
Başkanın büyüklüğüne bir kez
daha tanık oldum…
Bu hem Oğuz’un hem de benim
birlikte karıştığımız bir meslek kazasıydı…
Başarılı biçimde ve sorunsuz
şekilde atlatmıştım, korktuğum başıma gelmemişti…
O günden sonra da yıllarca
yine işime devam ettim; çok mutlu olmuştum…
Bazı arkadaşlar gülme
krizimin olduğu görüntülerin çok ilginç ve inanılmaz olduğunu söylediler…
Hatta ulusal televizyonlara
göndermek istediler ama ben kabul etmedim…
…
AYTAÇ BAŞKAN KEÇİ
ÖNERİMİ UYGULADI…
Çukurova Televizyonunda
çalışmalarım yoğun şekilde ve aralıksız olarak devam ediyordu…
Bir Alman Firmasına
yaptırılan, yerel televizyonların islenme araştırmasında;
Çukurova televizyonu birinci,
program ismi sorularak yapılan araştırmada da,”Y
Benim yaptığım “ YAŞAMIN
İÇİNDEN PROGRAMIM” birinci olmuştu…
Okulların açık olduğu
dönemlerde her hafta bir okulda öğrencilerle bir tür şov programı yapıyordum…
Ayrıca “ABDULKADİR KAÇAR’LA
GÜNÜN YORUMU”
Cumartesi program ortağım
olan Oğuz Topaçoğlu’yla “HAFTANIN ARDINDAN” bir saati aşkın canlı yayınımız
devam ediyordu…
Sümer Mahallesindeki Ahmet
Karabucak İlköğretim Okulunda ”YAŞAMIN İÇİNDEN” programımın ortasında cep
telefonum çaldı…
Arayan Başkan Aytaç Durak’tı…
-Abdulkadir şu anda
neredesin?
-Başkanım Ahmet Karabucak
ilköğretim okulunda “YAŞAMIN İÇİNDEN” programımı çekiyorum…
-Programını bitir, üstüne bir
hırka al, hemen makama gel, bekliyorum dedi…
Programım tamamladım, eve
gidip üzerime bir hırka alıp makama gittim…
İstanbul’dan bir televizyon
kanalıyla birlikte onların program çekimleri için başkanla birlikte, onun makam
arabasıyla Karaisalı Kızıldağ Yaylasına gittik…
Başkan, oradaki çekimlerde;
Keçilerin ormanı nasıl yok
ettiğini, çam fidelerini elektrikli süpürge gibi kökünden çekip yediklerini;
Ormanı yangınların değil
keçilerin yok ettiklerini bir saatten fazla anlattı…
Devasa bir keçi sürüsünün
yanında durduk;
Keçilerin ağaçlara nasıl
tırmandığını, yerdeki filizleri elektrikli süpürgeler gibi nasıl yediklerini
yerinde gösterdi…
Nergislik Barajı yanında tel
örgülerle koruma altına aldığı çam fidanlarının;
İki insan boyunu geçtiğini
İstanbul’dan gelen bayan muhabire anlattı…
Bayan muhabir de gözlerini
ayırarak, inanamadığı şekilde programını başarıyla çekmeyi sürdürdü…
Başkan Aytaç Durak; kıl
keçisi yerine, o yıllarda evlerde, ahırlarda beslenebilen;
Halka Avrupalılar gibi yılda
iki üçüz yavru doğuran, inekten daha fazla süt veren İsveç SAANEN beyaz
keçilerini önerdi…
Her şey çok güzeldi, muhteşem
program olmuştu, başkan da mutluydu…
Geç vakitlerde Adana ya
dönerken, makam aracında başkana şöyle bir öneride bulundum;
-Başkanım, biliyorsunuz
yakında kurban bayramı var:
Şöyle bir kampanya
başlatsanız;
”BU BAYRAM VATANDAŞLARIMIZI KOYUN YERİNE SEÇİ
KESMEYE DAVET EDİYORUM” deseniz harika olur…
-Tam Abdulkadir, iyi
düşündün, çok güzel, dedi…
Ertesi gün, basın
toplantısında bu kampanyaya halkı davet etmişti…
Galiba o kurban bayramında
inanılmaz sayıda keçi kurban olarak kesilmişti…
Başkan Durak’ın keçiler
konusundaki düşüncelerini yayma ve kitaplaştırma çalışmaları devam ediyor…
En son “ORMAN DİLE
GELSE-SADECE YANGIN DEĞİL, KEÇİ BENİM KATİLİM” isimli kitabını yayınladı…
Bu konudaki çalışmalarını
aralıksız sürdürüyor…
Çok akıllı olan, Adana da 5
dönem belediye başkanı seçilerek Türkiye rekorunu elinde bulunduran Başkan
Aytaç Durak’ın ormanı koruma, keçinin yangından daha fazla zararlı olduğunu
anlatmaya devam ediyor…
…
POLİTİKACILAR…
MUHTEŞEM SÜLEYMANI
HAVADAN 2,5 SAAT İZLEDİM…
45 yılı aşkın gazetecilik
mesleğim boyunca çağımdaki siyasi partili tüm lideri çok yakından izledim,
canlı televizyon programlarıma konuk aldım; sohbetler ettim…
O yıllarda video kameralar
olmadığı için mitinglerindeki söylevlerini-seslerini teybime kayıt ettim…
-Peki, konuşmalarıyla devasa
halk kitlelerini peşinden sürüklemeyi başaran büyük lider;
En etkili, en büyük şovmen
kimdir deseniz;
-Şüphesiz ki, Muhteşem
Süleyman Demirel’dir derim…
O mitinglerin de;
Biraz ev kadını Fatma, Ayşe
Teyze,
Biraz Çiftçi Mehmet Amca, Ali
dayı,
Ama en çok Anadolu bilgesi
Yunus Emre;
Bunların da ötesinde biraz
Hacivat, biraz Karagöz,
Çağımızın gelmiş geçmiş en
büyük demagogdur…
Lafının üstüne laf söyleyen
çıkmamıştır, çıkmaz, uzun yıllar da asla çıkamayacaktır;
Çünkü defalarca tanık olduğum
gibi;
Karşısına çıkanları
sözleriyle evire çevire tank gibi ezip üstünden geçip yoluna devam etmiştir…
Muhteşem Süleyman’dan
esinlendiğim bir denememde şöyle demiştim;
-GERÇEK LİDER, HALKI GÜNEŞE
GÖTÜRMEZ; GÜNEŞİ HALKIN AYAĞINA GETİRİR…
Bende çağımın en etkili
politikacısı olan Muhteşem Süleyman’ı özdeyişimde bu şeklinde tanımlamıştım;
Ama onun bu eşsizliğini, laf
ebeliğini anlatmam için; bu denememin de yetersiz kaldığını söyleyebilirim…
Başbakan Süleyman Demirel’i
hem partisinin Ankara daki kurultaylarında defalarca izledim;
Hem Adana Yeni İstasyon
Meydanındaki mitinglerinde izledim;
Daha da ilginç olanı;
Onu Adana ya getiren uçak
havaalanına indiği anda, benim bindiğim iki
kişilik başka bir uçakla gökyüzüne yükselerek onu havadan izleyip çalıştığım
gazete adına fotoğraflamıştım…
1980 askeri darbesinde
yasaklı Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, ilk gezisini Gaziantep’e
yapacaktı…
O yıllarda Gaziantep
Havaalanını inşaatı ya devam ediyordu,
ya da bakım halindeydi…
Yasaklardan sonra Süleyman
Demirel ilk gezisini Gaziantep’e yapacaktı…
Onu getiren uçak Adana ya
inecek; buradan kara yoluyla Gaziantep’e geçecekti…
Çalıştığım Milliyet Gazetesi
havaalanından iki kişilik uçak kiralamıştı;
Bende onun konvoyunu İncirlik
kasabası çıkışına kadar havadan fotoğraflayacaktım…
Demirel’i taşıyan Türk Hava
Yolları uçağı Sabah 09; 00 da Şakirpaşa Havaalanına indiği an;
Benim içinde bulunduğum iki
kişilik uçakla hemen havalandık…
Onu havadan izlediğim uçağın
penceresinden hem slâyt, hem siyah-beyaz, hem de renkli negatif filmler çekmeye
başladım…
Süleyman Demirel’in uçağı
daha inmeden dışarıda on binlerce seveni, partili vatandaş toplanmıştı…
Ayrıca dava arkadaşları,
partililerden oluşan yine binlerce kişi ineceği uçağın etrafını sarmıştı…
Koltuğundan kalkıp, uçağın
merdivenlerinden inmesi bile oldukça uzun sürdü…
Havaalanında sayısız koçlar,
develer peş peşe kurban ediliyordu;
Yukarıdan fotoğraflar çekmeyi
sürdürdüğüm iki kişilik uçakla sürekli havada tur atıyorduk;
Adana’yı bir baştan sona
kadar dolanıp geliyorduk;
Demirel’in uçağı ve insanlar
bir metre bile yerinden kımıldamıyor;
Aralıksız el sıkmalar, iki
sıralı olan vatandaşların her birini teker teker öpüp, hal hatır sormaları
yukarıdan izliyordum…
Havadan oldukça uzun
mesafeler gidip gelmemize karşın Demirel ve çevresi hiç hareket etmiyordu…
Pilota şöyle diyordum;
-Ağabey Karataş yönüne doğru
biraz fazla gidelim…
-Peki, diyordu…
15-20 dakika o yöne gidiyor,
aynı sürede geri geliyorduk…
Uçak, çevresindeki on
binlerce kişi bir metre bile gitmemiş oluyordu…
Bu kez pilota;
-Ağabey, Karaisalı yönüne
gidelim, diyordum…
O yöne gidip 25-30 dakika
sonra havaalanının üstüne geri dönüyorduk;
Kalabalık aynı yerde duruyor
asla hareket yoktu…
Defalarca Karataş, Defalarca
Karaisalı dağları yönüne gidip gelip mekik dokuduk…
Ama kalabalığın hareketi çok
azdı…
Bir saatten fazla havada tur
atmamıza karşın;
Süleyman Demirel’i izleyen
binlerce araçlık konvoy nihayetinde Ceyhan yönüne doğru oldukça yavaş hareket
etmişti…
Adanalılar o zamanki ismi-5
olan karayolunun her iki tarafına dizilmişti…
Süleyman Demirel ünlü fötr
şapkasıyla her ki yandakileri de selamlıyordu…
Binlerce araçtan oluşan
konvoy İncirlik Kasabası yönüne doğru konvoy oldukça ağır ilerliyordu…
İnanılmaz ama abartısız
söylüyorum; Süleyman Demirel’i izlemek amacıyla içinde kaptanla benim
bulunduğum uçakla;
2 saatten fazla havada
kalmıştım, yüzlerce kare filmler çekmiştim…
Konvoyu yolcu ettikten sonra;
İçinde bulunduğum uçakla
hemen havaalanına indik;
Renkli negatifleri bir
stüdyoda yıkatıp, acil olarak İstanbul’a Milliyet Gazetesine telefoto
geçmiştik…
O haberim de milliyet
gazetesinde sürmanşetten çok fotoğraflı olarak benim imzamla yayınlanmıştı…
-SÜLEYMAN DEMİREL’E MUHTEŞEM
KARŞILAMA…
…
KASIM GÜLEK…
Türkiye’nin bir dönem en ünlü
politikacısı olan Adanalı Kasım Gülek söyleşi yapmak istediğim insanların liste
başında bulunuyordu…
9 dil bildiği söylenen, CHP’
nin yıllarca genel sekreterliğini yapan, defalarca çeşitli bakanlıklarda
bulunan akıllı ve oldukça bilge bir insandı…
Evi de her gün yürüyüş
yaptığım ya da bisikletle gezdiğim Seyhan eski baraj gölü kıyısındaydı…
Ahşap 2 Katlı, üstü
kiremitli, villa tipi bir yapıdır…
Şehir rehberinden telefonunu
defalarca almıştım;
Arıyordum ama her defasında
da görevli çıkıyordu,
-Kasım bey şu anda Adana da yok,
diyordu…
Israrla arayışlarıma ara
vermedim, bulduğum her fırsatta telefonunu çevirdim…
-Kasım bey Ankara da, gibi
defalarca yanıtlar verdi…
Bir gün de aradığımda Kasım
Beyden randevu kopartmayı başardım, uçarak teybimle karşısına geçtim…
Ama önce tokalaşmasını
anlatmam gerekiyor;
Masonların tokalaşma
sırasında birbirlerine verdikleri bir şifre yöntemini bana da uyguladığını
sonradan öğrenecektim…
Benim uzattığım elimin
ortasına kendi elinin başparmağını koyup, hafifçe yarım daire şeklinde
çevirerek nezaketle gülümseyerek sıkmıştı…
Anlatmaya başladığında da
sessizce ve ilgiyle dinledim…
-Ben Amerika da eğitim,
gördüm, o dönemin ABD başkanı Mustafa Kemal Atatürk’e tavsiye mektubu yazdı…
Bu genç, çok akıllı ve
başarılı, yararlanın, demişti…
Mektubu Mustafa Kemal
Atatürk’e götürüp durumu anlattım, hemen CHP ye telefon açtı, kayıt yapmalarını
emretti…
Yani Atatürk’ün emriyle
politikaya girmiş oldum…
Kasım Gülek ile yaklaşık 30
dakika konuştum…
Ses kayıtları Arşivimi
bağışladığım Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesindedir…
O konuşmasında Kasım Gülek
ilk defa bana şöyle bir anısını anlattı;
-Amerikalılar bana dediler
ki, Kasım bey, sen bize çok büyük hizmetler yaptın… Arkadaşlığımız ve ebedi
dostluğumuzun nişanesi olarak iste, dünyanın hangi ülkesindeki, hangi
kendisinin neresinden olursa olsun, villa yapıp sana armağan edeceğiz…
-Kulaklarıma inanamadım önce
çok şaşırdım…
Böyle bir teklifi hiçbir
zaman beklemiyordum…
Düşündükten sonra bana biraz
süre verin dedim…
Bir hafta sonra gittim dedim
ki;
-DÜNYANIN EN GÜZEL ÜLKESİ
TÜRKİYE, TÜRKİYENİN EN GÜZEL KENTİ ADANA, ADANA NIN EN GÜZEL YERİ DE SEYHAN
ESKİ BARAJ GÖLÜ KIYISINDAKİ BENİM EVİMİN OLDUĞU YERDİR NEZAKETİNİZE TEŞEKKÜR
EDERİM…)
Kasım Gülek ’in başka bir
anlattığı anısı da şöyleydi;
-Bayındırlık Bakanıydım,
Amerika’dan ilk defa yol yapan, iş makinelerini Mersin limanına getirttim…
Adana daki Taş köprünün
başına yığıp halkı da çağırdım;
-Değerli yurttaşlarım, bu
güne kadar kazma ve kürekle yaptığınız yolları artık bu akıllı makineler yapacak…
Herkes çok şaşırdı…
Türkiye de bu makinelerle
yapılan ilk asfalt yol Adana Karataş arasıdır…
Türkiye Büyük Millet
Meclisinde aleyhimde önergeler verildi, ağır eleştiri ve konuşmalar oldu,
onlara kürsüden şöyle dedim;
-Ben elbette Türkiye nin
bakanıyım, ama unutmayın ki Adana milletvekiliyim…
Elbette ilk hizmetimi kendi
memleketime yapacağım…
Siz de bakan olun, ilk
hizmeti kendi memleketinize yapın…
Yüzünden bilgece gülümsemesi
asla eksik olmayan çok pozitif, sempatik bir insandı…
Türkiye’deki herkes
biliyordu, yaz kış Kasım Gülek her daim soğuk suyla banyo yapmıştı ve buna
devam etmekteydi…
Söyleşiyi yaptığım dönemde
90’lı yaşlarındaydı;
Muhteşem bir hafızası, akıcı
Türkçesiyle insanı hemen etkiliyordu…
Konuşmanın sonunda şöyle
dedi;
-Ben hiç yaşlanmadım ki… 90
yaşında nice gençler, 18 yaşında nice ihtiyarlar gördüm…
İnsan her zaman hissettiği
yaştadır…
Evinin girişinde küçük birkaç
katlı dolap dikkatimi çekmişti…
Üstünde deri kayış, ayakkabı
tamirinde kullanılan çeşitli mumlanmış ipler, delici biz, deri parçaları, çuvaldız falan vardı…
Kendi ayakkabılarını kendinin
tamir ettiğini söylediğinde de şaşırmıştım…
O yaştaki bir insanın hem de
kendi işini kendinin yapması, insanlık tarihin en eski mesleği olan dericilik
konusunda uzman olduğunu söylemesi ve bunu bulunduğu ileri yaşında uygulamayı
başarmasına hayret etmiştim…
Büyük saygı ve sevgiyle
karşılayıp, aynı şekilde yolcu etmişti…
Örnek politikacı, bilge bir
kişi, muhteşem beyni olan bu Adanalı insanı tanımam benim mesleğimdeki en büyük
artım oldu…
(Ses kaydı da Adana Alpaslan
Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesine bağışladığım arşivimdedir)
…
KASIM ENER…
Kasım Ener 1938-46 yılları
arasında yaklaşık 9 sene CHP’li olarak Adana Belediye Başkanlığı yapan çok
akıllı bilge bir insandı…
Kendiyle tanışıp yıllarca
sohbet ettiğim, sesini kayıt etmeyi başardığım o yıllarda Yüzevler semtindeki
villasında eşi Sacide hanım ve baldızıyla birlikte yaşıyordu…
Ömrünün son yıllarında
olmasına karşın zekâsını daha da keskinleşmişti…
Türkçeyi muhteşem biçimde sıfır
hata ve TRT spikerlerinden daha da üstün bir diksiyonla konuşuyordu…
Öyle ki çağımızdaki gençleri
dahi kıskandıracak şekilde konuşuyordu…
Başka bir ifadeyle, Türkçenin
akidesi onun ağzında binlerce yıllık bilgeliğiyle deryalar denizler gibi
akıyordu…
1980’li yılların ikinci
yarında telefon rehberinde evinin numarasını bulup randevu istediğimde;
-Gel gardaş, hem gel
bekliyorum, demişti…
İlk görüşmemizden sonra
kanımız birbirine ısınmıştı…
Yıllarca kusursuz şekilde
samimi iletişimimiz aralıksız olarak devam etmişti…
Öyle ki, görüşmemizin
üstünden biraz uzun zaman geçip canı sıkıldığında, yardımcısı Hayriye Hanıma
beni telefonla aratıyordu;
-Gardaş gel çok özledim,
sohbet edelim, diyordu…
Her sohbetimiz aralıksız
olarak 2-3-4 bazen daha uzun saatler sürüyordu…
Genellikle kendi konuşuyordu,
ben de bu tarihi kişiliği dikkatlice dinliyor ve teybime kayıt ediyordum…
Ben ise anılar deryasından
sunduğu muhteşem deneyimlerinin her biri altından daha da değerliydi…
Özellikle de, “TARİH BOYUNCA
ADANA OVASINA (ÇUKUROVAYA) BİR BAKIŞ isimli kitabından her konuşmasında ısrarla
söz ediyordu…
-Gardaş bu kitabımı
hazırlamak için Avrupa ülkelerinde dolaşmadığım kütüphane kalmadı…
İnanılmaz ölçüde çok para
harcadım…
Lübnan, Suriye, Mısır gibi
ülkelerin kütüphanelerinde incelemelerde Adana konusunda bilgilere ulaştım…
Ortaya bu muhteşem kitap
çıktı…
Ömrüm daha da uzun olsaydı da
Adana’yı araştırmayı sürdürecektim…
Kasım Ener bu kitabının ilk
baskısını kendi olanaklarıyla yapmıştı;
Özellikle okuyacağına
inandığı, kültürlü kişilere, ya da evine gelen her misafirine ücretsiz olarak
armağan etmişti…
Yıllarca mücadele etmesine
karşı Kültür Bakanlı yetkilileri bu kitabın basılması için dönüp bile bakmadı…
Maalesef Kasım Ener’in
ölümünden sonra da Kültür Bakanlığının Mersin deki yayınevinde kitabını
bastırdığını görünce üzüldüm…
Keşke yaşadığı dönemde
bakanlık yayınlasaydı da Kasım Ener’i onurlandırsaydı…
Türkiye de ve Adana da bu
konuda maalesef insanlar ölmeyince değeri bilinmiyor fark edilmiyor…
Kasım Ener Adana Belediye Başkanı
olduğu yıllarda İsmet İnönü ile Churchill buluşması Yenice de gerçekleşir…
O dönemin kıtlık yılları
olduğundan her konuşmamızda sürekli yakındı ve şöyle anlattı;
-İngiltere Başbakanı Gelecek,
ikramlarda bulunmamız gerekiyor…
Belediye başkanı olarak görevde
benimdi…
Yetkilileri Adana nın tüm
mahalleleri, köylerini teker teker dolaştırdım bir tek hindi bulunmuyordu…
Neyse sonunda en ücra bir
köyde iki üç hindiyi temin edip gerekli ikramlarımızı yapmayı başarmıştık…
Yemekten sonra GÖDE şalgamı
ikram edildi…
İngiltere Başbakan tadını ve
hoş kokusunu çok beğendi…
Bunun İngiltere de
üretilmesinin yararlı olacağını söyledi…
Göde’den formülünü rica etti;
o da bunun imkânsız ve mesleki sır olduğunu veremeyeceğini söyledi…
Kasım Ener 9 yıla yakın
belediye başkanlığı o dönemdeki kıtlığı anlatırken de;
-O yıllar savaş dönemiydi…
Yokluk, sefalet inanılmaz
büyük boyutlardaydı…
Cenazeler için kefen bezi
bile bulamıyorduk, daha doğrusu yoktu, ölenlerin sadece özel yerlerini
kapatacak şekilde ufak bezlerle defnediyorduk…
Kasım Ener bana her zaman ve
tam olarak güvendiği için birkaç defa otomobilimle Adana’yı gezmek istedi…
Bir ara önce Ulucaminin yanındaki
Tuzhanında durdurdu, otomobilden aşağıya indik;
-Gardaş buralara develer
yükleriyle gelip konaklarlardı…
Adana nın Ticareti burada
yapılırdı…
Beşikten mezara kadar
insanlara ne lazımsa deve yükleriyle buraya gelir ve indirilirdi…
Özellikle tarihi kapalı
çarşıda uzaklardan getirdikleri kumaşlar kapışılırdı…
Oradan Ulucamiye geldik;
içine girdik, şöyle bir inceledi…
Ramazoğlu mezarlarının olduğu
yer altı girişinin önünde durduk…
-Faraç(temizlikçiyi)nerede
gel buraya diye seslendi?
Bir kişi koşarak geldi, ondan
Ramazoğlu beylerinin Ulucaminin bodrumunda gömülü olduğu yere göz attı… Şöyle
dedi;
-Abdulkadir Bey, aslında şu
anda Ramazoğlu nesli erkek olarak devam etmiyor…
Bir süre sonra erkek nesli
kesildi, sadece bayanlar olarak devam ediyor…
Şu anda soyadını taşıyanlar
kadın nesli tarafından gelenler…
Kasım Ener daha sonra
Abidinpaşa Caddesindeki iş bankasının önünde durmamı istedi…
Biraz yorulmuştu ama yine de
ayakta duruyordu, ama zihni ve gözleri harika pırıl pırıldı…
Buraların çok değiştiğini,
gözlerine inanamadığını söyledi…
-Gardaş, buraların metresi o
yıllarda 5 kuruştan satılırdı…
O yıllarda 5 kuruş çok büyük
paraydı…
Bir gün yine beni çağırdı…
Ziyaretine gittiğimde 1991
yılıydı; hiç unutamam…
Villasının bahçesindeki
evinin önündeki gül bahçesinde şezlongunda güneşlenirken çok mutluydu…
Beni gülerek o güne kadar
görmediğim şekilde mutlu biçimde karşıladı, şöyle arkasına yaslanmıştı;
-Ohhhhh Abdulkadir Bey bu gün
çok mutluyum dedi…
Gözlerini yumup koltuğunun
arkasına rahatlıkla yaslandı…
-Ne oldu Kasım Amca? Dedim…
-Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği yıkıldı…
Bundan daha da büyük müjde mi
olur?
Artık Türklerin yüzyılı
başladı, birliğimizi, büyümemizi, uygarlığımızı güçlendirmemizi kimse
engelleyemez…
Çok mutluyum dedi, üstüne
basarak da sözünü tekrarladı çok dedi…
Bu olaydan kısa süre sonra da
hayata veda etti…
Ölümünden kimse haber
vermemişti, cenaze törenine 3-4 kişi katılmıştı, benim de haberim olmadı;
Asri mezarlıktaki aile
kabristanlığına defnedildi…
Nedenle insanlar yaşarken de,
ölünce de kıymeti anlaşılmıyor bu çok üzüntü verici bir olay…
Kasım Ener benim ev
telefonumu da gece gündüz arardı…
Bir sabah henüz hava karanlık
ve henüz güneş doğmamıştı…
Kasım Ener aradı ve telefonda
hüngür hüngür ağlıyordu…
-Buyur Kasım Amca hayırdır?
Hıçkırıklar arasında;
-Eşimi kaybettim, hemen
buraya gelebilir misin? Dedi…
Erkenden kalkıp gittim…
Sonra da Hürriyet Gazetesine
ilan vermemi rica etti… Onu da yerine getirmiştim…
Başka bir notta şöyle;
-Abdulkadir Bey, belediye
başkanlığı yaptığım dönemde kasada para yoktu…
Çalışanların parasını ben
kendi cebimden ödediğim çok oldu…
Bunu da unutma bir yere not
et demişti…
(Ses kayıtları Adana Alpaslan
Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesine bağışladığım arşivimde yer alıyor…)
…
BELEDİYE BAŞKANI SELAHATTİN
ÇOLAK’IN SÖZÜ…
Yeni Güney Haber Gazetesinde
çalıştığım günlerden biri de yılbaşına denk geliyordu…
Saat 20; 00 de yeni vilayet
civarındaki gazeteden otomobilimle çıktım…
Yılbaşı kutlamasını evde
yapacaktık; mavi bulvardaki evime gidiyordum…
Yılbaşı gecesi olduğu için,
kent merkezinden, kanal köprü yönüne gidecek on binlerce otomobil, tek bir gözü
olan alt geçidi tıkamıştı…
Ne kuzeydekiler güneye, ne de
güneydekiler kuzeye geçemiyordu…
Yani otomobiller yılbaşı
gecesi hayatı tıkamıştı…
Hiç birisi bir metre bile
ilerlemiyordu…
Sanki hepsi üst üste yığılmış
gibi duruyordu…
Benimde evime gitmek için
geçmek zorunda kaldığım kanal köprüye doğru giden Devlet Demir Yolları tek
gözlü alt geçidini tıkanmıştı…
O günlerde, kentin kuzeyinden
gelen, araçlarla;
Alt geçidi kullanarak güneye
geçenler…
Ya da güneyden kuzeye geçen
araçların kullandığı köprünün tek gözlüydü…
Alt geçidinin boyutları ise
sadece 5x5 metreydi…
Yani iki araç asla karşılıklı
geçemiyor, bir yönden gelen diğerini bekliyor;
Öteki geçiyor, sonra bu
bekliyor, diğeri geçiyordu…
O yılbaşı gecesi saat 01;00
de evime ancak ulaşabilmiştim…
Oysa 7-8 dakikalık bir yoldu…
Tüm araçlar yılbaşı öncesi
heyecanıyla aynı anda yola çıkmıştı…
Ertesi gün çalıştığım
gazetemde muhteşem bir makale yazdım;
Yayınlandığı sabah Belediye
Başkanı Selahattin Çolak sabahleyin telefonla önce beni arayıp teşekkür etti…
Daha sonra da makamında bir
basın toplantısı düzenledi…
Abartısız 30 gazeteci vardı…
Çünkü o yıllarda her
gazetenin muhabiri ve foto muhabiri birlikte toplantıları izlerlerdi…
Başkan Çolak basın
toplantısında tüm gazetecilere beni göstererek dedi ki;
-Abdulkadir Beyin köşe
yazısını okudum, çok duygulandım, çok üzüldüm, biraz da utandım…
Adana için bu alt geçit tam
bir yüz karasıdır…
Söz veriyorum, o alt geçidi
öyle güzel ve büyük yapacağım ki adını da ABDULKADİR KAÇAR ALT GEÇİDİ
koyacağım, dedi…
Arkadaşların hepsi sus pus
oldu, biraz da kıskançlık düşüncesiyle beni uzaktan ve fark ettirmeden izlemeye
çalıştılar…
Çalışmalar hızla başladı ve
aralıksız sürerken seçime gidildi başkan kazanamadı…
Önemli olan benim başkanın
dikkatini o altgeçide çekmeyi başarmam ve kararını etkilememdi…
Belediyenin gündemine
almasını sağlamımdı…
Adana da inşaatı o yıllarda
başlayan daha sonraki yönetimler tarafından sürdürülen çok güzel bir alt geçip
yapıldı…
Zaten Devlette Devamlılık
esastır diye bir anlayış var…
Şu anda bu alt geçit devletçilik
anlayışının en somut kanıtıdır…
DDY alt geçidini bu günkü
hale getirmek için emek harcayan, çalışan belediye başkanları ve bürokratları
başta olmak üzere herkese teşekkür ediyorum…
…
BAŞKAN ÇOLAK’LA ARALIKSIZ
YAKLAŞIK 70 GÜN BULUŞUP
ANILARINI TEYBİME KAYIT ETTİM…
Adana daki solun başpehlivanı
Selahattin Çolak, sağın ki ise Aytaç Durak’tır…
1994 teki seçimlerde Durak
kazanmış, Çolak kaybetmişti…
Bir ara kendine hayatını
yazabileceğimi, bunun için zaman ayırmasını söylemiştim…
Artık belediyede değildi ve
sürekli bürosundaydı…
Bir ara yeniden bu söz konusu
olunca;
-Abdulkadir Bey, buluşalım,
anılarımı sana anlatayım dedi…
Sistemimi kurdum, 70 gün
boyunca bürosunda buluştuk…
Bana bir oda verdi,
sabahleyin erkenden gelip teybime konuşuyor, sonra da onları daktilo ediyordum…
Bir gün yine bürosunda basın
toplantısı yaparken, 30’dan fazla gazeteci gelmişti…
Hayatını yazdığımı bilen,
biraz da kıskanç meslektaşım olan gazeteci arkadaşlarımdan birisi;
-Abdulkadir, bu güne kadar
maaş almadan sıkıntılar çekerek çalıştın…
Herkes biliyor meslekte
başarılısın;
Ama artık yağlı bir kuyruk
buldun, Başkan Çolak seni ihya eder, dedi…
Başkan birden dikkat kesildi,
biraz da bozuldu;
-Ben, dedi, Abdulkadir Beye
saygısızlık yapar mıyım? O benim en sevdiğim gazeteci…
Biz sadece birlikte bir eser
ortaya koymaya çalışıyoruz…
Yağlı kuyruk falan sözlerini
kabul etmiyorum, dedi…
Birlikte çalıştığımız 70
günlük sürede iki bayram olmuştu…
Her çalışanına arife günü
birer kutu baklavayı hediye olarak vermişti…
Benimde 70 günlük çalışmamda
aldığım tek ücret iki kutu baklava olmuştu…
Başkan daha sonraki
görüşmelerimizde şöyle demişti;
-Abdulkadir Bey, yeniden
seçimi kazanırsam makamımın bitişiğinde sana makam odası vereceğim…
Emrinde sekreterin,
telefonların ve de otomobilin olacak…
Ama yapılan seçimlere bir
daha katılmadı, seçimi de kazanamadı…
Bana verdiği sözlerin hepsi
de havada kaldı…
…
ÇOLAK BAŞKANIN 2.TEKLİFİNİ DE
RET ETTİM…
Adana da ilk özel radyo FM
bandından yayına başlayan ESER-FM ‘ di…
Hakkı Tanış’ın sahibi olduğu
bu radyonun Stüdyosu da Kenan Evren Bulvarında(bu günkü adı şehitler bulvarı
oldu)12 katlı bir binanın en üst katındaydı…
Belediye Başkanı olan
Selahattin Çolak’ı programa davet ettim…
İlk defa özel bir radyoda,
megafonlu telefonla kendine oy veren Adanalılarla sohbet etti…
Üç saat falan, belki daha da
fazla sürmüştü program…
Bitince aşağı indik, evim
yakındı, başkan beni makam arabasıyla evime bırakmak istiyordu;
-Başkanım, evim yakın,
yürüyerek giderim dememe karşın makam arabasına bindik…
Yolda giderken Başkan Çolak
şöyle dedi;
-Abdulkadir Bey, gazeteci
arkadaşlarının hepsi benden bir şeyler istedi… Sen hiçbir şey istemedin…
Sen Basın Danışmanı Özer
Öztep ağabeyine tarihsiz bir dilekçe ver…
Peşinatını ve ilk taksitini
ben ödeyeceğim…
-Teşekkür ederim başkanım;
annemin evi var…
Orada yaşıyorum…
Israrla aynı cümleleri
söyledi başkan…
Yanımda bulunan Özel Kalem
Müdürü ve basın danışmanı;
-Kabul et, kabul et, diye
sürekli dirsekleriyle dürttüler…
Birkaç kez yine aynı şeyi
söylemesine karşın başkan Çolak’a “HAYIR” dedim…
Başka bir meslektaşımın bu
teklife hayır diyebileceğini sanmıyorum…
O nedenle güzel bir meslek
geçmişim var…
Her zaman âşık olduğum
mesleğimle gurur duydum, aşkla yapmayı sürdürüyorum…
…
POLİTİKADA BİR DEVRİN ADAMI
DR. SUPHİ BAYRAM…
Adanalı Dr. Suphi Baykam
dünyaca ünlü ressam Bedri Baykam’ın babasıdır…
İnanılmaz çok zor şartlarda
doktor olmayı başarmış, her sözüyle bilgi deryası olan bilge bir insandı…
CHP de milletvekili olarak
görev yapmıştı…
İsmet paşanın da her daim çok
yakınıydı…
Oğlu Bedri’nin çocuk
çağındaki çizimlerinden oluşturduğu resim sergisini İnönü’ye açtırmıştı…
Bedrinin resim sergisi Adana
da D-400 karayolu ile Atatürk Caddesinin kesiştiği AKBANK SANAT GALERİSİNDE
açılmıştı…
Suphi Bey gelip gidenler
izleyicilerle çok yakından ilgileniyordu…
Oğlunun resimlerinin
tanıtımını ve satışı için kulis yapıyordu…
Oldukça sıcakkanlı,
sözleriyle karşısındakini etkileyen bir karizmaya sahipti…
Benim de izleyici olarak
gittiğim sergide gazeteci olduğumu öğrenince inanılmaz iletişime geçti…
-Abdulkadir Bey, ilgilenirsen
benim de hayatım çok renklidir dedi…
Hemen randevulaştık, sergi
sonunda da Seyhan Otelinin lobisinde bir aya yakın süre buluştuk…
Her defasında teybimi açtım,
anılarını ve tüm konuşmalarını kayıt ettim…
Gerçekten çok zor şartlarda,
Yüreğir’deki evlerinde komşularından topladığı gazlarla, lambanın ışığında
çalışarak Tıp Doktoru olma öyküsü gerçekten de muhteşemdi…
Daha sonra da CHP
milletvekilliğine yükselmeyi başarmıştı…
1960 darbesini ve sonraki
yıllarda birkaç defa ölümle yüz yüze gelmişti…
Bir ara CHP Genel
Başkanlığına adaylığını Çukurova Gazeteciler Cemiyetindeki toplantıyı ben
organize etmiştim…
Ülke genelinde büyük ses
getirmişti…
Anılarını da “POLİTİKADA BİR
DEVRİN ADAMI” başlığıyla, önce çalıştığım Ekspres Gazetesinde yayınladım…
Sonra da Aydın Caner ile “DAN
DAN ADANA’DAN” ortak kitabımızdaki bir bölümde yer almıştı…
Daha sonraki yıllarda Bedri
Bayram’la defalarca Adana ya geldiler…
O yıllarda ERKAN FM
radyosunda canlı yayınlar yapmıştım…
Suphi Baykan, Seyhan otelinde
her buluşmamızda ısrarla yemek teklif etti…
Ben de ısrarla kabul etmedim,
bir gün piliççinin önünden geçerken, elimden tuttu;
-Zorla içeri çekti, gir
şuraya, diye emri vaki şekilde hiddetle beni oraya girdirdi…
Zorla yarım piliç ikram
etmeyi başardı…
Bedri bey babasına ait ses
kasetlerini istedi, kendine verdim…
Kitaplaştıracağını, eserinden
de bana armağan edeceğini söylemişti…
Daha sonra da bir haber
çıkmadı…
Hem Dr. Suphi Bayram, hem da
oğlu Bedri Baykam, Adana’nın yetiştirdiği büyük değerlerdir…
Sahip çıkılıp, mutlaka
değerlendirilmesi, gelecek kuşaklara örnek olarak anlatılması gereken
güzelliklerdir…
Gazeteci olarak ben
olanaklarım ölçüsünde gerekli tanıtımları yapmayı başardım…
Gönül ister ki, bu
değerlerimize daha çok sahip çıkıp, daha sıkı sarılalım…
…
KURMAY ALBAY NURİ KORKMAZ’
İLK EMRİ; “BASIN TOPLANTILARIMI ABDULKADİR İZLEYECEK”
12 Eylül 1980 askeri darbesi
sırasında 6.Kolordu Komutanlığında görev yapmakta olan;
Kurmay Albay Nuri Korkmaz o
dönemde Adana Belediye Başkanlığına getirilmişti…
1977 de halkın oylarıyla
seçilen CHP’li Selahattin Çolak darbeden sonra istifa dilekçesini yazmak
zorunda kalmıştı…
Hürriyet Gazetesinde
çalıştığım o yıllarda her türlü basın toplantılarına muhabir olarak ben
giderdim…
Ama darbeden sonra Belediye
Başkanı Olan Kurmay Albay Nuri Korkmaz muhabirler arasında bana ayrı bir önem
vermişti…
-“BASIN TOPLANTILARIMI ABDULKADİR
KAÇAR İZLEYECEK” diye emir vermişti…
Gerçekten de basın
toplantılarının tamamını ben izlemiştim… Haftada iki ya da üç kez yaptığı
toplantı öncesi;
Şefim Cevat Eren’e;
-Basın Toplantımı Abdulkadir’
i bekliyorum diyordu…
Şefim de o çağrıya uyuyor ve
başkanın tüm toplantılarına beni görevlendiriyordu…
O yıllardaki gazeteciler her
türlü basın toplantılarına iki kişi gidiyordu;
Biri fotoğrafları çekiyor,
diğeri de haberleri yazıyordu…
Ama ben tek kişilik bir
güçtüm; şöyle ki hem olayın fotoğrafını çekiyor, hem de haberi yazıyordum…
Yani Hürriyet Gazetesi, basın
toplantılarına;
İki kişi göndermek yerine
sadece beni giderek bir tür tasarruf etmiş oluyordu;
Basın toplantıları çok
kalabalık geçiyordu…
En küçük bir haberde bile en
az 30 muhabir bulunuyordu…
Belediyedeki basın toplantısı
sona erdiğinde;
Kurmay Albay Nuri Korkmaz
beni belediyenin bahçesinde yürüyüşe davet ediyordu…
Küçük bahçede her toplantı sonrası
30-40 dakika birlikte yürüyüş yapıyorduk…
Belediyenin laçka bir yer
olduğunu, kimin ne yaptığını anlamadığını söylüyordu…
Özellikle bazı bölümlerdeki
kişilerin her türlü rüşvete karıştığından yakınıyordu…
-Abdulkadir sen olsan ne
yaparsın? Diyordu…
-Başkanım, siz hem asker, hem
de bürokratsınız, yasalar neyi emrediyorsa onu yapacaksınız…
-Tamam da nereden tutsam
elimde kalıyor kardeşim, diyordu…
Çalışanları sürekli şikâyet
ediyor, dert yanıyor ama bir türlü rahat hareket edemiyordu…
Ziyapaşa Bulvarı üzerine
yapılacak olan Atilla Altıkat üst geçidi ihalesi öncesi;
Katılacak tüm müteahhitleri
karşısına dizdi;
-Herkes beni çok iyi
dinlesin…
O üst geçit yapılıp
bittiğinde hepinizi altına dizeceğim…
Üstünüzden en büyük tonajlı
yüzlerce Tırları geçireceğim…
Çürük yaptıysanız, üst
geçidin altında kalıp hepinizi öldüreceğim…
Ona göre dürüst ve sağlam iş
yapın…
…
BELEDİYE BAŞKANI KURMAY
ALBAY’I ERCAN KONT’ UN UZUN SAÇI RAHATSIZ EDİYORDU(CİK CİK NECATİ)…
Her basın toplantısı bitince
diğer gazeteciler giderken;
Belediye Başkanı Nuri Korkmaz
beni durdururdu;
Bahçeye iner birlikte 30-40
dakika tur atardık… Belediye çalışanlarından şikâyet ederdi…
Başka bir bahçe yürüyüşümüz
sırasında;
Belediye çalışanları arasında
saçını ünlü sanatçı Barış Manço gibi hemen beline kadar uzatarak gezen, Tiyatro
Müdürü Ercan Kont’tan şikâyet ediyordu…
-Kaç defa uyarıldı, ama
arkadaş saçını kesmiyor…
Adam baştan sona kadar
muhalif…
-Başkanım, siz bir yolunu
bulursunuz, ne yapacağınızı iyi bilirsiniz, yasaları uygulayacaksınız demiştim…
Belediyede her işte
kullanılan ve joker olarak bilinen her derde derman olan Necati Özkan’a;
-NECATİ YAVRUM, ERCAN’I
MEVCUTLU OLARAK BERBERE GÖTÜR…
ADAM GİBİ TIRAŞ ETTİR, HEMEN
GERİ GELİP BANA TEKMİL VER, demişti…
Necati Özkan da başkanın
talimatını;
Göz açıp kapayıncaya Ercan
Kont’u mevcutlu olarak;
En yakın berbere götürüp
tıraş ettirip, ışık hızıyla geri getirip başkana tekmil vermişti…
Başkan Nuri Korkmaz Albaydan
büyük takdir almıştı…
-NECATİ YAVRUM, KUŞ GİBİ
HIZLI BİÇİMDE GİDİP, KUŞ GİBİ GÖREVİNİ YAPIP GELDİN…
SENİN ADINI BUNDAN SONRA,
YANİ KUŞ GİBİ HIZLI CİKCİK NECATİ KOYUYORUM, demişti…
Ondan sonra Necati Özsan’ın
adı tüm Adana da ve Türkiye de CİCİK NECATİ olarak anılmıştı…
Adana Belediyesine 1980 den
sonra başkan olarak atanan Kurmay Albay, Seyhan Nehri üzerinde Devlet Demir
Yolları yanındaki Belediye Konukevinde yaşıyordu…
Çok büyük kahkahalar atıyor,
muhteşem bir neşeli ve poziti tipi vardı…
Bahçede yetişen muhteşem
Washington portakalını çok seviyordu…
Şefimle evine haber için
gittiğimizde, diğer misafirlerine olduğu gibi bize de o portakalları elleriyle
soyarak ikram ediyordu…
(Adana da 29 Eylül 1980 ile 2
Aralık 1981 de belediye başkanı olarak kısa dönem görev yapmıştı…
Daha sonra Demokratik Sol
Parti Kurucu üyeliği yapmıştı…
TBMM de XV11 dönemi Adana
milletvekilliği görevinde bulundu…)
…
SEYHAN BELEDİYE BAŞKANI
AZİM ÖZTÜRK TV EKRANINDA
VERDİĞİ SÖZÜNÜ TUTMADI…
Ak Partiden Seyhan İlçesi
Belediye Başkanı seçilen;
Prof. Dr. Azim Öztürk, seçim
öncesinde televizyondaki canlı yayınımızda halka verdiği sözlerin hiç birini
tutmadı…
O yıllarda Çukurova
Televizyonunda haftada üç, bazen dört program yapıyordum…
Seçime yaklaşırken Televizyon
Belediye Başkan adaylarını da sıkça canlı yayına konuk olarak alıyorduk…
Ak Parti akademisyen, yazdığı
kent sorunlarının çözümü kitapları bulunan Prof. Dr. Azim Öztürk’ü Seyhan
Belediye Başkanlığına aday göstermişti…
Televizyona canlı yayınımıza
konuk olmadan bir-iki ay kadar önce M-1 deki bir kafedeki;
Kimse tanımadığı için bir
köşede sessiz, sakin, tek başına oturup çay içerken Prof. Dr. Azim Öztürk’le
karşılaştık…
Hem ART Tv de 5, hem Kanal-A televizyonunda 5 yılda binlerce
program yaptığım;
Halen de Çukurova
Televizyonunda hatada 3-4 kez ekranda göründüğüm için beni ekrandan tanımış
olmalıydı…
Garip şekilde oturduğu,
kimsenin tanımadığı, yüzüne bile bakıp ilgilenmediği masasına beni davet etti;
birlikte çay içerken bir yandan da benden bilgi almak istedi…
-Abdulkadir Bey, biliyorsun
ben Seyhan Belediye Başkanlığına adayım…
Gazeteci arkadaşım, kardeşim
olarak bana neler önerirsin? Neler yaparsam iyi, neler yaparsam yanlış olur,
dedi…
-Size şimdiden başkan
demeliyim;
İlk ve en önemli madde
gazetecilerle iyi geçinin…
Medya mensubuyla asla
takışmayın, zıtlaşmayın;
Çünkü her politikacı
takıştığı-tartıştığı-hakaret ettiği, aleyhinde dava açtığı gazetecilere
yenilmiştir…
Tarih bunun örnekleriyle
doludur…
İkinci önerim de;
seçildiğiniz takdirde, sizden önce başkanların işe aldığı personele dokunmayın;
kimsenin ekmeğiyle oynamayın…
Oy verseler de vermemiş
olsalar da onların her birisi ev geçindiren, çocukları okuyan insanlar…
Aradan kısa bir süre geçti,
başkan adayı Prof. Dr. Azim Öztürk’ü:
İki gazeteci arkadaşımızla
Çukurova Televizyonunda iki üç kez canlı yayına konuk olarak aldık…
Sorular sorduk, mesleğinin şehircilik
olduğunu bu konunun kitabını yazdığını, seçildiği takdirde Seyhan ilçemize çok
güzel şeyler dakikalarca övünerek anlattı iddia etti…
Seçime gitmeden önce iki üç
kez yine bizim canlı yayınımıza konuk olmuştu;
Her programda da aynı şeyleri tekrarlar
şeklinde hatırlattım;
-Sayın Başkan, seçildiğiniz
takdirde, daha önce işe alınan çalışanların işlerine son verecek misiniz?
Çalışanlar bu konuda
tedirgin, sizin güvence vermenize ihtiyaçları var…
-Buradan Seyhan Belediye
çalışanlarına söz veriyorum, hiçbir çalışanın ekmeğiyle oynamayacağım, işine
asla son vermeyeceğim…
Çalışan kardeşlerim müsterih
olsunlar…
Görevlerini yapmaya gönül
rahatlığıyla devam etsinler…
Sonra ne mi oldu? Seçimler
yapıldı, Prof. Dr. Azim Öztürk Başkan seçilmeyi başardı…
Göreve geldiği ilk hafta içinde pek çok kişi
gibi, orada harita bölümünde inşaat mühendisi olarak çalışan ablamın da elinden
istifa dilekçesi aldı…
Makamında ziyaret ettim ve
çalışanlara verdiği sözleri hatırlattım;
Çünkü oğlu İstanbul da
okuyordu…
Bir süreliğine ablam çalıştı,
tekrar istifa dilekçesi, tekrar çalıştı falan…
Yani Türkiye’deki
politikacıların seçim öncesi verdiği tutmadığına, ilk işleri kendilerinden
önceki başkanların işe aldığı çalışanların kapının önüne koymalarına yıllarca
tanık olmuştum…
İki üç kez televizyondaki
canlı yayınlarda, halkın gözünün içine bakarak kimsenin işten çıkartılmayacağı
sözünü veren;
Ama bunun tam aksini,
işbaşına geldikten bir hafta sonra yapan;
Prof. Dr. Azim Öztürk’te bu
konuda beni yanıltmadı…
Bu arada Adana da bazı ilçe
belediye başkanları değiştiğinde;
Kurumda çalışıp, işlerinden
ayrılmak istemeyenleri döverek, küfürler ederek, yaralayarak belediyeden
kovdukları zaten gazetelerde defalarca yer almıştı…
…
BAŞBAKAN ÖZAL’A
SESLENMEM TEPKİ ÇEKTİ…
Aytaç Durak başbakan Turgut
Özal’ın ANAVATAN partisinden Adana Büyükşehir Belediye Başkanı olmuştu…
İlk icraatlarından biri de
kentin kanalizasyon ana kollektör sorununu çözmek için harekete geçmişti…
142,5 kilometrelik devasa
künkler döşenecekti…
İçinden kamyonet geçen devasa
kanalizasyon sistemi boruları döşenecekti…
Başbakan Turgut Özal’ da
temel atma töreni için kente gelmişti…
Başbakan, Hava alanı
yakınında künkler için açılan devasa çukurda harç atmaya başladı…
Gazeteciler olarak yukarıda,
başbakan aşağıdaydı ve yüzü de görünmüyordu…
Hiçbir gazetecinin sesi
soluğu çıkmıyordu, herkes biraz çekiniyordu…
Ben bir türlü istediğim
fotoğrafı çekemiyordum…
Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin Başbakanı temel atıyordu, mutlaka güzel bir fotoğraf çekmem
gerekiyordu…
Yaklaşık 30-40 gazetecinin
sorununu çözmek için daha fazla dayanamayıp yüksek bir sesle;
-Sayın Başbakanım, biraz
yukarıya bakabilir misiniz?
Dediğimi yaptı, yukarı baktı
tüm flaşlar birden patladı elinde harçla fotoğrafını benim gibi diğer
arkadaşlarımda çekmeyi başarmıştı…
Çevresindeki koruma
polisleri, bürokratlar milletvekilleri, bana sert ve ters birer bakış attılar…
Bir tek Aytaç Başkan
gülümseyerek beni kutlamıştı…
Ama işi bitirmiş, Başbakan
Turgut Özal’a istediğim pozu verdirerek, diğer gazetecilerin de sorunlarını çözmüştüm…
Gazeteciler olarak bazen
riski göze almak gerekiyor; yoksa sonuç istenilen gibi olmuyor…
Bu riskleri her zaman göze
aldım, güzel sonuçlara da ulaştım…
Bu gün olsa yine aynı şeyi
yapardım…
…
HER ZAMAN ÖZGÜRLÜĞÜ SEÇTİM…
TRT ŞANSIMI İSTEYEREK
KULLANMADIM…
TRT Çukurova Radyosunun
stüdyoları Mersin de; Haber Merkezinin ise Adana’dadır…
1989 yıllarda her gazeteci
gibi ben de bir ara işsiz kaldım;
Ama Hürriyet, Milliyet
gazetelerdeki başarılarım herkesçe yakından izlenip, imzamla takdir
kazanıyordum…
Yani diğer meslektaşlarım
beni yakından takip ediyor, ne yaptığım yakından biliniyordu…
TRT Haber Merkezi Bölge
müdürü Gürses Vargül bir gün beni telefonla aradı;
-Abdulkadir yarın Adana ya
TRT genel müdür yardımcısı geliyor…
Seni onunla tanıştıracağım…
İstisna sözleşme ile seni TRT
ye aldıracağım, dedi…
Teşekkür ettim, düşüneceğimi
söyledim…
Aynı günün gecesinde de BÖLGE
GAZETESİ ’ni kurmaya hazırlanan Tahsin ağabeyimin de okul arkadaşı olan Nevzat
Uçak aradı;
-Abdulkadir yeni bir gazete
kuruyorum…
Sen ilk sıradasın, yarın gel
işe başla, bekliyorum, dedi…
Hepten şaşırdım kaldım;
başarılı olunca bu türlü teklifler sıkça insanı buluyor…
Ayrıca hep böyle olur, bazen
işsizlikle bunalır insan, bazen de birkaç teklif birden gelir…
Gece boyunca düşündüm, ertesi
sabah oldu, ben BÖLGE GAZETESİ ni tercih ettim…
Çünkü bir filozofun şu sözü
her daim aklımdaydı;
“DEVLET MEMURLARI YARATICI
OLAMAZ… ŞÖYLE YA DA BÖYLE YASALAR ONLARI BAĞLAR”
Bu sözü bildiğim için, özgür
ve yaratıcı gazeteciliği tercih ettim…
Hayatımın muhasebesini
yapınca şunu söyleyebilirim;
Bu güne kadar yapabildiğim ya
da yapamadığım hiçbir şeyden asla ve kata pişmanlık duymuyorum…
Özgürlüğün bedeli olabilir
mi?
Çok para kazanıp az özgürlük
yerine, gerektiğinde aç yaşayarak tam özgürlükle yaratıcı düşünceli yaşayarak
eserler vermeyi seçtim…
…
…
BÜYÜK MUCİZE YAŞADIM…
AZİZ NESİN’LE
BULUŞMA MUCİZEM…
Seyhan Belediyesinin Kültürel
Etkinliğinde o güne kadar Adana ya gelmeyen birçok yazar, çizer, düşünür davet
edilmiş hepsi de o çağrıya uymuştu…
Benim için flaş isim o güne
kadar tüm kitaplarını severek, büyük keyif alarak okuduğum idolüm olarak kabul
ettiğim Aziz Nesin’di…
Çalıştığım Bölge
Gazetesindeki santral memuruna üstadın kaldığı İnci oteli ve Aziz Nesin’i
bağlamasını rica etmiştim…
Hiç umudum yoktu, 5 dakika
sonra telefonun ucundaki ses;
-Buyurun efendim, ben Aziz
Nesin’im deyince dünya durmuştu sanki…
Çalıştığım gazeteyi, kendimi
tanıttım, söyleşi yapmak istediğimi anlatınca;
-Gel evladım, bekliyorum,
dedi…
10 dakikalık yürüme
mesafesindeki otele özel taksi tutarak ulaştım…
O günlerde gazeteciliğe
yanımda başlayan Acar Filiz’i de aldım, fotoğraflarımızı çekmesini sağladım…
Tek sözcüklü röportajımı
baştan sona kadar yanıtladı…
Öyle kibar, öyle beyefendi,
öyle karizması vardı ki;
Konuşmalarını, verdiği
yanıtlarını nefes almadan dinledim…
O söyleşi, Aziz Nesin’in
ölümünden sonra “BİR DOKUN BİN AH İŞİT” isimli kitabında yer aldı…
Orada Aziz Nesin, ölümünden
sonra mezar istemediğini, tören istemediğini anlatıyordu…
YAŞAR KEMAL; “BENİ TUZAĞA
DÜŞÜRECEKSİN” DİYE MASADAN KAÇTI…
Yine 1991 deki Seyhan
belediyesi birinci kültür şenliğine gelenlerden biri de dünyaca ünlü romancımız
Yaşar Kemal’ di…
Atatürk Parkında halka açık
konferanslarında hem Aziz Nesin’in, hem Yaşar Kemal’in konuşmalarını teybe
kaydetmiştim…
Adanalı olan Demirtaş
Ceyhun’u kendime daha yakın buluyordum… Ondan rica ettim;
-Ağabey tek sözcüklü söyleşi
moda, Yaşar Kemal’den de benim adıma bir randevu alabilir misiniz?
-Tamam, dedi…
Yaşar Kemal’le kaldığı
otelinde sabahleyin randevulaştık…
Gün içinde saatlerce
konuştuğumuz Yaşar Kemal üstatla otelde önce sabah kahvaltı yaptık ve uzunca
sohbet ettik…
Başka bir masaya birlikte
geçtik;
Teybi açıp, tek sözcüklü
söyleşi lafını duyunca;
-Yok, sen beni tuzağa
düşürmek istiyorsun;
Ben bu söyleşide yoğum arkadaş,
diye gök gürültüsü gibi sesiyle kabul etmedi…
Masadan kalkıp hızla
uzaklaştı…
Onun tepki vermesi bile benim
için tarihi bir olay;
Büyük ve sevinç duyduğum bir
buluşmaydı…
Çünkü çağının en büyükleri
olan muhteşem insanlarla bir arada olmak, onları dinlemek, çağına ölümsüz
imzalarını atan bu bireyleri tanımaktan her zaman onur duydum…
Söyleşimi ret etse de benim
gönlümün en güzel yerindeki ölümsüz yeri vardır…
Hemen tüm kitaplarını
okuduğum, hayranı olduğum büyük bir kişilik, tarihi bir şahsiyettir…
…
SANATÇILARVE ŞAŞIRTAN
BULUŞMA…
SOLCU CEM KARACA TAM
ÖZALCI OLMUŞTU…
1980’öncesindeki protest
şarkılarıyla yoğun bir taraftar ve hayran topluluğu kazanmıştı…
Ama şarkıları devlet
politikasına uygun olmadığı için yurtdışına kaçmış orada yaşamaya başlamıştı…
Hatta vatandaşlıktan da
çıkartıldığını hatırlıyorum…
Daha sonra Başbakan Turgut
Özal’ın affı sayesinde Türkiye ye dönebilmişti…
Seyhan belediye Başkanı
Yalçın Akyol’un 1991 yılında düzenlediği 1. KÜLTÜR ETKİNLİĞİNDE Adana ya gelen
en ünlü ve sevilen sanatçılardan biriydi…
Kaldığı İnci Otel de basın
toplantısı öncesi tüm gazeteciler olarak hazırdık…
O koyu ve protest şarkıların
ünlüsü Cem Karaca uzaktan göründü…
Gazetecilerle arasında 20-30
metre mesafede durdu…
Ama günün ilk saatleri
olmasına karşın, o mesafedeki ağzından yayılan anason kokusu hepimizi sarhoş
etmişti sanki…
Başladı Başbakan Turgut
Özal’ın politikalarını övmeye…
Ne kadar akıllı, bilgili,
ileri görüşlü bir devlet adamı olduğunu anlatmaya başladı…
Bizler birbirimize bakıyor,
içimizden de gülüyorduk…
Konuştukça bize daha da
yaklaştı, daha fazla anason kokusuyla daha uç şeyler söyledi…
Yıllarca sahnelerde izlediğim
Cem Karaca, müthiş değişim geçirmişti…
Tarih, zaman, politika, ne
kadar çok insanı değiştirdiğine orada gözlerimle şahit olmuştum…
Her gazeteci gittikten sonra
ben 2 saat daha teybimi açtım, söylediği her şeyi kayıt etmeyi başardım…
İyi ki Yalçın Akyol Başkan
bizi bu türlü toplumu etkileyen kişilerle bir araya getirmişti…
Hala da kendi adıma çağın en
ileri düşünce, müzik insanlarıyla bir araya getirmesine saygı duyarım…
…
MAFYANIN ELİNDEN
BÜLENT ERSOY KURTARDI…
Hürriyet Gazetesinde 1980’li
yıllarda coşkulu şekilde çalışıyordum;
Adana ve Mersin’e gelip
konser vermek için bölgemize gelecek sanatçılarla ilgili olarak;
Hürriyet Haber Ajansımızdan
yani genel merkezimizden İstanbul’dan daima teleks mesajı gönderilirdi…
-Şu sanatçı, Adana ya
geliyor, Mersin’ de konser verecek… İzlenip haberleştirilmesi bilgisi
gönderilirdi…
O yıllarda kentimize ve çevre
illere gelen dönemin en ünlü olan hemen tüm sanatçılarıyla tanışıp, haberlerini
yapmıştım…
İletişim kurup haberini
hazırlama mutluluğuna ulaştığım dönemin sanatçılarından bazıları şunlardı;
Müzeyyen Senar, Emel Sayın,
Erol Büyükburç, Erol Evgin, İbrahim Tatlıses, Barış Manço, Cem Karaca, İlhan
İrem, Edip Akbayram, Ersan Erdura, Gönül Yazar, Ajda Pekkan, Huysuz Virjin,
Sezer Güvenirgil, Samime Sanay, Modern Folk Üçlüsü, Üç Hürel, Şükran Ay, Ümit
Pesen, Ersen ve Dadaşlar, Fikret Kızılok, gibi ünlüler başta olmak üzere
sayısızca sanatçıyı izleyip haberleştirmiştim…
Türk Sanat Musikisinin efsane
bestekârları Avni Anıl başta olmak üzere Ali Şenozan, Arif Sami Toker vs…
O günlerin en ünlülerinden
birisi de hiç şüphesiz ki, Zeki Müren’in yerine veliaht gösterilen;
Türk Sanat Musikisinin ünlü
sesi Bülent Ersoy’du…
1980’de askeri darbe
yapılmış, milli güvenlik konseyince Bülent Ersoy’a sahne yasağı getirilmişti…
O yıllarda cinsiyet
değiştirdiği için, topluma olumsuz örnek olması devlet yöneticilerince
önlenmeye çalışılıyordu…
Oysa toplumun taparcasına aşkla
sevdiği parlak yıldız;
Bülent Ersoy bunu sesini
çıkarmadan kabul ediyor görünse bile içi içini yiyordu…
İşte yasakların konulduğu ilk
aylardan hemen sonra İstanbul’daki Haber Merkezimizden yine teleks mesajı
geldi…
-Bülent Ersoy Mersin’ de ünlü
iş adamının Deveci ’nin oğlunun sünnetinde gizlice sahneye çıkacak;
İzlenip acil olarak
haberleştirilmesi ricasıyla…
Uçağı saat 22;00 de Adana
havalimanında olacak, izleyelim, şeklindeydi…
Şefim Cevat Eren yasaklı olan
Bülent Ersoy’u izleme görevini bana verdi…
Heyecanla, zevkle, koşarak
mutlu biçimde uçak daha inmeden havaalanındaydım…
O yıllarda Hürriyet
Gazetesine ve muhabirlerine tüm kapılar sonuna kadar açılıyordu…
Gazeteciler olarak aprona
kadar girip, uçağın merdivenlerine kadar yaklaşıp, konukların fotoğraflarını
çekebiliyorduk…
Bülent Ersoy’u getiren uçağın
merdivenlerine kadar yaklaştım, karşılayıp elini sıkıp kendimi tanıttım ve
fotoğraflamaya başladım…
-Hoş geldiniz, iyi mi siniz?
-Teşekkür ederim…
-Yolculuğunuz nasıl geçti?
Rahat mıydı?
Hem konuşuyor, hem de kendini
Mersin’e götürecek alanın dışında karanlıklarda bekleyen lüks otomobile doğru
birlikte yürüyorduk…
-Yarın sabah İstanbul’a geri
döneceğim…
İnanın bana çok işim var, hiç
zamanım yok…
Yarın Terzim Mualla ile
randevum var…
Sohbet ediyor, fotoğraf
çekerek bekleme salonunu geçip, karanlıkların en yoğunlaştığı;
Kimsenin kimseyi tanımadığı
anda arkamdan iki kişi beni aniden sert biçimde kucakladı…
Biri hareket etmemi önlüyor,
diğeri fotoğraf makinemi almaya çalışıyordu;
-Gazeteci filmini çıkart,
çabuk bana ver…
-Siz kimsiniz? Neden vereyim?
Hayır, beni öldürürseniz filmi alabilirsiniz, diye bağırıyordum…
Ama adamlar beni öyle ki,
sıkı mengene gibi sıkıyorlardı ki, adım atamıyordum…
O sırada biri inanılmaz
büyüklükte cebinden bir tomar para çıkarttı;
-Al oğlum bu paraları,
kendine bir araba al, filmi bize ver;
Ne sen bizi gördün, ne de biz
seni, yoluna devam et…
-Filmimi asla vermem…
İsterseniz öldürün… Yok vermem…
-Verirsin, yoksa-yoksa vs…
Tartışma ve arbede giderek
daha da sertleşip, sesler iyice yükseldiğin de;
Karanlıklar içinde lüks
otomobile doğru yürüyen;
Bülent Ersoy’un haberi oldu,
birden durdu, göz gözü görmeyen karanlıkları yırtan bir ses tonuyla haykırdı;
-Bırakınnnnn Çocuğuuuu,
deyince…
Beni mengene gibi saran
kollar birden açıldı, rahatladım, özgürlüğüme kavuştum…
Aslında Bülent Ersoy da kendi
de haberinin Hürriyet Gazetesinde yer almasını istiyordu;
Ama sanki habersizce
fotoğrafları çekilmiş, bilgisi dışında yayınlanmasını istiyordu;
O yüzden benim fotoğraf
makinemi ve filmimi almak isteyenlerin elinden kurtardığını bu gün daha iyi
anlıyorum…
Bülent Ersoy şık
kıyafetleriyle o sırada kendini karanlıklarda bekleyen lüks Mercedes otomobile
bindi;
Beni mengeneye alan iki kişi
de ondan sonra aynı otomobile binip uzaklaştı…
Ellerinden kurtulmanın
mutluluğu içinde, ama filmimi kaptırmamanın onuruyla koşarak gazeteye
dönmüştüm…
Filmleri yıkayıp, servise
koymuştum… Hürriyet Gazetesinin birinci sayfasında imzamla birlikte haber yer
almıştı…
Ayrıca yine gazetenin magazin
eklerinde çok geniş şekilde yayınlanmıştı…
-Bu gün bile bana cebinden
bir tomar para çıkartarak git kendine otomobil al, bu filmi bize ver diyen
kişiyi;
Bu gün bile hale nefretle,
kinle, hatırlıyorum…
50 yıla yakın medya
mensupluğum döneminde:
Kimsenin sofrasına
yanaşmadım, kimseden tek kuruş para almadım;
Hiçbir haberi kimsenin
aleyhine kullanmadım;
Tehdit, şantaj, üçkâğıt, gibi
yasadışı yollara asla kalkışmadım…
Elime geçen her türlü bilgi
ve belgeleri, yasaların emrettiği şekilde haberleştirdim…
O nedenle bu gün alnım açık,
özgürce kendimi gazeteci olarak tanımlıyorum…
Ama Bülent Ersoy’un
gazetecilere olan sevgisi, saygısı, beni bu şekilde korumasını da saygıyla
hatırlıyorum ve de asla unutamıyorum…
…
ŞARKICI İLHAN İREM’İN
PARA TEKLİFİNİ RET ETTİM…
“YARINLAR” gibi bir çak şarkısıyla
yıldızı aniden parlayan genç pop şarkıcısıydı İlhan İrem…
Kısa zamanda da gençlerin
sevgilisi olmuştu…
Diğer tüm sanatçılar gibi
kentimizde de sıkça konsere geliyordu…
Adana’da Arı Sinemasında yine
bir dizi muhteşem konserler vermek için kente gelmişti…
O yıllarda sanatçılar bir gün
içinde peş peşe üç konser veriyordu;
Saat 14: 00 te, 17: 30 da bir
de akşam 21: 00 de…
Konser öncesi Adana Dağ Tenis
Yelken Kulübünde bir gurup hayranları ve samimi arkadaşlarıyla birlikte
buluştuk…
Benim Hürriyet Gazetesi
muhabiri olduğumu öğrenince ayrıca ilgi göstermeye başladı…
Konuşmalarımızın arasında
sürekli mırıldanıp, yeni besteler yapmaya, yeni melodiler bulmaya çalışıyordu…
Arkadaşları konuşmak için bir
şeyler söylediğinde;
-Ben sizler gibi boş gezinin
boş kalfası değilim;
Beni lütfen boş sözlerinizle
meşgul etmeyin…
Yeni besteler için 25.saati
arayan insanım, diye kendini bana daha da farklı tanıtıyordu…
Sorularımı uzun uzun
yanıtladı, birlikte fotoğraflarınmızı çektim…
Haberin nerede
yayınlanacağını sordu;
-HÜRRİYET GAZETESİNİN KELEBEK
VE HAFTA SONU GAZETELERİNDE YAYINLANACAK, deyince…
Çocuklar gibi çok sevinip,
mutlu olmuştu;
Popülerliğinin ilk
yıllarındaydı ve reklama müthiş şekilde ihtiyacı vardı…
O yıllarda, ne özel
televizyon, ne radyolar henüz yoktu…
Sanatçıların tamamı Hürriyet
Gazetesinde ve magazin eklerinde;
En küçük bir haberinin
çıkması için inanılmaz biçimde birbirleriyle yarışıyordu…
Ayrılırken şöyle dedi;
-Borucumuz ne olacak
Abdulkadir?
-Ne borcu İlhan Bey?
-Bu kadar haberimi
hazırladın, fotoğraflar çektin, gazetelerde yer alacak…
Yani benim sana borcum yok
mu?
-Yok, neden olsun ki?
-Ama İstanbul daki
muhabirlerin hepsi, haberimi hazırlayınca karşılığında para alıyorlar yani haberlerimi
her zaman parayla yaptılar, yapıyorlar…
-Adana da böyle bir kural
yok, biz hazırladığımız haberler için para falan talep etmeyiz;
Böyle bir istekte bulunanı da
Hürriyet Gazetesi kapının önüne koyar, deyince çok şaşırmış teşekkür etmişti…
Haberler çok geniş olarak
Hürriyet Kelebek Ekinde ve Hafta Sonu Gazetesinde çok geniş şekilde yer
almıştı…
Adana ya daha sonraki
yıllarda yine geldi, defalarca görüştük…
İyi ve samimi bir
arkadaşlığımız oluşmuştu…
Her gördüğünde bana teşekkür
ediyordu…
…
KÜÇÜK İBONUN TÜRKÜSÜ
TÜYLERİMİ ÜPRETTTİ…
Adana da ilk özel yerel
televizyonların devreye girdiği;
1990’lı yıllarda yazılı
medyadan, görsele medyaya-televizyonculuğa geçen ilk gazeteciyim…
İlk özel televizyonu olan
ART’(Adana Radyo ve Televizyonu) de 5 yıl boyunca haber müdürü ve yayın
yönetmeni olarak…
Haftada 4-5 bazen daha fazla canlı
yayına çıkıyordum;
Çünkü hiç kimse kameraların
karşısına çıkmamış, onlarla tanışmamıştı…
Yıllarca gazetecilikte
“DUAYEN” diye tanımlanan gazeteci arkadaşlarım ve büyüklerimiz, kamerayı
görünce köşe bucak kaçıyordu…
Ben kameranın sihrine
inanıyor ve bayılıyordum…
O nedenle yazılı basından
rahatlıkla özel televizyona geçmiştim…
Ama kendi çapımda aynanın
karşısına geçip konuşma teknikleri uyguluyordum…
Tiyatrocu arkadaşlarımdan
diksiyon dersleri alıyordum…
Romalı Çukurova Valisi Çiçero
gibi ağzıma küçük çakıl taşları koyarak dil ve dudak tembelliğimi gideriyordum…
O nedenle kısa zamanda artık
kamera karşısında düşüncelerimi sözlü olarak kolaylıkla ifade edebiliyordum…
Adana da özel
televizyoncuların ilk örneğiydim…
Daha sonraki yıllarda bu işi
yapmaya kalkanların hepsi daim beni örnek aldılar; kural bu günde geçerlidir…
Beni örnek aldığını söyleyen
çoğu gazeteci arkadaşım defalarca itiraf etmiştir…
ART’ de haftada 4-5-6 kez
canlı yayına çıkıyordum, başarıyla görevimi sıfır hata, yüzde yüz şekilde
başarıyordum…
5 yıllık görev süremin
sonunda; transfer olduğum Kanal-A Televizyonunda tıpkı ART de olduğu gibi
sayısız programlar ürettim;
Çalıştığım dönemde haftada
iki üç sokak söyleşileri, canlı yayınlar, paket programları yapıyordum…
Abartısız söylüyorum özel
televizyonların altın çağıydı…
Özellikle sokak programlarım
vatandaşı ekranın başına kilitliyordu;
Savaş Aydan yıllarca önce
kafama şapka giyip, sokak söyleşilerinde, halkı kamerayla ve mikrofonla
tanıştırıyordum…
On binlerce kişiye mikrofon
uzatıp, kendilerini ekranlarda görmelerini sağladım…
Programımın birinde;
-Sokaktaki vatandaşın
cebindeki parayı göstermesini istiyordum…
-Dünya sevgililer gönünde
vatandaşın yüzüne bir arkadaşım aracılığıyla boy aynası tutturup;
-Karıcığım seni seviyorum,
demesini istiyordum…
-Seyhan eski Baraj Gölündeki
Gençlik Köprüsünde genç bir kıza gelip insanların yüzüne ayna tutturup;
-Kendinle tanış, kendimi
seviyorum, demesini istiyordum…
-Her bayram huzur
evindekileri ekrana taşıyordum…
-Bazen sokakta gömlek ödülü
karşılığı halka tekerleme söyletiyordum…
-Sokaktaki vatandaşın kravat
bağlamasını istiyordum,
-“HALO DAYI” isimli ünlü
zurnacıyı dörtyolda halkla buluşturup, vatandaşın zurna üfletmesini istiyordum…
-Alt ve üst geçidi
kullanmayan kaçarak geçen vatandaşları koşarak yakalıyor, neden alt geçitten
geçmediğini anlatmasını istiyordum…
-Kaldırım yerine neden yolun
ortasından yürümeyi tercih etmediğini soruyordum…
-Sokakta vatandaşa
sihirli-bulmaca kutuları açmalarını istiyordum…
-Okulların açık olduğu
aylarda haftada bir okulu ziyaret ediyordum…
-İnternet cafeler yeni
açılmaya başlamıştı oradaki gençlerle söyleşiyordum…
-Ziraat Bankasına borcunu
ödeyemedikleri için cezaevine topluca girecek köylülerin sorunlarını ekrana
taşıyordum…
-Çukurova da Osmaniye’den
Mersin’e kadar olan kalelerin belgesellerini çekiyordum,
-Bazen Bit Pazarında ucuz
giysi programları yapıyordum..
-Patates tarlalarında tarım
işçileriyle ilgili programlar üretiyordum…
-Ne olacak bu memleketin hali
diye yüzlerce vatandaşı sokakta tartıştırıyordum…
-Bu seçimde kime oy
vereceksiniz sorusunu soruyordum…
-1998 depreminde her gün
aralıksız şekilde dolaşıp 30 a yakın program çektim…
-Tarihi Misis Köprüsü
depremden sonra ulaşıma kapanmıştı; 37 den fazla köyü, kent merkezine
bağlıyordu: milletvekilleriyle halkı köprüde buluşturup sorunların çözümüne
katkı yapmalarına öncülük ediyordum…
-Sayısız açık oturumlar,
günlük yorumlar vs...
3 televizyon kanalında 5 bine
yakın program çekmiştim; yaptığım her program 3/ 4/ 5/ 6/ 7 bazen daha
sayılarda tekrarlar şeklinde yayınlanıyordu…
Yine sokak programlarımdan
birini Atatürk Parkındaki emeklilerin sorunlarını ekrana yansıtmak için
çekiyordum;
Banklardan birinde yaşlıca
bir adamla;
10-12 yaşlarında olduğunu
tahmin ettiğim çocuk dikkatimi çekmişti…
Hemen onlara yöneldim; çocuğun
giysileri çok dikkatimi çekmişti;
Lacivert elbiselerini giymiş,
beyaz sivri burunlu, yumurta topuklu kundurası ve yanındaki büyüğüyle parka
oturuyorlardı…
Yanlarına yaklaştığımda,
manevi cesareti çok yüksek olan bu çocuk kamerayı da görünce, benim televizyon
programcısı olduğumu anlamıştı;
-Abem sana bir Türkü söyleyem
miii?
-Al mikrofon senin, söyle
bakalım hangi türküyü söyleyeceksin?
Mikrofonu eline verdim, ben
de karşısına geçip dinlemeye başladım;
-AYAĞINDA KUNDURA, türküsüne
bir başladı, tüylerim diken diken oldu…
Türküsünü bitirmesini sonuna
kadar bekledim ve mikrofonu elinden almadım…
Öyle içten, öyle yanık sesli,
öyle coşkulu söylüyordu ki;
İbrahim Tatlıses’in ünlü hale
getirdiği bu türküyü;
O yaşında inanın bana ondan
daha da güzel söyledi…
-Senin adın ne bakiim?
-Benim adım İbrahim abem…
-Parkta ne işin var senin
İbrahim?
-Abem, ben Urfa’dan Adana’ya
Türkücü olmaya gelmişem…
-İbrahimciğim, Adana da bu
işi yapamazsın…
Sen şu anda yanındaki bu
büyüğünle hemen otogara git;
İstanbul’a birlikte oraya
gidin…
Sadece orada ünlü olursun,
Adana da bu işi yapamazsın olmaz, dedim…
Küçük İbrahim mikrofon
uzattığım binlerce kişiden sadece biriydi İbrahim…
Aradan 10 yıla yakın bir
zaman geçti, bir gün baktım o çocuk büyümüş ve televizyonda türküler söylüyor;
-O zaman İbrahim şimdi KÜÇÜK
İBO(soyadı KÜÇÜK’ müş televizyon programlarında izlediğimde öğrendim)olarak
karşımdaydı…
İnanılmaz şekilde çok mutlu
olmuştum;
Ben yönlendirmeseydim, Adana
da kalsaydı, ya tarım, ya da inşaat işçisi olacaktı…
Belki de benim sayemde kısa
zamanda İstanbul da ünlü oldu…
Daha sonra hiç karşılaşmadım;
Ama bir Adanalı gazeteci
arkadaşıma anlatmıştım;
Arkadaşım KÜÇÜK İBO’ ya bunu
hatırlattığında;
-Evet, Atatürk Parkında
televizyoncu bir abiye türkü söylemiştim, o benim İstanbul’a gelmemi
söylemişti, çok selamımı ve saygılarımı söyleyin, demiş…
Bunlar güzel anılar…
Peki, şimdi o videokaseti
nerede diye sorulacaktır…
O yıllarda bir videokasetini
silerek üstüne üç, dört, belki daha da fazla program çekiyorduk…
İbrahim’in KÜÇÜK İBO olacağını
nereden bilebilirdim ki? Yoksa saklardım…
Daha sonraki yıllarda diğer
önemli saydığım videokasetlerim gibi onu da Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve
Teknoloji Üniversitesine bağışlardım…
Ama meslek hayatımda mutlu
olduğum anılarımdan biridir…
ABDULKADİR KAÇAR… Adana 2021
…
EROL BÜYÜKBURÇ’UN SAHTE
KUVVET MACUNU…
Hürriyet Gazetesinde
çalıştığım yıllarda, genel merkezimiz Adana’ ya, çevre illerimize gelecek
sanatçıları teleksle önceden bildirip izlememizi istiyordu…
O yıllarda genç ve dinamik
muhabir olduğum içinde şefim de genellikle beni görevlendiriyordu…
Türk Pop Müziğinin ilk
temsilcilerinden, hemşerimiz Erol Büyükburç’ un da Adana’ya geleciği
İstanbul’dan bildirildi…
Şefim Cevat Eren bana görev
verdi…
Aslında çağının en ünlüsü
olan Erol Büyükburç’ ben önceden tanıyordum…
Şöyle ki, ben Vehbi Necip
Savaşan Ortaokulda okurken, Adana ya konser vermek için geldiğinde kaldığı
amcasının evi okulumuzun bitişiğindeydi…
Kocaman bir ev, okulumuzla
bitişik, arada sadece basit tek sıra tel vardı…
Günler önceden amcasına
geliyor, teneffüslere çıktığımızda onu bahçede dolaşırken izliyorduk…
O da sıcak bir insandı bizim
gibi öğrencilerle sohbet ediyordu…
Konserlerini de defalarca
Adnan Menderes Kapalı spor salonunda izlemiştim…
Büyük hayranıydım, gazeteye
geldiğinde çok mutlu oldum…
Hayranı olduğum sanatçıyla
birebir konuşmak, onunla Adana’yı gezmek hayallerimin gerçekleştiği andı…
Haber konusu olarak neler
yapabileceğimiz konuşuldu…
Önce Halep Çarşısı
sokağındaki doğduğu evin önünde fotoğraflarını çektim…
Sonra da doğruca ünlü atar
Çerçiyusuf’a gittik…
Oradaki cam macunlarına
sarılır gibi bana poz verdi;
Esprisini de kendi şöyle
anlattı;
-EROL BÜYÜKBURÇ ADANA DA
ENERJİ DEPOLADI… KUVVET MACUNUYLA GENÇLEŞTİ”
Sonraki yıllarda magazin türü
denilen bu tür haberler için, döneminin sanatçıları pop müzik sanatçıları ilhan
İrem, Ersan Erdura, Ümit Pesen içinde hazırlamıştım…
Yine o yıllarda ünlü olan
Türk Sanat Musikisi sanatçısı Nigar Uluer ’i gece asri mezarlığa götürüp
çekimler yapmıştık…
-NİGAR ULUER mezarlıkta hangi
ağa sevgilisi için dua etti? Şeklin de haberler hazırlamıştık…
O yıllarda Hürriyet
gazetesinin Hafta Sonu ve Kelebek Eklerinde bu haberler manşetlerden
kullanılıyordu…
Gönderdiğimiz tüm haberler
manşetten, sürmanşetten, ya da mutlaka birinci sayfadan renkli olarak
kullanılıyordu…
Halk ünlülerin gizemli
hayatlarını merak ediyordu…
O dönem magazin gazetecileri
olarak bu türlü espriler üretiyorduk…
Daha sonraki yıllarda da
magazin gazeteciliği sürüp gitti, hala da devam ediyor…
…
ERSAN ERDURA’YLA
SÜMERBANKTAN KAÇTIK…
O yılların en yakışıklı en
sevilen pop şarkıcısı Ersan Erdura Adana ya gelmişti…
Saat 22: 00’yi geçiyordu;
Ceyhan yolundaki Sümerbank Fabrikasına götürdük…
O yıllarda yüzlerce makine
kulakları sağır edercesine çalışıyordu, dokuma yapıyordu;
Genellikle de kadın işçiler
dokuma sistemini üstün başarılı biçimde gerçekleştiriyordu…
Amacımız ünlü pop sanatçısı
Ersan Erdura “BAYAN İŞÇİLERE KONSER
VERDİ” diye haber hazırlamaktı…
Sümerbank’ın bölge müdürü
bizi sevgiyle, saygıyla karşıladı, çeşitli ikramlarda bulundu…
Ersan Erdura hayranı olduğunu
defalarca söyledi ve çeşitli sorular sormaya başladı…
Hatta sohbet öyle koyulaştı
ki, bir ara zamanın sular gibi akıp geçtiğinin farkına bile varamadık…
Sonra bir yetkiliyle birlikte
bayan işçilerin yoğun olarak çalıştığı bölüme geçtik…
Gerçekten de orada çalışan
20-30 belki daha fazla genç bayan işçi Ersan Beyin geleceğini önceden haber
aldıkları için;
Gördükleri anda yoğun biçimde
çılgınca alkışladılar…
Çevresinde hemen kocaman bir
sevgi halkası oluşturduk;
Ersan Bey tam şarkıya
başlayacaktı ki;
Yangın alarmı verildi;
ortalığı birden dumanlar sarmaya başladı…
Sümerbank fabrikası resmen o
bölümden başlayarak yanıyordu…
Kocaman salonu dumanla
birlikte kötü bir koku kaplamıştı…
Ses sisteminden bir anons
geldi;
-Fabrikada yangıııııınnn
vaaaaaar, herkes dışarııııı…
Bu uyarıyı duyan bayanlar
hemen sağa sola kaçışmaya başladı…
Ben fotoğrafları falan
çekmeye asla fırsat bulamamıştım…
Bayanların oluşturduğu sevgi
çemberi yangın alarmıyla anında bozuldu; herkes bir yana kaçtı…
En önde Ersan Erdura elimi
tuttu, şoförle birlikte bizi yönlendirdi;
-Kaçalım, ağabey, yangın
bizim üstümüze kalır, kaçalım, diye en önden koşmaya başladı…
-Ersan Bey rahat olun, önlem
alırlar, korkmaya gerek yok; Burada her türdü tedbir var dediysem de, en önce
koştu, biz de ona uymak zorunda kaldık…
Sümerbank fabrikasındaki
yangın bizim hem işimizi, hem de tüm sihrimizi bozmuştu…
Haber için fotoğrafları
çekemedik, çalışan diğer işçiler gibi bayanların her biri başka yöne kaçmıştı…
Fabrikayı zorunlu olarak terk
ettik…
Gazeteci habere giderken
nerede, ne zaman, neyle karşılaşılacağı genellikle bilinmez…
O nedenle genellikle
sürprizlere karşı hazırlıklı olmak, öngörülü davranmak gerekir…
Hele de devletin devasa bir
kurumunda böyle bir olayın yaşanması çok büyük riskti…
Ersan Erdura bizi, biz de onu
kurtardık bir yerde…
…
EN ÜNLÜ SOYDAŞIM CÜNEYT
ARKIN’LA ÇEŞİTLİ GEZİLER…
CÜNEYT ARKIN GERÇEKTEN
KIRIM TATARI SOYDAŞIM…
Ünlü sinema sanatçı Cüneyt
Arkın(gerçek adıyla Fahrettin cüreklibatur)TGRT televizyonunda “BABACAN” isimli
program yapıyordu…
Onunla aynı soydan
geldiğimizi yaşayarak, aynı dili konuşarak görmüştüm…
Program Müdürü olan Yüksel
Evsen aylar önceden evime gelmişti…
Çukurova bölgesinde hangi tür
programlar çekebileceğimiz uzun bir listesini yapmıştık…
Ceyhan’ın Gölovası Köyünde,
mezarını yaşarken yaptırıp, ruhuna kuran ve mevlit okutan Dertli Kazım konusu
dikkatini çekmişti…
-Abdulkadir ağabey Cüneyt
Beyle o köyde program çekelim diye tarih belirleyip randevulaştık…
Birkaç gün önce de Dertli
Kazım Amcaya telefon açtım;
-Ünlü sanatçı Cüneyt Arkın
köyüne gelip program çekecek…
Şu gün saat 10 da köylüleri
kahvenin önündeki toplar mısın?
-Tamam, Abdulkadir Bey,
demişti…
Sabahleyin İnci Otelin önünde
Cüneyt Arkın ve ekibiyle buluştuk…
Cüneyt Bey doğruca benim
Serçe otomobilime binince şaşırmıştı…
Oysa arkada lüks bir otomobil
emrindeydi;
-Cüneyt Bey, bu araba sizin
için uygun değil, dediysem de;
-Ben senin arabanla
gideceğim, o arkadan bizi takip etsin talimatını verdi…
Yanıma oturdu, arkada program
müdürü, kameramanlar vardı…
Eskişehirli olduğunu
biliyordum, bunu söyleyince başladı TATARCA sözcükle etmeye…
Zaten benim ana dilimdi, biz
Dertli Kazımın köyüne gidip, dönünceye kadar Tatarca konuştuk…
Fıkralar, şınglar,
sohbetlerle kahkahlar atarak yaklaşık 15 saatlik güzel bir gün geçirdik…
Olayın başka bir boyutuna
gelince;
Kazım Amcanın Gölovası Köyüne
gittiğimizde, tek başına kahvenin önünde sandalyesinde oturuyordu…
-Kazım amca, hani kimse yok,
haber vermedin mi, söylemedin mi?
-Söyledim, ama bana inanmadılar,
gelmediler dedi…
Hemen camiye doğru gittim,
hocaya kapıyı açtırdım, mikrofonla şu anonsu yaptım;
-GÖLOVASININ SAYIN SAKİNLERİ…
TÜRK SİNEMASININ ÜNLÜ SANATÇISI CÜNEYT ARKIN ŞU AN KÖY MEYDANINDA… SİZİ
BEKLİYOR…
Cami ile kahvehanenin arası
100 metre yoktu…
Geri geldiğimde köylülerin
tamamı Cüneyt Arkın’ın etrafını sarmıştı bile…
Güzel bir program oldu; Kazım
Amcanın yaşarken kendine yaptırdığı, her yıl kuran ve mevlit okuttuğu mezarın
başına gittik, Kazım amca konuştu, anlattı…
Adana’ya dönüşte Misisteki
Nur Dağında ki Lokman Hekimin bulduğu iddia edilen “ÖLÜMSÜZLÜK ALTIN
OTUNU” Cüneyt beye anlattım…
Ayrıca ünlü efsane
“ŞAHMERANIN MAĞARASINI” da gösterdim…
Dönüşte, benim mahallemde
yaşayan yine aynı dönemin sinema oyuncusu Bilal İnci ile daha önce konuştuğumda;
-YEŞİLÇAMIN ÜNLÜLERİ BENİ
UNUTTU, HEPSİ DE VEFASIZ ÇIKTI, BENİ KİMSE ARAYIP SORMUYOR, YAZIKLAR OLSUN
demişti…
Cüneyt Arkın’a konuyu
anlattım…
-Abdulkadir beni hemen evine
götür dedi…
Mahallemdeki evine gittik,
sarmaş dolaş oldular…
Sonra ünlü Adana kebapçısı
Mesut Silindir’in Kocavezir İş merkezinin karşısındaki lokantasında geç
saatlere kadar yenilip içildi…
Cüneyt Arkın, sadece bir
duble rakı içeceğini söylemişti…
Ama bir duble daha, bir daha,
hadi son kez diye sayısız rakı içti…
Otele benim otomobilimle
bıraktığımda inanılmaz şekilde sarhoştu ve ayakta zor duruyordu…
Soydaşım olduğunu yaşayarak,
görerek öğrenmekten çok mutluydum…
Bu değerler yaşarken fazla
önemsenmiyor…
Ancak ölünce ya bir sokağa,
ya bir parka, ya da bir caddeye adı veriliyor…
…
CÜNEYT ARKIN’LA ZİLLİ DEDE
TÜRBESİ…
“AL SANA GÖBEK, VER BANA
BEBEK”
Cüneyt Arkın ikinci bir
program çekimi için Adana’ya tekrar gelmişti…
“ÇUKUROVA EVLİYALARI”
kitabımda anlattığım “ZİLLİDEDE” türbesi ilgilerini çekmişti…
İkinci programı da orada
çektiklerinde yine rehberlik etmiştim...
Cüneyt Arkın’ ın geleceğini
öğrenen mahalleli bölgeyi doldurmuştu…
Beni 200 metreden görünce
topluluğu yararak kucaklayıp, benim yanıma geldi öptü, omzuma elini koyup
dolaştık…
Ekibinin ayarladığı 4-5 kadın
Zillidede Türbesine sandukanın çevresinde göbek atarak 30-40 defa döndüler…
-AL SANA BİR GÖBEK VER BANA
BİR BEBEK…
Program da her zamanki gibi
yine şahane olmuştu…
O yıllarda en çok izlenen
TGRT televizyonunda yayınlanınca ülkemizde de gündem olmuştu…
Rtük tarafından o program
nedeniyle birkaç gün ekran kapatılmıştı…
Bazı Adanalılar programa
tepki göstermişlerdi…
Ama halkın değerlerini
anlatan bir programdı; üstelik mikrofon uzattığı yüzlerce kişi bu olaya
inandıklarını söylediler…
Üstelik göbek atarak dilekte
bulunan ve bebek sahibi olan kadınlar da yaşadıklarını anlattılar…
Muhteşem bir çalışmaydı…
Yine başka bir gezisinde
portakal bahçelerinin içinden geçerken, Cüneyt Arkın dalından bir portakal
koparttı… Hiç soymadan, kabuğuyla yemeye başladı…
-Aman yapmayın, falan dedim…
-Portakal böyle yenirse
vücuda daha çok yararlı olur, daha çok vitamin sağlar, diye kocaman portakalı
kabuğuyla yemesini hiç unutamam…
…
CÜNEYT ARKIN İLE KÖYLÜLERİ
HAPSE GİRMEKTEN KURTARDIK…
Defalarca Adana’ya gelip
önerdiğim programları çeken Türk Sinemasının en yakışıklı sanatçısı Cüneyt
Arkın Ceyhan’ın Çelemli Köylülerinin hepsinin birden hapse girmekten kurtardı…
Kanal-A Televizyonunda
yaptığım programlardan birisini de Çelemli Köyündeki vatandaşlarla çekmiştim…
Kahvehanenin önünde oturan
50’ ye yakın vatandaşların hepsinin cebindeki paraları göstermesini rica
etmiştim…
“BİR DOKUN BİN AH İŞİT”
özdeyişine uygun bir sahne ortaya çıkmıştı…
Bölgenin en güzel toprakları
üzerinde yaşayan köylülerin çoğunun cebinde para yoktu…
Özellikle ısrar edip, başkalarına
kontrol ettirmeme karşın, vatandaşlar gerçekten sıkıntıdaydı…
Dokunsan ağlayacak
gibiydiler; bazılarının da zaten gözleri yaşarmıştı…
Yaşlarını silmeye devam eden
bir vatandaş şöyle dedi;
-Bu köyümüzdeki tüm insan TC
ZİRAAT BANKASI’ ndan aldıkları krediyi ödeyemedikleri için, bir hafta içinde
hapse girecekler…
Bu konuda lütfen yetkililer
bize kulak versin, çok sıkıntılıyız, inanılmaz şekilde rahatsızız…
Programı çektim, Kanal-A
Televizyonunda iki, üç, belki daha fazla yayınlandı…
O günlerde Adana da olan TGRT
televizyonunda “BABACAN” isimli programı yapan Cüneyt Arkın benim çektiğim
programı izlemiş…
Program Müdürü Yüksel Evsen
aradı;
-Abdulkadir ağabey, Cüneyt
Bey o köye gitmek, vatandaşlarla görüşmek istiyor, dedi…
-Ne zaman isterseniz
götürürüm dedim…
Bir gece vakti, saat 22: 00’yi
geçmişti…
Ceyhan’ın Çelemli Köyüne
Cüneyt Arkın ve ekibiyle gittik…
Kahvehanede oturan 50 ye
yakın vatandaş birden çevremizi sardı…
Cüneyt Arkın’a sıkıntılarını
anlattılar; program TGRT televizyonunda yayınlandı…
Türkiye Büyük Millet Meclisi
konuyu hemen gündemine aldı…
Benim çektiğim programı
görüp, sorunu çözmek için vatandaşları ziyaret eden, konuyu ülke gündemine
taşıyan Cüneyt Arkın sayesinde Çelemli Köylüleri cezaevine girmelerine bir gün
kala kurtuldu…
Bana muhtarları arıcılığıyla
defalarca teşekkür ettiler…
Zaten tanıdıklarımın da
yaşadığı bu köyü ve insanlarını çok severim…
Dağ yolundan bizim köyümüze
giderken de içinden geçerim…
Bu programımda meslek
hayatımda beni çok duygulandıran, onur duyduğum çalışmalarımdan biridir…
Medya mensubu olmak, milletin
sorunlarını gündeme taşıyıp, yetkililere iletip, çözümünü sağlamaktır…
…
SİYAH BEYAZ TRT TV DE İLK KEZ
HABER OLDUM…
TRT TV DE İLK KEZ HABER OLUP
EKRANLARDA GÖRÜNDÜM…
Adliye muhabirliği yaptığım
1980’li yılların ilk yarısında çok güzel haberlere imza attım…
Ama daha da önemlisi 12; 00
ile 13;00 te adliyede öğle yemeği olurdu…
Bende fotoğraf makinemle
Tepebağ, Kayalıbağ, Alidede, Sarıyakup, Hürriyet, 5 Ocak gibi tarihi
mahallelere dalardım…
Ne kadar eski yapı varsa, her
yönüyle ama en çokta her biri sanat eseri olan kapı tokmaklarının
fotoğraflarını çekerdim…
Ama bazen de sokakta
yatıp-kalkan kimsesiz insanlar dikkatimi çekerdi…
İlk kişisel fotoğraf sergim
de Hacı Ömer Sabancı Kültür Sitesi Tiyatro Fuayesinde açmıştım…
“SOKAK VE İNSAN” başlığını
taşıyan sergim 30x40 civarında siyah beyaz fotoğraflarımdan oluşuyordu…
Açılış için hazırladığım
sırada baktım TRT muhabiri ÜNAL AKDAĞ ve kameramanı sergiye haber hazırlamak
için gelmişti…
O yıllarda TRT televizyonu
hala siyah beyazdı…
Kamerayı tanımıyorum,
mikrofona da hiç konuşmadım…
-Ben konuşamam diye kendi
kendime söylenip uzaklaşmaya çalıştım…
Bir tür korkmuştum o sırada
yanımda bulunan arkadaşım Yavuz Yetenç;
-Abdulkadir sen akıllı
insansın, en güzel konuşmayı sen
yaparsın lütfen çekinme dedi…
Ondan cesaret alarak
kameranın karşısına geçtim…
İlk defa 2-3 dakikalık
çekimde, mikrofona konuştum…
Akşam 20; 00 de sergimle
ilgili haber yayınlanınca ünlü olduğumu düşünüp sevinmiştim…
Benim kamera ve mikrofonla
ilk dostluğumdu…
Daha sonra 3 yerel televizyon
kanalında hem yönetici oldum, hem de 5 bine yakın program yaptım…
On binlerce kişiyi mikrofon
ve kamerayla tanıştırdım…
Pek çok programım defalarca
tekrar yayınlandı…
İnanılmaz ama belki ama
abartısız olarak 15-20 bin defa özel televizyonlarda ekranda göründüm…
O zamanki programlarımdan
düzenli şekilde oluşturduğum arşivimi de Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve
Teknoloji Üniversitesine bağışladım…
Bu güne kadar defalarca
televizyon programım, TRT Radyo yayınlarında konuştum…
Ama mikrofon sözünü duyup,
konuşacağım aklıma gelince ilk günkü gibi heyecanlanmaya devam ediyorum…
Belki de mesleğimin gereği
bu, heyecanlanmayan kişi zaten mesleğinde başarılı olamaz ki…
Hayat aslında A’ dan Z’ ye
heyecandır; ama medya sektörünü aşkla yapanlar için her an inanılmaz büyük
heyecandır…
Hayatı adadığım, sevgiyle,
saygıyla, âşık olarak yaptığım mesleğime trilyonlarca hücremle bağlılığımı
sürdürüyorum…
Bin defa hayata gelsem, bin
defa aynı mesleği aşkla yapmayı isterim…
…
DİNİMİ ASLA DEĞİŞTİRMEDİM…
HRİSTİYANLIĞI KABUL ETSEM
BENİ DÜNYA TANIYACAKTI…
Yayınladığım irili ufaklı 34
kitabımdan birisi de “ÜSTÜN İNSAN” başlığını taşıyordu…
Arkadaşlarımın arkadaşları
arasında Hıristiyanlar vardı…
Bazıları da Amerika ile
sürekli iletişim halindeydi…
Amerika’ya gidip gelen, orada
yaşayanlar da vardı…
Üstelik bölgede Hıristiyanlık
konusunda misyonerliği de yapıyorlardı…
O sıralarda arkadaşımın
arkadaşına ”ÜSTÜN İNSAN” kitabımı hediye etmiştim…
Amerika’ arkadaşları,
dostları, hatta işi olan arkadaşım kitabımı baştan sona dikkatle okumuş…
İngilizceyi de ana dili gibi
konuşan akıllı bir insandı…
Bir gün tekrar karşılaşınca
görünce derin sohbet etmeye başladık;
-Ağabey, “ÜSTÜN İNSAN”
kitabın muhteşem…
İki defa baştan sona kadar
okudum; tam olarak insanı, bizi de anlatıyor…
Her satırının altına imza atarım dedi…
Gel bu kitabı ben İngilizceye
çevireyim, Japonya dan Avusturalya ya, Amerika’dan Güney Kore’ye kadar bütün
dünya okusun…
Çok ünlü olur, inanılmaz para
kazanırsın, dedi…
-Çok mutlu oldum, harika bir
düşünce…
Çok mutlu oldum, çok
sevinirim, hemen başlayalım dedim…
Arkadaşım sağ elinin işaret
parmağını kaldırarak;
-Ama tek bir şartımız var,
deyince merak ettim…
Telif için para falan
ödeyemeyiz, yayın haklarını bize verirsen demesini düşünürken şöyle dedi;
-Ama tek şartımız Hıristiyan
olacaksın…
İnanılmaz derecede çok
şaşırdım, şoke oldum, birkaç saniye sonra ona şöyle dedim;
-Ben iyi bir Müslüman
değilim, dinimin şartlarını yerine getiremiyorum…
Ama Hıristiyan olmayı da
aklımın ucundan geçiremem…
Babacığım inançlı bir
Müslümandı…
Ona asla saygısızlık edemem…
Böyle bir şeyi aklımın
ucundan bile geçirip düşünemem…
Teşekkür ederim, kalsın,
dedim…
Yani burada şunu söylemek
istiyorum;
Ünlü olmak için bazı terör
örgütleri, yasadışı konularla iltisaklı hale getiren kişilerden biri asla
olmadım…
Ülkemi, devletimi, halkımın
inancını sevmek ve gereğini yerine getirmesem bile özgürce kendimi ifade
edebilmek beni çok mutlu ediyor…
Ünlü bir insan olmak için,
para kazanmak gibi bu olumsuzlukların hiç birini düşünmedim, yapmadım, yapmam,
yapmayacağım…
İçinden geldiğim kültüre de,
inançlarıma da tamamen aykırıdır…
Benim okuyup, düşünüp,
yorumlayıp yazdığım, eser haline getirdiğim ya da denemeler şeklinde dijital
ortamda kalan her çalışmam dünya insanlık ailesinin ortak malıdır…
Hiçbir para talep etmeden her
ürünümü gönül rahatlığıyla insanlığa hediye ettim, ediyorum, edeceğim…
…
SÜPER AKILLI DELİ…
DELİ YÜCEL’İN
AKILLI KAZIĞI
VE EKSPRES…
O yıllarda Adana da üç ilde
yayın yapan Ekspres Gazetesinde çalışıyordum…
Türkiye de medya sektöründe
hiçbir zaman eşi emsali görünmeyecek şekilde 9 ay gibi geriden maaşın ödendiği
bir dönemdi…
30’dan fazla çalışanı aç
bırakan Oğuz Baytok avcı ve atıcıdır… Ekspres Gazetesinin yıllarca sahipliğini
yapmıştır…
Kendine de idol olarak her
hareketine kahkahalarla güldüğü Milli atıcı, Deli Yücel’i seçmişti…
Her toplantıda onun anılarını
anlatır, önce kendi kahkahalarla güler, sonra herkesi güldürürdü…
Bir gün bana Deli Yücel’in
anılarını yazma görevi bana verdi…
Teybimi aldım Deli Yücel’in
Eski Vilayet civarındaki evine gittim…
Görüşmeyi ve anılarını
anlatmayı kabul etti…
Teybimi açıp anılarını
anlatmasını istediğimde ise hiç konuşamadı…
-Hadi Deli YÜCEL Ağabey,
anlat, diyorum…
Tıs yok, birkaç dakika
bekliyoruz sesi çıkmıyor…
-Abdulkadir neyi anlatayım?
Bilmiyorum ki, diye bir iki saat konuşma kabızlığıyla beni inanılmaz şekilde
uğraştırdı…
Bu arada ünlü iş adamı Kemal
Aslan evine gelmişti…
-Kemal bey, Deli Yücel
anılarını anlatmıyor…
Bende artık gideceğim…
Eğer İncirlik yönüne gidecek
olursanız Ekspres Gazetesi Ceyhan yolunda, beni de götürür müsün, dedim…
-Hemen gel Abdulkadir
götüreyim dedi…
Aşağıya indik Deli Yücel de
bizimle aynı lüks otomobile bindi…
Araba hareket ettiğinde,
başladı Kemal Aslan’la konuşmaya, anılarını anlatmaya başladı…
Teybin kayıt düğmesine basıp
ağzına yaklaştırdım…
20 dakikalık yolculuğumuzda
10-15 anı anlattı…
Sonra çorap söküğü gibi her
gün gazeteye geldi…
Yıllarca 1000 den fazla
anısını önce teybe kayıt ettim…
Her gün de birer tanesi
ekspres gazetesinde fıkra formatında yayınladım…
Ekspres gazetenin tiraj
inanılmaz arttı; diğer yerellerin hepsinden ileriye geçti…
Oğuz Baytok her sabah anısını
okuyor kahkahalarla gülerek beni çağırıyordu…
Ünlü İş adamı Kemal Aslan,
Niyazi, oğlu İhsan Çetinkaya, Vilayet Basın Danışmanı Arif Tekin her sabah
gazeteyi okuyup bana teşekkür ediyorlar, koro halinde kahkahalarla
gülüyorlardı…
Deli Yücel bir gün İhsan
Çetinkaya ile anlaştığını anılarının basılmasını sağlayacağını kabul ettiğini
söyledi…
Ben de o yılların en iyi
işini yapan, Hakan Matbaası sahibi Osman Er’i ihsan Çetinkaya’nın mağazasına
götürdüm…
-İhsan kardeşim bak bu
arkadaşım matbaacı kitap baskısı konusunda pazarlığınızı yapın…
Aranızda anlaşın, ben hemen
anılarını getirip matbaaya teslim edeyim, dedim…
İkisi de gayet güzel şekilde
hesaplar yapıp anlaştılar…
1993 yılında 13 milyon liraya
kitabın dizgisi yapıldı, kalıplara çekildi, tam baskıya geçilecek İhsan
Çetinkaya;
-Ağabey ben bastırmaktan
vazgeçtim… Deliyle kavga ettik, dedi…
Matbaacı Osman diyor ki;
-Ben bu kadar masraf ettim
kalıp ve dizgi paramı verin, kitabı basmaktan vazgeçeyim…
Bir firmada çalışan
muhasebeci arkadaşımı Deli Yücel’in evine götürdüm;
-Bak ağabey bu arkadaş parayı
verip kitabı bastıracak…
Bir ay içinde kitapları satıp
arkadaşımızın şirketine olan parasını ödeyebilir miyiz, dedim?
-Ne demek ciğerim, bir hafta
içinde, arabam emrinde, çocuklarım emrinde 4-5 koldan satar öderiz…
Seninde eline para geçer…
Sonra seni de nişanlar ve
evlendiririz dedi…
Kitap bin adet olarak
basıldı;
Ağabeyimin Seyhan otelinin
arkasındaki bürosuna götürüp yığdık…
Deli Yücel hemen zaten orayı
daha önceden biliyordu…
Ben gidince gelip 500 kitabı
almış İhsan Çetinkaya nın masasına yığmış…
-Benim sana borcum kalmadı,
haydi eyvallah diye çekip Çamlı yayladaki evine gitmişti…
Bir tek kitap satmadı, 500
kitabı da benden habersiz çalıp götürmüştü…
Aylarca kitap satmaya
çalıştım olmadı; her sabah anılarını okuyup kahkaha atıp teşekkür edenler geri
çekildi, hatta kaçıp gittiler, kayboldular…
Ünlü işadamı Kemal Aslan bir
tek kitap aldı…
Herkes geri çekilmiş, tüm
sıkıntı bana kalmıştı…
Bende gelene geçene ücretsiz
olarak 500 kitabı dağıttım…
1993 yılında Deli Yücel’in
kitabında bana verdiği zarar o yıllardaki parayla 13 milyon liraydı…
Bazen konuştuğumuz insanlara
olayı anlattığımda şöyle diyorlar;
-Adam deli, gayet normal
yaptıkları…
Aradan geçen bu kadar zamanda
kitabı yeniden dijital ortamda dizip blok sayfamda yayınladım…
Deli Yücel bana tüm anlattığı
her anısında insanlara nasıl kazık attığını, nasıl tuşa getirdiğini söylemiş…
Ben dürüst, her yönüyle hata
yapmayan, kimsenin hakkına el uzatmayan bir kültürden geldiğim için
anlayamamıştım…
Deli Yücel bu şekilde
davranıp bana kazık atmasaydı, çağımızın NASRETTİN HOCASI olmaması, kitabın
yüzlerce kez baskı yapılmaması için hiçbir neden yoktu…
Ama öncelikle bana, sonra da
kendine zarar verdi…
Biliyorum gerçekleşmeyecek
ama Allah akıl versin…
…
ÇETİNKAYALARIN ATTIĞI KAZIK
VE TARİHİ YALANLARI…
Aradan yıllar geçti;
gazeteci, yazar TV programcısı ve Niyazi Çetinkaya’nın sevdiği dostu ve arkadaşı
bana dedi ki;
-Niyazi Çetinkaya görüşmek için
bekliyor, işyerine davet etti…
Senin televizyonda
anlattıklarından etkilenmiş…
Deli Yücel kitabı konusunu
görüşecek…
Gittim, uzun uzun sohbet
ettik;
-Niyazi Bey, İhsan ve Deli
Yücel beni böyle tuzağa düşürdüler…
Yıllarca anılarını yazdım,
kitap bastırmamı istediler, matbaaya bir kuruş para ödemediler…
Deli Yücel de 500 kitabımı da
zaten alıp kaçırmış sonradan haberim oldu…
Niyazi Çetinkaya da üzüldü…
-Bu türlü konularda benimle
keşke önceden görüşseydin dedi…
Ama hemen telefonla karşı
binadaki oğlu İhsan Çetinkaya’yı aradı;
-Abdulkadir abiye parasını
ödedim demişsin…
Ödediği konusunda babasını
ikna etmeye çalıştığın duydum…
-Yok, Niyazi Bey vallahi
billahi de tek kuruş dahi ödemediler, ödedilerse kefen param olsun dedim…
Niyazi Çetinkaya da bir şey
diyemedi telefonu kapattı…
Hemen karşı binaya İhsan’ın
yanına gittim;
-Bana Deli Yücel’in kitap
parası ödedin mi?
İhsan Çetinkaya kıvırmaya
başladı, yüzü rengârenk oldu;
-Ağabey sen bana kitap
getirmedin ki?
-Ama babana kitap parası
Abdulkadir’e verdim demişsin…
Bana para vermedin, ben
aldıysam kefen param olsun…
Yoksa senin kefen paran
olsun, dedim…
Hık mık etti; Yanından
ayrılırken şöyle dedim;
-Zaten her televizyon
programımda bu güne kadar defalarca anlattım, gazetelerde yazdım, radyolarda da
söyledim…
Yaşadığım sürece buna devam
edeceğim, dedim…
Daha sonraki yıllarda da
sıkıntım konusunda Deli Yücel’e bir gün uzunca bir görüşme yaptım;
-Ağabey toprağın altı da var,
lütfen benimle helalleş…
15 dakika koyunca din iman,
yaratıcı gibi tüm kutsal değerlere küfürler savurdu, inanılmaz hakaretler etti…
Daha sonraki günlerdeki son
telefon konuşmamızda;
-Allah bana senden uzun ömür
verirse, musalla taşında hoca hakkınızı helal edin dediğinde ETMİYORUM,
CEHENNEME GİTSİN DEMESEM NAMERDİM diye telefonu yüzüne kapattım…
Hakkımı ne Çetinkaya
Ailesine, ne de Deli Yücel ailesine asla helal etmedim, etmiyorum, etmeyeceğim…
…
…
SÖZÜNDE DURMAYAN
İŞ ADAMI?
GÜRBÜZ ÇİĞDEMOĞLU’NU
TANIMAKTAN MUTLU OLDUM…
Nelson Mandela’nın muhteşem
bir sözü var şöyle der;
-HAYATIM BOYUNCA HİÇ
KAYBETMEDİM; YA KAZANDIM, YA ÖĞRENDİM…
Bu söz ciltler dolusu
kitaplar yazılacak kadar yoğun bilgi içermektedir…
1990’lı yıllarda çalıştığım
kanal A Televizyonunda “YAŞAMIN İÇİNDEN” programlarım o yıllarda yerel
televizyonlarda rakipsiz şekilde çok izleniyordu…
Özellikle okulların açık
olduğu dönemlerde öğrencilerle yaptığım sohbet ve bir tür şovlar yerel
kanalların bir numaralı programıydı…
O yıllarda bir Alman
firmasına Adana da yaptırılan kamuoyu araştırmasında;
Hem çalıştığım Kanal-A
televizyonu, hem de program ismi hatırlatılarak yapılan araştırmada;
Benim gerçekleştirdiğim
“YAŞAMIN İÇİNDEN PROGRAMIM” en yüksek oyu alıp birinci seçilmişti…
Bunu da haber bültenlerimizde
halkımızla paylaşmıştık…
İşte o yıllarda Adananın ünlü
iş adamlarından büyük bir firmanın sahibi olan Gürbüz Çiğdemoğlu beni bürosunda
görüşmeye davet etti…
Muhasebe sorumlusu olan
arkadaş, Gürbüz bey ve benimle birlikte proje hazırladık…
Format şöyleydi;
Lise son sınıflardaki okul
birinci, ikinci, üçüncüsü olan öğrencilerle, aynı okuldaki diğerlerini bir
arada buluşturup, program çekecektim…
Yani bir “YAŞAMIN İÇİNDEN”
programımı geniş salonlarda bu buluşmayla gerçekleştirecektim…
Program sonunda da şirketin
muhasebecisi olan arkadaşım, firmanın o günlerdeki para değeri olan 10’ar
milyon liralık çekleri üç öğrenciye verecekti…
Gürbüz Çiğdemoğlu toplantı
sırasında bana dedi ki;
-Abdulkadir Bey,
programlarını zevkle izliyorum; sen çok başarılı asıllı yapımcısısın; bu
projeyi gerçekleştirince yanıma gel sana özel olarak bir ödeme yapacağım…
Mesleğim boyunca hiçbir
şekilde para da, makamda gözümün olmadığını tüm meslektaşlarım bilir…
Böyle bir talepte hiçbir
koşulda, hiç kimseden asla istemedim…
Büyük iş adamı Gürbüz
Çiğdemoğlu gibi bir patrondan böyle bir teklif gelince sadece sessiz kaldım…
Bakalım bu işin sonu nereye
varacak diye düşünmeye başladım…
Programımın belirlediğimiz
formatı gereği lise son sınıflarda ilk üçe girenlerle diğer öğrencileri büyük
salonlarda buluşturacaktım…
Diğer öğrenciler başarılı
olan arkadaşlarına sürekli şunları sordular;
-Nasıl ders çalışıyorsunuz?
Nasıl okul birinci, ikinci,
üçüncüsü olmayı başardınız diye soracak, onlar da yanıt verecekti…
Programın sonunda da o günkü
para değeriyle ilk üçe girenlere 10’ar milyon liralık harcama çekini Gürbüz
Çiğdemoğlu’nun muhasebecisi sunuyordu…
Binlerce öğrencinin katıldığı
bu şov programlarımda alkışlar o kadar çoktu ki, inanılmaz şekilde başarı
sağlamıştım…
Hem Gürbüz Beyden, hem de
çalıştığım kanalın yönetiminden her programım sonunda daima teşekkür alıyordum…
Hepimiz oldukça ve çok
mutluyduk, programımı şahane biçimde tamamlamıştım…
İşadamı Gürbüz Çiğdemoğlu’nu
daha sonraki günlerde ziyaret etmeye karar verdim ve Kuruköprüdeki o devasa
binanın en üst katına gittim…
Benim hiçbir talebim
olmamasına karşın, verdiği sözü nasıl tutacaktı? Ya da tutmayacak mıydı? Tüm
amacım bir iş adamının sözünü nasıl yerine getirecek, ya da vazgeçecekti?
Her yerde kamera olduğu için,
uçan kuşu bile oturduğu koltuğundan izleyen Gürbüz Bey elbette benim geldiğimi
de izlemişti…
Sekreter Bayan Gürbüz Beyin
meşgul olduğunu, zamanı olmadığını söyledi…
Başka zaman uğramamı rica
etti…
Çeşitli zamanlarda sırf
denemek amacıyla iki-üç kez gitmeme karşın Gürbüz beyle görüşmedim;
Ya da o benimle görüşmedi,
görüşmek istemedi; sekreterine beni ekmesi için talimat vermişti…
Benim hiçbir talebim
olmamasına karşın, verdiği sözü tutmamasını hiç önemsemedim…
Çünkü mesleğimi ilk günden
itibaren aşkla, sevgiyle yaptım;
Hedefim ve amacım asla para
ve makam olmadı, olmaz, olmayacaktır…
Ama görevimi sıfır hata,
yüzde yüz başarıyla yapıp, geniş halk kitlelerinin sevisini kazanmış olmamı;
paradan her zaman daha değerli ve ödül olarak kabul etmiştim…
Mandela’nın yukarıda yazdığım
o sözünün ne kadar değerli anlamlı olduğunu ünlü patron Gürbüz Çiğdemoğlu’nda
deneyerek gerçek olduğunu anladım…
Ben hiç kaybetmedim; ya
kazandım, ya da öğrendim…
Gürbüz Bey bunu bana somut
olarak kanıtladı…
Yani ben asla kaybetmedim,
Gürbüz beyi öğrendim…
Olayın başka bir boyutuna
gelince; yaşadığım bu haksızlıklar, bencillikler, insanların kişisel hırsları
ve hakkımın yenilmesi karşısında kendime şöyle bir söz vermiştim;
-Gazetecilik mesleğime
aşığım, hiçbir engel, entrika, hakkımın ödenmemesi gibi ilkel, kasıtlı,
bilinçli davranışlar beni bir saniye bile yıldırmayacak ve de yıldıramayacak…
Çocukluğumdan beri hayalini kurup, başarıyla sürdürdüğüm görevimi gittiği son
noktaya kadar taşıyacağım; her meslektaşım için onur belgesi olan sürekli kartı
mutlaka alıp ömür boyu taşıyacağım… Bu inançla medya mensubu olarak yoluma
aralıksız devam ettim… Her şeye rağmen bu günlere kadar getirmeyi başardım…
Yaşadığım sürece de okumaya, düşünmeye, yorumlayıp yazmaya devam edeceğim…
…
MUHTEŞEM HOCAMIN SEVİNÇ
ÇIĞLIĞI…
KARATEPENİN KAHRAMAN
ARKEOLOGU
PROF. DR. HALET ÇAMBEL’LE İKİ
SAAT…
Kadirli Karatepe antik kenti
kazısını ortaya çıkartmaya hayatını adayın, ömrü boyunca orada çalışarak dünya
insanlık ailesine armağan eden kahraman Prof. Dr. Halet Çambel hocamla iki saat
söyleşi yapan belki de tek gazeteciydim…
Üç arkadaşımla hem
çalışmaları görmek hem de hocayı ziyaret etmek için bölgeye gittik…
Hocayı kazı alanında işçilere
sürekli talimat verirken gördüm…
Muhteşem bir özgüven, şahane
bir bilgi abidesi, araştırma yeteneğinin verdiği aydın görüşüyle çok
etkilemişti…
Teybime bir saat gibi sürede
bölgeyi anlattı, dönemin kralı olan ASİTAVAS’ ve onun söylevlerini uzunca
anlattı…
Onun kitabesinde Adana ve
Çukurova ile ilgili söylediklerini tek tek bize izah etti…
Ortaya çıkarttığı
heykellerdeki giysileri, o yıllardaki yaşama kültürünü, hayvanlarla doğayla
olan ilişkilerini, çevredeki diğer antik dönem kentleriyle olan mücadelelerini
uzun uzun anlattı…
İtalyan bir hanımefendi
uzmanla birlikte kazıyı yönettikleri şahane ve rüyaları süsleyecek kadar
muhteşem bir dağ evi yaptırmıştı…
Bu gün hala yerinde duruyor
mu bilemiyorum ama doğayla baş başa yaşamak isteyen insanların hayallerini
süsleyen bir yapıydı…
Ben bile ah emekli olsam da
bu modern ve çamların arasında doğayla uyumlu olan şahane evde yaşasam diye
içimden geçirmiştim…
Her yönüyle aydın Türk
kadının bilim dünyasında neler yapabileceğini tüm herkese sergiliyordu…
Prof. Dr. Halet Hocamın antik
kentler tarihinde yer alan Karatepe çalışmaları onun Türkiye Cumhuriyetine ve
dünya tarihine armağan ettiği en büyük eseridir…
Hiç şüphesiz ki hocamızın
ismi onunla birlikte sonsuza kadar yaşayacaktır…
Ses kaydından sonra bol
fotoğraflarımızı çekmiştik…
Yanından ayrılırken “MİNİ
ŞİİRLER” kitabımın ilk baskısını armağan etmiştim…
Her sayfasını okudukça
çocuklar gibi havaya zıplayıp;
-HARİKA… ŞAHANE… ÇOK GÜZEL,
demişti…
7.Baskıya ulaşan bu kitabımın
arka kapağında, ünlü gazeteci emin Çölaşan ile birlikte onun sözleri de yer
alıyor…
…
MİNİ ŞİİRLERLE
REKOR KIRIP ÖDÜL KAZANDIM…
Seyhan belediyesinin kurucusu
ve ilk başkanı Yalçın Akyol 1991 yılında
“1.KÜLTÜR ETKİNLİĞİ” düzenlemişti…
Gazeteci ve şair olarak
Türkiye’nin ünlüleriyle aynı masada imza gününe katılmıştım…
Prof.Dr. Erdal Atabek, Oğuz
Aral, İlhan Selçuk, Demirtaş Ceyhun başta olmak üzere 7-8 kişilik bir imza
masası kurulmuştu…
Günlerce düşündüm,
Türkiye’nin devletiyle aynı imza masasında nasıl yarışacaktım…
Şöyle bir formül ürettim;
Yıllarca özenle 3-4 klasör
dolusu şiirler yazmıştım…
Hemen onları ilk defa
okuyormuş gibi gözden geçirdim…
Şiir dosyalarımdan en
çarpıcı, en akıcı, en vurucu sözlerden oluşan eserlerimi “MİNİ ŞİİRLER” isimi
8x9 cm çapında 40 sayfalık
kitapçık şeklinde bastırıp hazırlamıştım…
Etkinlik başladı, ünlülerin
isimleriyle benim ismim aynı masadaydı…
Atatürk Parkında insanlar
akın akın gelmeye başladı…
Gelenler masalardaki
kitaplara bakıyorlar, boyut olarak benim “MİNİ ŞİİRLER” kitabımı alıp
imzalamamı istiyorlardı…
Türkiye’nin en ünlü
yazarlarıyla yarışta başarı sağlamıştım…
Kendi olanaklarımla 7.baskı
yaptırıp, ücretsiz dağıttığım bu kitabımda ölümsüz olduğuna inandığım şiirlerim
yer alıyor…
Bu kitabımın 2009 daki
önsözünde şöyle demiştim;
MİNİ ŞİİRLERİM…
Önsöz; şiir
aslında her şey; ya da hiçbir şeydir…
Şair her şey ile
hiçbir şey arasında oyalanırken yaşamının geçip gittiğinin bilincinde olamaz…
1990 yılında 3
klasör dolusu şiirlerimin seçkisinden oluşturduğum MİNİ ŞİİRLERİM ilk baskısı;
İZMİR DİKİLİ şenliği sırasında halk oylamasıyla HÜMANİST ENTERNASYONAL şiir
mansiyon ödülü kazandı…
Aslında
6.baskıya kadar getirip, sonra biraz unutur gibi olduğum MİNİ ŞİİRLER kitabımın
değerini bu gün daha iyi anlamaya başladım…
Şöyle ki; son
yıllarda aradığım tüm dergilerde kocaman şairlerin kitaplarında gerçek şiir
yoktu, uçup gitmişti… Şiirin o kendine özgü dokusu, saf duyguları, insanın
içinden bir yerleri titreten akidelerini bulamadım..
Sonra benimkiler
epeyce şiirmiş diye düşündüm…
İlk baskısından
6.baskısına kadar olan şiirlerimi 7.baskıyı okura sunmaya karar verdim…
Bana göre bu
mini kitapta yer alan her satır şiirdir: ama tam şiirdir… Bir yazının şiir olup
olmadığını ölçmek isteyenler için güzel bir ölçüdür buradaki yapıtlar… Şairlik
geleneğinin bu güne kadar gelen tüm renklerini taşımaktadır…
ABDULKADİR KAÇAR…
MİNİ ŞİİRLER kitabım İzmir
Dikili Kültür etkinliğinde halk oylamasıyla yapılan yarışmada Hümanist Enternasyonal
şiir mansiyon ödülü kazanmıştı…
Bu güne kadar 7.baskısını
kendi olanaklarımla yaptırdığım kitabımı, diğer 34 kitabım gibi gittiğim her
yerde insanlara ücretsiz olarak dağıtmaya devam ediyorum…
Sloganım şu; YAŞAMAK İÇİN
YAZIYORUM; YAZMAK İÇİN YAŞIYORUM…
…
BENİM ÇEKTİĞİM FOTOĞRAFLA
ARKADAŞIM TÜRKİYE BİRİCİSİ OLDU…
Afad “ADANA FOTOĞRAF
AMATÖRLERİ DERNEĞİ” henüz kurulmamıştı… Ben de henüz gazeteci olmamıştım…
Ama tanışmaktan büyük
mutluluk ve sevinç duyduğum stüdyo 75’in Sular Semtindeki dükkânında fotoğraf
konusunda dünya dergilerini karıştırmayı sürdürüyordum…
Stüdyonun sahibi Mehmet
Baltacı ağabeyi otomobilimle Seyhan eski baraj gölü kıyısındaki okaliptüs
ormanlarında fotoğraf çekmeye götürmüştüm…
Bir saatten fazla çalışma
yaptık; sonra gölün suyunun tamamen çekildiğini, her tarafın balık tarlasına
döndüğünü her cinsten balık kaynadığını çevredeki mahalle sakinlerinin; kova,
tencere, çuval gibi evlerinde ne kadar eşya varsa;
Suyu çekilen, çırpınan
balıkları heyecanlı biçimde ve kolayca toplamaya devam ettiklerine hayretler
içinde tanık olduk…
Hem Mehmet Baltacı ağabeyi,
hem de ben zaten makinelerimiz yanımızda olduğu için, tarladan pamuk gibi her
biri 3-4-5-6-7 balıkları toplama fotoğraflarını çekmeye koyulduk…
Daha sonra stüdyo-75 e gelip
filmleri yıkayıp, 18x24 parlak karta, ya da 13x18’ lik yine parlak karta basıp
evime götürdüm…
Sürekli Hürriyet gazetesi
okuduğum için aynı aylarda gazetenin 8.gün ilavesi(Sadece Pazar günleri
yayınlanıyordu) bir okurlar arasında “TATİL FOTOĞRAFLARI” yarışması düzenledi…
Tek seçici fotoğraf sanatçısı
ARA GÜLER’ di…
Kazanana karşılığında ise,
çağının en güzel son model, en pahası makinesi olan CANON AE-1’ verecekti…
Türkiye’deki herkes tatilde
çektiği çeşitli boyutlarda fotoğraflarla yarışmaya girmeye başlamıştı…
Aynı günlerde arkadaşım
TURGAY KAYTANCI ile yine fotoğraf muhabbeti yaparak, fotoğraf çekerek bizim
evimize geldik…
Masamın üstünde o yarışmaya
göndermek için 4-5-6 fotoğraf dizmiştim…
Turgay’a dedim ki;
-Ben Hürriyet 8.Günün yaptığı
yarışmaya şu fotoğraflardan hangisini göndereceğime karar veremedim…
Ama şunu göndermeyi
düşünüyorum…
Turgay gözden geçirdi
fotoğrafları;
-O zaman da senin şu
fotoğrafını ben kendi adıma göndersem olur mu?
-Tamam… Gönder, dedim…
Fotoğrafları zarfa koyduk,
Hürriyet Gazetesinin Cağaloğlu’ ndaki adresine postaladım…
Aradan bir hafta geçmişti ki;
Sonuçlar açıklandı;
Türkiye’nin her bölgesinden gönderilen birkaç binlerce fotoğraf arasından;
-TATİLİM konulu fotoğraf
yarışmasında Adana’dan Turgay Kaytancı’nın çalışması birinci olmuştu…
Canın AE-1 fotoğraf
makinesini güle güle kullansın…
Sabahleyin 8.gün dergisini
görünce, öğleye doğru Turgay’ın evine gittim; durumu anlattım, çok şaşırmıştık…
Birkaç gün sonra İnönü
Parkının yanındaki Hürriyet Gazetesinin matbaası ve Haber Ajansına gidip makineyi
teslim aldık…
Turgay’a o günlerde metal
kutularda, rulo şeklinde satılan yaklaşık 50-60 makaraya sarılabilecek 36
pozluk bir film alıp armağan etmiştim…
Arkadaşım da çok dürüst ve
bilinçli olduğu için bu konuda makineyi bana gönül rızasıyla teslim etmişti…
Yani birlikte güzel bir işe
imza atmış olduk…
O makine sayesinde, Hürriyet
Gazetesiyle tanışmış oldum; bir süre sonra da Adana sayfasında şöyle bir ilan
çıkmıştı;
-YETİŞTİRİLMEK ÜZERE, MUHABİR
ADAYLARI ALINACAKTIR… DAKTİLO VE FOTOĞRAF BİLMESİ TERCİH NEDENİDİR...
O ilanın ardından yeniden
gazeteye gidip;
F klavye de Adana daktilo
şampiyonu olduğumu,
Yapı Kredi ve Akbank’ ın
düzenlediği “YARATICI GÜCÜ TEŞVİK” yarışmalarında 3-4 ödül aldığımı söyleyince;
Sonradan şefim olacak Cevat
Eren, üstlerinde daktilolar bulunan bürodaki 5-6 masayı bana göstererek;
-Hemen başla, buyur içeri
gel, demişti…
…
AKDENİZİN KIYILARI
BETONLA BİNALARLA KAPLIYDI…
1980’ yıllarda ulusal
gazeteler eskiden Ramazan Bayramında iki, Kurban Bayramında da üç gün
yayınlarına ara verirdi…
Amaç hem muhabirlerin bayram
tatili yapması;
Hem de gazeteciler
cemiyetlerinin kendi gazetelerini yayınlayarak ekonomik olarak gelir
sağlamasıydı…
Bayram günlerinde bayilerde
ulusal gazeteler satmaz;
Sadece cemiyetlerin
yayınladıkları bayram gazeteleri satılırdı…
1980’in ilk yıllarında
çalıştığım Milliyet Gazetesinde görevim tüm hızıyla devam ediyordu;
Çukurova Gazeteciler
Cemiyetinde bayram gazetesi için ön çalışması yaptık…
Cemiyetimiz yine
havaalanından iki kişilik uçak kiralanmıştı;
Ben uçakla Karataş’tan
Silifke’ye kadar olan bölgede, deniz kenarındaki yapılaşmayı havadan
fotoğrafladım…
Belirlenen sürede bu programı
sıfır hata, yüzde yüz başarılı biçimde gerçekleştirdik…
Cemiyetimiz kiraladığı iki
kişilik uçakla;
Karataş’tan Silifke’ye kadar
olan Akdeniz kıyısındaki yapılaşmaları, hem siyah beyaz, hem slâyt, hem de
renkli negatif olarak havadan ustaca görüntülemiştim…
Bu günlerdeki kadar yapılaşma
olmasa bile;
Akdeniz kıyısında inanılmaz
şekilde kaçak yapılaşma ve yağma başlamıştı;
Öyle ki, adım başına binlerce
binalar tren vagonları gibi birbirine bitişik şekilde yapılmıştı…
Başka ifadeyle Akdeniz’in
kıyısı Karataş tan;
Silifke’ye kadar yağmalanmış
tüm kıyılara binalarla beton duvarlarla örülmüştü…
Çukurova Bayram Gazetesinde
iki üç gün boyunca manşet haberim olarak yer almıştı…
Daha sonraki yıllarda
ulusal-yaygın gazetelerin ramazan ve kurban bayramında yayınlarına ara verme
olayı ortadan kaldırıldı…
Şimdi böyle bir gelenek yok;
sadece tarihin tozlu raflarında kaldı…
Akdeniz’ in kıyılarında o
yıllara göre beton binalarla duvarlar yüzlerce, binlerce kat artarak örüldü, bu
yağma devam ediyor…
“BACASIZ SANAYİ” diye
tanımlanan turizm adı altında altın kıyılarımızı yok ettik, bu cinayetleri
işlemeyi sürdürüyoruz…
…
ADANA DA GERÇEKTEN
PETROL VAR?
Çukurova bölgemizde gazeteci
olarak yıllarca petrol arama çalışmalarını aralıksız şekilde takip ettim…
Kulelerin yerlerinin
belirlenmesinden;
İlk kazma vurulmasına, ilk
demir direklerin dikilmesine;
Günlerce süren kulenin
dikilip aylarca yapıldığı iddia edilen sondaj çalışmalarına;
İlk bulgular ve ortaya
konulan testler sonunda;
-PETROL YOK, diye, açılan
kuyulara yüzlerce torba çimento dökülüp kapatılmasına kadar olan süreçlere
yakından tanık oldum…
Çimento Fabrikası civarında o
zamanki ismi E-5 olan karayolunun kenarındaki çalışmaları;
Karaisalı Salbaş kasabası
civarındaki aramaları;
Yaklaşık 4-5 kuyu sondajını
yakından izlememe karşılık;
Umutların bilinçli olarak yok
edilerek;
-PETROL BULUNAMADI, diye aynı
numaralarla çalışmalar sonlandırılmasına tanıklık ettim…
Oysa sondaj yapılan sahalara
yakın köylülerden;
Bire bir konuştuğum
yüzlercesinin;
Defalarca yemin ederek
söyledikleri ifadelerini dinleyip, o yıllarda çalıştığım gazetelerde
haberleştirmiştim;
-Ağabey vallahi petrol
fışkırdı…
-Doğal Gazı günlerce söndüremediler…
-Ben gözlerimle tanık oldum,
petrol buldular ama yok diye yüzlerce torba çimento dökerek kapattırdılar…
İzlediğim petrol aramaları
konusunda yaptığım araştırmalarda en ilginç olanı;
Karaisalı Bulgur Dağının
öyküsü ilginçti…
Bir dönem günde 200 tanker
dolusu ham petrolün çıkartıldığı, Mersin Rafinerisine gönderildiğini de köylü
vatandaşlar söylüyordu…
Bir vatandaş şöyle dedi;
-Burada petrol kuyularına da
yüzlerce torba çimento döktüler…
Ama kapatamadılar, şu anda da
kendiliğinde ham petrol kaynamaya devam ediyor…
Şu sıralarda sadece 4-5
tankerle yine Mersin’e taşıyorlar…
Bu konuları bölgenin en büyük
amiri olan o dönemin Adana Valisi Recep Birsin Özen’e konuyu iletmiştim…
Makamına gidip anlattığımda,
gözlerini hayretler şeklinde açmıştı;
-ADANA DA GERÇEKTEN DE PETROL
MÜ VAR?
Yani, orada da hayal
kırıklığı yaşamıştım…
Bir başka not;
-1998 Adana depreminde Ceyhan
daki Tumlu Kalesi Soysallı Köyü civarında yerden siyah petrol fışkırmıştı;
Botaş yetkilileri oradan örnekler alıp test yapmışlar;
-BURADAN ÇIKAN PETROL DEĞİL,
şeklinde rapor vermişler, kendiliğinden yeryüzüne çıkan petrolümüzü yok
saymışlardı…
Daha sonra kendiyle
görüştüğüm üst düzey bir yetkili şöyle demişti;
-Abdulkadir Bey o dışarıya
akan sıvı vallahi billahi ham petroldü…
Ama bize gelen talimat
doğrultusunda, buradan çıkan su, petrol yok raporu yazdık…
Bu gün, devletimiz; ülkemizin
pek çok yerinde daha önce;
-PETROL YOK, PETROL
BULUNAMADI, diye yüzlerce torba çimentoyla kapatılan alanlardaki kuyuları
yeniden kazarak ham petrol üretmeye devam ediyor…
Dileğim Çukurova’ da bu türlü
kapatılan petrol arama kuyularını tekrardan açıp, işletmeye başlatmalarıdır…
…
PEDER FELİÇE VE
BEBEKLİ KİLİSE…
Adana’nın Tepebağ
Mahallesinde halk arasında BEBEKLİ KİLİSE’ diye tanımlanan geniş halk
kitlelerine kapalı yapı geçen yıllarda pek çok gazetede haberinde yer almıştı…
Tepebağ mahallesinin 57 yıl
muhtarlığını yapan;
Seçime katılmasa da vali
beyin çağırıp mührü teslim ettiği Ferhat Arkun ilginç bir kişiydi…
Kilisenin kapısının tam
karşısında evi ve matbaası bulunan Ferhat Arkun yıllarca oraya girip çıkan
Türkleri keskin bir hafiye gibi adım adım gözlemişti…
Ziyaret için gelen,
yetenekli, zeki Türk Gençlerinin kilisede kandırılıp önce Hıristiyan yapılıp
sonra da Avrupa’ya kaçırdıkları iddiası sürekli gazetelerde yer almıştı…
Sayıları da belli olmayacak
kadar çok bu gençlerin kurtarılması gerekiyordu…
Gazetelerdeki haberler sonra
özel ulusal televizyonlara konu olmuştu;
Konu gündemde tutulunca hemen
adliyeye intikal ettirilmiş; davalar da yine yıllarca sürmüştü…
Gazetecilik sonra televizyon
programcılığına başladığım yıllarda kilise de Peder Don Feliçe Süriyano görev
yapıyordu…
1990’lı yıllarda 60’lı
yaşlarındaydı…
Son derece pozitif düşünen,
güleç yüzlü, herkesi sevgiyle kucaklayan, bir beden ve iletişim diline sahipti…
Olaylar sıkça adliyeye
intikal edince;
Pazar günleri ayinlere ilgi
duyan genç Türk vatandaşları ya kabul edilmiyor, ya da çok az sayıdakiler ancak
içeri alınabiliyordu…
Halk arasında ürpertici
gizemli bir kara delik olarak değerlendirilen;
Herkesin merak ettiği bu
yüzlerce yıllık kilise benimde çocukluğumdan beri ilgi daima alanımdaydı;
Programcı ve sunucu olarak
görev yaptığım Kanal-A Televizyonunda kilisede belgesel çekmeye karar verdim…
Öncelikle Peder Don Feliçe
Süriyano ile görüştüm; teklifimi inanılmaz şekilde hemen ve severek kabul
etmesine bu gün bile hala inanamıyorum…
Bu kapalı kutuyu halka açma
sevinciyle kameraman arkadaşımla BEBEKLİ KİLİSE ’ ne geldik; program öncesi
şöyle dedim;
-Program boyunca size nasıl
hitap etmeliyim? Papaz mı deyince; sözümü hemen kesti;
-Hayır, bana Peder deyin
lütfen, demişti…
Belgeselini birlikte çekmemiz
gerektiğini, her bölümü anlatmasını rica ettim…
Peder Don Feliçe Süriyano
birlikte her bölümü dolaşmaya başladık;
Aralıksız olarak, hatta
kameramızı bile kapatmadan;
En gizemli, hatta karanlık
olarak düşündüğüm;
En üst katlardaki ve hatta
kapalı olan bölümlerin bile kapısını açmasını, içini görmek istediğimi
söyledim…
Her isteğimi Peder zevkle
kabul etti;
Tüm kapıları sonuna kadar
açtı;
Çoğu üst katlarda bulunan,
devasa boyutlarda yer alan yağlı boya;
Yüzlerce yıllık ikonaların
tarihçesini ve verdiği mesajları çok samimi bir ifadeyle anlattı…
Hatta üst katta,
kimsenin-cemaatin bile girmesine izin verilmeyen tüm bölümlerini yatak
odalarını bile birlikte dolaşıp belgeselleştirdim…
Peder Feliçe şöyle dedi;
-1880’li
yıllarda St. Paul adına Cizvit papazlarınca inşa
edilmiştir; burası bir İtalyan Katolik kilisesidir…
Kilisenin
tepesinde 2. 5 metre boyunda tunçtan yapılmış;
Meryem Ana
heykelinin halk tarafından bebeğe benzemesi nedeniyle yapıya Bebekli Kilise adı
verilmiştir...
Peder Feliçe’ ye ile
birlikte;
Halk tarafından gizemli,
karanlık, dipsiz bir kuyu olarak görünen;
Kilisenin bölümlerini
masalarını, hatta masaların altını;
Cemaatin oturduğu sıraları,
mutfağı;
Bölümlerinin tamamını net
olarak her şeyiyle gözler önüne serdim…
Dikkatimi çeken ise kahvaltı
masalarındaki yiyeceklerin türlerinin sayılarının çokluğuydu…
3x4 metrelik bir masanın
üstünde, içleri çeşitli gıdalarla dolu olan irili-ufaklı, 30-40 belki daha
fazla tabakta sabah kahvaltısı için gıda maddesi bulunuyordu…
Pedere neden bu kadar bol
çeşnin olduğunu sorduğumda;
-Bizim beslenme geleneğimiz
bu şekildedir Abdulkadir Bey demişti…
Öyle mutlu, öyle sevinçliydim
ki;
Bir gazeteci ve televizyon
programcısı olarak;
Kentin tarihinde sürekli yer
alan;
Kapalı bir kutu olan
kilisenin belgeselini çekerek halka anlatmış olmaktan, çok büyük keyif aldım…
Peder Don Feliçe Süriyano da
en az benim kadar mutluydu;
Program sonunda şöyle dedi;
-Sana bir dua edeyim mi?
-Mutlu olurum Aziz Peder,
dedim…
Ellerini havaya açtı; ben de
birlikte aynı şekilde yaptım;
-Ey Meryem, sen, temiz bir
insansın… Amen…
Duası da bu şekildeydi…
Birbirimizden mutlu şekilde
ayrıldık…
Belgesel programım Kanal-A
Televizyonunda üç dört kez yayınlandı…
Pederin sonra İtalya’ya
döndüğünü duydum, orada da hayatını kaybetmişti…
Bir not şöyle;
Peder Don Feliçe Süriyano
halkla iletişim kurmayı seviyordu…
Özellikle gazetecilere ayrı
bir ilgisi ve saygısı vardı…
Çakmak Plazada Kitapevi
bulunan Yüksel Mert kısa zamanda Peder Feliçe ile çok samimi olmuştu…
Öyle ki, Yüreğir de ilk kez
açılan BİRİKİM isimli alış-veriş merkezinde bir ramazan günü Peder Feliçe
gazetecilere iftar yemeği bile ikram etmişti…
…
İYİ Kİ İNTİHAR EDEMEDİM…
BEL FITIĞIMIN ACISINDAN
İNTİHAR EDECEKTİM
Sağlıklı yaşayıp “YENİ NESİL
YAŞLI” olup ömrümün son yıllarımı da sorunsuz-mutlu biçimde geçirebilmek için
sürekli ve düzenli yürüyüş yapıyorum…
Bundan daha da önemlisi
yıllardır bisiklet sporu yapıyorum… Bazen günde 2-3 saat, haftada iki üç kez
bisikletle 5-6 kilometre dolaşıyorum…
Yıllardır oturduğum Ziyapaşa
Mahallesinde 2017 yılının Şubat ayın başında evimden yine bisikletle çıktım…
Seyhan eski baraj gölü
kıyısında, “KARANLIK ORMAN” adını verdiği devasa okaliptüslerin arasında 2
saatten fazla dolaşmıştım…
Eve dönerken Ortadoğu
Hastanesinin yanındaki ara yoldan aniden çıkan bir motosiklet kavşakta gelip
bisikletime feci biçimde çarptı; ön teker ikiye katlanıp, belimde hafif bir
ağrı oluşmuştu…
Çarpan motosikletli kişi, her
kaza yapanın suçunu bastırmak için karşı tarafı yaptığı şekilde bana saldırmaya
kalktığında;
-Siz bana hızla gelip
çarptınız; suç sizde, beni niye suçluyorsunuz, yine epeyce tartıştık…
Televizyon ekranlarındaki
programımdan tanıyan vatandaşlar çevremize toplanıp, benim haklı olduğumu falan
anlattığı kişi bu defa suçlu olduğunu kabul etmişti…
Daha sonra işyerinin adını
verip, beni davet etti, masrafımı karşılamıştı…
Sağ tarafımda belimle birkaç
gün sonra hafif bir ağrı oluştu…
Gittikçe daha da büyüdü, daha
da rahatsız etmeye başladı…
30 yıllık değerli arkadaşım
ve ağabeyim olan Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Yusuf Erkişi o yıllarda Yüreğir
deki Bülent Özülkü TIP Merkezinde görev yapıyordu…
Kalçamda gittikçe artan
ağrımı ona anlattım, o da;
-Gel benim çalıştığım tıp
merkezinde bir masör arkadaş var, ona göstereyim, bana da masaj yapmış ve
rahatlatmıştı, dedi…
Hemen oraya gittim, Fizik
Tedavi Uzmanı olan bir hanıma yönlendirdi, birlikte yanına girdik doktora benim
gazeteci olduğumu söyledi…
O da hemen görevlilere bana
hemen sıcak bir tedavi uygulamalarını söyledi…
Özel bölüme yatırıp, belime
sıvı bir şeyler sürdüler, 20 dakikaya yakın elektrik akımı uyguladılar…
Vücudum öne doğru 9-10 derece
eğildi…
İkinci, üçüncü seansta 90
dereceye kadar belim büküldü…
Doğrulmam mümkün değildi…
Ama gittikçe ağrım daha da
çok arttı;
-Doktor Hanım ben ölüyorum,
çok rahatsızım, deyince, bu kez Güney Hastanesinde MR çektirmeye gönderdi…
Bel fıtığı teşhisi konuldu;
ama ağrıdan ölüyorum, evden çıkamaz oldum…
Doğrulmaya çalıştığımda
bilimde 20 tane bıçak saplanıyor, kanamalar olduğu hissine kapılıyordum…
Artık bir tür engelli
olmuştum…
Üç arkadaşım gece gündüz
yardımıma hemen koştu, ama artık ayağa kalkıp doğrulamıyordum…
Sabah iki iğne karıştırılıyor
sağ kalçama, akşam aynı şekilde sol kalçama vuruluyor ama ağrılarım asla
dinmiyor, gittikçe daha da kötüleşiyordum…
Kapının zili çaldığında biri
geldiğinde tabureye oturup çocuklar gibi kaydırarak yavaşça ilerleyip
açıyordum…
Ayağa kalkıp mutfaktaki
dolabın ilk rafından bir şey almam mümkün değildi…
Artık ağlamaya başladım, bir
arkadaşım dedi ki;
-Çifte Minareli Caminin orada
MUSTAFA MENGİ diye bir masör var, askeri hastaneden emekli olmuş, onun yararını
çok görenler var gel seni oraya götürelim, dedi…
Oraya da gittim, bu günkü
parayla anında yüklü bir miktar aldı…
Belimin sağ tarafına bir
madde yapıştırdı, üç gün sonra yine aynı şeyi yaptı, hiçbir yararı yoktu…
Sabahleyin iki iğne
karıştırılıp sağ yanıma, akşamları aynı şekilde ağrı kesici iki iğne sol
tarafıma yapılıyor ama ağrıdan ölüyordum…
Sabahlar olmuyordu, ama ayağa
kalkamıyordum, ölümü istiyordum…
Dayanamaz hale geldim,
7.kattaki evimin penceresine iki defa ağlayarak aşağıya bakıp atlamaya, intihar
etmeye gittim ama başaramadım…
Yerime geri dönüp yine
ağlayarak yattım…
Hayatım boyunca annem, babam,
ablam, ağabeyim öldüğünde bile gözümden bir damla yaş gelmemişti…
Ama bel fıtığı yüzünden
çocuklar gibi ağlıyordum…
Evdeki acılarım dayanmaz
olmuştu, soydaşım Adana Büyükşehir Belediyesi Sağlık Daire Başkanı Op. Dr.
Fatih Karayandı’ ya müracaat ettim; o da beni daha önce aynı hastanede birlikte
çalıştığı, Op. Dr. Ahmet Mutlu Ayçin’e yönlendirdi…
Yeni Baraj Mahallesindeki
eski numune hastanesinde gerekli işlemler yapıldı ve Op. Dr. Ahmet Mutlu Ayçin
bana nöbetçi olduğu günlerde yattığı odayı tahsis etti…
3-4 gün ameliyat olmaktan
korkuyordum;
-Doktor bey, ben ameliyat
olmak istemiyorum, ilaçla tedavi edin, sonra evime gönderin, dedim…
-Zaten öyle yapıyorum, dedi…
Ama yattığım odayla,
tuvaletin arası 9-10 adımdı zor gidip geliyordum…
Belimdeki kemiklerim bana
düşman olmuştu, her birinin elinde iki tarafı keskin bıçaklar vardı beni
sürekli parçalıyordu…
Bu arada İstanbul’ daki
yeğenim de kapalı ameliyatı araştırıyordu…
O şekildeki ameliyattan bir
gün sonra kişi normal hayata dönüldüğü iddia ediliyordu…
Hastanede yattığımın
üzerinden 4-5 gün geçti, ama bir türlü, kapalı ya da açık ameliyat olmaya karar
verememiştim…
Sabahleyin bir arkadaşım
erkenden beni ziyarete gelmişti, o sırada doktor da beni kontrol için gelmiş ve
odamdaydı;
Arkadaşım ona sordu;
-Doktor bey, bel fıtığının
kapalı ameliyatı hakkında ne düşünüyorsunuz, dedi…
Doktorun verdiği şu yanıt
ameliyat hakkındaki düşüncemi değiştirdi;
-Bir odanın içindeki eşyaları
düzenlemek istiyorsunuz… Kapıdan bir delik açarak mı bunu yaparsınız, yoksa
kapıyı açıp, odanın içini öyle mi düzenlersiniz?
Üstelik kapalı ameliyat
olanlar 4-5 yıl sonra gelip açık ameliyat istiyorlar…
Doktorun söylediği beni ikna
etmişti;
Kesin kararımı vermiştim,
doktor doğru söylüyordu;
-Ağabey beni ameliyat edin,
hazırım dedim…
Ama gözyaşlarım da sular
sellercesine akıyordu…
Az sonra hemşire geldi,
doktorun yarın ameliyata ilk olarak beni alacağını söyledi…
Bu konuyu ciltler dolusu
anlatabilirim ama Nörolog. Op. Dr. Ahmet Mutlu Ayçin beni ameliyat etti…
Çok samimi olarak itiraf
ediyorum ki; bana 2.kez hayat verdi, sabah 09 da ameliyat olmuştum, 15: 00 te
ayağa kalkıp tuvaletime gittim…
Gazeteye teşekkür ilanı
verdim, doktor beye hobisi olduğu için ona güzel bir motosikletli 30x40 renkli
fotoğraf-poster armağan etmiştim…
2.Hayatımı borçlu olduğum
doktor beyle hala arada bir görüşüyorum…
Arada bel fıtığımın olduğu
bölümde ağrılar oluyor…
Karataş’a gidip denizde sırt
üstü yüzerek ağrılarımı gidermeye çalışıyorum…
Anneciğim,”NEREN AĞRIRSA
CANIN ORADA” derdi…
Bu yaşıma kadar apandisit
ameliyatı oldum, çeşitli hastalıklarla karşılaştım ama diğer hiçbir ağrıdan bel
fıtığından hiç çektiğim kadar acı çekmedim…
Sonuç olarak;
2017 deki intihar düşüncemi
gerçekleştirmediğim için bu gün çok mutluyum…
O yıldan beri sayısız yeni
kitap dosyaları yazmayı başardım…
Sadece pandemi döneminde 59
dan fazla yeni kitap dosyası yazdım…
Üretmeyi son nefesime kadar
aralıksız sürdüreceğim…
Sloganım şu; YAŞAMAK İÇİN
YAZIYORUM; YAZMAK İÇİN YAŞIYORUM…
…
EBEDİ RADYO DOSTUYUM…
BİTMEYEN RADYO AŞKIM…
İlkokula bile gitmediğim o
yıllarda köyümüzde sadece öğretmenin bir radyosu vardı;
İki odadan oluşan öğretmenin
evindeydi…
1960’lı yıllarda akşamları
ailece gider Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarının Yassı adadaki
duruşmalarında yargılanmalarını naklen yayınlanmasını dinlerdik…
Radyonun çok gizemli bir
cihaz olduğunu 3-4-5’ li yaşlarımdaki yıllarda anlamıştım; mutlaka bizim de
olmalıydı diye ailece karar vermiştik…
Komşu köyümüz olan
Durhasandede ki ÜF ÜF AHMET isimli bir vatandaştan 50.TL’ ye bir radyo
almıştık…
Bu güne kadar o radyonun
güzelliğinde, estetik yapısında başka bir radyo göremedim…
Evimizin başköşesindeki rafa
konulmuştu…
Biri yuvarlak, diğeri kare ve
akü şeklinde iki pille çalışıyordu; pillerden biri artı, diğeri eksi kutuptu…
Pil belki 5-6 saatte
bitiyordu;
Radyo evde tamamen benim
kontrolümdeydi…
Her sabah 07: 30 haberlerinde
açıyor, gelişmeleri dinliyorduk…
Sonra da şarkı ve türkü
saatlerini öğreniyor, zamanı gelince ben açıp aileme dinletiyordum…
Çocukluğumda itibaren sihrini
keşfettiğin radyo aşkım hala devam ediyor…
Radyo bu gün bile benim için insanın
bulduğu en büyük ve muhteşem mucizedir…
Öyle ki hala en büyük gizem,
sihir, görünmeyen ama sadece sesiyle iletişime geçen evrenimdir…
Hala başucumdaki radyo ile
uyuyup, onunla uyanıyorum…
O yıllarda beri radyo dinleme
ve değerlendirme kulağım iyice geliştiği için artık seslerin kime ait olduğu
konusunda tam bir uzman oldum…
Özellikle medya mensubu
olarak da;
O yıllardan başlayan dinleme,
okuma, düşünme, yorumlama, yazma konularında bilgi dağarcığım artmayı
sürdürüyor…
Öyle ki evimdeki mutfak,
salon, yatak odamda, radyolarım var…
Çoğunlukla da devletimin sesi
olduğu için TRT’ tercih ediyorum…
Orada görev verilen kişiler
hem seçilerek, çeşitli sınavlardan geçirilerek mikrofon başına getiriliyorlar…
İnanılmaz çok büyük maaşla
çalışıyorlar…
Benim tüm dikkatim de hassas
bir dinleyici olduğum için spikerlerin kullandıkları sözcükler, kurdukları
cümlelere yoğunlaşıyor…
Özellikle spikerlerinin
yanlışlarını kolayca bulup anında ya telefonla, ya da mektupla yetkililere
hemen iletiyorum; düzeltilmesine katkıda bulunuyorum…
Bu kadar duyarlı bir
dinleyici olduğum için bazı TRT Yetkilileri çoğunlukla teşekkür edip
onurlandırıyorlar…
Bazıları da beni itici ve
sevimsiz buluyor, çoğunlukla takdir ediliyorum…
Ama radyo benim, yani TRT
milletin radyosu…
Bu gün üst düzey yöneticileri
başarılı olamadıklarında yarın kendilerini sokakta bulabiliyor…
O nedenle akıllı olanlar,
uyarılardan ders alanlar mesleklerini daha başarılı şekilde sürdürüyorlar…
Ama ünlü bir filozofun şu
sözünü hiç unutmam ve yaşama biçimim haline getirmeye devam ediyorum;
Diyor ki; “DEVLET MEMURLARI
ASLA YATARICI OLAMAZ; ŞÖYLE YA DA BÖYLE ONLARI YASALAR BAĞLAR”
Radyo aşkım devam etti ama
tam bir devlet memurluğu olan masa başı işini daima ret ettim…
Özel sektörde, çok çalışan,
yaratıcılıkta sınır tanımadan sürekli kalıcı eserler vermeyi çok sevdim ve son
nefesime kadar da sürdüreceğim…
…
TRT ÇUKUROVA
RADYOSUNDA SKANDAL…
TRT Çukurova Radyosunun
yıllardan beri en dikkatli ve kemik dinleyicisi olduğumu her zaman onurla
söylerim…
Yıllardır gider gelirim,
programlarına konuk oldum, Özellikle Cuma günleri “GAZETECİ GÖZÜYLE” diye
programım yıllarca devam etti…
Haftada bir gün 08;15 te
telefonla evime bağlanıyorlar, konuşmamı yapıyordum…
Hatta bir programda yarışma
sorusunun konusu olmuştum; şöyle,
“CUMA GÜNLERİ GAZETECİ
GÖZÜYLE PROGRAMINI YAPAN GAZETECİ KİMDİR?
Hiç unutamıyorum, Silifke’den
bir dinleyici bilmişti…
Ödül falanda verdiklerini
hatırlıyorum…
Ben her gece radyo ile
uyuyor, sabah gözümü açar açmaz da hemen devletimin sesi olan TRT’ nin haber
bültenlerini dinliyorum…
8 Temmuz 2021 günü TRT
Çukurova Radyosu’nda inanılmaz bir yayın hatası yapıldı…
Bu yıllarda saat 10: 00 ile
13: 00 arasında ”AKDENİZDEN TOROSLAR’A” bölgesel isimli yayın yapılıyor, iyi de
oluyordu…
Bölge insanının hayatında
silinme izler bırakmaya devam ediyor…
8 temmuz 2021 ‘ de saat 10:
00’ dan itibaren yine bu radyoyu dinliyor, bir yandan da bilgisayarımda
çalışıyordum…
Bir türlü bölgesel yayın
yapılmıyordu;
Ankara radyosuyla TRT Çukurova
radyosundan ulusal yayın aralıksız olarak sürdürüyordu…
Saat 12: 15 oldu, canım
sıkıldı, radyo müdiresi hanımefendiyi aradım;
-Abla, TRT Çukurova
Radyosunun bu gün bölgesel programı yok mu?
-Var Abdulkadir Bey, şu anda
mikrofonda da Alper Yetgün var, dedi…
-Ben 10:00’ dan beri TRT
Çukurova Radyosunda ANKARA programını dinliyorum…
Hatta program yapımcılarınıza
bir şey mi oldu? Neden bu gün program yok diye şaşırdım…
TRT Çukurova Radyosu bakıma
mı alındı, dedim…
Müdire hanım panikledi, ses
tonundan şaşırdığını anladım, koşarak yayın odasına gittiğini anladım…
7-8 dakika sonra “AKDENİZDEN
TOROSLARA” bölgesel yayına geçildi…
Haberci olduğum için, ben de
buna çok şaşırdım…
TRT Radyo tarihinde böyle bir
olay yaşanmamıştır, yaşanmayacaktır…
Şöyle düşündüm, TRT Çukurova
Radyosunun bu hatalı yayınına Ankara Radyosu değil de terör örgütlerinin
yayınları girseydi; teknik müdür ve yöneticilerin yine de haberleri olmayacaktı
diye çok şaşırdım…
Haberci olduğum için olayı
hemen gündemime aldım;
“ TRT ÇUKUROVA RADYOSUNDA SKANDAL” başlığıyla
haberimi hazırlayıp sosyal medyada anında yayınladım…
TRT NAĞME, TRT TÜRKÜ,
RADYO-1, RADYO-3, TRT FM yayınlarındaki arızaları bildirdiğim, vericilerden
sorumlu müdür haber yayınlandıktan bir saat sonra beni aradı;
-Sen nasıl böyle bir şey
yaparsın?
Beni mahvettin; bundan sonra
arıza bildirdiğinizde telefonlarınıza çıkmayacağım…
Adana’ya yayın yapan 105. 1 ’
deki arızalara da gidermeyeceğim, ne haliniz varsa görün dedi…
Gerçektende o andan itibaren
yayın kasıtlı olarak gittikçe bozuldu…
Öyle ki, 24 saatlik yayında
15-20 dakikada 5-8 saniye kesilen yayın artık her 2-3 dakikada bir kesilmeye
başladı…
TRT Çukurova Radyosunu 105.1
deki yayını gittikçe dinlenilme hale geldi…
Telefonuma çıkmayacağı için
bende vericilerden sorumlu kişiyi aramadım…
Yayın gittikçe yerlerde
sürünmeye başladı…
Radyo dostları konuyla ilgili
ve sorun çözen bir TRT dostu olduğumu bildikleri için;
Sürekli beni arayıp kesile ve
sürekli bozulan yayınlardan şikâyet ettiler…
Baktım TRT Çukurova Radyosu
Bölge Müdürlüğü Adanalıları bu şekilde cezalandırmaya başladılar;
Hemen CİMER’ mektup yazdım…
-TRT ÇUKUROVA RADYOSU
YETKİLİLERİ DEVLETİN GÜCÜYLE ADANALI DİNLEYİCİLERİ CEZALANDIRIYOR…
Uzunca bir mektup yazdım; hem
de Hotmail olarak Cimer’e gönderdim…
Bir hafta, on gün sonra TRT
Genel Müdürlüğünden Radyolardan Sorumlu Daire Başkanı aradı; durumu anladığını
söyledi…
Benim gazeteci olarak
görevimi yaptığımı; herkesin de görevini yapması gerektiğini söyledi…
TRT Çukurova Radyo Müdiresi
bu kez daha sakin biçimde arayıp telefonla konuştuk;
-Kaç yıllık TRT’ ciniz, diye
sordum…
TRT Radyoculuk tarihinde
böyle 2 saat 15 dakikalık yanlış yayına şahit oldunuz mu? Dedim, yanıt vermedi…
Peki, bu yanlış yayın bir
terör örgütü tarafından frekanslarınıza girerek yapılsaydı ne olacaktı?
Teknik servis bunun hesabını
nasıl verecekti?
Yanıt vermedi ama yönettiği
kadronun yanlış yaptığını anlamıştı; ama sessizliği seçiyordu…
Konuşmalarımızın ardından
bundan sonraki her türlü TRT Radyolarındaki arızayı kendine bildirmem için
ricada bulundu…
Sonunda anlayışla karşıladı,
en kısa zamanda da radyoya beklediğini TRT yemeği ikram etmeyi istediğini
söyledi…
Vericilerden sorumlu müdür
ise hemen sonra aradı;
-Abdulkadir Bey her zaman
arayın, lütfen şikâyetlerinizi bildirin…
24 saat arayabilirsiniz diye
o da barış çubuğu uzattı…
Çünkü ben haklıydım, haberci
olarak, dinleyici olarak görevimi eksiksiz şekilde yapmıştım…
Bende ilk gündeki
azarlamalarını hatırlattığımda;
-Yok, ben öyle bir şey
söylemedi, lütfen, her zaman bekliyorum, dedi…
-Telefon kayıtlarında
ifadeleriniz var, ben biliyorum, isterseniz onları çözüp size ileteyim, dedim…
-Her zaman bekliyorum, arıza
şikâyetlerinizi anında gidereceğim, dedi…
Çünkü TRT diğer medya
kuruluşlarından farklıdır…
TRT Türkiye Cumhuriyeti
Devletimin resmi sesidir…
Ben Radyo Dostuyum ama daha
önce de TRT, yani devletim dostuyum…
TRT radyolarında sıfır hata,
yüzde yüz başarı hedeflenmiştir…
Hiçbir çalışanın hata yapma
yanlış yapma lüksü asla yoktur…
Hata yapanların da cezaları
zaten bellidir;
TRT görevlisinin yaptığı hata
devletin hatası olarak halka yansır…
Bunu hiçbir vatandaş kabul
etmez…
Hele de terörle mücadele eden
devletimizin bu günlerde bu türlü hatalara göz yumması olanaksızdır…
Ben haberci olarak bu yanlış
yayında görevimi dört dörtlük yaptığıma inanıyorum…
Bundan sonra da dinlemeye
arızaları, kusurları, hatalı yayınları izlemeye ve yetkililere iletmeye devam
edeceğim…
Beni anlayıp anlamamaları
umurumda değil; ebed müddet olan devletimi seviyorum…
TRT Dostluğuma titiz ve ince
eleyip sık dokuyan bir medya mensubu olarak devam ediyorum…
…
ABLAM İLHAM VERDİ…
CEYHAN DAKİ KIRIM TÜRKLERİ…
Yıllardır atalarımın 1870’
ler de Kırım’dan yola çıkıp nasıl geldiklerini, onların yaşadıkları
hikâyelerindeki zorlukları, sıkıntılarını, mücadeleleri, yaşama bağlılıklarını,
gelenek ve göreneklerini, yazmak için düşüncemde çeşitli programlar yaptım…
Ama bir türlü yoğunlaşamamış
ve yazmaya başlayamamıştım…
Yeğenime babasının mezuniyeti
için ödül olarak aldığı otomobili İstanbul’a götürmemiz gerekiyordu…
Meryem ve Bedia Ablam ve yeğenimle
birlikte Adana’dan o otomobille yola çıktık…
Bedia ablam çok zeki,
esprili, akıllı ve bilge bir insandı…
Yol uzadıkça belleğindeki
tatarca konulara girdi…
Muhteşem şakaları ve
esprileriyle sülalemizin en büyük kadın güldürükçüsüydü…
Hemen yanımda bulunan kâğıtla
kaleme sarılıp, 12 saatten fazla süren İstanbul yolculuğumuzda notlar almaya
başladım…
Döndüğümde 5-6-7 sayfalık bir
çalışmam olmuştu…
Çevremde hala özünü
yitirmemiş yakınlarımla konuştum…
2-3 yılı aşkın süre bu
konudaki bilgilerimi ve iletişimimi derinleştirerek sürdürdüm…
Vefa dedem ve Müsemma ninemin
ve kardeşi Seyitosman’ın Kırım’dan geliş öyküleri dinledim…
Ayrıca zaten yaşamımı
oluşturan yemek tarifleri, özdeyişleri, karakteristik özelliklerimizi,
türküleri, olumlu bakışları, espri anlayışları vs kayıt ettim…
Zaten içinde yaşadığım
kültürüm olduğu için yaşanan öyküleri yazdım…
1000 den fazla sözcükten
oluşturduğum muhteşem bir sözlük hazırladım…
Ayrıca kitabımda yıllarca
dillerden dillere anlatılan, Yakup ve İsmail amcamın Çanakkale savaşına gidip,
birinin şehit, birinin gazi olarak dönme olaylarını detaylı şekilde anlattım…
İlk kitabımı “TATARLAR”
olarak kendi olanaklarımla yayınladım…
İkinci genişletilmiş
baskısını Ceyhan Belediye Başkanı Sayın Hüseyin Sözlü’ nün ön sözüyle
yayınlandı…
Üçüncü daha da genişletilmiş
baskısını Ceyhan ın ünlü TATAR ailelerinde Sayın Mehmet Yılmaz Yaltır ’ın ve
diğer soydaşlarımızın katkılarıyla yaptırdım…
Diğer tüm kitaplarım gibi
bunu da ücretsiz olarak ülkemizde etkinlik gösteren derneklerimize, internetten
istekte bulunanlara ücretsiz olarak göndermeyi sürdürüyorum…
Ayrıca google arama motoruna
Abdulkadir kaçarın sanal dünyası yazınca blok sayfamda diğer kitaplarımla
birlikte CEYHAN DAKİ KIRIM TÜRKLERİ kitabıma da ulaşılabiliyor…
…
HAYALİM VE HEDEFİM ÖLÜMSÜZ
BİLGİYE ULAŞMAKTI…
MAKAM VE PARA BENİM İÇİN
DAİMA KOCAMAN BİR
HİÇ’Tİ…
Medya sektörü öyle güzel,
çekici, popüler ve etkilidir ki; gazeteci, TV ve Radyo çalışanlarına;
Devletin ve özel sektörün tüm
kapıları sonuna kadar açılır;
Televizyonda gördüğünüz herkesle
rahatlıkla iletişim kurup, yemek yiyip, sohbet edip, konuşup, haberlerini
hazırlayabilirsiniz…
Gazeteciliğe yeni
başlayanların ilk düşünceleri en kısa yoldan şef, müdür ya da genel müdür
olmaktır…
Ufak bir yetki ellerine
geçince masalarını ve yetkilerini kimselere kaptırmamak amacıyla her türlü
ödünü verirler…
Ama bu düşüncede olanlar,
bilgiye kendilerini kapatırlar, kuru sandalyenin üstünde oturup, entrika ile
kendilerini korumaya almaya çalışırlar…
Böylece meslek becerisini
hiçbir zaman kazanamazlar…
Kendilerini
geliştiremedikleri için kısa zaman sonra işsiz kalıp sokaklarda sudan çıkmış
balığa dönerler…
Hayatım boyunca mevki, makam,
yetki, para, otoriter olma gibi bir utkum olmadı…
Mesleğim boyunca asla sürü ve
ekip insanı olmadım; her daim kendimle birlikte kendimi için hareket ettim…
Kararlarımı da kendi aklımın
aydınlığında aldım…
Hayatım boyunca daima bir tek
şeyin peşinden koştum;
Bilgi, daha çok bilgi, en
kalıcı, evrensel ve ölümsüz bilgiyi aradım…
Bir düşüncemi, fikrimi,
ölümsüz şekilde nasıl anlatabilirim? Bir haberi nasıl farklı şekillerde
yazabilirim?
Bunun peşinden koştum
yorumlama ve yazmayı başardığımda diğer her alanda daha da başarılı oldum…
Her adımımda daima
emsallerinden ileriye geçtiğime inandım...
Çünkü gelişme, değişme, dönüşme
gibi her konuda yarışımı sadece kendimle yaptım…
Bir denememde ise bu
düşüncemle ilgili şöyle demiştim;
-DÜNKÜ KENDİMİ ULAŞTIĞIM
BİLGİLERLE BU GÜN GEÇTİĞİMDE, DÜNYA İNSANLIK AİLESİNİ DE GEÇİP GERİDE
BIRAKTIĞIMA İNANIYOR; DAHA ÇOKMUTLU OLUYOUM…
Bu durumlarım beni mutlu etti
ve daima da ediyor…
Bu anlayışım, aynı yıllarda
medya sektöründe çalıştığım Aynı kuşaktaki arkadaşlarımı böylece gerilerde
bıraktığımı kanıtladım…
Şöyle ki, benimle aynı
zamanlarda mesleğe başlayıp, belli bir yere gelen, kitabı olan, tek satır şiiri
olan insan bir ya da ikidir; üçüncüyü bilemiyorum…
Bu güne kadar 201 kitap
dosyası yazdım…
Kendi olanaklarımla 34 irili
ufaklı kitap yayınladım, diğerleri de bilgisayar dizgisi olarak arşivimi
bağışladığım Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesine
gönderiyorum…
Benim mesleğe başladığım
yıllarda çok görkemli makamları, sekreterleri, emrinde otomobilleri olan, çok
yüksek maaşla çalışan lüks içinde yüzen yönetici medya sektöründe ağabeylerimiz
vardı…
Yanlarına 3-4 kapıdan geçilerek
ancak ulaşılabiliyordu…
Ama maalesef çoğu kendini
yenileyemedi, kendini çağa uyduramadı, bir tek şiirleri bile yazamadan ölüp
gittiler, toprak oldular…
Ben katıldığım her cenaze
töreninde;
Mezara konulup üstüne toprak
atıldığında sonsuza kadar unutulan insanlardan olmayacağım diye kendime söz
vermiştim…
Bu konuda iddiam, kendimle
yaptığım bilgi kâşifliğim devam ediyor…
Bu ilkemi gerçekleştirme
konusunda düzenli okuma, düşünme, yorumlayıp yazmaya, yani kendimi aşma
yarışıma devam ediyorum…
…
HEDEFİME ÇOK YAKLAŞTIM…
HAYALİM ÖLÜMSÜZ ESERLERE
İMZA ATMAKTI; GALİBA
BAŞARDIM…
Çocukluğumdan itibaren
katıldığım, üzerine toprak atıldıktan sonra unutulan insanların cenaze töreninde
kendime şöyle söz veridim;
-Ben öldükten ve üzerime
toprak atıldıktan sonra asla unutulmayacağım…
Öyle çalışmalar yapmalıyım
ki;
Ölümsüz eserler ortaya
koymalıyım ki, gelecek yeni kuşaklarca da unutulmadan; o insanların dünyasında
yer almalıyım…
Bu düşünceme de yaptığım
çalışmalarım sayesinde galiba ulaşmayı başardım;
Dün, bu gün olduğu gibi şimdi
de son nefesime kadar ölümsüz bilginin kâşifi olma yarışımı kendimle
sürdürüyorum…
Binlerce, yüzlerce yıl önce
yaşamış bilgelerin kitaplarını aralıksız olarak okudum, hala onlarla birlikte
yatıp onlarla kalkıyorum…
Çağlarının en akıllı, en
dürüst insanları olan bu bilgelerin hepsi de bana hayatım boyunca öğretmenlik
yaptı;
Onların ölümsüz düşüncelerini
daha derinden anlamaya ve izlemeye devam ediyorum…
Ayrıca günümüzde yaşayan
akıllı, pozitif düşünceli insanlarla uzun sohbetler yapıp onların bilinçaltı
labirentlerine girip düşüncelerinin derinliklerini öğrenip dersler çıkartmayı
sürdürüyorum…
Başka bir düşüncem de
şöyleydi;
Yaşadığım çevremdeki insanlar
ancak 65 yaşında huzurevine alınıyordu…
Bende yalnız yaşadığım için
eğer o yaşa ulaşıp, kendime yetemeyecek, bakamayacak, ihtiyaçlarımı
karşılayamayacak durumda gelirsem huzurevinde kalabileceğimin hesaplarını
yapıyordum…
Ama yaşım ilerledikçe, bilgim
arttıkça daha çok okumaya, derin düşünmeye, yoğunlaşarak, kendimi geçip ölümsüz
eserler verme konusunda hızım inanılmaz ölçüde arttı bu koşuma özgür şekilde
evimde devam ediyorum…
Bu gün için huzurevini artık
düşünmüyorum;
Sadece şimdiye kadar ortaya
koyduklarımdan daha iyiyi, en üstünü, ölümsüzü yazmak için AN da ve özgürce
yaşamaya çalışıyorum…
Anılarımı kaleme aldığım bu
güne kadar 201 kitap dosyası yazdım; irili ufaklı 34’ünü kendi olanaklarımla
kitap şeklinde yayınladım…
Gittiğim her yerde, cebime
sığınları insanlara ücretsiz olarak dağıttım…
Daha büyük olanları adreslere
postalayıp otomobilimle gittiğim ortamlara insanlara armağan ettim…
Adana da yazılı medyadan,
görsel ve işitsel medyaya geçen ilk gazeteciyim…
3 yerel televizyon kanalı(ART
TV, KANAL-A TV VE ÇUKUROVA TV’de) 5 bine yakın program yaptım…
Programlarımın hiç birisi
sadece bir kez yayınlanmadı; her biri olmadı; inanılması belki biraz güç ama her
biri en ak iki, üç, bazen dört bazen daha da fazla tekrarları yayınlandı…
Bu aslında benim
gerçekleştirdiğim Türkiye rekorudur…
Ama Adana yaşadığım için
fazla önemsenmedi; ben görevimi, aşkla sevgiyle saygıyla gerçekleştirmenin mutluluğunu
yaşadım bu da bana her zaman yetti ve yeterli buldum…
Ömrümü adadığım mesleğimde,
çağımdaki akıllı insanlarla; binlerce saatlik video, binlerce saatlik ses
kayıtlarım gibi; yine binlerce haber fotoğraflarımdan oluşan arşivimi ADANA
ALPASLAN TÜRKEŞ BİLİM VE TEKNOLOJİ ÜNİVERSİTESİNE bağışladım…
Onlar dijitale dönüştürülüp
halka “ABDULKADİR KAÇAR’IN ARŞİVİNDEN” diye açılacak…
Ayrıca TRT Çukurova Radyosu
ve yerel radyolarda yıllarca Cuma günleri “GAZETECİ GÖZÜYLE” isimli sayısız
programlarda yer aldım…
Halen de özel radyolarda ve
internet üzerinden yayın yapan televizyonlara aradıklarında gönüllü şekilde
severek, aşkla, zevkle konuk oluyorum…
Bu mutlulukta bana yetiyor…
Daha çok konuşmalar yapıp,
ölümsüz düşüncelerimden oluştuğuna inandığım eserler yazmak için kendimle
amansız bir yarış halinde devam ediyorum…
Bu alanda yoğunlaştığım için
evime gelen, telefonla arayanların sayısında da azalma olduğundan dolayı artık
cep telefonumu 16;00 da kapatıp, sabah 08;00 açıyorum…
Bilgisayarımın başında
çalışırken dikkatimin dağılmaması için zaten yıllardır bu yöntemi uyguluyordum…
Böylece zamanı biraz daha
uzatarak, özgürce yazma alanımı genişletmeyi başardım…
Telefonumu kapattığım için
bazı yakınlarım bana kızıyor, sitem ediyor, uyarıyor ama böylesi daha yararlı
olduğu için uygulamaya aralıksız devam ediyorum…
Öldüğümde kimsenin duymaması,
ya da aylar sonra haberdar olabilecekleri şeklinde kaygılarını söylüyorlar…
Ama onlara cesedim ölümümden
bir yıl sonra, bir poşet dolusu kemik yığınına dönüştüğümde bulunsa da hiç
umurumda olmayacak şeklinde yanıt verince şaşırıyorlar…
Bu benim ölüm konusunda
ulaştığım, susadığımda bir tas su içme, ya da çok acıktığımda güzel bir yemek yemek
şeklideki düşüncem dediğimde kişiler daha da şaşırıyorlar…
Bu benim seçimim, bu benim
bedenim, benim kararım…
Medya sektöründe, haber,
haber fotoğrafı, TV programcılığı dalında 43 ödülüm bulunuyor…
Ayrıca 1987 den beri düzenli
olarak tuttuğum, on binlerce sayfayı geçen günlüğüm bulunuyor…
İleride Adana’nın gazete,
radyo, televizyon tarihini yazacak olanlara çok geniş bilgiler sunacak şekilde
oluşturdum, buna devam ediyorum…
İşim gücüm her alandaki
yarışım, mücadelem, savaşım daima kendimleydi; hiçbir insanı kendime rakip
olarak görmedim, görmem görmeyeceğim;
Kimseyi başarısından ve
ulaştığı makamından, siyasi ve ekonomik gücünden dolayı asla kıskanmadım…
Ben bir gün öncesine göre
daha çok ve evrensel bilgiye ulaşmayı başardıysam kendimi mutlu saydım…
Bunu da gerçekleştirmek için
aralıksız okuyup, düşünüp yazmaya devam ettim…
Özellikle PANDEMİ döneminde
evde kalmaya özen göstererek 40’ tan fazla yeni kitap dosyamı yazmayı başardım…
A-4 çıktılarını anı olarak
alıp, dijital metinlerini yukarıda adı geçen üniversiteye gönderdim, bundan
sonrakileri de aynı yöntemle oraya ulaştıracağım…
Yani çocukluğumda hayalini
kurduğum ünlü olma, yazdığı eserleriyle ölümünden sonra hatırlanacaklardan
birisi olma konusuna çok yaklaştım…
Son nefesime kadar da
üretmeyi sürdüreceğim…
SLOGANIM ŞU, YAŞAMAK İÇİN
YAZIYORUM; YAZMAKİÇİN YAŞIYORUM…
…
VASİYETİM…
ÖLÜNCE KÖYÜME GÖMÜN…
Çukurova Gazeteciler Cemiyeti
Başkanı Cafer Esendemir başta olmak üzere, tüm yeğenlerime, akrabalarımın
çoğuna;
Ölümüm halinde beni dedemin
kurduğu, babacığımın ve tüm yakınlarımız yattığı;
CEYHAN IN YELLİBEL
KÖYÜMÜZDEKİ aile mezarlığına gömülmeyi vasiyet ettim, ediyorum…
Bu arada, PTT 2023 yani
Cumhuriyetimiz 100.yılına mektuplar yazılması kampanyası yapmıştı…
Bende o kampanyaya
katılmıştım, eğer o tarihe kadar ölürsem, Ceyhan Kaymakamlığına, Çukurova
Gazeteciler cemiyetine Yellibel Köyümüzdeki mezarımın bakım ve onarımının
yapılması isteğimi belirtmiştim…
ABDULKADİR KAÇAR ADANA, 2021…
…
PK 4…
PK 4 BAĞIMLILIĞIM SÜRÜYOR…
Adana da lise yıllarından
başlayan, PTT şubelerinde bulunan posta kutusu kiralama ve iletişim adresi
olarak kullanma alışkanlığını bağımlı şekilde sürdüren tek insanım belki de…
Bir zamanlar gençler arasında
posta kutusu kiralayıp adres şeklinde kullanmak çok modaydı;
O yıllarda akıllı her insanın
bir posta kutusu vardı…
Ama belli yaşa gelince
insanların hayata bakış açıları değişti…
Yeni iletişim kanallarını
kullanmaya başladılar posta kutularını unuttular…
Hele de günümüzde bilgisayar,
internet, cep telefonu gibi inanılmaz hızlı iletişim araçları diğerlerine yer
bırakmadı...
Ama ben her şeye rağmen lise
yıllarımdan beri Adana Çarşı daki PK 4 kutumu her yıl aidatını PTT ye ödeyerek kullanma
geleneğimi hiç değiştirmedim…
Aylarca boş kalsa da çarşıya
gittiğimde oraya büyük bir umutla bakmak için özel zaman ayırırım…
Lise yıllarımdan beri
sürdürdüğüm bu heyecanımı tekrarlar yaşarım…
Bu durum bana geçmişimdeki
güzel hobilerimi yaşattığı için mutlu oluyorum…
…
ÖNEMLİ NOT;
Abdulkadir Kaçar’ ın bu
anıları;
1970’ li yılların sonundan
başlayarak;
Hürriyet Haber Ajansı Adana
Bürosu,
Milliyet Gazetesi Adana
Bürosu,
Hürriyet Gazetesi İstanbul
Bürosu,
Yerel gazeteler olarak;
Yeni Güney Haber Gazetesi,
Bölge Gazetesi,
Ekspres Gazetesi,
Toros Gazetesi,
Adana nın ilk özel yerel
televizyonu olan ART’ televizyonunda,
Adana Kanal-A Televizyonunda,
Adana Çukurova Televizyonu…
Anılarının kaleme alındığı
Ağustos 2021 tarihine kadar olanları kapsamaktadır…
…
ABDULKADİR KAÇAR KİMDİR?
05.04.1954 yılında Ceyhan’ın
Yellibel Köyünde dünyaya geldi…
Çukurova Üniversitesi Ceyhan
Meslek Yüksek Okulun SEVK ve İDARE bölümünden iyi dereceyle mezun oldu…
AFAD(Adana Fotoğraf
Amatörleri Derneği) kurucu ve bir numaralı üyesidir…
Yedi defa kişisel fotoğraf
sergisi açtı…
45 yılı aşkın süre çeşitli
gazetelerde, radyo ve yerel televizyonlarda muhabir ve program yapımcısı olarak
çalıştı…
Adana’da kurulan ilk yerel
televizyon olan ART’ de haber müdürü ve yönetici olarak 5 yıl görev yaptı…
Aynı zamanda üç yerel
televizyonda(ART TV, KANAL-A TV, ÇUKUROVA TV) beş bine yakın program üretti…
O yıllarda kente gelen pek
çok yazar, şair, sanatçı, düşünürle yaptığı bir dönemin hafızasını oluşturan
binlerce saatlik ses ve video kayıtları gerçekleştirdi…
Binlerce haber
fotoğraflarından oluşturduğu tüm arşivini ADANA ALPASLAN TÜRKEŞ BİLİM VE
TEKNOLOJİ ÜNİVERSİTESİNE bağışladı…
O yıllardaki programları
günümüzde dijital ortama dönüştürülerek halka açılacak…
Meslek yaşamı boyunca irili
ufaklı 34 kitap yayınladı; her ürünün de ücretsiz olarak çarşıda, pazarda,
dolmuşta, otobüste, okullarda dağıttı…
Yayınlanmaya hazır 201 yeni
kitap dosyası bulunuyor… Medya mensubu olarak çeşitli dallarda 43 mesleki ödül
aldı…
Sürekli basın kartı
sahibidir…
Haftada 2-3 bazen 4 makale
yazmaktadır… Halen VİPHABER.ORG ve CRT MEDYA da; 10 civarında adet sosyal
medyada, pek çok yerel gazetelerde yayınlanıyor…
…
ABDULKADİR KAÇAR’IN
YAYINLANMIŞ KİTAPLARI…
Çivi(Günlük köşe yazıları)
Kılçık(Günlük köşe yazıları)
Dan Dan Adana’dan(Aydın
Caner’le ortak kitap)
Çukurova Evliyaları…
Mini şiirler…
Mini şiirler-2…
Hazır Değilim Ölüm(Şiir)
Denemeler…
Büyük Kitap…
Adliye ve insan(Fotoğraf
katalogu)
Deli Yücel Bey’in anıları…
Sevgi Sensin(Deneme)
Sevgiye Yolculuk(Deneme)
Düşünüyorum( Deneme)
Altın fırsat(Deneme)
Günce ve Fotoğraflarla Adana
Deprem Gerçeği(Ortak Kitap)
Genç şiiir’93…
Yazar-Çizer dünyası(Ortak
kitap)
Yoksulluğun Erdemleri(Deneme)
Üstün İnsan(Deneme)
Çağın Efendisi Para(Deneme)
CHP’ nin Ulu çınarı(Nebile
Ataç’ın anıları)
Kırım Tatar
Türkleri(Araştırma inceleme)
Yaşam bana ben kendime
ödülüm(Deneme)
Vasiyet(Deneme)
Ölüm kitabı(Deneme)
Sen hangisisin?(Deneme)
Sanalizm(Deneme)
BİLGELİK YOLU(Deneme)
Ceyhan daki Kırım Türkleri(3.baskı
araştırma İnceleme)