15 Ocak 2024 Pazartesi

 

     8 MART DÜNYA

     KADINLAR GÜNÜ

     KUTLU OLSUN...

        

         8 Mart Dünya kadınlar günü kutlu olsun...

         Bu türlü günler kadınımızın toplumdaki yaşamın muhasebesinin yapıldığı zaman olmalıdır...      

         Şöyle ki;

         Geçen 10, 50 yıl öncesine göre; kadınlar çalışma yaşamında, evde daha iyi mi, kötü durumdalar mı?

         ...

         Doğuran, çoğaltan, yaşamın merkezinde bulunan

         -Elleri öpülesi bu değerli varlıklarımızın her koşuldaki durumlarını daha fazla nasıl iyileştirebilir?

         -Kadınlar çağdaş toplumda hak ettikleri yeri daha çok nasıl alabilir? Yaşamlarını kolaylaştırmak için hangi güzellikler nasıl yapabilir?

         Bu sorulara yanıt aranmalı, doğru hesaplar yapılıp olumsuzlukların giderilmesi gereken günlerdir...

         ...

         KADINLAR GÜNÜ NASIL DOĞDU?       

         8 Mart 1857 tarihinde NEWYORK ta 40 bin kadın işçi;

         Ağır dokuma ve çalışma koşullarını protesto etmek;

         Sekiz saatlik çalışma süresi; erkeklerle eşit ücret talebiyle grev başlattı... Bu sırada çıkan olaylar sonucu yüzden fazla kadın yaşamını yitirdi...

         1910 yılında KOPENHAG ta toplanan 2.Sosyalist Enternasyonal de CLARA ZETKİN grevde çıkan olaylar nedeniyle ölen işçi kadınların anısına;

         8 Mart gününü ULUSLAR ARASI KADIN GÜNÜ OLARAK KUTLANMASINI önerdi;

         Önerisi oy birliğiyle kabul edildi...

         8 Mart 1977 de Birleşmiş Milletlere üye tüm ülkeler; uluslar arası kadın günü olarak kutlanmaya başlandı...

         Ülkemizde 1980 den itibaren 8 Mart Dünya Kadınlar günü olarak kutlanmaktadır...

         ...

         Burada yine Atatürk’ ün dehasından söz etmek gerekiyor...

         Büyük Atatürk Bu gün kendisini uygar sayan;

         İSVEÇ, İTALYA, YUNANİSTAN, İSVİÇRE den çok önce Türk Kadınına seçme seçilme hakkını vermiştir...

         5 Aralık 1934’te yapılan seçimlerde 18 kadın milletvekili parlamentoya girmeyi başarmıştı...  

         Orta Asya da kurduğumuz Türk Devletlerimizde buyruklara, FERMANLARA;

         -HAN VE HATUN BUYURURLAR Kİ, diye başlanırdı...

         Türklerde kadının yeri her zaman erkeğinin yanı;

         Hatta erkeğinin başının üstüdür...        

         TATARCA da bir söz vardır;

         -Erkek aslan Aslanda; dişi aslan, aslan değil mi denir...

         ...     

         Ülkemizde bu gün itibariyle kadının durumu nasıldır?

         Bunun yanıtını toplum içinde yaşayan, araştıran, gözlemleyen, gören, bir gazeteci olarak söyleyebilirim ki;        

         .Kadınlarımız yaşadığımız ekonomik savaşta erkeğinin yanındadır...     

         .Kadınlarımız Adana da her hafta çeşitli yerlerde kurulan semt pazarlarında maharetli elleriyle ürettiklerini satıyorlar...  

         .Elektrik su, telefon, faturalarını ödeyip; okula gönderdikleri çocuklarına harçlıklar veriyorlar...

         .Tarlasında bağında, bahçesinde erkeğinin önünde çalışmaktadırlar...

         .Fabrikalarda kınalı parmaklar; erkeklerden aşağı olmadan Türkiye’mizin üretimine katılmaktadırlar...        

         .Adliye, hastaneler, ordu, poliste, üniversite, medya da;

         Yani aklınıza gelebilecek her yerde;

         Beşikten mezara kadar kadınlarımız var ve olmaya devam edeceklerdir...

         Anadolu da binlerce yıl önce yapılan heykellerden kadının önemini, yerini, üretime katkısını daha iyi görüyor anlıyoruz... 

         Dünyayı kurtaran,

         Devletler kuran,

         Keşifler yapan,

         İcatlar yapan,

         Ölümsüz eserler veren erkeklerin hepsi kadının birer eseridir...       BÜYÜK ATATÜRK Zübeyde Hanımın oğludur,

         Tüm peygamberleri de kadınlar dünyaya getirmiştir...

        

         Kadınlarımıza karşı;

         Erdemli, kibar nazik, uygar, hoşgörü, adaletli, hürmetli ve saygılı davranmalıyız...

         Daha güzel bir yaşam,

         Daha güzel bir Türkiye,

         Daha zengin bir Türkiye için, dünyadaki en uygar ülkelerin de ötesine geçebilmemiz için kadınla erkeğin omuz omuza birlikte çalışması, üretmesi gerekir...

         Tıpkı İstiklal Savaşımızda kadınımızın kağnılarla ya da omuzlarında cephane taşıması gibi;

         Bu gün de uygarlık savaşında kadınlarımızla erkeklerimiz omuz omuzadır...  

         Sonuç olarak;

         Uygar ülke,

         Uygar devlet,

         Kadın ve erkeğin el ele vermesiyle gerçekleşmiştir...

         Bundan sonra da kural değişmeyecektir...

         BÜYÜK ATATÜRK ÜN GÖSTERDİĞİ UYGARLIK DÜZEYİ de zaten budur...

         Gönülden inanıyorum ki;

         Bu soylu, aziz, kutlu, yüce millet;

         Baş tacı ettiği kadınıyla daha;

         8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ KUTLAYACAKTIR...

ABDULKADİR KAÇAR ADANA 2023

        

 

 

4 Aralık 2023 Pazartesi

Bir Ömür Gazeteci (Kitaplarım)

 

Bir Ömür Gazeteci

 

ÖNSÖZ-1

Her insan biricik, özel ve büyük mucizedir…

Gördüğü, yaşadığı, tattığı, denediği, uyguladığı, kazandığı, kaybettiği, başarısı, başarısızlığı, mutluluğu, acı gibi her şeyi kayıt eden mucize bir beyne-hafızaya sahiptir…

Hangi ülkede yaşadığı çağı, kültürü, dili, dini rengi, cinsi, tipi, mezhebi, sosyal statüsü, ekonomik ve siyasi gücü ne olursa olsun; her insanın hayatı dikkatle, merakla, titizlikle dinlenmeye, incelenmeye öğrenilmeye, yazılmaya, okunup, sayısız dersler çıkarılmaya değer…

Kırım’dan 1870’ li yıllarda Ceyhan’a gelerek Vefa Dedem ve Müsemma ninemin kurduğu Yellibel Köyümüzde 05.04.1954 yılında dünya isimli gezegenine ayak basmışım…

Orada yaşayan soyumun üçüncü kuşağı olarak; anılarımı yazmaya başladığımda takvim yaşım 69’ göstermesine rağmen;

Kendimi elde ettiğim evrensel ve ölümsüz olduğuna inandığım her türlü bilgilerle sürekli geliştirip, düzenleyip, tamamlayınca da doğmaya hazırlanan bir cenin olarak değerlendiriyorum…

Aslında sözü fazla uzatmaya da gerek yok;

Bütün hayatımı medya mensubu(Gazeteci, TV ve radyo programcısı olarak mesleğine adayan kişiyim;

Yaşadıklarımı yazarak, meraklısına, ilgi duyabileceğini düşündüğüm gelecek kuşaklara belge olarak sunmayı kendime görev saydım…

Takdir her zaman okurundur…

 

ÖNSÖZ-2

Bu gün 14 Ağustos 2022… Birçok yakınım, meslektaşım, arkadaşım da ısrarla;

-Abdulkadir Kaçar senin hatıraların önemli; ömrünü gazete, radyo, TV programcılığına adadın, yaşadıklarını, öğrendiğin deneyimlerini ve bildiklerini yazarak belgeselleştir…

Sen yaşadığın bir dönem bölgenin düşünsel, yazılı, görsel medya hafızasısın; kimse gibi seninde ne kadar yaşayacağı belli değil; anıların seninle birlikte toprak olmasın diye uyarıyordu…  

Oysa ben bilginin kâşifi ve ölümsüz düşünce avcısı olduğum için denemelerimi felsefe penceresinden değerlendirerek gün isimli peteklerimi doldurmaya arı gibi gece gündüz durmadan çalışıyordum…

Ölümsüzü gerçekleştirmeye, hayatımın ayak izlerini bu gezegene kazımaya çalıştığım hedefime öyle çok yoğunlaşmıştım ki;

Anılarımın için bir türlü giremiyor, geçmişte kalan olaylarımın içine inemiyor ve bir türlü yazamıyordum…

Çukurova Üniversitesinin hayatımı belgesel olarak çekmeye değer bulunca çok buna sevindim…

Seyhan Eski Baraj Gölünün kenarındaki kır kahvesinde yaşamımla ilgili iki saat civarında kayıt yaptılar…

Orada anlattıklarımın önemli olduğuna inandığım için, bazılarını daha sonra da yazarak hatırlamaya çalıştım; Hem de bazı çekimler evimde devam edeceği için anlatmadıklarımın başlıklarını yazılı hale getirdim…

Yazdıkça da unuttuğu bazı anılarımı daha da çok önemsemeyip yok sayarak unuttuklarımı da yeniden net şekilde hatırladım…

Böylece bilgisayarın başına geçip anılarımı yazılı metin haline dönüştürmeye giriştim…

Çok kısa sürede, 50 yıla yaklaşan mesleğimdeki anılarımı sular seller gibi yazabileceğim aklımın ucundan geçmiyordu…

F klavyede Adana daktilo şampiyonu olduğum ve hala bilgisayarda aynı klavyeye hiç bakmadan yazmayı başardığım için;

Hayatımda silinmez izleri olan düşüncemde önemli değerler bırakan hatıralarımı yazmaya başladım…

Bu arada çok yakın geçmişim yaşadığım henüz çok taze olanları da için hızla yazmayı başardım…

Anılarımı yazma konusunda beni teşvik eden, sürekli uyaranlara kişi ve kişilere sonsuz teşekkür ediyorum…

Bu sayede aklımın bile ucundan geçirmediğim şekilde yazarak kendimi daha da derinden tanıma ve tanıtma fırsatı yakalamış oldum…

Böylece de sahip olduğum her türlü bilgi, birikimlerim ve deneyimlerimi toprak olmasına izin vermedim…

Her birini nefes nefese yaşadığım deneyimlerimi benden sonra hayat isimli sahneye çıkacak kuşakların yararına sunmayı başardığım için çok mutluyum…

Ayrıca anılarımı yazarak bilinçaltımdaki çöplüğümü büyük ölçüde temizlemeyi başardım;

İnanılmaz şekilde mutlu, huzurlu, gururluyum…

Zaten 1987 den beri tutmayı sürdürdüğüm günlüklerimle birlikte yazdığım bu anılarımı dünya insanlık ailesine karşılıksız olarak armağan etmeyi son nefesine kadar devam edeceğim…

(önemli not; ömrümü adadığım mesleğimdeki anılarım elbette bunlarla sınırlı değil…

İnanın bana ciltler dolusu anılarımı yazabilirim…

Bu kitapta sadece ana başlıklar halinde bazılarını anlattım…

Ayrıca 1987 den beri tuttuğum binlerce, on binlerce sayfa günlüklerim de bu serüvendeki ayak izlerimdir… İleride ilgilenenler olursa hiçbir talep etmeden zevkle yayınlanmasına izin vermeyi en büyük onur sayarım…)

ABDULKADİR KAÇAR Adana, 2022…

 

 

 

 

ÇOCUKLUĞUM

 

KÖYÜMDEKİ ÇOCUKLUĞUM…

1870’li yılların sonuna doğru “AK TOPRAKLARGA GİDELİM” diye yola çıkan;

Kırımdan gelen Vefa dedem eşi Müsemma Ninemin ile kardeşinin kurucusu olduğu Ceyhan’ın Yellibel Köyümüzde 5 Nisan 1954 tarihinde dünyaya gelmişim…

O yıllarda doğan yaşıtım olan çocukların kafasına göre benimki biraz büyükmüş…

Yaşıtlarım olan diğer çocuklar, fırsat bulduklarında benim kafamla alay eder kızdırırlardı;

-Koca kafa, çekiç kafa, derlerdi…

Hiç takmaz, duymazlıktan gelir asla önemsemez ve de aldırmazdım…

Bir gün köyün ortasındaki caminin yanında bulunan çeşme başında yine yaşıtım olan 3-4 çocuklarla birlikteydik; beni yeniden kızdırmaya başladılar…

Sadece gülümsüyor, çeşmede elimi yüzümü yıkayıp serinletmeyi sürdürüyordum…

O sırada köyümüzün en akıllı ve bilge insanlarından Cebbar Türkkan amca da oraya geldi… Ben 4-5 yaşında olmalıyım…

O kişi de 50’60’lı yaşlardaydı galiba…

Beni kızdırmalarına belki de istemeyerek şahit oldu;

3-4 çocuğu sert biçimde azarladı;

-Susun terbiyesizler, defolun gidin, ayıp değil mi, neden dalga geçiyor, alay ediyorsunuz dedi…

Çocuklar çil yavrusu gibi kaçarak birden uzaklaşırken:

Cebbar Amca bana dönüp saygılı biçimde şöyle dedi;

-Abdulkadir yeğenim, sen onlara asla bakma, canını da asla sıkma…  

Unutma ki kafası büyük olanlar çok akıllı olur…  

Sen ileride çok büyük işlere imza atacaksın…

Onun bu sözleri ve yaşadığım o sahneyi hiç unutmadım, hala da kendi kendime gülümser ve o günleri sevgiyle, saygıyla hatırlarım; bana moral veren o sözleri için bu gün bile teşekkür ederim…

Çünkü o andan itibaren hayatım boyunca karşılaştığım hiçbir kişi ya da olay canımı sıkmadı, sıkıp moralimi bozamadı…

Çünkü bana öyle bir moral vermiş, öyle bir yaşam felsefesi çizmişti ki, ömrüm boyunca o kendime güven duygumla yürüdüm…

O duygumu her geçen gün daha da çok arttırdı…

Doğruluğuna inandığım hayallerini kurduğum ümitlerime yürümeme coşkuyla yürümeme neden oldu…

O günlerde benim kafamın büyüklüğüyle dalga geçen çocuklardan hiçbir hayat serüvenlerinde başarılı olamadı…

Bu gün beden ve ruhumu, kafa yapımı çocukluğumdakinden daha çok seviyorum;

Kendime ve düşüncelerime dünden daha çok inanıyorum, daha sıkı biçimde çalışarak, her saniyemi üretici şekilde hayatıma uygulamayı sürdürüyorum…

İyi ki bu yüzyılda, bu ülkede, bu köyde ve bu ailenin bireyi olarak yaşama getirilmişim…

Hayatım boyunca yaptığım ve yapamadığım hiçbir şeyden en küçük bir pişmanlık duymuyorum…

Bu arada;

Köyümüzün muhtarı aynı zamanda akrabamızı olan kişi benim kafam yapımla sürekli dalga geçerdi;

-Abdulkadir gel, kafan çok büyük karışımla ölçeyim, bakalım kaç karış gelecek? Derdi…

Ben sadece gülümser çeker giderdim, önem bile vermezdim…

Söyledikleri benim için daima değersizdi…

O kişi bu esprisine beni gördüğü yer yerde çocukluğum boyunca aralıksız devam etti…

Aradan yıllar geçti; galiba 50’ li yaşlarıma yaklaştığım günlerde; o kişi 80 inde falan vardı; bir akrabamızın cenaze töreninde yanına çağırarak utanıp, yüzü kızararak, gazeteci olduğumu bildiği için özür diledi;

-Abdulkadir yeğenim biliyorum çocukluğunda seni çok kızdırdım, canını sıktım beni affet…

Hakkını helal et yeğenim, Adana da büyük işler yaptın, gazetecisin, radyolarda konuşuyorsun ve televizyonlarda seni zevkle izliyorum…

Zaten akıllı olduğunu çok büyük işler yapacağını o yıllardan da zaten biliyordum ve görüyordum…

Kafası büyük olanların zeki olduklarını zaten herkes anlatırdı…

Ben sadece şaka olsun diye sana bunları söylüyordum…   Kırdıysam, incittiysen binlerce kez özür dilerim, beni lütfen bağışla dedi…  

Hakkını helal et yeğenim, dedi…

Koskocaman insan galiba helallik istediği yıllarda 80’ine merdiven dayamıştı…

-Estağfurullah ağabeyim ne demek? Hiç hatırlamıyorum ki, unuttum bile…  

Zaten o yıllarda bana bu şekilde davranan çocukluk arkadaşlarıma bile hiç kızmamıştım ki…  

Hayatım boyunca kimseye kızmadım, küsmedim, darılmadım, kırılmadım…

İçinden geldiğim kültürüm hep olumlu düşünmemi, olumlu hareket etmemi, beşikten mezara kadar tüm insanlara karşı saygı ve sevgide kusur etmememi öğretti…

Özür dilemek ne demek?

Siz benim büyüğümsünüz, hakkım falan yok sizde…

Ama madem öyle diyorsunuz hakkım varsa da helal olsun, demiştim…

Çünkü ben hayat isimli bu sonsuz okyanusta, beden isimli gemimle vardım…

Beden ve ruhumla doğduğum andan itibaren barışık yaşadım…

Kendime karşı en küçük bir beğenmeme, özümü sevmeme, organlarımla ve cinsiyetimle ilgili en küçük bir aşağılık duygusu yaşamadım, yaşamam, yaşamayacağım…

Bu yönümle de daima onur duydum, hala da mezara kadar anlayışımı sürdüreceğim…

Özür dilemek erdemdir; yaşı kaç olursa olsun bu şekilde davranmak her insana çok yakışıyor…

 

ÖĞRETMENİME MÜFETTİŞ SAYEMDE EN BÜYÜK PUANI VERDİ…

Yellibel Köyümüzdeki ilkokula başladığım yıllarda daha birinci sınıftayken bile her sabah öğrenci andımızı arkadaşlarıma ben okutuyordum…

Oysa iki, üç, dört, beşinci sınıfta büyük ablalar ve ağabeylerim vardı…

Daha önce köyümüzde görev yapan öğretmenim “ŞEYTAN ÇEKİCİ” diye beni ağabeyim ve ablama yakalatıp zorla kucaklar öperdi…

Bende bu türlü davranışlardan hiç hoşlanmazdım…

Neredeyse 5 yaşımda başladığım ilkokulda, diğer öğretmenlerde bu akıllı özelliklerimi erkenden keşfetmiş olmalı ki bana her sabah böyle bir görev veriyordu…

Her sabah okulun önünde sıra olurduk; öğretmeni;

-Abdulkadir Haydi evladım, sen gel, andımızı okut, derdi…

Sınıfta ise ilk günlerde önümüzdeki saman renkli defterlere yatay çizgiler, yuvarlak çizgiler yaptırırdı…

Sonra da evimizde devam etme ödevleri verirdi… Mahallemizdeki diğer arkadaşlarımdan birkaçı ile yarış halinde ödevimi yapardım…

Ertesi sabah sınıfta ödevlerimi kontrol etmeye geleceği saniyede defterimi hemen açar, öğretmenime onurlu şekilde gösterirdim ve bana yıldız verirdi…

Okuma yazmayı zaten birkaç hafta içinde duvarda asılan kocaman afişleri okuyarak, cümleler kurmayı hemen sökmüştüm…

Öğretmenimiz bir gün müfettişin geleceğini, dikkatli ve akıllı oturmamızı söylemişti…

Dersimiz devam ederken bir gün kapı açıldı, elinde doktor çantası gibi şişmanca bir kişi sınıfa girdi…

Hepimiz ayağa birden kalktık; gelen müfettiş, eliyle oturmamızı işaret etti…

Hemen sorular sormaya başladı ve ilk sorusu da şuydu;

-Çocuklar, şu atasözümüzü açıklamanızı istiyorum; ANA BAŞTA TAÇ İMİŞ, HER DERDE İLAÇ İMİŞ, BİR EVLAT PİR OLSA DA ANAYA MUHTAÇ İMİŞ…

Kimseden tık ses yoktu, müfettiş ısrarla, arka sıralarda oturan büyük ablalarımıza, ağabeylerimize bakıyor, gözleri konuşacak birisini arıyordu…

Hemen parmak kaldırdım, konuşmamı isteyince de ayağa kalktım;

-Öğretmenim, annelerimiz çok kıymetli varlığımızdır…

Bizi dünyaya getiren, besleyen büyüten en kutsal değerimizdir…

Hangi yaşta olursak olalım, annemize saygı göstermeli, sevmeli ve ileri yaşlarında ona yardımcı olmalıyız, dedim…

-Aferin evladım, teşekkür ederim, otur dedi…

Galiba başka sorular da sormadan çekip gitti…

O gün öğretmenimiz olan daha sonra KÖY HİZMETLERİNDE bölge müdürlüğü yapan Mehmet Ali Aşıcı öğretmenimle yıllar sonra Adana daki Cemal Gürsel caddesinde karşı karşıya geldik…

Uzun zaman geçmesine karşın o beni, bende öğretmenimi hemen tanıdık…

Aramızda 40-50 metre mesafeden kollarını açtı, yanına gelince de kucaklayıp beni iki yanağımdan öptü;

-Abdulkadir Kaçar seninle gurur duyuyorum…

O gün müfettiş senin bu atasözünü açıklamandan dolayı bana PEKİYİ notu vermişti…

Sınıfta senden çok büyük çocuklar olmasına karşı kimseden ses çıkmamıştı…

Eyvah dedim, müfettiş beni şimdi yakacak…

Ama yaşın çok küçük olmasına karşın soruya sen yanıt verince derin bir oh çekmiştim…

Aradan yıllar geçmiş olsa da sana ne kadar teşekkür edeceğimi bilemiyorum diye tekrardan sarılıp beni onurlandırmıştı…

Okuldan sonra ilk ve son kez karşılaştığım bu değerli öğretmenimi bir daha asla göremedim…

Benimim unutamadığım anılarımdan biridir…

Kendimle her daim barış içinde olduğum için bu türlü olaylarla hayatım boyunca defalarca karşılaştım…

İnanılmaz övgüler aldım, ama asla şımarık biri olmadım…

Hayatı adadığım okuma, düşünme, yorumlama, yazma konusunda da aynı çalışkanlığım ve ilkelerim doğrultusunda sayısız eserler vermeyi sürdürüyorum…

 

İLKOKULDA SÜPERDİM…

Bu gezegene gözümü Ceyhan ilçemize 23 kilometre uzaklıktaki Yellibel Köyümüzde dünyaya gözümü açmışım…

İlkokulu köyümüzde okudum; birden beşinci sınıfa kadar 20-25 öğrenci bir tek oda olan sınıfta eğitim görüyorduk…

Canım anneciğim ilk günlerde okula alışabilmem için, her sabah giderken mısır patlatır, beyaz yakalı siyah önlüğümün ceplerini tıka basa doldururdu…

Oysa ben okula güle oynaya, özleyerek, isteyerek her sabah coşkuyla uyanıp koşarak giderdim…

Bazı yaşıtlarım ders arasında kaçıp evlerine gidiyordu…

Ben ise koşa koşa okula geliyor, sınıftan en son olarak ben çıkıyordum…

İlkokulda okumayı çözen ilk öğrenciydim…

Duvara asılı fişleri gösterdiğinde hoca hemen ben yanıt verirdim…

Zaten 4.sınıftan 5.sınıfa geçen iki kişiden biriydim…

Tüm eğitim hayatım boyunca gittiğim her okuldaki yerim, hep ön sıralar oldu…

İlkokul, ortaokul, lise, hatta üniversite de aynıydı;

Hiçbir zaman ikinci, hatta üçüncü sıralarda asla oturmadım…

Henüz 5,5 yaşındaydım, ilkokula başladığımda…

İlk günkü öğretmenim,(daha sonra ünlü olacak olan)sanatçı Hakkı Bulut’tu…

Sınıfa girdi, güleç yüzü, hepimizi kucaklayan bir sevgi dolu olumlu bir ses tonuyla şöyle dedi;

-Canlarım, yavrularım, birlikte çok güzel günler yaşacağız…

Şarkılar, türküler söyleyeceğiz…

Şimdi hadi ilk türkümüzü söyleyelim diye başladı…

O ana kadar gurupla hiç türkü-şarkı söylememiştim;

Bu koru birlikteliği çok hoşuma gitti, okula âşık oldum…

Köyümüzde tek bir büyükçe odada 5 sınıf aynı anda eğitim ve öğretim görüyordu…

Sınıf Başkanı, Harita kolu, Tiyatro kolu, Kızılay kolunun hepsi ben olmuştum…

Ödevlerimi kusursuz olarak, zamanından önce yapıyordum…

Öğretmen her sabah defterlerimizi açtırıp ödevlerimizi kontrol ediyor, benim sayfama hep yıldız veriyordu…

-Kim dersi anlatacak? Dediğinde hemen parmak kaldırırdım…

Ders anlatmadığım gün hemen hiç yoktu…

Hakkı Bulut, öğleden sonra köyümüzün dere boyu denilen ağaçların altında bağırarak türküler söyler, tüm köyümüz dinlerdi…

Bir televizyon kanalında köyümüzde öğretmenliğe başladığını söylemişti…

50 yılı yakın meslek hayatımda bana okulumu sevdiren Hakkı Bulut öğretmenimle hiç karşılaşmadım…

Sadece bir gazeteci arkadaşım telefonla konuştuğu sırada, telefonu alıp sevgi ve saygılarımı iletme mutluluğu yaşamıştım…

Yine ilkokulda tek odalı bir sınıfta okuyan 30-35 kişi kadardık…

O yıllarda 4.sınıfta da 8-9 kişi vardı…

Sadece ve Ayşe isimli arkadaşımla 5.sınıfa geçmiştik…

Buda anlattıklarımın ne kadar önemli ve somut olduğunu kanıtlamış oluyor…

 

ARKADAŞIM ÇOK AZDI…

Köyümüzde öyle mutluydum, öyle güzel doğal bir ortamda yaşıyordum ki çok fazla arkadaşa gerek duymadım…

Çünkü üç farklı yerde üç bahçelerimiz vardı…

Roma döneminden kalan evimizin hemen arkasında, tarihi kalıntıların olduğu yeri dedeciğim ve babacığım bahçe yapmışlardı…

Birlikte diktikleri zeytin, üç dört türlü zerdali, yine aynı sayıda farklı incirlerden oluşan muhteşem kocaman meyve bahçemiz benim en büyük dünyamdı…

Ağaçların üstünde rüzgârlarla eser, yeşillere bulanır, kelebeklerle yarışır, türküler şarkılar söylerdim…

Her baharda zerdaliler bir günde bembeyaz çiçek açar, sihirli bir atmosfer oluşur; her gördüğümde sevinçle kendimden geçerdim…

Çiçeklerinin üzerinde milyonlarca arı, kelebeklerin birbirleriyle yarışırcasına uçmasını izlemekten çok büyük keyif alırdım…

İkinci bahçemiz köye 2 kilometre uzakta ”SÖĞÜTLÜ ÇEŞME” dediğimiz sebzeliğimizdi…

Yaz kış suyu asla kurumayan bu çeşmeden sulanan 10-15 ailenin birer ikişer dönümlük sebze bahçesi vardı…

Çeşmenin de önünde 5 adet teknesi daima su dolu olurdu;

2 metre uzunluğunda 45-50 santim genişliğinde, yine aynı derinlikteki su dolu tekneler benim için sanki Akdeniz gibiydi…

Yüzmeyi orada öğrenmeye çalışırdım, diğer çocuklarla birlikte yaz mevsiminde en büyük eğlencemizdi…

Oradaki bahçemiz ilkbaharla birlikte sürülür, arklar açılır, ekime hazırlanır, çeşmeden cazibeyle gelecek suyolları düzenlenirdi…

Toprak kabarınca da fideleri kıştan hazırlamış olan biber, patlıcan, domates ekilip toprakla buluşturuldu…

Anneciğim, her sebze sırası arkların sonuna bal kabakları çekirdekleri de ekerdi…

Yine aynı şekilde taze fasulye, acebek tohumları toprakla buluşurdu…

Anneciğim, arkların başına kokularıyla insana güzellikler sunan reyhanlar eker, Horozibiği denilen vişne açan çiçeklerle bahçeyi gelin gibi süslerdi…

Bahçemizin kenarını muhteşem ve farklı tatları olan narlarımız süslerdi…

Üçüncü bahçemizde tarla yolumuz üzerinde, köyümüze 4 kilometre uzaktaydı…

Beş altı çeşit incir, yine kayısılar, elmalar, armutlarla meyvelerimiz dolup taşardı…

Bahçemizin kenarından geçenler istedikleri an, meyvelerden toplarlardı…

Öyle ki, hem dedeciğim, hem de babacığım, birileri yaklaşırken saklanırlarmış…

Gönül rahatlığı içinde bahçeye girip meyveleri toplasın, yesin, götürsün ama bizi görüp utanmasın derlermiş…

Bu bahçelerimiz yaşamın merkezinde bulunan benim en renkli ve sınırsız evrenimdi…

İnanılmaz şekilde çok mutlu çocukluk dönemlerim mevsimlere göre biri bitiyor, diğeri başlıyordu…

Köyümüzde sebze, meyve gibi ürünler yıl boyunca herkes tarafından birbirlerine hediye edilirdi…

Ya da mevsiminde evler dolaşılarak bedava dağıtılırdı…

O nedenle de kimse de paraya ihtiyaç duymuyordu…

Paranın insan hayatındaki değerini 40’lı yaşımda anladığımda benim için zaten hiç bir önemi kalmamıştı…

Yaşamım boyunca asla para avcısı olmadım, ona köle olmadım; onun üstüne basarak istediğim hedeflere ulaştım…

Medya mesleğimi çok başarılı şekilde yaptığım için para gelip avuçlarıma doldu…

Daha da önemlisi hiçbir yaşımda onun peşinden koşmadım, olanaklarımla yetindim…

 

CEYHAN’A GİTMEK BİZİM İÇİN

AMERİKA KEŞFETMEK GİBİYDİ…

Köyümüzden Ceyhan İlçemize gitmek bizim için bu gün Amerika’ya gitmek kadar çok değerliydi…

Günler öncesinden hazırlıklar yapar, orada evli olan iki ablama köyden çeşitli gıdalar götürürdük…

Alış verişlerimizde de köyümüzde olmayan gazyağı, şeker, sabun, çay tahin vs. ihtiyaçlarımızı babacığım alırdı…

Ceyhan’dan dönüşte, babacığım omzunda taşıdığı heybesini hepimizin toplandığı evin ortasında açardı…

Sırasıyla anneciğimin siparişleri başta olmak üzere paketleri özenle açardı…

Annem, ablalarım, ağabeyimle birlikte heybenin çevresinde yuvarlık bir halka oluşturur açılacak paketleri merakla izlerdik…

Bayramlardaki en büyük ödülümüz-armağanda Ceyhan’dan getirilen telkadayıf, ceviz ve şekerle birlikte annemin ustaca yaptığı tatlımızdı…

Babacığım tek gitmişti Ceyhan’a:

Belki de kendi çocukluk hayali olan avuç içi kadar pembeye renkli olan oyuncak bir traktör alıp bana getirmişti…

Henüz okula başlamadığım günlerde benim hayal dünyamın merkezi o oyuncağım olmuştu…

Metrelerce makara ipi bağlar, uzaktan çeker, geri götürür, ileri iterdim…

Dünyanın en büyük mutluluğuydu bu oyuncağım…

Biz zengin değildik ama asla aç sefilde değildik…

Her yıl toprağın verdikleriyle yetindik…

Her koşulda ve daima pozitif bir aileydik…

Geleneklerimizden birbirimize küslük, kırgınlık, dargınlık, kaygı, endişe, kötü söz, tartışma, kavga ve hakaret gibi ifadeler yer almazdı, bazen çocukça davrandığımızda ise anneciğimle babacığım bunları tamamen yasaklanmıştı…

Bu gün bile pozitif olmamı içinden geldiğim, onur duyduğum o kültürüme borçlu olduğumu söyleyebilirim…

 

BABACIĞIM GÖZYAŞLARIYLA KARŞILARKEN

“CİĞERPARELERİM, CANLARIM” DERDİ…

İlkokulu bitirmiştim, Meryem ablamla Adana ya diğer ablamın bulunduğu avludaki bir ev tutmuştuk…

Bugünkü Adana Büyükşehir Belediyesinin karşısında Meryem Abdurrahim Gizer ortaokulunun yerindeki;

Vehbi Necip Savaşan Ortaokuluna başladığım ilk iki yılda anneciğimle, babacığım hala köyümüzdeki evimizde hayatlarına mutlu devam ediyordu…

Ama akılları daima bizimleydi…

Çünkü o yıllarda biz kardeş Adana ya yerleşmiştik bile…

Bir ablam hem Merkez Tapu Sicil Muhafızlığında devlet memurluğuna başlamıştı…

Akşamları bu günkü milli piyango idaresinin olduğu binadaki Fuat Tuncel’ in kurucusu olduğu Özel Mühendislik okuluna devam ediyordu…

(Okulun ismi daha sonra Adana Mühendislik Özel Yüksek Okulu iken daha sonra da Çukurova Üniversitesi Mühendislik Fakültesi oldu)…

Ağabeyim bir inşaat firmasında çalışıyordu…

Büyük ablam ise bize bakıyor, evimizi çekip çeviriyordu…

Ama hafta sonları, bayram ya da yılsonu tatillerinde Ceyhan daki Yellibel Köyümüze koşarak, anne ve babamızı özleyerek, heyecanla ve coşkuyla gidiyorduk…

Anne ve babamıza gidişimiz şeklimiz ise yıllarca hep şöyleydi;

Adana’dan otobüsle önce Ceyhan’a oradan köyümüzün 4-5 kilometre uzağındaki kasabanın Ceyhan’daki minibüs-otobüslerine binip Doruk beldesine gidiyorduk…

Ondan sonra bir saate yakın yokuş yukarı yaya yürüyerek, Doruk’ tan 200 metre yükseklikteki dağın kenarındaki köyümüze bir saatte falan ulaşıyorduk…

Canım babacığım bizim geleceğimiz günü ve anı dakikası dakikasına biliyor ve sabırsızlıkla bekliyordu…

Evimizin önündeki caminin duvarının kenarında bulunan taşın üstüne oturup erkenden bizi beklerdi…

Uzaktan göründüğümüzde de ellerini sevgiyle ve şefkatle iki yana açıp, gözyaşlarını akıtarak koşarak gelirdi;

-Ciğer parelerim, canlarım, yavrularım geldi…  Gözyaşları arasında sarılarak öper, öper öperdi…

Babacığımın adı Yunus’ tu, ama gerçekten Yüreği de Yunus Emre’ydi…

Bizim köyümüzde 1318 yani 1902 tarihinde dünyaya gelmiş…

İşi gücü toprakla savaşmak olmuş, bedenen çalışarak makileri ayıklayarak 230 dönüm tarla sahibi yapmıştı biz çocuklarını…

Çok inançlı, saf, dürüst, çalışkan, işinde gücünde olan, kimsenin dedikodusunu yapmayan, inancını yaşayan tam bir derviş Yunus’tu…

Hazreti Mevlana, Karacaoğlan ve Yunus Emre’nin tüm şiirlerini ezbere bilirdi; biraz efkârlandığında hemen o an duygularını tam ifade eden dizeleri peş peşe okurdu…

Okuma yazma bilmemesine karşın kendi de doğaçlama olarak şiirler söylerdi…

Hayatın her zorluğunu, güzelliğini, mücadelesini damardan anlatan, insanın karakterini ve doğayı somut biçimde anlatan bilge bir kişiydi…

KAÇ-KAÇ’ döneminin yaşadığı günlerde; babacığım 6-7 yaşlarında olmalı…

İşgal askerleri bizim köyümüze de gelmişler…

Babacığım şöyle anlatırdı o günleri;

-Düşmanların köyümüze kadar geldiğini öğrenince, ilk işim çok güzel bir tayımızı kaçırıp dağa sağlamaktı…

Ahırdan çıkarttım, yularından tutup hızla yürütmeye ve koşturmaya başladım…

O sırada önüme aniden bir düşman askeri çıktı, yularından tutup tayımı elimden aldı…

Koşarak yanımıza gelen başka bir düşman askeri de tayımı alana diğerine şöyle dedi;

-İyi ki yakaladın, yoksa ben uzaktan nişan almıştım çocuğun kafasına sıkacaktım…

Trafik kazasında 68 yaşında hayatını yitirdi…

Vefa Dedemin kurduğu Ceyhan’ın Yellibel Köyümüzdeki aile mezarlığımızda kendiyle aynı adı ve soyadı taşıyan, 2,5 yaşında balkondan düşerek ölen torunuyla birlikte sonsuz uykusunu uyuyor…

 

AYDIN ve BİLGE KADIN

CANIM ANNECİĞİM…

Ceyhan’daki Yellibel Köyümüz 1870’li yıllarda Vefa dedem ve Müsemma nine tarafından kurulmuş…

Hem birinci, hem ikinci dünya savaşanın yaşandığı dönemler…

İki amcam Çanakkale’ye gidip birisi şehit, birisi gazi olmuştur…

Ama yoksulluk, kıtlık, inanılmaz sıkıntılarla geçen yıllarda köyümüz tamamen kendi kabuğu içinde yaşamını sürdürmüş…

Gelenekler, görenekler o yıllarda inanılmaz sert ve yok edici niteliktedir…

Anneciğim 1938 yılında tıpkı babacığım da olduğu gibi o da zorunlu şekilde ikinci evliliğini canım babamla yapmak zorunda kalmış

Anneciğim Misis’li Ceyhan Nehri üzerinde değirmenleri, 600 dönüm tarlası olan zengin Hacıveli Efendinin kızıymış…

Çocukluğu ve genç kızlığı Adana ile Misis arasında sürekli iletişim halinde kent kültürüyle büyümüş, görgülü, özgün görüşleri olan, aydın, tam bir Osmanlı hanımefendisiydi…

Babacığımla ikinci evliliğini yaparak köyümüze gelmesiyle birlikte;

O ana kadar kapalı kutu ve karanlıklar içinde olan köylü kadınları onun çevresinde toplanıp anneciğimi örnek almışlar…

Başka bir ifadeyle, cahiliye bir yaşam süren köyümüzde bir yıldız gibi doğmuştur…

En modern, görgülü, aydın, bilgili, kentli, Türkçeyi en iyi konuşan, en eşsiz iyi yemek yapan, gelenekleri bilen, dedikoduyu sevmeyen, yanındakilere de yaptırmayan, herkese karşı koruyucu ve adaletli davranan, kavga edenleri barıştıran,  en bilge kişi olarak kendini kabul ettirmiş…

Köydeki tüm kadınlara en güzel örnek olmuştur; köyümüzde herkesin “ATİYE ABLA” dediği muhteşem bir insandı…

Bu gün bile halamın torunları, annelerinin yemek yapma formüllerini annemden öğrendiklerini onurlu biçimde ifade ederler…

Köyümüz böyle olumsuzluk ve karanlıklar içindeyken,1950’ li yıllarda açılan köyümüzdeki ilkokuldan Meryem Ablam mezun olmuş…

Ablamın öğretmeni de, ısrarla ve defalarca anneciğime evimize gelerek;

-“ATİYE HANIM” siz aydın bir hanımsınız, kızın çok başarılı, araya gitmesin, çok zeki, lütfen bunu okutun, diye sık sık ricada bulunmuş…

Anneciğim okuma yazması olmamasına karşın, kardeşinin görev yaptığı Kahramanmaraş’ın Göksun İlçesine, Ziraat Teknisyeni olan dayımın yanına götürerek orada okumasını sağlamış…

O yıllarda geleneklere göre bir kızın okula gitmesi, ilkokulda dahi okutulması yasaktı;

Bu kuralları inanılmaz şekilde çok sıkı biçimde uygulayan halam her sabah bizim evimize gelip, avlunun kapısında iki elini böğrüne koyup babacığıma baskı yapardı;

-Yunus çabuk mektup yazdır…

Meryem hemen buraya köye geri gelsin…

Kız kısmı okumaz, okursa da orospu olur…

Çabuk geri çağır, derdi…

Anneciğim sesini çıkartmaz, babacığım da sessiz kalırdı; halamın bu baskısı yıllarca devam etti…

Anneciğim asla ve kata hiçbir zaman aldırmadı, her zaman ablamın okuması ve başarılı olmasına destek verdi…

Meryem ablam liseyi bitirince önce Adana Merkez Tapu Sicil Muhafızlığında 657 devlet memuru olarak çalıştı…

Geceleri de Fuat Tuncel’in kurucusu olduğu Özel Mühendislik okuluna devam etti…

Daha sonra Çukurova Üniversitesine bağlanan fakülteden üniversiteden inşaat mühendisi olarak mezun olmayı başardı…

Bizim 1890’lı yıllarda kurulan köyümüz yıllarca içine kapalı yaşamıştı…

Aydın ve akıllı bir kadın olan anneciğimin sayesinde, ablacığımı okutması sonucu köyümüzdeki tüm genç kızların önü açıldı…

Meryem ablamı örnek alarak;

Kimi hemşirelik, kimi ebelik, kimi öğretmen okuluna gitmeye başladılar…

Ablamın yaptığı her işe hayran olurdu anneciğim, özellikle de otomobil kullandığında, sanki kendinin gerçekleştiremediği içinde ukde olarak kalan hayallerinin gerçekleştiğini düşünür inanılmaz mutlu olurdu…

Ablamın Adana’nın Sesi Musiki Derneğindeki koro ve sola olarak okuduğu şarkısını dinlerken anneciğim çocukluğunun geçtiği gider;

Misis’ teki gramofondan dinlediği şarkıları söyleyen bir kız yetiştirmiş olmanın mutluluğunu dolu dolu yaşardı…

Çocukları olarak biz anneciğime “ÖFFF” bile demedik…

Aydın, bilge, tam bir Osmanlı hanımefendisi olan Anneciğim 80 yıllık ömrünün sonuna kadar sayemizde çok mutlu yaşadı,  mutlu edecek güzellikleri çocukları olarak ona sunmayı daima başardık…

İLK KUŞ AVIMDA YALANIN ÇİRKİN YÜZÜNÜ GÖRÜP

UTANDIM…

Dedeciğimin Yellibel Köyümüzü kurma nedeni olan Romalılar dönemindeki tarihi kale kalıntılarıdır…

Bu kalıntıları evimizin hemen arkasında yer alır…

O günlerde asla 7 değil 5-6 ama asla yaşlarındaydım;

Ama cin gibi hayatla ilgili her şeyi yakından izliyor, gördüklerimi hafızama eşsiz biçimde kayıt ediyordum…

Bir gün evimizde bulunan dolma tüfeğimizi, ağabeyimden gördüğüm şekilde doldurdum…

Evimizin arkasındaki kaledeki incir ağaçlarında kuş avlayacaktım…

Tam kaleye girdiğim sırada, akrabamız olan bir amca, boyuma ve tüfeğe bakarak benimle dalga geçti, uzaktan şöyle dedi;

-Vay yavrum, vay, şu boya posa bak, sen mi kuş vuracaksın?

Hadi vur sana 50 kuruş vereyim, dedi…

Birkaç adım attım ki, 20 metre uzağımdaki incirin üstünde karatavuk isimli bir kuş vardı…

Tüfeği surun üstüne dayayıp tetiği çektim, vurdum kuş yere düştü…

O amca da, henüz birkaç adım ötemdeydi, koşarak kuşu alıp yanına götürdüm;

-İşte vurdum, bak karatavuk ben vurdum, ver 50 kuruşumu, deyice…

(o zamanki 50 kuruş bu günkü 50 lira gibi falandı)

-Defol git lan, diye yoluna devam etti, Söz verdi ama paramı da vermedi…

İnsanın yalancılığını, sahtekârlık yüzüyle hayatımda ilk defa orada karşılaştım…

Şoke olmuştum, ama hayatımda aldığım derslerden ilkiydi, hiç unutamadım…

Çok şaşırdım, yalan söylemenin, sözünde durmamanın aşağılık ve acı veren bir olay olduğunu o yaşımda öğrendim…

Bu gün politikacılarında davranışlarını bu gözle değerlendiriyorum…

( Hala da basılmayan, yayınevinde bekleyen PARTİ, POLİTİKA, POLİTİKACI kitap dosyamı ve denemelerimi bende çocukluğumda oluşan bu ilk değerlerime göre yazdım…)

 

 

KÖYÜME ASLA DOYAMADIM…

Çocukluk yıllarımda, meyve ve sebze bahçemizdeki sulaması; kamışların arasında her biri 30-40’ ar kilo gelen bal kabaklarının yetiştirilmesi, biberlerin toplanması, mercimeklerin biçilmesi, kamışların kesilmesi her konuda ben ilk sırada görev yapıyordum…

Hiç boş zamanım yoktu ama yaratıcılık konusunda sürekli denemeler yapıyordum…

Özellikle, boyum yüksekliğinde iki büyük ağaç dalını ı kesiyor;

Onların yerden 50-60 santimlik yüksekliklerine ki budaklarına basacak şekilde düzenliyordum…

Sonra da o yıllarda asla görmediğim ve bilgimin bulunmadığı bu günkü palyaçolar gibi köyde dolaşıyordum…

Üstelik bu yürüyüşlerimde, Ceyhan’dan aldığım korkutucu canavar maskeleri de yüzüme takıp köyümüzdeki çocuklarını da bazen korkutuyordum…

İlkokul bitince ailemle birlikte kent hayatı başladı…

Şahane bir dünyam vardı; özgürdüm, denemeler yapıyor, kendimi geliştirmeye ve marka haline getirmeye çalışıyordum…

İlkokulu köyümde bitirince Adana ya taşındık;

Gözüm hep arkada yani köyümde kaldı;

Benim bu gezegeni tanıdığım muhteşem evrenim olan köyüme asla doyamadım…

Rüyalarım hayallerim her zaman ve hala köyümle ilgilidir…

AŞKIM…

İLK VE SON AŞKIM…

Vehbi Necip Savaşan Ortaokul son sınıfında okurken yüzme havuzunun batı tarafında bahçeli bir evde oturuyorduk…

Her gün Abdulkadir Paksoy Lisesi 2.sınıfına gidip gelen kızıyla karşılaşıyordum…

Sarışın, iri yeşil gözlü, benim için sanki değil, benim için o gerçekten TÜRKAN ŞORAY’  dı…

Uzaktan gördüğümde tüm hücrelerim sevinçten bayram ediyordu…

Yürüyüşü, endamı, konuşması, nezaketi, bana olan sevgisiyle canımın içiydi…

Evimiz bitişik olduğu için boş zamanlarımızda bir ağacın altında sohbet ediyorduk…

Delikanlılık çağımızda olduğu için birbirimize kanımız hemen ısındı, sevmeye başladık, ilk aşkın kıvılcımlarını vücudumun her yerinde hissediyordum…

Biliyorum ki o da benimle aynı şeyleri, hatta daha da fazlasını hissediyordu…

Annemlerin olmadığı zaman evimize çağırıyordum…

Kamuran Akkor’un o yıllardaki 45 plağını pikaba koyuyor, sarmaş dolaş dans ediyorduk…

“SENİ BEKLERİM ÖPTÜĞÜM YERDE” şarkısı bitiyor, tekrar aynı plak, 3,5 dakikada bitiyor ama bizim sevgimiz bitmiyordu…

Tekrar aynı plak, tekrar kaç defa çaldığımı bilemiyorum…

Ama terinin ve teninin kokusu hala burnumda tüter…

Ev sahibimiz olan abla yukarıdan sinirli şekilde bağırırdı;

-Abdulkadiiiiir, annenler gelince seni söyleyeceğim, bizi bu kadar rahatsız etme; kapat şu müzik sesini, diyordu…

Yaz mevsiminde Ceyhan daki Yellibel köyümüze 1 aylık tatile gitmeden önce o ağacın altında daha uzun sohbetler, sarılmalar falan devam ediyordu…

Bana o yıllarda;

-KEREM BEY, diye hitap ediyordu…

Köye gidince nasıl dayanırım diye fotoğraflarımı alıyordu…

Onunla birlikte yattığını söylüyordu…

Tatilin bitmesini hem o hem de ben sabırsızlıkla bekliyorduk; kente geri dönünce deliler gibi sarılıp seviyorduk birbirimizi…

Annem, ablam, ağabeyim, babam benim daha çocuk olduğumu düşünüyorlardı…

Ne çocuktum ama her şeyi biliyordum, her türlü şeye hazırdım…

Aramızdaki sevgi aşk geliştikçe büyüdükçe ailem rahatsız oluyordu…

Sonunda aramızı soğutmak için oradan başka bir adrese taşıdılar;

Kızla aramı soğutmaya, arkadaşlığımızı bitirmeye çalıştılar…

Nereden öğrendiyse, benim olmadığım bir gün yeni adresimizi bulmuş, evimize gelmiş…

Ailem kızı bir daha gelmemesi için kovmuş, korkutmuş, sonra da birbirimizi kaybettik…

Aradan 35-40 yıl gibi bir zaman geçmişti…

TATARLARIN GELENEKSEL TEPREŞ bayramı Ceyhan’a 23 kilometre uzaklıktaki YELLİBEL Köyümüzde yapılıyordu…

Kırım Tatar Meclis Başkanı Mustafa Abdulcemil Kırımoğlu da köyümüze gelecek, KIRIM’DAKİ BAHÇE SARAY İLE CEYHAN KARDEŞ ŞEHİR İLAN EDİLECEK, tutanaklar da Ceyhan Belediye Başkanı Sayın Hüseyin Sözlü ile Kırımoğlu arasında imzalanacaktı…

Bende erkenden yola çıktım, TEM otoyolunun Ceyhan Nehri üzerindeki MISTIK USTA dinlenme tesislerinde bir çorba içmek için durdum…

Aşağı indiğim sırada otomobilimin yanımda turistleri taşıyan çok lüks bir otobüs durdu…

Şoförü inip doğru benim yanıma geldi;

Elini omzuma attı yakışıklı 30 una yakın bir delikanlıydı…

-Abdulkadir ağabey, gel sana yemek ısmarlayayım diye koluma girdi…

Tesisin lokantasına doğru ilerlerken Televizyonlarda program yapıyorum ya oradan tanıyan bir insan olarak değerlendiriyordum…

Masaya oturduk, yemekler geldi, çok lüks ve zengin bir masa oluşturuldu…

-Ağabey sen beni tanımazsın ama ben seni tanıyorum, deyince bu kez iyice dikkat kesildim…

-Merak ettim, nereden tanıyorsun?

-Ben çocukluk arkadaşın hanımefendinin oğluyum, dedi…

Öyle şaşırdım, öyle şoke oldum, bir süre konuşamadım, sonunda da üzüldüm…

Eğer ailem benim o dönemdeki ilk aşkıma engel olmasaydı belki de bu delikanlı benim oğlum olacaktı diye günlerce moralim bozuldu, canım sıkıldı…

 

İKİNCİ KEZ SELAMLAŞTIK…

Altınkoza Film Festivalinin başladığı günlerde sanatçıları taşıyan konvoyundaki gazetecilerle birlikte şehir turu atıyorduk…

En önde Aytaç Durak Başkan, arkada sanatçılar, caddeler sokaklar insan kaynıyor, çiçekler, konfetiler yağıyordu sanatçılar…

Gazipaşa Bulvarından geçerken birisi bana ısrarla bağırıyordu;

-Abdulkadiiiirrrr!!!

Sesin ne yandan geldiğine baktım, İlk aşkım, kalabalığın önünde, bir çocuk arabası içinde bir bebek, bana el sallıyordu…

Torunu olmalıydı diye düşündüm…

Bende el salladım…

Aynı şehirde yaşamamıza rağmen bir türlü buluşamadık…

Sadece son kez uzaktan selamlaştık…

“KIRIK BİR AŞK HİKÂYESİ” olarak yaşadığım olaydı…

Hala içimdeki çocukluk sayılacak dönemimdeki bu sevgiyi en sıcak şekilde koruyorum…

Keşke böyle olmasaydı, keşke mutlu sonlansaydı…

Her aşk mutlu sonla bitmiyor; benimki de maalesef öyle oldu…

Ailemin bu şekilde sevdiğimden ayırması beni çok kırdı; hayata ve sevgililere bakışım çok değişti…

Hala da düzelmedi…

 

 

ASKERLİK YOKLAMAM…

ORTAOKULDA

ASKERLİK YOKLAMAM GELDİ…

Adana Büyükşehir Belediyesinin önündeki Meryem Abdurrahim Gizer İlköğretim Okulun yerinde Vehbi Necip Savaşan Ortaokulunu bitirmiştim…

Zengin ve üst düzey bürokratların çocuklarının öğrenim gördüğü bir yerdi…

Kent kültüründe yetişmiş arkadaşlarımla önemli bir eğitim görmeye başarmıştım…

Nüfus kağıdımda1954 doğumlu olduğum için ortaokul ikinci sınıftayken askerlik yoklamam gelmeye başladı…

Okul bitti Adana Erkek Lisesine ablamla kaydımı yaptırmak için gittiğimizde, görevli memur bir an durdu;

-Ben bu öğrencinin kaydı yapamam, arkadaşımızın askerlik yoklaması yaptırdıktan, sonra da kayıt etmem gerekir dedi…

Duvara çarpmışçasına şoke olmuştuk…

Yahu çocuktum daha nasıl olur askerlik yoklamam olabilir ki?

Adana Erkek Lisesinin Müdürünün bulunduğu koridorda boynumuz bükük çaresiz şekilde beklerken, bir akıllı veli durumu anlamış olmalı ki yanımıza yaklaştı;

-Şu odada müdür yardımcısı Öztürk Yılmazok var, gidip ona söyleyin, kayıt ettirir, dedi…

Hemen onun kapısını çalıp durumu anlattık;

-Bok, yemesin, hemen kayıt etsin, dedi, sevinçten havalara uçtum…

Müdür yardımcısının küfrü bile ilk defa böyle hoşuma gitmişti belki de…

Adana Erkek Lisesinde okuduğum her yıl sınıf birincisi olarak çok başarılı dönem yaşadım…

O yıllarda Türkiye deki liselerin tek bayan müdiresi olan Mihriban Göksel coğrafya derslerimize geliyordu…

Bir gün, sınıfımıza girdiğinde sıramın üstünde 25x30 A-4 kâğıtlara karakalemle rastgele 5-6-7 çiçek figürü çizmiştim;

 Hoca resimlerimi görünce, hayretten gözleri açıldı;

-Sen mi çizdin evladım, dedi…

-Evet, hocam, ben çizdim…

-Çizgilerin çok güzel, lütfen devam et, bu işi meslek edinmeni isterim, dilerim akıllı çocuğum dedi…

Müdire hanımın önerisi muhteşemdi ama maalesef hayat şartları bu hayalimi gerçekleştirmeme olanak vermedi…

Daha sonra gazeteci olarak yıllarca TRT ÇUKUROVA RADYOSUNDA haftada bir kez Cuma günleri 08; 15 teki “GAZETECİ GÖZÜYLE” programımda yaptığım her konuşmamdan sonra beni evimden telefonla arar;

-Aferin evladım, seninle gurur duyuyorum…

 Çok güzel şeyler söylüyorsun…

Senin hocan olmaktan çok mutluyum, derdi…

Gerek ortaokul, gerek lisede bir gün bile devamsızlığım yoktu…

Her dersimde başarılıydım; kendimi edindiğim yeni bilgiler, hayat deneyimlerimle şekillendirmeye çalışıyordum…

 

ADANA ERKEK LİSESİ

ORKESTRASINI KURDUK…

Vehbi Necip Ortaokulunda okurken, Atatürk Parkındaki Halk Evinde açılan gitar kurslarına kendiliğimden katıldım…

Gitarı kısa sürede tamamen çözmüş, 100’e yakın popüler parçayı çalıp söyleyebiliyordum…

Adana Erkek Lisesinde okuduğumuz o yıllarda aynı müzik hobisini paylaştığımız akıllı arkadaşlarımızla kendiliğimizden bir araya geldik..

Adana Erkek Lisesi Orkestrasını oluşturduk…

Ben solo gitar ve solisttim, Türk Sanat Musikisi söylemesine karşı Sabri Uludağ da bazı parçaları yeri geldiğinde söylüyordu, Ender Demirbüken Baterist, bu gün Diş Hekimi olan Murat Aydın ise ritm gitarcımızdı…

Hafta sonları okulda konserler vermeye başladık…

Orkestradaki uyum biraz daha gelişince bu kez yakınlarımız düğün salonlarında birkaç parça çalmak için görevler üstlendik…

Lise bittikten sonra ben bir süre daha Orduevi, ya da Kervansaray, ya da Çukurova Kulüplerinde solo gitarist ve solistlik yapmayı sürdürdüm…

O yıllarda Cem Karaca’nın anfilerini, Edip Akbayram’ın Gibbson marka gitarını satın almıştım…

Çok güçlü bir sisteme sahiptim…

Yaklaşık 10 yıl süren müzik hayatımda, sözü ve müziği bana ait olan 73 beste yapmıştım…

Bu dörtlü gurubumuzda önce Baterist arkadaşımız Ender hayatını kaybetti; sonra da yedek solistimiz Sabri’yi yitirdik…

Dört kişilik Adana Erkek Lisesi orkestrasından şimdilik iki kişi kaldık…

Eski anılarımızı anlatarak samimi biçimde iletişimimizi sürdürüyoruz…

 

İZZET ÖZ BESTEMİ ÇALARAK

NİLÜFER’E VERDİ…

Sözü ve müziği bana ait olan 73 beste yapıp, makaralı teybe eserlerimi okumayı başardım…

Çocukluğumdan başlamak üzere dost olduğum TRT radyoları hayatımda önemli yer ediniyordu…

O yıllarda TRT RADYO-1 diye yayın yapan tek kanalda İZZET ÖZ haftada bir gün galiba Pazar günleri müzik programı sunuyordu…

Bir ara radyodan şu anonsu yaptı;

-Amatör arkadaşlarımıza çağrıda bulunuyor, yaptığınız eserler varsa bize gönderin değerlendirelim, diyordu…

Bende 73 bestemden sadece birini gitarımla makara banda okuyup, paketleyip belirttiği TRT adresine gönderdim…

Bir iki ay sonra şarkıcı nilüfer benim;

-BİR ŞARKIII, BİR TÜRKÜ, YETERKİ BİR MÜZİK OLSUN adlı benim bestemi plaklarda söylemeye, TRT Radyoları da yayınlamaya başladı…

Önce çok şaşırdım hatta şoke oldum…

Ama şimdi diyorum ki; keşke diğerlerini de İzzet Öz’e gönderseydim de onlarda hayat bulsaydı…

Bazen de dürüst davranmaması nedeniyle bu kişinin yaptığına üzülüyorum…

Dürüstlük en kıymetli değerdir; eğer samimi olarak bana ulaşsa, iletişime geçse, tüm bestelerimi kendine hiçbir ücret istemeden verebilirdim…

Dürüst davranmadığı için ben uzak durdum…

Yaptığı yanlışın peşine düşmedim…

 

MARKA OLMAK İSTEDİM…

F KLAVYE ADANA

ŞAMPİYONU OLDUM…

Meryem ablam Adana Merkez Tapu Sicil Muhafızlığında 657 devlet memuru olarak çalıştığı yıllardı…

Bir gün yanına-ziyarete gittiğimde, özel tek kişilik odada resmi işlemleri yapan ablanın inanılmaz şekilde seri biçimde daktilo yazması dikkatimi çekmişti…

Masasın üstündeki daktiloyu olağanüstü kullanmasını hayranlıkla dakikalarca ve sessizce izledim…

-Abla nasıl yazıyorsun bu daktiloyu?

-Tapu işlemlerini, resmi belgelerini burada ben yazıyorum…

Daktilo kursuna gittim, sende gidersen, sen de yazarsın dedi…

Kuruköprüde Baran Daktilo kursuna yazıldım;

3,5 ay sonra da F Klavyede 3 dakikada 1746 tuş vurarak Adana şampiyonu olarak belgemi aldım…

Bu gün bilgisayarımda bile Türkçemize ey uygun olan F Klavyeyi asla bakmadan on parmak olarak yazmayı sürdürüyorum…

Belki de anılarımı hazırladığım bu güne kadar 201 kitap dosyamı yazmam, en küçüğünün otuz binli(bazılarını 250 binli olan) bilgisayar karakterinden oluşmasını bu klavyeyi kullanmama borçluyum…

Yaşadığım sürece de bu klavyede duygu, düşünce, deneme, yorumlarım ve günlüklerimi aynı şekilde yazmayı sürdüreceğim…

 

İLK KONSERE

DAVET EDİLMİŞTİK…

Aynı günlerde aynı abla bir gün sonra yapılacak olan Türk Sanat Musiki Derneğinin konser davetiyesi ablama vermişti…

Koroyu dayısının yönettiği, Türk Sanat Musikisi Derneğinin Adana Büyükşehir Belediye Tiyatro Salonundaki konserine üçümüz birlikte gittik…

Balkonda yüzlerce kişiyle birlikte alkışlayarak hayranlıkla izledik;

Benim için sanki zaman durmuştu adeta büyülenmiştim;

O sahne ışıklarının altındaki olağanüstü musiki, şarkı söyleyen kişilerin arasında mutlaka olmak istedim…

Ve neden olmayacaktım ki?

Çok hırslanmıştım, kendimi mutlaka bu sahnede de ifade etmem, dünyaya insanlığa kanıtlamam gerekiyordu…

Ablama konser bitiminde şöyle dedim;

-Göreceksin abla, gelecek sene verilecek konserde ben bu sahnede olacağım…

Aynı yıl içinde Cemal Gürsel caddesinde Halk Eğitim Merkezinde açılan, müdürlüğünü Mustafa Bozer’in yaptığı Türk Sanat Musikisi Korusuna kayıt oldum…

Zaten Türk Sanat Musikisi şarkılarının çoğunu zaten ezbere biliyordum…

Orada usullerin öğretilmesi, bilimsel olarak notayla okunması çok hoşuma gitmişti…

Bir yıl sonra o sahnedeki koro elemanlarından biriydim…

Mustafa Uğurateş ağabeyin yönettiği Kürdili Hicazkâr faslındaki konserin en başarılı koro elamanıydım…

O konserimizde Sermin Can ünlü olmuştu…

Ünlü ut üstadı Arif Nihat Aka ise günün yıldızıydı…

 

FOTOĞRAFLA TANIŞMAM…

BİTMEYEN FOTOĞRAF AŞKIM

Zaman sonsuzdan sonsuza hızla geçiyor, yaşım ilerliyor, kendimi daha nitelikli ve toplumun önünde yürüyen bir kişi yapmak için çırpınıyordum…

Kapalı olan köyden kent kültürünün ortasına düşen birisi olarak kendimi her alanda geliştirmem ve emsallerimin önüne geçmem, kendimi marka haline getirmem gerekiyordu…

Ortaokulun ilk yıllarında JÜPİTEL marka üstten bakmalı makine alıp fotoğrafçılıkta da kendimi geliştirmeye çalıştım…

Satın aldığım makineme taktırdığım12 pozluk filmi, çekip doldurup bir saat sonra tabetmeleri için kuru köprüdeki Fotoskop’a geri getirince görevli şaşırmıştı…

-Ağabey makine bozuk mu?

-Yok, hayır tamamını doldurdum…

-Olamaz 12 kareyi bir yılda dolduramıyor…

Sendeki bu hız nedir şaşırdım diye tabetmişti…

Sonra bir film daha, bir film derken yıl içinde sayısız fotoğraf çekip tabettirmiştim…

O yıllarda ülkemizde sadece ülkemizde Yeni Fotoğraf Dergisi tek yayındı…

Doğumevi yolundaki Foto Kozada dükkânında çektiğim fotoğrafları tabettiriyordum…

İşyeri sahibi Esat Tangüler beni çok istekli ve yetenekli üstelik hırslı olduğumu keşfetmiş olmalı ki;

-Abdulkadir sen bu konularda heyecanlı ve kararlısın, İstanbul’dan gelen, sular semtinde STÜDYO-75 dükkânı olan Mehmet Baltacı ya git, ondan çok şey öğrenirsin, dedi…

Hemen koşarak oraya gittim;

Çünkü o yıllarda sadece usta çırak ilişkisiyle fotoğraf öğrenilebiliyordu…

Adanalı fotoğrafçılar 1x1 metrekarelik zindan gibi karanlık odalarda kör bir kırmızı ampulün altında sadece kartpostal gibi siyah beyaz fotoğraf basıyorlardı…

Üstelik kullandıkları film ve kart banyoları sınırlıydı…

Bilgileri de yetersizdi, üstelik usta çırak ilişkisiyle meslek öğretiliyordu…

Kimseleri karanlık odalarına asla sokmuyorlardı…

Stüdyo 75 in sahibi olan Mehmet ağabey, beni samimi bulmuştu…

Fotoğraf basmak için hazırlanıyordu…

-Gel birlikte basalım, diye kocaman bir salonda sarı ışıkların gündüz gibi aydınlattığı stüdyoda metrelik fotoğraflar tabediyordu…

Yıllarca dikkatle, ilgiyle, hayranlıkla gözlemledim, çok şey öğrendim…

Öyle ki daha sonraki yıllarda birlikte geliştirdiğim fotoğraf sanatımda artık yeni başarılara imza atmam gerekiyordu…

30x40 fotoğraflarımızla Akbank, Yapı Kredi gibi bankalar YARATICI GÜCÜ TEŞVİK amacıyla küçük para ödülleriyle yarışmalar yapıyordu…

Mehmet Baltacı Ağabey ile birlikte girdiğimiz bu yarışmalarda ben ödül üstüne ödül alıyordum…

Aynı yarışmaya benimle giren, ustam Mehmet Baltacı ödül alamıyordu…

Bir gün bana biraz da şaka yollu, ama gerçekten şöyle dedi;

-Abdulkadir bundan sonra seninle aynı yarışmaya girmeyeceğim…

Sen ödül alıyorsun ben alamıyorum…

Oysa profesyonel fotoğraf ustası olan oydu…

Ben çırak sayılırdım, ama öğrenmeye ve kendimi durmadan bilgiyle olgunlaştırıp durmadan sınır tanımadan aşmaya çok istekliydim…

Çünkü diğer insanlardan farklı olarak yaratıcı düşüncem ve özgür görüşe sahiptim…

Her alanda sonsuz şekilde gelişmeye açıktım, buna devam ediyordum…

Belki de diğer insanlarla aramızdaki en büyük fark buydu…

İnanılmaz şekilde güzel adımlarla hayalini kurduğum hedeflerime doğru hızla ilerliyordum…

 

 

AFAD’IN GERÇEK ÖYKÜSÜ…

Ortaya güzel bir eser çıkınca herkes sahiplenir denir ya;

İşte AFAD’ konusu da tıpkı bu özdeyişle olduğu gibi herkesin sahiplendiği uluslar arası bir değer olunca herkes sahiplendi…

Çokta seviniyorum, ne kadar çok insan sahiplenirse kurum o kadar çok ve uzun yaşar…

“AFAD ADANA FOTOĞRAF AMATÖRLERİ DERNEĞİ” nin gerçek öyküsünü de bu işi düşüncesinde başlatan, hayata geçmesi için sürekli çalışan kişi olarak benden dinleyin;

Stüdyo -75’in sahibi olan Mehmet Baltacı ağabeyle samimiyetimiz gittikçe daha da artıyordu…

Fotoğraf makinesiz artık sokaklara çıkmıyordu…

Bana bir gün unutamayacağım şu öğüdü verdi;
-ABDULKADİR GÜZEL FOTOĞRAF ÇEKMEK İSTİYORSAN, MAKİNEYLE NİKÂHLANACAKSIN…

Bu benim için inanılmaz bir ölçü oldu; makinemi tuvalette bile yanımdan ayırmamaya devam ediyordum…

1970’ li yılların 2.yarısı ve Türkiye de sağ sol çatışmaları aralıksız devam ediyordu…

Fotoğraf makinesiyle geziyordum ama biraz da çekiniyor ve de tedirgindim…

Şehir içi ve dışında fotoğraf çekmek için gezerken polis, asker, zabıtayla karşılaştığımda çekiniyordum…

Mehmet abiye birden fazla ve sık sık şöyle diyordum;

-Değerli Mehmet Baltacı ağabey, ben fotoğraf makinesiyle dolaşıyorum, nikâhımı da yaptım, bunu yasal bir boyuta taşıyalım…

-Nasıl diyordu? Ne yapalım ki diye o da bana soruyordu…

O yıllarda Paris’te yaşayan Gökşin Sihahioğlu SİPA PRES diye bir ajans kurmuş, dünyaya fotoğraf servisi yapıyordu…

Onun gibi bir ajans, ya da Kulüp, ya dernek oluşturalım…

Mehmet Ağabey ağırdan alıyor, ama adı kentte gittikçe yaygınlaşıyordu…

Fotoğrafın sanat olduğunu o yıllarda bilen akıllı insanlar yavaş yavaş onur çevresinde halka oluşturmaya başlamıştı…

Grafikçi Alinur Uğurpakkan, Çukurova Gazeteciler Cemiyetinin o yıllardaki başkanı Erdoğan Varol, Diş Hekimi ve Derneğimizin ilk başkanı Sina Coşkun, Günaydın Gazetesinin temsilcisi Kurtar Çakın, Baltacı ağabeyimin stüdyosunun üstündeki Tahir İlba Apartmanında oturan Çukobirlik Genel Müdür Yardımcısı Mete Karabulut, yine iş adamı Özcan Atamer…

1970 yılına gelindiğinde Çukurova Gazeteciler Cemiyeti Stüdyo-75 işbirliğinde “FOTOĞRAF YARIŞMASI” düzenledi…

Yarışmaya katılanlardan biride bendim, mansiyon almıştım…

Diş Hekimi. Sina Coşkun, o yıllarda öğrenci olan Sefa Ulukan, Dr. Adnan Güner de vardı…

Yarışma sonunda bir kokteyl gibi toplantı düzenlendi, hepimiz birbirimizle daha yakından tanıştık…

Erdoğan Varol’un bürokratik bilgisi sayesinde AFAD,”ADANA FOTOĞRAF AMATÖRLERİ DERNEĞİ” yasal olarak kuruldu… 

Derneğin adresi de Stüdyo -75’in binasıydı…

Yönetim kurulu da yukarıdaki isimlerden oluşuyordu…

Yasal olarak yapılması gereken toplantıları haftanın belli günlerinde Diş Hekimi olan Sina Coşkun ağabeyin Sun Sineması karşısındaki muayenehanesinde yapıyorduk…

Samimiyet öyle güçlü, öyle güzeldi ki; aramıza yeni üye olarak katılacakları öncelikle birlikte birkaç ay gezilerimize götürüyor, uyumunu yakından gözlemliyorduk…

Üye sayısını kurucular olarak sürekli daima sınırlı tuttuk; başvuranların çoğunu geçiştirdik…

Ama dernek kurulmadan önce bizim yukarıda saydığım bazı kişilerle sürekli Çukurova da çeşitli yerlere foto safariler düzenliyorduk…

Mehmet Baltacı Ağabeyin stüdyosundaki Fotoğraf Dergilerini sular seller gibi inceliyordum…

Her dergiye en az 40-50 defa belki daha da fazla tekrardan bakıp kendimi eğittim…

İlk Başkan da Diş Hekimi Sina Coşkun ağabey olmuştu…

Her toplantıda, benim neden kurucular kurulunda ilk sırada yer aldığımı sık sık soruluyor…

Dernek düşüncesini ben oluşturdum, bu kafadan çıktı ama alfabetik sıraya göre, yönetim kurulu üyeleri arasında benim ismim yer aldığı için bu şekilde ilk kurucu oldum…

Yıllarca kongrelerde kâtip görevi üstlendim… Tutanakları, resmi yazışmaları falan hep ben yaptım…

O yıllarda mumlu kâğıda şeritsiz daktiloyla bültenler, fotoğraf teknikleriyle ilgili bilgi, banyo formülleri, kart baskısı gibi konuları teksirle çoğaltarak üyelere ulaştırıyordum…

20 den fazla bülten yayınlamayı başarmıştım…

Hürriyet Gazetesine başladığımda dernekle mesleğimi uzun yıllar birlikte sürdürdüm…

Mesleğim günümün hemen 15 bazen daha fazla saatini aldığı için biraz uzaklaştım ama uzaktan daima yüreğim derneğimizleydi…

AFAD, bu gün Adana’dan dünyaya açılan bir kurum oldu…

Sergileri, üyelerinin aldığı ödüller, yapılan etkinlikleriyle her zaman onur duydum…

Pek çok üyelik teklifi almama karşın; iki kurumun dışında hiçbir yere üye olmadım;

1-AFAD(adana fotoğraf Amatörleri Derneği)

2-Çukurova Gazeteciler Cemiyeti…

Dernek fikri tamamen benim düşüncemdi; orada öğrendiğim fotoğraf sanatıyla ilgili olarak kişisel 7 sergi açtım… Ayrıca karma sayısız sergilerde yer almayı başardım…

 

BU GÜN HAK ETMEDEN AFAD’ TAN NEMALANANLAR…

Adana Fotoğraf Amatörleri Derneği AFAD yerelden uluslar arasına uzanan en güzel bir başarının net öyküsüdür…

Hangi zorluklardan geçtiğini anlatmayacağım-anlatamayacağım;

Sadece A’ dan Z’ ye bu süreçleri yaşayan olaylara tanık olarak sadece birkaç şeyin altını kalın şekilde çizmek istiyorum o kadar…

1970’ li yıllarda Adana da fotoğrafçılık usta-çırak ilişkisiyle bir iki metrekarelik karanlık oda 4-5-6-7 yılda öğrenilen, gizemli bir sırdı…

Sokaktaki vatandaşın fotoğrafı öğrenmesi, makineyi öğretecek birinin bulunması, kart ve filmlerin duyarlılık derecesine göre çekimler yapması, karta basması mümkün değil; sadece kocaman bir hayaldi…

Mehmet Baltacı’ nın İstanbul da bu işi öğrenip Adana daki Sular Semtinde Stüdyo-75 i açmasıyla fotoğraf konusundaki her şey abartısız olarak söylüyorum sıfırdan başladı…

Baltacı ağabeyle Adana da ilk tanışan, ölünceye kadar da yanından ayrılmadım…

 AFAD(Adana Fotoğraf Amatörleri Derneği) düşüncesini tanıştığımız ilk günden itibaren onun dikkatine almasını sağlayan, fotoğraf sevenlerin dernekleşmesini adım adım sağlayan biriyim…

Özellikle ilk yıllarda, fotoğraf bilgisinin öğrenilmesi, meraklılara ulaşabilmesi için onun stüdyosuna gelenlere o günkü bilgilerimi sonuna kadar anlatma ve paylaşma misyonumu aralıksız sürdürdüm…

Adana’daki dükkânlarda SIR gibi gizlenen fotoğraf konusunun herkes tarafından öğrenilmesi, karanlık odaların kapılarının sonuna kadar açılmasını hedeflemiştim…

Kendime şöyle söz vermiştim;

-Fotoğrafı herkes öğrenmeli ve yapmalıdır, yapacaktır…

O yıllarda Baltacı Ağabeyin işyerindeki dergiler olan YENİ FOTOĞRAF ve diğer bir fotoğraf Dergileri, artı yabancı mecmualardan edindiğim bilgileri mumlu kâğıda daktiloda şeritsiz olarak mumlu kâğıtlara yazıyordum…

(çünkü o günkü teknik oydu) teksir makinesinde çoğaltıyor, bülten haline getiriyor; gelen meraklı insanlara ve özellikle de gençlere hem sözlü olarak söylüyor, ya da broşürleri veriyordum…

Hiçbir karşılık beklemeden, edindiğim en küçük bir bilgi bile stüdyo-75 e gelenlere aktarıyordum;

Stüdyonun sahibi olan Mehmet Baltacı da yanına gelenlere meraklılara bıkıp usanmadan dakikalarda makinenin teknik, filmlerin duyarlılık özelliklerini, baskıyı, kartların türlerine göre değerlerini cömertçe anlatıyordu…

Diğer ufak tefek deneyimler edinen bazı kişiler de elde ettikleri en son bilgileri, gelen isteyen meraklı herkesle cömertçe paylaşıyordu…

-Makinenin şu özelliğini kullanınca şöyle oluyor…

-Filmleri ASA ve DİN ayarı şu demek…

-Banyo yaparken süreler çok önemli, şu kadar tutarsanız, şu tıramlar oluşuyor, şöyle olursa bunlar gerçekleşiyor, vs…

-İpek Kart ve soft kartların şu özelliklerini bu gün keşfettim…

-Diyafram açıklığı şöyle olursa şu derinlik elde edilebiliyor, gibi fotoğraf her gün üyelerce sıfırdan keşfediliyordu…

O yıllarda Tarsus Amerikan Kolejinden mezun olup Ç.Ü. Tıp Fakültesi öğrencisi olan Sefa Ulukan fotoğraf konusunda bazı şeyleri okulunda öğrenmişti, biliyordu…

Ama dünyanın cimri, en bilgisini kimseyle paylaşmayan en bencil bir kişiydi…

Sular Semtindeki Stüdyo -75 sessizce geliyor, hiç kimseyle, hiçbir şey konuşuyor;

Yıkattığı ve kuruyan filmlerini, ışıklı masada kontrol etmeye çalışırken, birisi yanına yaklaştığında sert ve aşağılayıcı biçimde bakıyor;

Beden diliyle sözsüz olarak bir tür azarlıyor kendinden hemen uzaklaşmasını istiyordu, herkesten uzak duruyordu…

İşi bitince de sessizce geldiği gibi bilgilerini kendine saklayıp çekip gidiyordu…

Yani orada fotoğraf öğrenmeye gelen meraklılara hiçbir şeyini göstermiyor, tek bir sözcük bilgisini bile paylaşmıyordu…

Tam bir kapalı kutu olarak, soranlara da yüksekten bakıyor konuşmadan sessizce uzaklaşıyordu…

O yıllarda olduğu gibi bu günde eski AFAD üyeleri arasında bu bencil davranışı yüzünden uzak durulan, farklı bir kişiliktir…

AFAD ilk kuruluş yıllarında, herkesin birbirini geliştirip, yeni şeyler öğrenmek için çırpındığı, yanıp tutuştuğu dönemde;

Hem de bir başkanlık yaptığı sıralarda dernekte ve oradaki üyelere fotoğrafçılık bir tek harf katkısının olmamıştır…

Ama AFAD’ ın 1970’li yıllarda oluşturduğu alt yapısı sayesinde bu gün uluslar arası fotoğraf sanatında söz sahibi olarak dünyayı dolaşıp nemalanmayı sürdürüyor…

Sonuç olarak;

Dün olduğu gibi bu gün de AFAD bilgilerini birbirleriyle cömertçe ve sınırsızca paylaşanların, maddi ve manevi her alanda gönül birliği yapanların omuzlarında bu uzun bir yürüyüşü gerçekleştirmiştir; ülkemizde başka örneği bulunmayan kurumdur…

Bu güne kadar AFAD’ tan emek vermeyen çok insan bedavadan nemalandı, inanılmaz paralar kazandı, başkanlık yaptılar, hala da bu güzel kurumdan yararlananların sayısı arttı ve bundan sonra da artacaktır…

Bir özdeyiş şöyle der;” EV YAPAN BALTA DIŞARIDA KALIR” bu durumu somut olarak anlatıyor…

Emeği geçenlere, gönül verenlere teşekkür ediyorum; bu konuda herkese başarılar diliyorum…

Bazı bencil kişilerin engellemesine karşın AFAD Adana da yerelden uluslararası bir markaya dönüşen kurumun kurucu ve bir numaralı üyesi olmaktan her zaman gurur duydum, hala da aynı duyguları taşıyorum…

 

GAZETECİ OLUYORUM…

HÜRRİYET GAZETESİNDE

HAYALİM GERÇEKLEŞTİ…

Hem on parmak daktiloda Adana şampiyonu oldum, hem de fotoğraf sanatındaki yarışmalarımla aldığım ödüller sayesinde kendimi epeyce nitelikli hale getirmeyi başarmıştım…

Halkın ifadesiyle artık altın bilezik sahibi olmaya doğru ilerliyordum…

Ama ulaştıklarımla yetinmeden arayışlarım aralıksız sürüyordu…

Öyle bir işim-mesleğim olsun ki;

Kimse bana karışmasın, özgürce her yere girip çıkabileyim…

Polisler, ya da askerler gibi bir mesleğim olsun…

Herkesle her yerde konuşmalıyım, hiçbir şey bana yasak olmasın…

İstediğim anda ve zamanda hatta yerde tüm kapılar sonuna kadar açılsın…

Aklımda da her zaman ilk tercihim gazetecilik vardı;

O yıllarda emperyalistlerin senaryoları nedeniyle ülkemde sağ-sol çatışmaları aralıksız sürüyordu…

Günde 30-40 insanımız silahlarla vurularak öldürülüyordu…

Cumhuriyet Gazetesini okuyanları sağcılar, Tercüman Gazetesini okuyanları da solcular dövüp öldürüyordu…

Hürriyet Gazetesi en tarafsız, herkesin rahatlıkla alıp sokakta bile okuyabileceği bir yayındı…

Bende gazeteci olmak istiyordum ama bir türlü çıkış yolu bulup hedefime ulaşamıyordum…

Gazeteci olmak için acaba hangi bakanın, milletvekilinin, başbakanın, hatta cumhurbaşkanının yakını ya da torpili gereklidir diye düşünüyordum...

Bir gün Hürriyet Gazetesinin Adana sayfasında;
-YETİŞTİRİLMEK ÜZERE MUHABİR ADAYLARI ALINACAKTIR… FOTOĞRAF VE DAKTİLO BİLMESİ TERCİH SEBEBİDİR, diyordu…

Adana daktilo şampiyonu, fotoğrafta üç dört ödülü olan kişiydim…

Hemen zaten her zaman önünden geçtiğim;

İnönü Parkının yanındaki altı matbaa, üstü haber merkezi olan eski ve tarihi Hürriyet Gazetesinin binasına koşarak gittim…

2.Katın girişinde genç sarısın adam, sırtını kapının kenarına dayamıştı…

Beni sorgulayan bir ifadeyle yüzüme baktı…

Ayaküstü sohbet etmeye yani bir tür görüşmeye başladık…

-Gazetedeki ilanınız için geldim, gazeteci olmak istiyorum dedim…

-Daktilo biliyor musun?

-Evet, Adana Daktilo şampiyonuyum, dedim…

-Peki, fotoğraf çekmeyi biliyor musun?

-Akbank ve Yapı Kredi Fotoğraf Yarışmalarından 4 ödülüm var, dedim…

Kapıda duran kişi, içerideki masalardan birini eliyle gösterdi;

-Hemen gir içeri istediğin masaya otur ve işe başla, dedi…

Gözlerime inanamıyordum, yaşadığım AN hayallerimin gerçekleştiği tam bir mucizeydi…

Bir süre maaş pazarlığı yaptım…

O yıllarda Bayındırlık Müdürlüğünde çalışan arkadaşım 4 bin lira alırken ben 7 bin 500 liraya anlaştım…

Ayaküstü konuştuğum kişi İstanbul’dan gelen şefim Cevat Eren olduğunu sonra anladım…

Adana Bürosundaki bazı olumsuzlukları tasfiye edip, yeni ekip kurarak İstanbul’a geri dönecekmiş…

Kısa zamanda çektiğim fotoğraflar, yazdığım haberlerle;

Bölgenin en çok haberi giren, en başarılı bir tür flaş gazeteciydim…

İnanılmaz başarılara imza attım, ilk haberimde Türk Kadınlar Birliği Başkanı Süheyla Gökbuket’ in 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle Atatürk Anıtındaki açıklamasıydı…

Sürmanteş olarak yayınlanmıştı gazetenin ilk sayfasında…

“TÜRKİYE DE 10 MİLYON KADIN HER GÜN KOCASINDAN DAYAK YİYOR” demişti…

Gazete baskıya girdiği anda şefim Cevat eren ağabey koşarak geldi, haberimi çok güzel şekilde değerlendirildiğini söyledi…

Beni kutladı, imzamın kullanıldığını söyledi…

Haftada iki, üç manşet haberlerim yer alıyordu…

Çok yoruluyordum ama çok mutluydum, sevinçliydim, havalarda uçuyordum…

 

HÜRRİYET’İN İSTANBUL DAKİ 20 GÜNLÜK

EĞİTİM SEMİNERİNE TERCİH EDİLİP KATILDIM…

Türkiye’deki yaygın medyanın AMİRAL GEMİSİ olarak nitelenen Hürriyet Gazetesinin bünyesinde kurduğu;

Hürriyet Haber Ajansının 1980’li yıllarda Türkiye de 11 bürosu ve 1300 civarında muhabiri bulunuyordu…

Her bürodan başarılı olan, gazeteye manşet haberleri çıkan muhabirleri;

Haftalık toplantılarla bu gün anılarımı yazdığım yıllara göre başarılı haberlere 1000, 500 TL gibi parayla ödüllendiriyorlardı…

Bende haftada en az bir, bazen iki ödül birden alıyordum…

Bu şekilde başarılı olan muhabirleri daha da çok teşvik etmek için;

İstanbul’a 20 günlük eğitim kampına çağırdılar…

İzmir, Adana, Bursa, Trabzon, Diyarbakır, Kayseri, Erzurum, Antalya tabi ki İstanbul’dan da katılımlar olmuştu…

Adana bürosundan da en çok haberi yayınlanan;

Birinci sayfada yayınlanan, bazen sürmanşet bazen de manşet olan muhabir olarak ben seçilmiştim…

Diğer on bir bürodan seçilerek gönderilen muhabir arkadaşlarımızla;

İstanbul da buluştuk, Aksaray da Ebru isimli bir otelde yerlerimiz ayrılmıştı;

Yakınındaki bir lokantaya da tanıtılmıştık…

15 gün boyunca muhteşem biçimde ağırlandık…

Eğitim süremizde gazetenin üst düzey yöneticileri;

Sabahtan öğlene, öğleden akşama kadar yoğunlaştırılmış bir eğitim vermişlerdi…

O yıllarda Hürriyet Haber Ajansı Genel Müdürü olan Oktay Ekşi başta olmak üzere;

Türkiye’nin en önemli Fotoğraf Sanatçıları Sabit Kalfagil, Mehmet Bayhan, Yaşar Atarkazanır;

Yıllardır İstanbul Hürriyette görev yapan sayfa sekreteri Acar Şölen başta olmak üzere muhteşem kurslar verdiler…

15 günlük eğitimi başarıyla tamamlayınca;

İstanbul’un en ünlü(o yıllarda yıldız yoktu) lüks otelinde bir akşam yemeğinde;

Genel müdürümüz, gazetenin köşe yazarları, haber merkezindeki üst düzey yöneticileri törenle belgelerimizi vermişlerdi…

Bu eğitim üzerine, her birimizin kendimize olan güvenimiz daha da çok artmıştı;

İstanbul’dan döndükten sonra, daha çok çalışıp, daha çarpıcı haberler bulup görevime başarılı biçimde devam ettim…

Ta ki İstanbul’dan gelip, Adana daki eski çalışanları tasfiye ederek;

Yeni bir kadro kurarak beni yetiştiren, şefim Cevat Eren’in kente geri dönmesine kadar olan sürede çok önemli haberlere birlikte imza attık…

 

 

 

ASKERLİĞİ AŞKLA SEVDİM…

ASKERLİĞİMDEN ANIM-1…

Hürriyet Gazetesinde yıllarca çalıştığım dönemde askerliğime karar aldırmıştım…

Üniversite mezunu olmama rağmen o yıllarda yığılma olduğu için kısa dönem 3, 5 aylık er statüsünde askerlik yapacaktım…

1 Temmuz 1981 yılında 59.Top. Er. Eğt. Tuğ. Hafif Tabur 3.Bataryada askerliğe başladım…

Komutanımız üsteğmen Kemalettin Özcan’dı…

Tavır, davranışları, duruşu, askere hitap etmesiyle muhteşem bir komutandı, Atatürk’ü anımsatıyordu…

Bu gün bile hala karşısında hazır ola geçebileceğim komutanımdı…

Daha sonraki yıllarda Kıdemli Albay olarak emekli olduğunu öğrenmiştim…

Hem fotoğraf, hem on parmak daktilo kullanma konusunda tam bir uzmandı…

Askerliğimin ilk günlerde eğitim alanına gidip gelirken, bölük yazıcısı olan Selçuk Akçay onbaşıya şöyle diyordum;

-Selçuk onbaşım, ben on parmak daktilo biliyorum… 

Yardımıma ihtiyaç duyarsan çağırman yeterli…

O da gülümsüyor ama fazla da önemsemiyordu…

Ama ben ısrarla hemen her gün sürekli tekrarlıyordum…

Selçuk Akçay Onbaşı bir gün akşama doğru eğitim alanın ortasında şöyle bir duyuru yaptı;

-Daktilo bilenler ayağa kalksın…

10 kişi ayağa kalktık, çok sevindim, tek sıra halinde S-1yazıhanesine uygun adımlarla yürüdük…

Masaya daktiloyu koydu, öndeki ilk kişiye;

-Hadi, göster maharetini nasıl yazıyorsun?

Tık, tttııııkkk.

-Geç sen, dedi…

Sıradakilerin hepsi de aynı şekilde başarısızdı…

En sonda ben daktilonun başına geçtim…

Usta bir piyanist gibi on parmakla yazmaya başlayınca, Selçuk Akçay Onbaşı şoke oldu, çevresindekilere bağırıyordu;

-Ahmet, Mehmet, gelin lan burada bir şeyler oluyor, dedi…

Ötekilere sert bir şekilde yerlerine gitmesini söyledi…

İstanbul Deniz bankta çalışan Mehmet İsimli arkadaşımla, 3,5 ayın rahat 3 ayında 333 kişinin terhis teskeresini yazarak geçirdik…

Eğitim süremiz boyunca tüfek ve teçhizat taşımadım…

Bu arada;

O yıl 3,5 aylık askerlik süremizde hem Ramazan, hem de Kurban bayramı kutlanmıştı...

Adanalı 8-9 kişilik gurupla Pazar günleri ya da eğitim arasında her fırsatta devamlı görüşüyorduk…

Bazı arkadaşlarımız askerliğimiz kısa olduğu için, teslim olduğumuz andan itibaren, dönüş için otobüs kiralayacak liste yapmaya başladılar…

Hiç birine katılmadım, arkadaşlarım bana çok kızıyordu…

23 Ekim 1981 de terhis olduk…

Silahlarımızı teslim edip, sivilleri giyince Tugayın kapısından Mehmet kardeşimle önce ikimiz çıktık…

Dolmuşa binip hızla otogara geldik;

-Adana ya bilet var mı? Diye sorduk…

-Var, otobüsümüz Adana’dan İstanbul’a devam ediyor dediler…

Birlikte bilet alıp bindik, otobüs hareket etti, 10 saatlik yolculuktan sonra Adana ya geldim…

Mehmet ise İstanbul’a devam etmişti…

İlk günden itibaren otobüs tutmak için liste hazırlayanlar, para toplayanlar ise perişan olmuş, 10-15 gün sonra kötü bir otobüsle kente dönmüşlerdi…

Bana bir sürü sitem ettiler, oysa benim kararım doğruydu;

Her zaman derin düşünerek, en yararlı olanı, en üstünü bulup uygulamaktan başarıya ulaşmaktan mutluydum…

 

 

ASKERLİK ANIM-2…

Hürriyet Gazetesinde çalışmaya başladıktan yıllar sonra askerliğimi yaptım…

1 Temmuz 1981 de başlayan askerliğimden 23 Ekim 1981 de terhis oldum…

Askerliğimin her anı benim için en büyük mutluluktu…

3,5 ayın nasıl geçtiğinin farkına bile varmamıştım…

Adana ya döndükten sonra;

Her zaman gece rüyamda, gündüz hayalimde sürekli eğitim alanımızı, tugayın bölümlerini, hafta sonu tatillerinde çay içtiğim, çarşını gezdiğim Erzincan’ı görüyordum…

İçimdeki bu hasret öyle büyüdü, öyle beni yönlendirdi ki; artık gerçekten de dayanamıyordum…

Mutlaka Erzincan’a gidip görmem, askerlik yaptığım yerleri gezmem gerekiyordu…

Düşüncemi gerçekleştirirsem bir şekilde bu hayalimden kurtulup rahatlayacaktım…

2010 tarihinde genelkurmay başkanlığına ümitsiz şekilde bir mektup yazdım…

Askerliğe başlama ve bitiş tarihlerimi, vatandaşlık numaralarımı, telefonumu da ekledim…

Ziyaret etmem için izin istedim…

Mektup yazdığımı unuttuğum bir zaman sonra cep telefonum çaldı…

Santralden aradığı belli olan bir asker;

-Abdulkadir Bey Levent Albayım sizinle görüşecek dedi…

Hemen bağladı, Levent albay mektubum için teşekkür etti; çok duygulandığını söyledi…

-On dakika içinde sizi Erzincan‘dan arayacaklar…

Tarihi ve zamanınızı belirleyip gidip ziyaret edebilirsiniz, deyince çok mutlu oldum…

Yine benden yıllarca sonra Erzincan da askerliğini yapan bir arkadaşım vardı…

Tarih ve saat belirleyip onunla birlikte yola çıktık…

Aladağ üzerinden önce Kayseri, sonra Sivas’tan hasretini çektiğim Can Erzincan’a ulaştık…

Askerlerimizin düzenli ve görev yerine getirme sorumluluğuyla bizi saygıyla ve sevgiyle karşıladılar…

Büyük ilgi gösterdiler, önce tugay komutanın yardımcısı olan kıdemli albayın makamına götürdüler…

Bize çay ikram etti, sohbetlerimiz başladı, bir süre sonra biraz gülümseyerek;

-Ta Adana’dan bunun için mi geldiniz? Dedi…

-Evet, komutanım, ama buraları o kadar çok özlemiştim ki, gece gündüz hayalimdeydi…

-Ne iş yapıyorsunuz?

-Ben gazeteci ve televizyon programcısıyım, deyince albay biraz önceki ses tonuyla konuşmasından galiba pişman oldu…

Hemen arkasına yaslanarak daha ciddi ve saygın, dikkatli cümlelerle, farklı davranmaya çalıştı, sohbetlerimiz devam etti…

-Gelin arkadaşlar ben de sizinle birlikte tugayı denetleyeyim diye makam aracıyla, eğitim yaptığımız yerleri, yatakhanemizi her yeri baştan sona kadar gezdirdi…

Gittiğimiz her yerdeki yüzbaşı, binbaşı, yarbay gibi komutanlara bizi tanıttı…

Askerlik yaptığım dönemden sadece yüzlerce yıllık olan tarihini hamam, bir de 5 katlı yatak hanemiz kalmıştı…

Diğer tüm yapıların tamamı modernleşmiş ve yenilenerek değiştirilmişti…

Ufak bir hayal kırıklığı yaşamama karşın askerlik yaptığım yeri tekrar görmenin, hayalimde yaşattığım bu güzel yuvayı ziyaret etmekten büyük onur duydum…

Hayatımda verdiğim en güzel, en doğru yerinde karardı…

Bu gün bile CAN ERZİNCAN hala gözlerimde tüter; her an yüreğimde o güzel ilimizin sıcaklığını hissederim…

O güzel ilimizle ilgili bir televizyon haberi izlediğimde mutlu olurum…

59.Top. Er. Eğt. Tuğ. Hafif Tabur 3.Bataryada ölünceye kadar hayalimde ve hafızamda en güzel yeri almayı sürdürecek…

 

MİLLİ GÜVENLİK KONSEYİ SUÇLU GİBİYDİ…

12 EYLÜL GÜNLERİ…

1980 darbesinde ben Hürriyet Gazetesinde gece gündüz çalışmaya devam ediyordum…

Şefim Cevat Eren beni Afşin Elbistan Termik Santralinde Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin ziyaret edeciği için beni oraya gönderdi…

Kahramanmaraş muhabirimiz Şeref Turhan ile birlikte oraya gitmiştik…

İlk defa o muhteşem bacaları görünce çok sevinmiştim…

Güzel ülkemizde bu türlü büyük sistemlerin olması devletimizin gücünü göstermesi bakımından onur vericiydi…

Beklenen an geldi, protokoldeki Başta Kenan Evren, diğer konsey üyeleriyle birlikte otomobilleriyle santrale geldiler…

Ben de onlarla birlikte tüm güzergâhı gezdim, fotoğraflar çektim, haberler hazırladım…

İlk olarak gözlemim şuydu;

Türkiye’ yi yöneten zirvedekiler Termik Santralde inceleme yapıyorlar, halk yok, insanlar yok, bir avuç asker geziyordu…

Biraz da hayal kırıklığı yaşadım; çünkü bir politikacı, yani bir liderin olduğu yerde iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık olurdu…

Oysa şimdi sanki bir cenaze töreni gibi her şey sessiz ve sakindi…

O yıllarda politikacılarla halkın sevgisi ilgisiyle, askerle insanlarımız ilişkilerini düşünmüştüm…

Demek ki, halk bu konuda böyle davranıyor…

Öte yandan;

Yine Milli Güvenlik Konseyi Üyeleri Adana’ya gelmişti…

Eski vilayette Vali Hayri Kozakçıoğlunu ziyaret ediyordu…

Biz gazeteciler de konsey üyelerini yakından izlemeye çalışıyorduk…

Ortalıkta sessizlik ve buz gibi bir atmosfer vardı…

Bir ara ben vali beyin koltuğunda oturan Kenan Evren’in fotoğrafını daha yakından çekebilmem için tam önüne kadar yaklaşmıştım…

Arkamdaki güçlü bir güvenlik görevlisi, beni iki omzumdan tutup, 20 metre geriye koyuvermişti…

Hem ben, hem vali Hayri Kozakçıoğlu, hem de konsey üyelerinin bir kısmı, gazeteciler de ne olduğunu tam anlamadan gülmüştük…

O günlerde gülmek yasak değildi ama kimse de gülmüyordu…

Daha sonraki yıllarda olayın ciddiyetini anladım; halkla konsey üyelerinin birbirlerine yakınlaşması istenmiyordu…

 

AMİRAL GEMİSİ…

HÜRRİYET MATBAASININ

AÇILIŞINDAKİ HIZLI BAŞARISI…

Hürriyet dün olduğu gibi bu günde sektörün hala “AMİRAL GEMİSİ” dir…

Gazetenin Adana daki yeri o yıllarda E-5 Kara yolunun (şimdi D-400 oldu) kenarında, İnönü Parkının kuzeyinde(yeri bu gün otopark) kenarında iki katlı eski binadaydı…

Üst kat haber merkezi, muhasebe, sayfa sekreterliği, alt katı da matbaaydı…

Bu günkü de çağın en son teknolojisini kullanmasıyla örnek olan modern tesisleri de Ceyhan yolu 5. Kilometrede çağın en son teknolojilerine göre inşa edilmişti…

Uydudan sayfa nakledilmesi, MARİNONİ isimli en modern baskı makinelerinin kurulması;

Saatte 200 bin baskı yapan muhteşem bir sistem oluşturulmuştu ve kent tarihinde bir ilkti; modern matbaacılığın ulaştığı bir kilometre taşıydı…

Sonunda taşınma işlemleri başladı;

Gazetenin sahibi Sayın Erol Simavi başta olmak üzere, üst düzey yöneticileri, tüm köşe yazarları ve yine halkın en çok okuduğu Hasan Pulur başta olmak üzer diğerleri, kent protokolü tarihi bir gün ve görkemli açılış için heyecanlı bir araya gelmişti…

Matbaa bahçesindeki çimenler ve rengârenk açan gülerlerin arasına kokteyl masaları kurulmuştu…

Gelen bütün konukların gözünü kamaştırıyordu…

Heyecanla bir araya gelen insanlar son derece şık giyimli, saygılı ve kibardı…

Yerel yöneticiler de Adana’mıza modern bir tesisin kazandırılmasından büyük mutluluk duyuyorlar, Erol Simavi ve ailesini kutlamak için sıraya giriyorlardı…

Her konuşmacı bunu defalarca altını çizerek söyledi…

Tören başladığı andan itibaren hemen fotoğraflar çekmeye ve metinler yazılmaya başlandı…

35-40 dakikalık sürede, hem dünya ve Adana haberlerinin yer aldığı, açılışa katılan misafirleri anlatan 10 sayfalık modern bir HÜRRİYET gazetesi basılıp konuklara dağıtıldı…

Adana da böyle hızlı bir sistem o güne kadar kurulmamıştı, sonra da kurulamayacak olan, en büyük bir mucizeydi…

Ben zaten tören başladığı andan itibaren katılanların önce toplu, sonra da her birinin fotoğrafını sürekli çekiyor, hızlı biçimde hareket ediyordum…

Yukarı katta filmleri yıkıyor, karta basıp işleme geçmesini sağlıyordum…

Esprili yazılarıyla Türkiye’nin en çok okunan köşe yazarı olan Hasan Pulur kulağıma eğildi esprili biçimde;

-Evladım, bana bak sen fazla film harcama… Hürriyet’i iflas ettirirsin, demişti…

O yılların efsane emniyet müdürlerinden Salih Dost’ ise;

-Abdulkadir ne bu hız, bu ne çaba, seni kutluyorum? İşini istenenden de güzel ve üstün şekilde yapıyorsun Erol Simavi Beye şimdi söyleyeyim de sana iki maaş ödül versin, demişti…

Tabi bunların hepsi esriydi; ama o günkü Hürriyet ekibi ve teknik yönetimi hem patrondan, hem de en üst düzeydeki protokolden tam not alarak üstün bir başarıya imza atmıştı…

Çünkü bu kadar kısa sürede açılış törenini toparlayıp, yazılar, fotoğraflarla bir gazete haline getirerek, misafirlere 10 sayfalık gazetenin dağıtılması bu gün bile ulaşılması çok zor başarıdır diye düşünüyorum…

Adana muhteşem bir tesis, modern bir matbaa kazanmıştı…

Burada basılan gazeteler yurdun doğudaki en ücra köşelerine kadar ulaşacak, modern Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının daha kısa zamanda, daha sıcak haberleri öğrenmesi ve bilgilenmesi sağlanacaktı…

Bu sistemin bir parçası olmaktan, hayatımı adayarak çalışmaktan büyük onur duydum; hala da aynı düşüncemi sürdürüyorum…

 

HAİN EMPERYALİSTLER…

AMERİKALILARIN 1974’ TE

ÇUKUROVAYA BEYAZSİNEK

BOMBASI ATTI…

Kanal-A Televizyonunda haftada 3-4 program üretiyordum; (Tekrarları dışında) defalarca yayınlanıyordu…

Sokakta halk beni tanıyor, büyük ilgi gösteriyor, yerel anlamda ünlü olmuştum…

Ama kendimi bir kundura boyacısı ya da simit satıcısından farklı olarak görmüyordum…

Televizyondaki her program o kadar çok izleniyordu ki, özel kanallar ve TRT’ nin tüm yayınlarını geride bırakıyorduk…

Adana belediyesi o yıllarda henüz büyükşehir unvanını almamıştı…

Belediyenin meclis üyelerinden mimar olan Ali İsot bir gün meclis toplantısı öncesi programlarımı takdirle ve çok dikkatle izlediğini anlatmıştı…

Yine bir gün benimle özel konu hakkında konuşmak istediğini söyledi ve şöyle dedi…

-Abdulkadir bey, 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtının yıldönümü yaklaşıyor, benim bu konuda yaşadığım ve tanık olduğum çok ilginç bir olay var onu senin programında anlatmak istiyorum…

Ziyapaşa Bulvarındaki evine beni davet etti; kameraman arkadaşımla birlikte belirtilen adrese yine belirlenen zamanda gittik…

Çok kibar, Adana Beyefendisi olan Ali İsot bizi saygı ve sevgiyle karşılayıp ağırladı…

Mikrofonu açıp, kamera kayda başladığında anlattığı olay şuydu;

-1974’ teki Kıbrıs Barış Harekâtında aktif olarak görev aldım…

20 Temmuz sabahı Mersin Limanındaki Askerlerin başında Ast teğmen olarak görev yapıyordum…

Tüm arkadaşlarımızın ellerimiz tetikte, Kıbrıs Rumlarından ya da Yunanistan’dan tarafından gerçekleştirilebilecek herhangi bir saldırıyı bekliyorduk…

Gün henüz ağarmamıştı, ama şafak yavaşça söküyordu, ışık gittikçe daha da çoğalırken;

Çevremize daha dikkatli şekilde bakıyorduk…

Bu sırada Kıbrıs Yönünden Mersin Limanına doğru, yani üzerimize hızla siyah bir bulut ilerlemeye başladı…

Hepimiz ellerimiz tetikte, nefes almadan anında karşı koymaya hazırdık...

Arkadaşlarımız arasında inanılmaz bir sessizlik vardı…

Yapılabilecek herhangi bir saldırıya karşı nasıl davranacağımız zaten aylar önceden zaten belli olmuştu…

Kıbrıs Yönünde beliren bu ne olduğu bilinmeyen siyah bulut, gittikçe daha da yaklaştı, daha da büyüdü, çok fazla yakınlaştı, ama hepimizin heyecanı da zirveye çıkmıştı…

Tüm askerlerimizin eli tetikte, gözümüz bize doğru gelen siyah bulutun hareketlerini adeta nefes almadan izliyorduk…

Siyah bulut yaklaştıkça heyecanımız arttı, daha çok yaklaştı, iyice yaklaştı, üstümüze birden indi…

Ne görelim o ana kadar asla bilincinde olmadığımız, daha sonra beyazsinek diye tanımlanacak olan trilyonlarca zararlı birden Mersin Limanını ve bu bölgeyi inmişti…

Amerikalılar tam 1974 teki tam bizim çıkarma yaptığımız anda laboratuarlarında ürettikleri, akciğerleri olmayan, bilinen hiçbir zirai ilaçla öldürülemeyen beyazsinek bombasını ülkemizin üstüne atmıştı…

Hepimiz şaşkınlık içindeydik; ne yapacağımızı bilemiyorduk, biz düşmandan top, mermi, uçak saldırısı, ya da kıyıya gemileriyle çıkartma falan beklerken ülkemize onlarca yıl zarar verecek, pamuk bitkisinin öz suyunu emerek yok edecek beyazsinek bombası patlatmışlardı…

Türkiye nin pamuk üretim merkezi olan Çukurova’ya bir anda beyazsinek zararlısı hâkim olmuştu…

Çiftçilerimiz bilinen her türlü zirai ilacı denemesine karşın, akciğeri olmayan bu zararlıyı bir türlü yok edemiyordu…

Laboratuarda bilinçli olarak üretilen, ciğeri olmayan bu zararlıyı; yine Amerikalı uzmanlar nasıl öldürülebileceği ilacı da aynı şekilde geliştirilmişti…

O yıllarda Amerika çarenin bu ciğeri olmayan beyazsinekleri yok edecek zirai ilacın kendinde olduğunu söylemişti…

TEMİK 10-G isimli ilacını bir süre sonra Türkiye ye pazarlamaya başladı…

10 yıla yakın sürede bize 50 milyar dolardan daha fazla paramızı alarak bize bu ilacı sattı…

Önce beyazsinek zararlısını ülkemize bomba olarak attı, sonra da öldürme ilacını bize sattı…

Bu gün başımıza bela ettiği terör örgütleri ve onlara sağladığı milyarlarca dolarlık bedava silahlarla ülkemize nasıl zarar veriyorsa;

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında, yani ülkemizin savaşa programlandığı anda beyazsinekle zararlısıyla pamuk ürünlerimize şekilde zarar vermiş, artı 50 milyar dolardan fazla paramızı da bilerek, isteyerek, planlı ve programlı olarak sömürmüştü…

“AYIDAN POST GÂVURDAN DOST OLMAZ” diyen atalarımızın sözlerinin ne kadar doğru olduğunu yüzyıllardır kapalı kapılar arkasında görüyorduk…

Emperyalist güçler bu gün açık, net şekilde vereceği zararı söylemekten utanmıyor ve ülkemize çeşitli senaryolarla bu hainliği yaparak zarar vermeye devam ediyor…

Uyanık olup tuzaklara karşı duyarlı olmak her Türk vatandaşının görevidir…

Belediye Meclis üyesi Ali İsot’ un evinde çektiğim programımı yine 20 Temmuz gününe rastlayan 1990’lı yıllarda yayınlamıştım…

Ama ne bir devlet görevlisi, ne de bir izleyiciden herhangi bir geri dönüşüm almamış olmamdan dolayı da üzgün olduğumun altını çiziyorum…

 

AMERİKALILAR YÜZÜNDEN

AKDENİZDE BOĞULUP ÖLECEK GAZETECİ ON ARKADAŞIMI KURTARDIM…

Hürriyet gazetesinde çalıştığım 1980’li yılların ilk yarısında Amerikalı şirketlerin İskenderun körfezinde petrol aradıklarını öğrenmiştik…

Şefim de haber yapmam için beni İskenderun’a göndermişti; oradaki yerel muhabirimizle buluştuk…

Domuz Burnu açıklarındaki denizdeki arama kulelerine ulaşabilmemiz için Arsuz beldesine vardık…

10 civarında genç gazeteci arkadaşımla karşılaştım…

Orada Hürriyet olarak ben vardım, ayrıca o günlerin ünlü gazeteleri olan Sabah, Güneş Gazeteleri, Anadolu Ajansı gibi kuruluşların tüm muhabirleri de aynı konuda haber yapmak için görevlendirilmişti…

Birbirimize haber atlatma şansımız hiç olmadığı için, hedef ve amacımızın ortaklığından birlikte limandan 6-7 metre uzunluğunda bir sandal kiraladık…

Sahildeki askeri otoriteden de izin aldıktan sonra Amerikalıların körfeze kurduklarına inandığımız petrol kulelerinin fotoğraflarını çekip söyleşi yapmaya açık denizde o yöne hareket ettik…

Sandalı kullanan kaptan ise çok ilginç bir kişiydi; binlik bir şişe şarap, kocaman bir karpuz almış, dümenin başında bir karpuzdan kaşıkla alıyor, bir yudum şarap içiyordu…

Adam tepeden tırnağa sarhoş biçimde bizi güya Amerikalıların petrol kulelerine doğru götürüyordu…

Açık denizde yönümüzü bilmeden 30-40 dakika ilerledik, kıyı artık görünmez olmuştu…

Dalgaların boyları gittikçe artmaya ve 4-5-6 metreye çıkmaya başladı…

Sandal denize 6-7 metre batıyor, öteki dalgayla yeniden yukarı çıkıyordu…

Bata çıka, bata çıka, dalgalar büyüdü, sandal fındıkkabuğu gibi savrulmaya-sağa sola sallanmaya başladı...

Sandal da 10’civarında genç gazeteci arkadaşım vardı, ama sadece 2-3 can simidi bulunuyordu…

Birini ben hemen taktım, ama diğer arkadaşlarımın hiçbir güvenliği bulunmuyordu;

Onların durumlarına da üzülüyordum ama yapabileceğim bir şey yoktu…

Artık açık denizin ortasında devasa dalgaların arasında fındıkkabuğu gibi sandalla bir batıp-çıkıp, belirsiz yönde ilerliyorduk…

Kıyıdan uzaklaştıkça artık Caretta caretta kaplumbağalarıyla karşılaşıyorduk…

Bazı arkadaşlarım tehlikenin ve inanılmaz dalgaları görmüyor, sandalın dalgalar arasında inip kalkmasının temposunda şarkılar söylüyor, oyunlar oynuyor, en yüksek sesle espriler yapıyordu…

Genç arkadaşlarım da galiba benim gibi ilk defa böyle bir deniz macerasına çıkmışlardı…

Oysa sandalımız fındıkkabuğu gibi dalgaların arasında 4-5 bazen daha fazla metre batıp çıkıyor, hedefi ve pusulası belli olmayan açık denizde ilerliyorduk…

Olayın farkında sadece ben vardım…

Öyle ki, içinde bulunduğumuz sandalın her an alabora olmasını, hepimizin denize dökülmemizi bekliyordum…

Bir süre daha, daha da gittik ama ne kule, ne Amerikalılar, ne de bir canlı vardı…

Dalgalar artık sandalı neredeyse ikiye üçe, dörde ayıracak güçte daha da şiddetli biçimde indirip kaldırıyordu…

Genç gazeteci arkadaşlarımla birlikte inanılmaz büyük bir faciası yaşadık ya da yaşayacaktık…

Hepsi de kendi havasında olan, arkadaşlarıma sert ve komutan edasıyla var gücümle bağırdım;

-Yahu arkadaşlar, ölüme gidiyoruz farkında mısın?

Sesler bir anda kesildi; benim bağırmamın inandırıcılığıyla, bazıları sustu, olayın ciddiyetini benim uyarım üzerine değerlendirip anlamaya çalıştılar…

Kaptan, bir karpuzdan, bir şaraptan içmeye devam ediyordu…

Rota falan hiçbir şey yoktu:

Sandal kendi kafasının doğrultusunda ilerliyordu, açık denizde hızla ölüme doğru gidiyorduk…

Birkaç arkadaşım, benim uyarım üzerine kendilerine geldiler;

-Abdulkadir Doğru söylüyor, demeye başladı…

Dalgaların boyutları arttıkça, kaptan iyice sarhoş olup rotayı şaşırınca, ne Amerika, ne petrol kulesi bulunmayınca;

Diğer arkadaşlarım da benim düşünceme katılıp safımda yer aldı;

-Ağabey hiçbir şey yok, Abdulkadir doğru söylüyor, hadi dönelim…

-Dönelim mi?

-Dönelim, ama oylama yapalım, herkes dönelim dedi…

Onlara şöyle dedim;

-Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç isterse işime son versin, benim ve bizim hayatımız mesleğimizden daha da önemli ve değerlidir…

“HABERE GİDERKEN HABER OLMA”  diye bir söz vardır, kendimizi kurban etmeyeyim, dedim…

Hızla geri döndük, ama sandalımız daha geç saatlerde kıyıya yanaşabilmişti…

Bir arkadaşım döndükten sonra, bana teşekkür;

-Abdulkadir hayatımızı iyi ki sen kurtardın…  İçinde bulunduğumuz tehlikenin boyutlarını kimse senin gibi dikkatli takip etmiyordu, hayatımızı sana borçluyuz…

Geri dönme oylamasıyla kıyıya çıkamasaydık caretta kaplumbağalara yem olacaktık…

Sen akıllı insansın, teşekkür ederiz…

Sandalı kullanan kaptanın durumu mu?

Galiba kıyıya yanaştığımızda sandalının içinde alkolün etkisiyle sızıp kalmıştı…

Kaptanın düştüğü bu duruma hiçbir gazeteci arkadaşım dönüp bakmadı; çünkü bizi bir tür ölüme götürmüş, inanılmaz korkular yaşamıştık…

Daha sonraki günlerde, bazı gazeteci arkadaşlarımız aynı galiba helikopterle kulelerin fotoğraflarını çekmeyi başarmıştı…

Ama şirket yetkilileri onlara da bilgi vermemiş, kovmaktan beter etmişlerdi diye duymuştum…

Sonuç olarak; Amerikalılar yüzünden ölüme birlikte gittiğimiz 10 genç gazeteci arkadaşımı kurtarmıştım…

Bu gün bile dalgaların büyüklüğü karşısında hala ürperirim…

 

PROFESÖRE KÖYDE SİGARA

KONFERANSI VERDİRDİM…

Çukurova Üniversitesinin en popüler, en çalışkan hocalarından Prof. Dr. Arif Hikmet Yüksel hocamla çok samimiydim…

Hürriyet gazetesinde çalıştığım yıllarda laboratuarına da sıkça birinci sayfaya girebilecek haberler konusunda hocayla birlikte sürekli araştırıyordum…

Bir gün Adana Eski Otogarındaki uzun yolcu otobüsündeki yolculara 30 dakikalık “SİGARANIN ZARARLARI” konusunu anlatmasını istemiştim, hoca da bu isteğimi yerine getirmişti; 21; 00 sıralarında İstanbul’a hareket etmeden önce konferans vermişti… Hürriyet’in birinci sayfasında yer almıştı…

Aradan uzun zaman geçmişti…

Bir günde Sarıçam İlçemizdeki Yeniyayla Köyü muhtarı Halil Çelik çok akıllı aydın, pozitif, sosyal, saygılı ve çalışkan bir insandı çok samimi arkadaşımdı…

Prof. Dr. Arif Hikmet Yüksel Hocayı köylerine götürüp bir, konferans verdirebileceğimi anlattım…

Muhtar çok mutlu olmuştu…

Ama geleceğimiz gün vatandaşları okulun büyük salonunda toplamasını rica etmiştim…

Muhtar da köye büyük bir hizmet olacağını belirterek büyük mutluluk duyacağını söylemişti…

Belirtilen gün ve saatte hocamı otomobilimle Yeniyayla Köyüne götürdüm…

Muhtar gerçekten okulun salonuna sıraları dizmiş, masaya çiçekler koymuştu, ama kimseler yoktu…

-Hani muhtarım kimseyi toplayamamışsın?

-Abdulkadir Bey söyledim, herkes kahvehanede kumar oynuyor…

Kaç defa rica ettim ama bir türlü gelmiyorlar…

-Kahvehane nerede, bana göster, dedim…

Birlikte 100 metre ilerideki kahveye girdiğimizde 8-9 masada 60-70 kişi kumar oynuyordu…

O yıllarda henüz sigara içme yasağı konusunda kanun çıkmamıştı; ama kahvehanenin içerisini sigara dumanı kaplamıştı, insanlar çok zor seçiliyordu…

Kapıda durdum şöyle dedim;

-Değerli Köylü Kardeşlerim, arkadaşlarım, babalar; sigara dumanından içerisi görünmüyor…

Ben gazeteciyim… Size sigaranın zararlarını anlatacak olan bir profesörü buraya getirdim…

Şu anda sayın muhtarımızda yanımda…

Hoca okuldaki salonda sizleri bekliyor, dedim…

Kimse yerinden kımıldamadı; yüzüme bile bakmadılar…

Bazıları da bıyık altından bana gülümsüyordu…

Çok üzüldüm; ama gazetecilik cinliği aklıma geldi;

-Şu anda ben oraya gidiyorum, 2-3 dakika içinde hepinizi oraya bekliyorum…

Yine kimseden ses ve bir hareket yoktu, son sözümü şöyle bağladım;

-Eğer 2-3 dakika içinde o salona gelmeseniz, hocanın konferansını dinlemeseniz, yarın Emniyet Müdürlüğü Mali Şubesine şikâyet edeceğim ve buraya baskın yaptıracağım…

Siz bilirsiniz, işte şimdi ben oraya gidiyorum diye kapıdan ayrıldım…

Kahvehanenin içinde ani bir sessizlik oldu…

Ben okula doğru yürürken, kahvehanedeki tüm insanlar tren vagonu gibi peşime takılmıştı…

Bir dakika içinde okulun salonu tıklım tıklım olmuştu… Gazetecilik numarasıyla yaptığım blöf tutmuştu, hedefime ulaşmıştım…

Prof. Dr. Arif Hikmet Yüksel 45-50 dakika sigaranın zararlarını uzunca anlattı…

Akciğer kanseri başta olmak üzere, çaresiz hastalıklara neden olduğunu, sigara dumanını solumakla otomobilin öldürücü egzoz gazını solumanın aynı olduğunu konferansında anlattı…

İnsanların ayakları, ellerinin kesildiğini, bu organlarında kapanmaz yaralar açtığını söyledi…

Bu gün sigara paketleri üstünde gördüğümüz o feci görüntüleri sözlü olarak ifade etti…

Türkiye de her yıl 300 bin kişinin sigara ve ona bağlı hastalıklardan öldüğünü üstüne basarak tekrar etti…

Muhteşem bir haber hazırlamıştım, yine Hürriyet Gazetesinin birinci sayfasında yer almıştı…

Gerek şehirlerarası uzun yolcu otobüsünde, gerek Yeniyayla Köyündeki sigara konferanslarında bu zehirden kurtulmaya karar verenler oldu mu onu bilemiyorum…

Ama ben gazeteci olarak halkı uyarma, uzmanını halkla buluşturma görevimi dört dörtlük yapmıştım…

 

AFGANLI VEKİLİ SUSTURDUM…

 

ÜLKESİNDEN KAÇAN

AFGANLI MİLLETVEKİLİ

BANA CEVAP VEREMEDİ…

1980 darbesinden sonra Afganistan’dan uçaklar dolusu mülteciler yine gelmeye başlamıştı…

Hürriyet Haber Ajansında çalıştığım o yıllarda gelen uçaklardaki yolcular ilgili fotoğraflar çekip, haberler hazırlıyordum…

Gelen misafirler Reşatbey Mahallesindeki Öğrenci yurtlarına yerleştiriliyordu…

Daha sonra da ülkelerinin coğrafi koşullar ve fiziki durumlarına uygun olduğu Anadolu’muzun çeşitli beldelerine gönderiliyordu…

Gelen Afganlıların arasında birisinin de milletvekili olduğunu öğrenince çok garibime gitmişti…

Bu gün olduğu gibi neden ülkelerinde kalıp düşmanlarıyla savaşmıyorlar da kaçıyorlardı?

Bu milletvekili de benim ana dilim olan Tatarca konuşuyordu; adamın giyim kuşamı yerinde, fiziği düzgün kelle koltuk epeyce gün gördüğünü, belli ki aristokrat bir kesimden geldiğini temsil ediyordu…

Üstü başı temiz giyimliydi ama ayağının yanmasından tatarca olarak ”TAYAĞIM TÜYTÜ” diye uzun süre şikâyet etti…

Oysa Türkiye Cumhuriyeti Devlet Kurumları her türlü tedbirleri almış, misafirlerin rahat etmesi için doktorlar, hemşireler herkes dört dörtlük hizmet veriyordu…

Hemen durumu ilettim, gerekli pansumanlar yapıldı…

Benim dilim de ana dilim Tatarca olduğu için Afgan Milletvekiliyle çok rahat iletişim kurup uzunca sohbetler ettik…

Ülkesindeki sıkıntılarını falan anlatıyordu, her şeyi bırakıp kaçtıklarından yakınıyordu…

Samimiyetimiz oldukça arktı; gazeteci merakıyla şöyle sordum;

-Siz Ülkenizde neden savaşmadan kaçıp neden buraya geldiniz…

Peki, burada yani Türkiye de bir savaş çıksa ne yaparsınız? Nasıl davranırsınız?

Ülkenizdeki gibi kaçar mısınız?

Yoksa bizimle birlikte düşmana karşı savaşır mısınız?

Diğerlerinden farklı şekilde giyim kuşamı yerinde olan milletvekili, uzun süre cevap veremedi, devamlı yutkundu, sağa sola baktı, utandı, yüzü kızardı, sohbeti değiştirmek için birilerinden imdat bekliyor konuyu değiştirmeye çalışıyordu…

Ama bir türlü cevap veremedi…

Ona şöyle dedim;

-Biz koşullar ne olursa olsun ülkemizi terk etmeyiz… Savaşarak gerekirse ölürüz, ama asla kaçmayız…

Milletvekili benim söylediğimi dinlemek istemediği için yüzünü diğerlerine dönüp konuşmasını sürdürdü…

Ama ben gazeteci olarak sorularım ve verdiğim yanıtlarla mesajımı tam olarak ilettiğime inanarak oradan ayrılmıştım…

Bu günde olsa aynı şekilde sorular sorar, aynı şeyleri çekinmeden yüzlerine söylerdim…

Çok garibime gitmişti, bu günde hala kanayan yara olan Afganistan’dan kaçarak diğer ülkelere sığınmaya çalışanları anlamakta güçlük çekiyorum…

Her ülkenin anaları bir Atatürk maalesef doğuramıyor…

 

ADANALI İKİ ÜNLÜ…

AV.EGE BAĞATUR

VE ALİ ŞENOZAN…

Mesleklerinin zirvesinde olan Adanalı iki güzel insanı çok yakından tanımaktan mutlu oldum…

Birisi Türk Sanat Musikisinin çok ünlü şefi ve bestekâr Ali Şenozan;

Diğeri Adana Belediye Başkanlığını yapan, gelmiş geçmiş en dürüst kişi olarak bilinen Av.Ege Bağatur’du…

Her ikisi de çocukluk arkadaşıydı; kendi kuşağında emsallerini geride bırakarak sivrilmiş, hedefledikleri başarıya ulaşıp, mesleklerinin doruklarında yaşıyordu…

Aynı dönemde, okullarda geçen gerçek Adanalı iki beyefendinin karşılaşmalarına tanık olduğumda çok şaşırdım…

Şöyle ki; Çukurova Üniversitesi Sosyal Tesislerinde bir kutlama gecesi yapılıyordu…

Salona önce Avukat Ege Bağatur geldi çevresinde inanılmaz kalabalık toplanmıştı…

Birkaç dakika sonra da Türk Sanat Musikisinin bestekâr ve büyük usta şefi Ali Şenozan da hemen aynı sayıda kalabalık bir gurupla salona girdi…

Her ikisinin de etrafında inanılmaz sevgi yumağı oluşmuş ve gittikçe insan yoğunluğu daha da büyüyordu…

Kalabalıklar birbirine yaklaşınca, Ege Bağatur birden durdu, kendine doğru yaklaşan Ali Şenozan’ı; o da Ege Bağatur’u gördü; her ikisinin de gözleri fal taşı gibi açıldı…

Kalabalıkların arasında karşılıklı olarak bir süre bakıştılar…

Her ikisi de aynı anda kollarını sonuna kadar iki yana açtı;

Her ikisinin bu karşılaşmalarını şaşkınlık içinde izliyordum,  bende bir tür şok etkisi yapmıştı…

Çevrelerindeki kalabalıklar birden sağa sola açıldı;

Her iki Adanalı beyde, karşılıklı olarak birkaç dakika gözlerinin derinliklerine sertçe bakarak öyle durdular…

Hollywood filmlerinde düello yapacak, birbirlerine silah çekecek kovboylar gibi durdular;

Silahları sadece sözcüklerdi…

Öyle ki tipik Adanalı şivesiyle çocukluklarından beri öğrendikleri tüm küfürleri karşılıklı atışma şeklinde birbirlerinin yüzlerine peş peşe saydılar…

Bir Ege Bağatur Adanalı ifadesiyle kallavi küfürleri çevresinde biriken sosyete mensuplarının da duyabileceği şekilde Ali Şenozan’ ın yüzüne sert biçimde söyledi…

Onun küfrü bitince bu kez de Ali Şenozan Ege Bağatur’ un yüzüne bağırarak, herkesin duyacağı şekilde küfürlerini savurdu…

Abartısız söylüyorum, 3-4 dakika süren karşılıklı küfürleşmeden sonra;

Koşarak birbirlerinin boyunlarına atılıp sarılıp sarmaşıp şapır şupur öpüşüp, koklaştılar, daha sonra nezaket kuralları gereği güzel dileklerle birbirlerini onurlandırdılar…

Gazeteci olarak çok şaşırmıştım, hemen Av.Ege Bağatur beye sordum;

-Değerli Başkanım Ege ağabey hep böyle mi selamlaşırsınız, küfürleşirsiniz?

-Biz Adanalık, küfürlerimiz en büyük iltifat sayılır…

Zaten küfür etmeyen Adanalı olur mu?

Küfürler bizim samimiyetimizi, dostluğumuzu bozmaz, aksine daha da güçlendirir, demişti…

Aynı soruyu Ege Bağatur’un karşısındaki Ali Şenozan’a sorma gereği duymadım, çünkü o da arkadaşı Ege Bağatur’un söylediklerini başını sallayarak defalarca onaylamıştı…

Ben gazeteciliğin ilk yıllarına yakın dönemde, toplumun önünde yürüyen, mesleklerinin zirvesinde olan bu iki büyüğümüzü yakından bu şekilde izlemek hayatımda unutamayacağım bir ders olmuştu…

Küfürler dostluk, arkadaşlık, sevgi, hasretin giderilmesinde önemli bir değerdi…

Adanalı tanıdıklarımdan bazıları bir süre görmedikleri arkadaşlarıyla karşılaştıklarında aynı şekilde aralıksız olarak 2-3 dakika karşılıklı şekilde küfür ettiklerinde;

Topluma önder olan, mesleklerinin zirvesindeki iki güzel Adanalının dostluklarının küfürleriyle daha da güçlendirdiklerini düşünürüm…

 

YETİŞTİREN ŞEFİM İTİRAF ETTİ AMA…

 

“ŞEF OLACAK KİŞİ SENSİN

BENİ BAĞIŞLA…”

Hürriyet Gazetesindeki haberlerim dört dörtlük güzellikteydi…

Beni Türkiye tanıyordu… Ülkemizin her yerindeki bürolardan arkadaşlar teleksle her haberimden sonra beni kutluyorlardı…

Ayrıca Hürriyet Haber Ajansı Muhabirlerini teşvik için her hafta haber değerlendirmesi ve ödüllendirme yapıyordu…

Ödül almadığım hafta yoktu; ödül aldıkça şefim Cevat Eren benden daha çok mutlu oluyor ve kutluyordu…

Hürriyet Gazetesinde yıllar böylece sular seller gibi akıp geçti…

Cevap Eren şefimle uzun yıllar birlikte çalıştık…

Bana haber için “ÖL DESE, GÖZÜMÜ KIRPMADAN ÖLÜME GİDERDİM” öyle güven vermiş, iletişimimiz öyle sıcak ve muhteşem olmuştu…

Ama zamanı bitti artık görevini tamamlamış, İstanbul’a geri gitmesi gerekiyordu…

Gitmeden birkaç gün önce beni karanlık odaya çağırdı;

-Anacağım, biliyorsun ben Adana ya geçici görevle gelmiştim… Her şeyi tamamladım ama şimdi İstanbul’a geri dönüyorum…

Anasını avradını s…keyim, yalan söyleyenin burada yerime şef olacak tek kişi sensin…

Ama Şu kişinin babası Anadolu Ajansında çalıştığı için, Hürriyet Haber Ajansının da haber atlamaması için yerime onu vekil göstereceğim…

Dünyanın neresinde olursam olayım, gönlüm ve gücüm seninle olacak…

Bir telefon kadar yakınım unutma, diye vedalaşmıştı…

Adana’dan ayrılınca benim için başlayan bir rüya yavaşça sona ermiş gibi oldu…

Ama mesleğime taparcasına aşkla bağlı olduğum için durumu gözlemlemeye işimi eskisinden daha da üstün şekilde yapmaya devam edecektim…

Olayların gidişatına göre yönümü belirleyip harekete geçecektim…

 

 

SAMANDAĞDA FAKİR AİLENİN

ÇOCUKLARINI SÜNNET ETTİRDİK…

Büronun yeni yetkilisi olan kişiye İstanbul’dan Hürriyet Gazetesinin sahibi Erol Simavi’den bir teleks geldi…

-Hürriyet Haber Ajansı olarak Samandağ da şu adrese gidilecek…

Fakir olan ailenin iki oğlunun sünneti için kıyafet alınacak, davul zurna ile törenle çocuklar sünnet ettirilecek…

Sabahleyin erkenden yola çıktık, Hürriyet Gazetesi adına harcamaları yaptık, davul zurna ile muhteşem bir sünnet düğünü yaptık, çocukların sünneti yapıldı...

O yıllarda Hürriyet adı tüm kapıları açıyordu…

Samandağı Kaymakamı da törene protokolüyle birlikte katılmış, bizimle olmuştu…

Öğle yemeği ikram edildi, ortaya kocaman bir sini, dağ gibi yığılmış pilav, üstünde etler vardı…

Ortada ne çatal, ne kaşık bende onları ararken, bizimle aynı sofrada oturan kaymakam bey, Afrikalıların yaptığı gibi, avucuyla pilavı yemeye başladı…

Ben çok şaşırmıştım;

Hayatım boyunca asla elimle yemek yememiştim;

Tereddütlü şekilde beklediğimi görenler hemen uyandılar;

Birkaç saniyede çatal kaşık temin edildi…

Devlet protokolündeki Kaymakam düzeyindeki bir kişinin bu davranışını çok ilginç bulmuştum…

Hala bazen düşünürüm…

Benim yaptığım mı, kaymakam beyin yaptığı mı doğruydu?

Devlet yönetiminde bazı profesyoneller, halka uyum için bulundukları ortama ayak uydurması gerektiğini daha sonraki yıllarda anladım…

 

 

ŞAŞKIN VEKİLİN ENTRİKALARI

Hürriyet Haber Ajansına Cevat Eren den sonra vekâlet etmeye başlayan Volkan Sevenler’ in kendini ifade yeteneği ve becerisi yoktu…

Çalışanlar üzerinde otorite sahibi değildi…

O ise bunu sağlamak otorite kurabilmek için yanıp tutuşuyordu…

Bu nedenle çalışanlar arasında dedikodu yapmaya, uzaktan çocuksu hareketlerle insanlarla alay edip değersizleştirmeye başladı…

Sevmediklerini de sıradan olarak değerlendirdiği haberlere göndererek güya cezalandırmaya değerini kendine göre düşürmeye çalışıyordu…

Çalışanlar arasında ayrım yapıyor, ne tarafta olduğunu kendi de bilmiyordu…

Örneğin başka bir kurum olan Anadolu Ajansı Bölge Müdürlüğünü sürdüren BEDİ MUNGAN’ın bir dönem kamyon şoförü olduğunu belirten kartvizitini bulmuştu…

Gelip geçen herkese gösteriyor o kişiyle dalga geçiyordu…

O yıllarda CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ bir Alman kadınla aynı özel otomobilde Ankara ya giderken Konya-Ankara yol ayrımında kazada ölmüştü…

Kadın da yaralı ve Ereğli Hastanesinde yatıyordu…

Vekil olayı benim izlememi istedi…

Gazetenin arabasıyla gittik, hem otomobilin, hem de hastanede yatan kadının fotoğraflarını çektim…

Ereğli de gece yarısı olmasına karşın bir fotoğrafçıyı bulup dükkânını açtırdım; filmi yıkayıp kusursuz şekilde olarak tabettim…

Yanımda bulunan cihazla İstanbul’a acil şekilde telefoto geçmem gerekiyordu…

Vekili telefonla aradım, fotoğrafların hazır olduğunu her an telefoto geçmeye hazır olduğumu söyledim;

Küçük entrikasına göre zaman geçirip benim tepki almamı, sıkıntıya girmemi sağlamak için küçük bir plan hazırlamış…

Sonradan farkına varacaktım…

-Abdulkadir Ereğli’den geçme, Pozantı’ya gel oradaki PTT’ den geç, dedi…

Entrika yapıyor kasıtlı şekilde oyalıyormuş…

Oysa Hürriyet Haber Ajansında dakikalar bile çok önemliydi…

İki ilçenin arası nereden baksanız en az 2 saat…

Sabah olmak, gün ağarmak üzereydi…

Mühür ve sorumluluk onda olduğu için Pozantı ya ulaştım;

PTT müdürünü yatağından kaldırdım…

O yıllarda PTT nin link hattı vermesi gerekiyordu;

Müdür bey yarı uykulu ve sersemlemiş bir halde;

-Hat yok veremem diye başından savıp gidip yattı…

Kusursuz bir iş yapmama rağmen vekilin entrikasına takılmıştı…

İş suya sayesinde tamamen düşmüştü; Başarıyla gerçekleştirdiğim operasyonda fotoğrafları İstanbul’a maalesef geçemedim…

Ertesi sabah fotoğraflar Adana’dan çok geç şekilde geçilmişti…

Tabi bir ton fırçayı vekilin kendi yedi…

Artık İstanbul’a benimle ilgili ne söylediğini bilemiyorum…

Güya benim başarısız olmam için böyle küçük ve basit bir entrika yapmıştı…

Ne demişti atalarımız ”KESER DÖNEP SAP DÖNER GÜN GELİR HESAP DÖNER”…

 

ÖDÜL PARALARIMIN

YARISINI ALIYORDU

O yıllarda Hürriyet Haber Ajansı haftalık olarak 1.sayfada yayınlanan haberleri hazırlayanlara para ödülü veriyordu…

Cevat Eren Şefim döneminde her hafta iki üç ödül alıyordum…

O İstanbul’a dönüp, yerini vekil aldı…

Benim Hürriyet gazetesindeki ödüllü haberlerim yine devam ediyordu…

Bu anılarımı yazdığım 2021 yıl parasına göre her hafta 3-4 bin lira gibi ödül alıyordum…

Vekil aldığım ödüllere il koydu;

-Burada yetkili benim, ödül paranın yarısı benim olacak, dedi…

Şoke oldum, fakat mühür ondaydı, yapabileceğim başka bir şey yoktu…

Aralıksız olarak 4-5 ay birlikte çalıştığımız dönemde hazırladığım haberlerim yine 7-8 kez ödüle layık görüldüm…

Zorla ödül paramın yarısını aldı…

Para falan benim için asla önemli değildi; ama vekilin yaptığı ilkel, basit, bencil, garip davranışı bir türlü kabul edemiyordum…

Amacım para değildi, içinden geldiğim kültüre göre çok ayıp, yakışıksız, bir tür hak gaspıydı onaylamam ve işi sürdürmem mümkün değildi…

Adana Hürriyet Gazetesi Bürosundan artık iyice soğumaya başlamıştım…

Geçen her gün benim için sıkıntı veriyor, canımı sıkıyordu…

Bir an önce kurtulmak ve uzaklaşmak istiyordum…

Hürriyet Gazetesinde çalıştığımız Orhan Apaydın Milliyet Gazetesine geçmişti…

İmdadıma o yetişti ve benim için yeni bir dönem başlıyordu…

VEKİLİN ZOR DURUMU…

Cevat Eren şefim İstanbul’a dönünce yerine bıraktığı vekil Volkan Sevenler patinaj yapmaya başladı…

Kararsız, çekimser, ne söylediği net olarak anlaşılamayan, belirsizlikler içinde kendini arayan insandı…

Oysa Cevat Eren şefim, bana “ ÖL DESE ” fotoğraf çekip, haber hazırlamak için canımı bile verebilirdim…

Hürriyet Haber Ajansında Cevat Eren dönemindeki yıllarda birlikte çalıştığımız, daha sonra Milliyet Gazetesi Adana Bürosuna geçen Orhan Apaydın ağabey benim rahatsızlığımı biliyordu;

-Abdulkadir gel seni Milliyete alalım, birlikte çalışalım, dedi…

Zaten böyle bir teklifi bekliyordum, hemen kabul ettim…

 

GAZETE DEĞİŞTİRDİM…

MİLLİYET YILLARIM…

Milliyet Adana bürosunda kadrom hemen verildi, anlaşma yapıldı, bir yıl çalışmalarım yine muhteşem şekilde devam etti…

Hürriyetteki başarılarımı burada da sürdürmeye devam ettirdim ve İlk haberim;

İDAMLIK AİLE HABERİM MUHTEŞEMDİ…

Gazetecilik mesleğinde an, yani saniyeler çok önemlidir…

Öyle bir olayla karşılaşır ki gazeteci, o saniyeyi değerlendirirse güzel sonuçlar alabilir…

O nedenle daima çok hazırlıklı olması, hızlı davranmanın artısı muhteşemdir…

Bunu başardığım bir olay şöyle gerçekleşti;

Ben o yıllarda hem slâyt, hem renkli negatif, hem de siyah beyaz filmler takılı üç makine ve her an değiştirebileceğim dört-beş objektifle haber peşinden koşardım…

Adana adliyesi 2.Ağır ceza mahkeme salonuna girdim;

Elimde hazır olan slâyt takılı makinem vardı…

Hâkimin olduğu yana geçtim, karşısında 9 kişi boy sırasına göre dizilmişti…

En başta baba, anne, büyük oğlu, diğer oğlu, diğer oğlu, kızları, çocukları tam 9 kişi vardı…

Konu ilginçtir olabilir diye hâkimin olduğu tarafa; yani hâkimin önüne onun bakış açısına göre sanıkların karşısına geçtim…

Sadece bir kare slâyt fotoğraf çektim, hâkim duruşmayı hemen sonlandırdı…

Hemen mahkeme kalemine gittim; orada görevli başkâtip dosyayı açtı;

-İDAMLIK AİLE ABİ, dedi…

Dosyanın içeriğine göre, kızlarını kaçırmaya gelen bir delikanlıyı, aile sopalarla, kazmalarla, bıçaklarla linç ederek öldürmüşlerdi…

Hemen slâyt banyosunu(o yıllarda sadece çalıştığım milliyet gazetesinde slâyt banyosu vardı ve onu da ben yapıyordum) ama sadece tek bir kare vardı; belki de 10 kare fotoğraf çeksem o tek karenin kalitesinde olamazdı…

Haberiyle birlikte genel merkeze servis ettik…

Ertesi gün çalışmam muhteşem biçimde değerlendirilmişti…

Milliyet Gazetesi “İDAMLIK AİLE” diye 8 sütuna manşet olarak haberimi kullanmıştı…

Her gün adliye koridorlarını, baştan sona dolaşan, tüm duruşmaları izleyen gazetecilere inanılmaz şekilde kıskanmışlardı…

Kendilerini genel merkezlerine karşı nasıl savunacaklarını arıyorlar ama bilemiyorlardı…

Beni görünce haber atlattığım için yüzleri kızarıyor, ama bir şeyde yapamıyorlardı…

Galiba bu nedenden İstanbul’dan çok fırça yiyen gazeteci arkadaşlarım olmuştu…

Hatta birisi;

-Sen bu haberi hazırladığın için Cumhuriyet Savcısı hakkında soruşturma başlattı falan diye beri tedirgin etmeye çalışmıştı…

Kendimden emindim, gazeteci olarak her şey yasaldı, Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’ti…

İstanbul’dan teşekkür geldiğini, şefim bana iletmişti…

Sonraki yıllarda idamla yargılanan aileden olan, duruşmada görüp fotoğrafını çektiğim anne Adana’ nın çeşitli zengin semtlerinde ve kalabalık yerlerde dilencilik yaparken görüp üzülmüştüm…

 

MEZARINI KAZARAK OĞLUNUN KAFATASINI ÇIKARTIP ELİNE ALAN MEZARCI…

Adliye muhabirliğim sırasında mahkemelerin kalemleriyle aram çok iyiydi…

2.Ağır ceza mahkemesinin müdürüyle her zaman sevgi ve saygıyla selamlaşıyordum…

Bir gün ziyaret etmek için yanına girdiğimde kâtip arkadaşım şöyle dedi;

-Abdulkadir ağabey yarın asri mezarlıkta “FETHİ KABİR” yapılacak; ilgilenirsin diye düşündüm…

Fethi kabir şu; cinayete kurban giden kişinin, ölümünün gerçek nedenini belirlenmesi için mezarının açılıp, şüpheli bölgelerdeki kemiklerinin üzerindeki darp, burkulma, kırılma, kesik, ya da kurşun izlerinin bilimsel ve teknik olarak araştırılmasıdır…

-Tamam, harika teşekkür ederim ama başka gazeteciler söyleme tamam mı?

-Söyler miyim? Sen bil istedim; akıllı insansın, dedi…

Yarın saat 10.00 da hâkim bey, cumhuriyet savcısı ve adli tabip ve diğer yetkililerden oluşan ekip buradan hareket edecek Asri Mezarlıkta olacaklar bilgin olsun…

Çok mutlu oldum, muhteşem bir istihbarat yakalamıştım…

Diğer gazetecilerin haberi olmadan bunu tek başıma başarabilirsem şahane bir haber olur diye düşündüm…

Gerçektende belirtilen saatte ve yerde orada siyah beyaz, renkli, slâyt filmlerimi taktığım makinelerimle hazırdım…

İşin ilginç yanı, mezarı açılıp cinayetin karanlıkta kalan gizeminin çözülmesi için kemikleri alınacak ceset, aynı mezarlıkta yıllardır mezar kazıcılığı yapan kişinin öz oğluydu…

Yani babası 2 yıl önce ölen, kendi elleriyle toprağa verdiği oğlunun mezarını, yine kendi elleriyle açacaktı…

Oğlunun karanlıkta kalan cinayete nasıl öldürüldüğü bilimsel olarak saptanacaktı…

Baba oğlunun mezarını kazmaya başladığında çok duygusal anlar yaşandı…

Aşağıya doğru indikçe babanın gözleri yaşardı, hem ağlıyor, hem de iki yıl önce gömdüğü oğlunun kemiklerini bulup adliyeden gelen “FETHİ KABİR” ekibine teslim etmek için çalışıyordu…

Mezarda kemiklere ulaşılınca orada bulunan herkes çok duyguluydu…

Tüm yetkililerin bile gözleri de baba gibi dolu dolu oldu…

Belki de dünya tarihinde ilk defa böyle bir olay yaşanıyordu…

Baba oğlunun kafatasını bulup avuçlarına aldığı anda ben hemen deklanşöre ardı ardına seri biçimde basıp sayısız fotoğraflar çektim…

Oğlunun kafatası elinde olan baba hem ağlıyor, hem de yetkililerin talimatlarını yerine getiriyordu…

Kemikler tamamen ortaya çıkınca, adli tabip ve görevliler aşağıya indiler…

Kafatası ile bedeni arasındaki boyun kemiklerini birer toprakların içinde bulup tıbbi torbalara doldurdular…

İş bitmiş, “FETHİ KABİR” gerçekleşmişti…

Biz ayrıldığımızda baba mezarın başına oturmuş sesli biçimde hüngür hüngür ağlıyordu…

Oraya katılan her yetkili bunu kimsenin yaşamaması için içlerinden dua ediyordu…

Bu olayı baştan sona kadar izlerken, kendimi bazen babanın, bazen de mezarından iki yıl sonra kafatası çıkartılıp adli tıp tarafından incelemeye alınan gencin yerine koydum…

Her ikisinin de yerinde olmayı hiçbir zaman istemezdim…

Dünya hangi baba evladının ölmesini ister ki?

Ya da cinayete kurban gitmesini ister ki?

Peki, mezarını yeniden açıp kafatasını çıkartıp kendi ellerine almak ister ki?

Yanıt elbette hiçbir baba bu türlü bir olayla asla karşılaşmayı istemez…

Ama hayatını mesleğine adayan hangi gazeteci böyle yürekleri parçalayan bir haberi yazıp görevini yapmayı istemez ki?

Belki de insanlık tarihinde ilk kez yaşanan böyle bir olayı ben haberleştiren tek gazeteci olmayı başarmıştım…

Adliyede o yıllarda çalışan 20 civarında gazeteciyi atlatmam büyük başarıydı…

Bu haberimde yine Milliyet Gazetesinin 2.sayfasında 5-6 büyük boyda ve renkli fotoğraflar halinde kullanıldı…

“BİR BABANIN DRAMI” diye başlık atılmıştı…

Haber güzel değerlendirildi ama hiç kimsenin başına gelmesini istemeyeceği çok acı bir olaydı…

 

SABANCILAR…

BÜFECİ ERDAL VE SEVİLAY SABANCI AŞKI…

Milliyet Gazetesinde çalıştığım yıllarda Sabancıların kızı Sevilay evlerinin karşısındaki dizi film artistleri kadar yakışıklı, mavi gözlü, beyaz tenli olan evlerinin karşısındaki büfeci Erdal’a kaçmıştı;

Erdal da gerçekten çok yakışıklı, dizi filmlerdeki delikanlılardan daha da karizmatikti…

Türkiye deki tüm gazetelerin manşet ve sürmanşet haberiydi…

Aradan iki, üç, dört, beş gün falan geçmesine karşın sevgililer bir türlü bulunamıyordu…

Polis, asker, sivil ve özel istihbarat görevlendirilmesine karşın izlerine ulaşılamıyordu…

Ne hükümet, ne partiler, ne parlamento kimsenin umurunda değildi…

Varsa yoksa Erdal ve Sevilay’ ın aşkı gazetelerde yer alıyordu…

Bu konu Türkiye’nin bir numaralı gündemi olmuştu…

İstanbul’dan gelen ve Adana daki muhabirlerde, yereller sürekli 24 saat olayın peşinden koşmalarına karşın sevgililer bulunamıyordu…

Bizim istihbarat kaynaklarımız daha da güçlü olduğu, bölgeye olan hâkimiyetimiz nedeniyle sonunda sevgililerin yerini tespit etmiştik…

Saatlerin 23’ü gösterdiği sırada izlerini Hatay Dörtyol da Erdal’ ın yakınlarının evindeydiler…

Acil olarak harekete geçtik adrese gidip sevgilileri fotoğraflamayı başarmıştım…

Sabancı ailesi bir an önce kızlarının boşanmasını istiyorlardı…

Aile o yıllarda adliyenin en politik, en başarılı, en cevval avukatı Uğur Aksöz vekil tayin etmişti…

Duruşma başladı, gazeteciler olarak davanın yıllarca süreceğini düşünüyorduk…

Bizde Sabancı Ailesiyle ilgili yaptığımız her haberi kolayca Türkiye gündemine sokabilmenin mutluluğunu yaşıyorduk…

Ama bir celsede de hâkim Tufan Alpat çifti boşadı…

Sabancı ailesinin hem isminden hem de servetinden yararlanmak amacıyla böyle bir olayı gerçekleştirdiği kararda yer almıştı…

Haber yine tüm gazetelerin birinci sayfalarında muhteşem içimde kullanılmıştı…

Yıllarca ilgileneceğimiz haber kısa sürede bitmiş ve bir iki gün gazetelerde Adana haberleri yer almış ve sonuçlanmıştı…

Türkiye nin en güçlü, en zengin, en itibarlı, dünyaca ünlü ailesinin kızının bir büfeciye kaçması gündemin bir numaralı konusu olmuştu…

“AŞK FERMAN DİNLEMEZ” ya da “ İKİ GÖNÜL BİR OLUNCA SAMANLIK SEYRAN OLUR” özdeyişleri Büfeci Erdal ve Sevilay aşkıyla bir kez daha kanıtlanmış oldu…

Hızlı başlamış, ateşli başlamış; hızlı bitmişti ve sevgililer birbirinden ayrıldıkları için de soğumuştu...

 

BEHLÜL AYŞE ABLANIN

MUHTEŞEM İSTİHBARATI

Adliyede gazeteci olarak görev yaptığım yıllarda ayak işlerine bakan biraz da behlül odacı Ayşe Abla diye hitap ettiğimiz bir hanımefendi sürekli koridorlarda dolaşırdı…

Gazeteciler ve diğer insanlar pek önemsemezdi; o herkese güler yüzlü davranırdı, selam verir ama çoğunluk onunla konuşmak istemezdi…

Ben her karşılaşmamda saygıyla davranır halini hatırını daima sorardım…

O da bana karşı çok saygılı davranırdı…

Bir öğle tatili öncesinde adliye çalışanları dinlenmek için yavaş yavaş dışarı çıkıyorlardı…

Gazeteci arkadaşlarım da personel nasıl olsa öğle tatiline gidiyor…

Bu saatte burada başka haber olmaz diye düşünüyorlardı ve onlarda koridorları terk etmişti…

Ayşe abla uzaktan bana işaret etti, hemen yanına gittim;

-Buyur abla, ne var dedim…

-Diğer gazeteciler duymasın, biraz önce Cumhuriyet Savcısı bir çocuğu annesinden alıp babasına teslim edecek…

Üst kattaki koridorun sonunda…(kendine değer vermeyenlerden, böylece bir türlü intikam alıyordu sanki…)

-Çok teşekkür ederim, biliyorum abla…

Adliyeyi terk etmeye devam eden bir iki gazeteci arkadaşım vardı…

Onlarında gitmesini bekledim hemen üst kattaki Cumhuriyet Savcısının olduğu yere gittim…

Koridor sakindi ortalık sessizdi, ama görevliler işlem yapılıyordu, birkaç kişi bekleşiyor, çocukta annesinin elinden tutmuş olacaklardan habersiz sakince simidini yiyordu…

Resmi işlemler bitip, Cumhuriyet Savcısı talimatı verince birkaç sivil polis ve normal polis hemen çocuğu annesinin elinden ayırmaya girişti…

Kadın ise elleriyle çocuğuna öyle güçlü sarılmıştı ki asla bırakmıyor, bir yandan da feryat figan ortalığı yıkıyordu…

Çocuğu bir yandan görevliler bir yandan anne çekiyor;  baba ise çocuğun anneden alınmasını ve kendine verilmesini bekliyordu…

Bir anne ve çocuk arasındaki ayırsalar bile asla kopartılamayacak olan bağı o sahnede gördüm…

Anne çocuğunu ölümü pahasına asla bırakmıyordu…

Yaklaşık 15-20 dakikalık çekiştirme, feryat figanın devam ettiği sürede kadın defalarca kendini yerlerden yere atıyordu…

-Çocuğuuuuuuuuummmmmmmm…  Öldürüüüüünnnnn beniiiiiiiiiiiiiiiiiiii… Onu benden ayırmayııııınnnn… O beni istiyoooooor…

Babası olacak adamıııı istemiyooooorrrr…

Ama kadın kendini yerlere atıyor, sürükleniyor, debeleniyor, çocuğunu bırakmıyordu…

Sayısız siyah beyaz, renkli, slâyt fotoğraf çekmiştim…

Yaşanan o aile faciası beni çok üzmüştü…

Ama ben de görevimi tespit etmek ve haberimi çalıştığım kuruma iletmek zorundaydım…

Kadının o hareketleri, evladından ayrılması, feryat etmesini tüm hücrelerimde acı şekilde hissettim…

Ama yasalar ne derse herkes ona uymak zorundaydı…

Doğru olanı da buydu; koşullar ne olursa olsun hiçbir annenin çocuğundan vazgeçmeyeceğini, gerekirse ölümü göze alabileceğini, orada kadının kendini defalarca yere atıp parçalamasında bir kez daha gördüm…

Bana ödül getiren bu haberim de Milliyet gazetesinde çok geniş biçimde fotoroman gibi büyük boyutlarda yayınlandı…

Her sahnesine tanık olduğum o olaydaki ne annenin, ne babanın, ne de çocuğun yerinde olmayı asla istemezdim…

Anılarımı yazarken bile hala gözlerim nemleniyor…

 

AVUKAT ANILARI…

Gazetecilikte şöyle bir deyim vardır;

-ADLİYE MUHABİRLİĞİNDEN GELMEYEN GAZETECİ MESLEKTE BAŞARILI OLAMAZ…

Gerçekten mesleğin en zor, en tehlikeli, her an saldırıya, yaralanmaya, dövülmeye en açık ama en renkli-vurucu haberlerin ve konuların olduğu bir alandır adliye…

O yıllarda adliyedeki her türlü duruşmalar gazetecilere sonuna kadar açıktı…

İstediğimiz her salona girip, istediğimiz fotoğrafı çekiyorduk…

Hâkimler, mübaşirler ve kalemdeki görevliler bize sürekli yardımcı oluyordu…

1.Ağır Ceza Hâkimi Ali Kilisli gazetecilerle çok iyi geçinen, ama mesleğini de hakkıyla yapan bir hukukçuydu…

Bazen makamında bize çay ikram ederdi…

Boyu küçük ama Adana adliyesinin en güçlü hâkimiydi…

Diğer ağır cezalardaki hâkimler de çok değerliydi…

Ama biz gazeteciler Ali Kilisli hâkimi çok severdik; onunla çok kolay iletişim kurardık…

En ağır cezalar onun yargıladığı suçlulardan çıkardı…

Fotoğraf çekmemiz serbest olduğu için “ADLİYE VE İNSAN” isimli sergimde yer alan yapıtlarımı en çok o salonda çekmiştim…

Bir duruşmada karar açıklanınca taraflar birbirine girdi, normal koridordan 4-5 basamak aşağıda olan duruşma salonundan, fotoğrafları çektiğim için benim üstümü yığıldılar, öldürmek istiyorlar ve çıkartmıyorlardı…

Ne kadar suçlu yakını varsa üstüne saldırdılar, makinemi aldılar…

O günlerin ünlü avukatı Nizar Savaş inanılmaz bir komutan gibi bağırdı;

-Ne yapıyorsunuz? Bırakın Gazeteciyi… Hemen makinesini verin…

Galiba suçlu taraftarları galiba az önce cezayı veren hâkim Ali Kilisli olduğunu sanmış olmalılar ki;

Hemen üzerinden çekildiler, makinemi de verip terk ettiler…

Hem Hürriyet, hem de milliyet gazetelerinde çalıştığım yıllarda adliye muhabirliğini zevkle yaptım…

Avukatlar en büyük yardımcılarımızdı her türlü bilgileri bize duruşma önceleri ve sonrası da en detaylı şekilde verirlerdi…

Adliye muhteşem bir sahneydi…

Oradaki aktörler halkla iletişim halinde olan avukatlardı…

Onları daha yakından tanıyabilmek için yaklaşık 40 avukatın bürolarına gidip unutamadıkları anılarını teybime kayıt edip o dönemde Ekspres Gazetesinde yayınlamıştım…

Önce hâkim olarak Diyarbakır da görevde başlayan, emekli olunca da avukatlığa geçen bir ağabey şöyle dedi;

-Bir gün kent sokaklarında dolaşırken, boyunun yarısı kadar kocaman bir palayla dolaşan vatandaşı ilk defa gördüm… Belli ki o palayla hemen suç işleyebilir diye düşündüm…

Hemen karşıma getirdiler adamı tutukladım;

Daha sonraki günlerde Diyarbakır karpuzunu bu palayla kestiklerini anladım…

Yani yasal olarak taşınabileceğini öğrenince adamı tahliye etmiştim…

Avukatların en güçlüsü de Saim İnan dı, bir dönem İl Milli Eğitim Müdürlüğü de yapmış bilge bir insandı…

Muhteşem hatipti, her avukatın savunmasını hâkim sonuna kadar dinlemezdi…

Sami Amca konuşmaya başlayınca ister 15- ister 20 dakika olsun hâkim sonuna kadar sözünü kesmeden dinlerdi…

Yaşı ileri olduğu için duruşma salonunda savunma sırası gelinceye kadar bazen hafifçe uyurdu…

Bende onun bu halinin fotoğrafını çekmiştim; “ADLİYE VE İNSAN” sergimde en çok ilgi çeken çalışmam olmuştu…

Bu arada;

Karakollarda işlemleri yapılan suçluların adliyede getirildikleri ilk bölüm SUÇUSTÜ SAVCILIĞIDIR…

Olay o gün, ya da bir önceki olmuştur,  yenidir, tazedir, kavga eden taraflar tutuklama kararı çıkınca hemen orada birbirlerine saldırırlar…

Kimseye olmasa fotoğraf çeken gazeteciler saldırır…

Suçlular tutuklanmak üzere adliyenin tatile girdiği, ortalığın sakin olduğu zamanlarda SUÇÜSTÜ SAVCILIĞINA getirilirler…

Yine böyle bir gün, taraflar birbirlerine girdiler…

Ama fotoğraflarının çekilmesini istemiyorlardı, flaşlar patlayınca bu kez gözlerine kestikleri gazeteci bir arkadaşa saldırdılar…

Sayıları o kadar çoktu ki, gazeteci kendini savunamayacak durumdaydı, polislerin de gözü önünde resmen dayak yiyordu…

Diğer gazeteci arkadaşların hepsi çantalarını yere bırakıp, kollarını sıvayıp arkadaşımıza saldıranlara saldırmaya başladılar…

Ortalık tam Yeşilçam filmlerde görülen sahneye dönmüştü…

Sadece ben çantamı yere koymadan o kavgayı fotoğraflamayı sürdürüyordum…

Polisler müdahale etti, ortalık sakinleşince gazeteci arkadaşlarım bu kez bana sitem etmeye başladılar;

-Biz hepimiz kavgaya girdik, Abdulkadir sen neden girmedin?

-Yahu arkadaşlar bizim görevimiz olayları fotoğraflayıp gazetede haber hazırlamak değil mi? 

Burada 10 gazeteci arkadaşımızın suçlu yakınlarıyla kavga etmesi bana göre en güzel bir haberdir…

Benimde o kavgaya girmekten daha da önemli görevim ise olayı fotoğraflamaktı…

Biraz sitem ettiler, ama sonunda benim yaptığımın gerçek bir gazetecilik davranışı olduğuna karar verdiler…

Aradan zaman geçince her şey yoluna girdi…

Hazırladığım haberim ve çektiğim kareler ertesi gün çalıştığım gazete sayfalarında yer aldı…

Gazeteciliğe ölçü olarak gösterilen şöyle bir ola geçen yıllarda Japonya televizyonunda gerçekleşmişti…

Stüdyoda konuk olan kişiye dışarıdan gelen 2-3 kişi saldırmaya başlıyor…

Canlı yayında konuğu iyice bir dövüyorlar, adamın her tarafı kırık, kanlar içinde…

Ama kameraman kılını kıpırdatmadan yayınını sürdürüyor…

Olay mahkemeye intikal ediyor, konuk TV’ deki canlı yayın kameramanı müdahale etmeği, kendini kurtarmaya çalışmadığı için davacı oluyor…

Mahkemenin verdiği karar aynen şöyle; kameramanın görevi olayı yansıtmaktır; suçlu değildir…

O yıllarda bu mahkeme kararı gazeteciler arasında bazı olaylarda emsal olarak gösteriliyordu…

 

 

GENEL MÜDÜRÜN RİCASI…

“ABDULKADİR SEN BİZİM YAVRUMUZSUN

YUVANA DÖN”

O yıllarda Hürriyet Haber Ajansı Genel Müdür olan Hasan Yılmaer benimle görüşmek için özel olarak Adana’ ya iki kez geldi…

Hürriyetin Ceyhan yolu üzerindeki Matbaasının bahçesinde iki üç kez buluşup uzun süreler görüştük;

-Abdulkadir sen bizim evladımızsın, bizden yetiştin, yavrum yuvana geri dön, diye ısrar ediyordu…

Ben de Hürriyetin Adana bürosunda çalışmayacağımı, o kişiyle farklı olduğumuzu söylüyordum…

Genel Müdür Hasan Yılmaer,

-Gel seni o zaman İstanbul Hürriyet’e alalım deyince, bir süre düşündükten sonra kabul ettim…

Anadolu da çalışan her muhabirin en büyük hayalidir İstanbul’da çalışmak…

Bab-ı âli de Hürriyet Gazetesinde göreve başladım…

 

İSTANBUL BAB-ALİ’DE

ÇALIŞMAYA BAŞLADIM…

Hürriyet Haber Ajansı Adana Bürosundan ayrılıp milliyet gazetesinde bir yıla yakın çalıştım…

Hürriyet Haber Ajansının o yıllardaki Genel Müdürü Hasan Yılmaer benim için iki kez Adana ya geldi…

Ceyhan yolundaki Hürriyet matbaasının bahçesinde buluşup konuştuğumuz şekilde İstanbul’da çalışmaya karar verdim…

Artık en büyük idealime kavuşarak Hürriyet muhabiri olmuştum…

Çünkü Hürriyet Haber Ajansındaki muhabirler kurumda daima ikinci sınıf gazeteci sayılıyordu…

Ama Hürriyetin muhabiri olmak daha yüksek bir kariyeri temsil ediyordu…

Milliyet Gazetesi Bölge Müdürü Muzaffer Bal, Haber şefi Orhan Apaydın ve diğer çalışanlar benim için büyük saatteki Gaziantepliler lokantasında veda yemeği de düzenlediler…

Hürriyet Adana Matbaa müdürü olan ve burnundan kıl aldırmayan, herkese tepeden bakan İskender Ayvalık uçak biletimi getirip bana teslim etmişti…

Genel müdür Hasan Yılmaer’le yaptığımız konuşmaya göre;

İstanbul da yaşadığım ve Hürriyet Gazetesinde çalıştığım sürece ev kiram verilecek, yemek paramda ödenecekti…

Her şey ruhuna uygun şekilde ilerliyordu…

Hürriyetin üst düzey yöneticilerden Seçkin Türesay müdürle görüştüğümde;

-Efendim, ben savaş muhabirliği yapmak istiyorum…

Şu anda İran Irak savaşı var oraya muhabir olarak gidebilir miyim?

Yüzüme bakıp, gülümseyerek, neden olmasın, demişti…

İstanbul da Hürriyet matbaa binasının başka bir ek binasında bana kalacak yer temin edildi…

Gazetede zaten sürekli yemek servisi yapılıyordu…

İlk haber takibim de İngiltere’nin Londra Belediye Başkanı olmuştu…

Sör unvanlı, iki avucunun toplamından daha büyük altın yaldızlı olan kocaman bir krallık madalyasını göğsünde taşıyordu…

Diğer gazetecilerle birlikte onu izlemeye başladım…

O yıllardaki İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan “HALİÇİN SUYU GÖZLERİM GİBİ MAVİ OLACAK” diyordu…

Londra Belediye Başkanı haliç suyunu temizle çalışmalarını görmeye gelmişti…

Yer düzeyinden 20 metre aşağıda yapılan kazı çalışmaları ve künklerle kirli su Marmara Denizine deşarj edilecekti…

Londra Belediye Başkanı tünele girince 20-30 gazeteci aşağıya onunla inmeden çıkmasını beklemeye başladı…

Ben başkanla tünelin sonuna kadar 200 metreden fazla gidip fotoğraflarını çektim…

Ertesi gün Hürriyetin birinci sayfasında benim imzamla yayınlanmıştı…

Sonra turistlerle ilgili, çeşitli haberler hazırlamayı devam ettim…

Dikkatimi çeken, şaşırdığım konu şuydu;

Hürriyetin Haber Müdürü olan Uğur Cebeci’ her sabah çalışanlarla toplantı yapıyordu…

İlginç yanı şuydu o öksürdüğünde ya da;

-Öhö, dediğinde, toplantıdakilerin tamamı Uğur Bey ne güzel öksürdünüz, çok yaşayın…

Başka birisi;

-Kravatınızın rengi bu güne kadar gördüklerimin en güzel ve en muhteşemi inanın bana, diyordu...

Başka birisi;

-Bu gün çok sağlıklı, neşeli görünüyorsunuz, şahanesiniz, diyordu…

-Sizin gibi bir müdürle çalışmak benim için mucize diyenler de vardı…

Yani yağcılıkların sayısı yoktu; çok ilginç gelmişti, böyle olaylarla karşılaşınca şaşkınlığım daha da artıyordu…

Bu türlü yapaylığı, yağcılığı sevmemem yüzünden şaşırıp kalıyordum…

Her şeyi çok yapay buldum ve üzüldüm..

Anneciğimin ise her gün daha sık telefonla arıyordu…

-Gel oğlum Adana ya geri dön… Şurada benim kaç günlük ömrüm kaldı? Diyordu…

Bir sabah erkenden gazeteye geldim, Uğur Cebeci’ nin masasının üstüne şöyle bir mektup bıraktım;

-İstanbul’a iyi bakın… Arada görmeye geleceğim… Saygılar selamlar…

 

ÜLKEME BİR DOKTOR KAZANDIRDIM…

Milliyet Gazetesi Adana Bürosunda başarıyla çalıştığım yıllarda, şefim Orhan Apaydın bir adamla, yanındaki delikanlıyı haberlerini hazırlamam için yanıma gönderdi…

Adam öğretmenmiş, isminin de Mustafa Toprak olduğunu öğrendim…  

(Hala da arada telefonla görüşürüz… Tıp Fakültesindeki öğrenci ise Hüseyin Avan’dı)

Kadirlinin bir köyündeki ilkokul müdürü olduğunu söyleyip kendini tanıttı…

Yanındaki kişinin de, Diyarbakır Tıp Fakültesi ikinci sınıfında okuyan öğrencisi olduğunu söyledi ve ekledi;

-Abdulkadir Bey bu öğrencimin babası çok fakir…

Her ay bir keçisini satıp tıp fakültesinde okuyan oğluna parasını gönderiyordu…

Artık satacağı keçisi kalmadı…

Tıp Fakültesi 2.sınıf öğrencisini okuldan almak zorunda; haberimizi hazırlayarak yardım edin, dedi…

-Hocam olur mu öyle şey, haberini hazırlamak önemli değil dedim…

Tıp Fakültesi ikinci sınıfındaki bir öğrenci okuldan alınır mı?

Ben bu işi haberi hazırlamadan da çözeceğim diye hemen telefona sarıldım…

O yıllarda çok samimi görüştüğüm, Adana Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu Başkanı M.Ali Dağtaş’ı arayıp durumu acil şekilde anlattım…

O da bu durumun kabul edilemeyeceğini, öğrencinin mutlaka okula devam etmesi gerektiğini söyledi…

Hemen yanına gelmemizi söyledi…

Okul müdürü, öğrenciyle birlikte üçümüz yanına koşarak gittik…

O da ünlü bir iş adamını arayıp, bizimle buluşturmak için yanına çağırmış…

Çok güzel bir buluşma oldu, iş adamı tıp fakültesi 2.sınıf öğrencisine şöyle dedi;

-Oğlum, sen gönül rahatlığıyla okuluna git, yeme, içme, kitapların vs, ne varsa, doktor oluncaya kadar tüm masraflarını ben üsleniyorum, dedi…

Hepimiz derin bir nefes aldık çok mutlu olduk, şahane bir iş başarmıştık… Memlekete bir doktor armağan ediyorduk…

Çocuk tıp fakültesine devam etti, doktor oldu, ülkemizin çeşitli yerlerinde görev yaptı…

Şu anda emekli bile oldu;

Ama ülkemize doktor kazandırmış olmanın büyük mutluğunda payımın olmasının güzelliğini hala yaşıyorum…

EFSANE GAZETECİ EROL ERK’Lİ YILLARIM…

EFSANE GAZETECİ

EROL ERK’Lİ YILLARIM…

Adananın bir dönem en gözü kara, en radikal, gözünü daldan budaktan esirgemeyen, en cesur, bazılarına göre de efsane gazetecisi Erol Erk’ ti…

Derin devlet kurumları başta olmak üzere, eğlence dünyası ve yer altı babalarıyla sürekli iletişim halindeydi…

Çok güçlü bir istihbarat kaynağına sahipti…

Elinden uçan ve kaçan kurtulmazdı denir ya işte öyle birisiydi…

Tüm politikacıların çekindiği, önünde saygıyla ceket iliklediği EROL ERK Yeni güney Haber isimli bir gazete çıkarmaya hazırlanıyordu…

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinden yayın yapan BAYRAK RADYOSU ’nda gün boyu ve reklamı aralıksız sürüyordu…

İş adamları, politikacılar başta olmak üzere, herkes Erol Erk’ ten çekindiği için elleri yüreklerinde, diken üstünde birazda korkuyla bekliyordu…

Bende o sıralar işsizdim…

Beni bulunca şöyle dedi;

-Abdulkadir’ciğim, seni fotoğraflarına haberlerine vurgunum, gel yeni gazetemde birlikte çalışalım, dedi…

-Tamam, maaşım ne kadar olacak diye sordum,

-İstanbul’da sana kaç lira veriyorlarsa aynısını burada ben vereceğim söz, dedi…

Söz verdiği maaşımı sadece bir defa o da tuvalette diğer çalışanlardan gizli olarak verdi…

5 yıllık çalışmamızda maaş yarım, üçte bir oranında, bazen hiç vermedi…

Bana kariyer sağlayacağını söyleyerek gazetede sorumlu yazı işleri müdürü yaptı…

Her gün attığı iftira, hakaret dolu başlıklarla sorumlu yazı işleri müdürü olduğum için 27 davadan 10 yıl boyunca yargılandım…

Bu anılarımı yazdığım 2021 yılında, yani bu günkü paralarla toplam 500 milyar liralık tazminat, 500 yıla kadar hapis cezasıyla yargılandım…

10 yıllık dava sürecinde hayattan korktum; cebimde 10 lira yok, bir firma 500 milyon liralık dava açmış…

Evlenmememin temel nedenlerinden biride itiraf ediyorum budur…

Elin kızını dul, çocuklarımı neden öksüz-yetim bırakayım ki diye kendimle hesaplaştım…

Evlilikten o yıllarda vazgeçmiştim…

Erol Erk zaten yokları oynuyordu, hüküm giysem benim de ödemem mümkün değildi…

Kozan Yolundaki eski cezaevi civarından geçerken korkuyordum…

Hayatım burada sona erecek, artık benim için yarın yok, önümü göremiyorum diye düşünüyordum…

10 yıl süren davalarda güçlü avukatlarımız, gazetecilerin hayatını ve durumunu bilen Cumhuriyet Savcıları ve bilge hâkimler sayesinde hepsinden beraat ettim…

Ama hayatımda silinmez izler, silinmek endişeler ve korkular bırakmıştı…

Gazeteden ayrılırken de altı aylık maaşımı, 5 yıllık vergi iadem, tazminatımı da ödemedi…

Basın İlan Kurumu Müdürü Neşet Beye durumu ilettiğimde;

-Merak etme Abdulkadir ben buradaki ilan parasından keser sana veririm, dedi…

Ama akşam eve gittiğimde, birlikte çalıştığı bazı çakallarıyla telefonla beni ev telefonumla 24 saat sürekli tehdit ettirdi…

Paramı da asla ödemedi ve sonunda da görme yeteneğini yitirdi…

 

ADANA BAB-I ÂLİSİ VE EROL ERK’İN CENAZE TÖRENİ…

Mesleğe başladığım ilk yıllarda bu işi hakkıyla yapan büyüklerimizden biri şöyle demişti;

“EVLADIM GAZETECİ İNSAN ARŞİVCİDİR”

Bu sözün ne kadar değerli, önemli, gerçek olduğunu yaptığım her haberde, çektiğim her fotoğrafta somut biçimde görmüştüm…

Bir gün önce konuşup, fotoğrafını çektiğim, haberini yaptığım kişi ertesi gün şak diye ölmüştü…

Ama bende fotoğrafları vardı, ya da gazetede yazdığım haberleri o kişiyi anlatıyordu…

Ya da geçen yıl olan trafik kazasındaki fotoğraflarını isteyen şefime çıkartıp hemen veriyordum…

Ya da tutuksuz yargılanırken beraat edeceğini düşündüğü sırada duruşmada fotoğrafını çektiğim sanık ertesi duruşmada gün yüzü görmemek üzere ömür boyu hapse mahkûm ediliyordu…

Ama “ÂLİM UNUTUR KALEM UNUTMAZ” sözü de burada bir kez daha gerçekleşiyordu…

Arşive dönüp o konu ve kişilerle ilgili bilgeler bana geçmişi ve olayları hatırlatıyordu…

Birde gazetecilikte örnek gösterilen büyüklerimiz gün gelip hayata veda ediyorlardı…

Çukurova Gazeteciler Cemiyetinin Atatürk Caddesindeki binasının önünde tüm meslektaşlarımız sonsuzluğa uğurluyorduk…

Yani hayat isimli bu sahnede her insan bir varmış, bir yokmuş oluyordu…

Oysa bu kişiler, toplumun önünde olan, olayları gözleyen yaşadığı kente ve ülkeye tanıklık eden, çağına şekil veren akıllı insanlardı…

Hayatı ve olayları gözledikçe hem fotoğraf arşivi yapmaya, hem de çağımdaki tekniği kullanarak seslerini kayıt etmeye karar verdim…

İşte “ ADANA BAB-I ÂLİSİ” söyleşi fikrim böylece ortaya çıkmıştı…

Bizden önceki meslek büyüklerimizle sohbet ediyor, yaşadıkları ama unutamadıkları anılarını anlatmalarını teybime istiyordum, sonra da fotoğraflarını çekiyordum…

Bu programımda 30’a yakın meslek büyüğümle konuştum, söyleşilerim o yıllarda çalıştığım EKSPRES gazetesinde günlük olarak yayınlandı…

(O yıllarda halen hayatta olan İstanbul da yaşayan Taha Toros ve Adana da yıllarca Milliyet Gazetesi temsilciliği yapan Alâeddin Kutlu’ya telefonla ulaştım ama söyleşiyi kabul etmediler…)

Ama Adana medyasının en cesur, en gözü kara, tuttuğunu kopartan, hiçbir şeyden korkmayan, “EFSANE GAZETECİ” diye anılan Erol Erk’i en sona bırakmıştım…

O yıllarda sağlıklı ve mutu biçimde evinde yaşıyordu…

Telefonla görüştük, söyleşimi kabul etti; iki kez teybimi ve fotoğraf makinemi olarak evinde söyleşi yaptık…

Bir gün gittiğimde güler yüzle, kibarca, gayet nazik şekilde;

-ABDULKADİRCİĞİM, SÖYLEŞİYİ BURADA KESELİM, BEN İLERİDE ANILARIM KENDİM YAZACAĞIM, deyince saygı duydum vazgeçmiştim…

Ama ilk iki saatlik konuşmasını kayıtlarını da silmemiştim…

Aradan çok uzun olmayan birkaç ay geçmişti ki, Erol Erk görme yeteneğini yitirmiş, Ortadoğu Hastanesinde tedavi ediliyordu… Küçük kardeşi Erhan Erk aradı;

-Ağabeyim morali çok bozuk…

Doktor bir şeylerle uğraşması lazım, yoksa daha da kötü olur dedi…

Mümkünse o söyleşiye devam edebilir misin? Kendide istiyor, deyince…

-Memnuniyetle ağabey, dedim ve kaldığımız yerden ses kaydını yapmayı sürdürdüm…

Beyazevler Semtindeki evine aralıksız olarak 20 defa gittim, teybimi açıp anılarını anlatmaya devam etti…

Çünkü Adana da Erol Erk’i söyleşime ilave etmeseydim, bu söyleşi serim, tarihi çalışmam eksik kalırdı…

Sonunda çalıştığım gazetelerde yayınlandı…

Birlikte çalıştığımız yıllarda 6 aylık maaşım, 5 yıllık vergi iademi ödemeyen Erol Erk’e, üstelik beni telefonla tehdit bile ettiren kişiye en büyük fedakârlığı yaptığımı düşünen, meslektaşlarımda;

-ABİ SEN GÖNLÜ NE KADAR GENİŞ VE CÖMERT BİR İNSANSIN, demiş ve hayret etmişlerdi…

Ölümünden birkaç gün önce yoğun bakımda kaldığı bu günkü adı ÖZEL ADANA HASTANESİ’ yoğun bakımında, anılarının kitap olmasını sağlayan, Sarıçam Belediye Başkanı Sayın Bilal Uludağ ile birlikte kendisine ulaştırdım…

Zaten birkaç gün sonra da hayata veda etmişti;

İstanbul da yaşayan ve Çukurova Gazeteciler Cemiyeti önündeki cenaze törenine katılan oğlu Gürsel Erk, törenin ortasında herkesin gözü önünde gelip, beni alnımdan öperek babasının hayatını kitaplaştırdığım için bana teşekkür etmişti…

Bu da sahnede Adana medya tarihindeki ilk ve en somut olaydı…

(20 saati aşkın ses kayıtları da arşivimi bağışladığım Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesindedir)

“SEN GÖNLÜ NE KADAR BOL İNSANSIN”

Erol Erk görme yeteneğini tamamen yitirince moral falan kalmamıştı elbette…

Kardeşi Erhan Erk beni aradı;

-Ağabey yarım kalan anılarını sana anlatmak istiyor…

Doktor da bir şeylerle ilgilenmesi lazım yoksa sağılığını tamamen yitirir demişti…

Eşi 18 yıl bebekler gibi baktı…

O dönemde, ez az 20 defa evine gittim…

Anılarını anlattı teybime kayıt ettim, sonra oturup daktilo ettim…

(Burada bir gerçeği de anlatmam gerekiyor… Eşi ve çocukları saatler süren söyleşilerimiz sırasında bir bardak çay ya da kahve ikram etmemişlerdi…

Üzüldüm mü? Hayır… Ben gazeteci olarak sesleri kayıt edip söyleşimi gerçekleştirmiştim)

 “TEK KİŞİLİK GAZETECİLİK OKULU EROL ERK” isimli kitabını, Sarıçam belediyesinin katkısıyla yayınlamayı başardım…

Ölümünden dört beş gün önce de kitabını Adana Özel Hastanesindeki Yoğun Bakım odasına başkanla birlikte götürüp armağan ettim…

Çok mutlu olduğunu, son konuşması oldu ve şöyle dedi;

-Abdulkadir en vefalı gazeteci sensin… Teşekkür ederim…

Zaten kısa süre sonra da hayata veda etti zaten…

Erol Erk’le olan durumumu bilen gazeteci arkadaşlarım;

“ABDULKADİR SEN GÖNLÜ NE KADAR ZENGİN BİR İNSANSIN” diye onun yaptıklarına karşı benim erdemli davranışlarımı takdir etmişlerdi…

Medya mesleğim sırasında en yakınında bulunup, izlediğim, her şeyiyle paraya odaklı yaşayan ilginç bir kişilikti…

Hatta benim Erol Erk’le çalışacağımı duyanlar;

-Sakın çalışma lekelenirsin diye defalarca uyarıda bulundular…

Ben kendime güvendiğimi, hiçbir kişi ya da kurumun beni lekeleyemeyeceğine inandığımı defalarca söyledim…

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü olarak yıllarca yargılandım, çok büyük acılar çektim ama asla lekelenmedim…

Ömrünü bu mesleğe adamış medya mensupları arasında belki de adı tehdit, şantaj, üçkâğıt gibi olumsuzluklara karışmadan yaşayan iki kişiden biriyim…

Olayın başka bir boyutuna gelince; yaşadığım bu haksızlıklar, bencillikler, insanların kişisel hırsları ve hakkımın yenilmesi karşısında kendime şöyle bir söz vermiştim;

-Gazetecilik mesleğime aşığım, hiçbir engel, entrika, hakkımın ödenmemesi gibi ilkel, kasıtlı, bilinçli davranışlar beni bir saniye bile yıldırmayacak ve de yıldıramayacak… Çocukluğumdan beri hayalini kurup, başarıyla sürdürdüğüm görevimi gittiği son noktaya kadar taşıyacağım; her meslektaşım için onur belgesi olan sürekli kartı mutlaka alıp ömür boyu taşıyacağım… Bu inançla medya mensubu olarak yoluma aralıksız devam ettim… Her şeye rağmen bu günlere kadar getirmeyi başardım… Yaşadığım sürece de okumaya, düşünmeye, yorumlayıp yazmaya devam edeceğim…

 

 

 

 

HEP ÖZGÜRLÜĞÜ SEÇTİM…

TRT ŞANSIMI BİLEREK-İSTEYEREK

KULLANMADIM…

TRT Çukurova Radyosunun stüdyoları Mersin de; Haber Merkezinin ise Adana’dadır…

1989 yıllarda bir ara işsiz kaldım;

Ama Hürriyet, Milliyet gazetelerdeki başarılarım herkesçe yakından izlenip biliniyordu…

TRT Haber Merkezi Bölge müdürü Gürses Vargül bir gün beni telefonla aradı;

-Abdulkadir yarın Adana ya TRT genel müdür yardımcısı geliyor…

Seni onunla tanıştıracağım…

İstisna sözleşme ile seni TRT ye aldıracağım, dedi…

Teşekkür ettim, düşüneceğimi söyledim…

Aynı günün gecesinde de BÖLGE GAZETESİ ’ni kurmaya hazırlanan Tahsin ağabeyimin de okul arkadaşı olan Nevzat Uçak aradı;

-Abdulkadir yeni bir gazete kuruyorum…

Sen ilk sıradasın, yarın gel işe başla, bekliyorum, dedi…

Hepten şaşırdım kaldım; başarılı olunca bu türlü teklifler sıkça insanı buluyor…

Ayrıca hep böyle olur, bazen işsizlikle bunalır insan, bazen de birkaç teklif birden gelir…

Gece boyunca düşündüm, ertesi sabah oldu, ben BÖLGE GAZETESİ ni tercih ettim…

DEVLET MEMURLARI YARATICI OLAMAZ… ŞÖYLE YA DA BÖYLE YASALAR ONLARI BAĞLAR…

Bu sözü bildiğim için, özgür ve yaratıcı gazeteciliği tercih ettim…

Hayatımın muhasebesini yapınca şunu söyleyebilirim;

Bu güne kadar yapabildiğim ya da yapamadığım hiçbir şeyden asla ve kata pişmanlık duymuyorum…

Özgürlüğün bedeli olabilir mi?

Çok para kazanıp az özgürlük yerine, gerektiğinde aç yaşayarak tam özgürlükle yaratıcı düşünceli yaşayarak eserler vermeyi seçtim…

 

ŞAKİRPAŞA HAVAALANININ GÜVENLİĞİNİ TEST ETMEK İÇİN SİLAH SOKTUM…

1989 yılında Nevzat Uçak BÖLGE isimli bir gazete kurmuştu; ilk elemanı da bendim…

Daha önce Hürriyet, Milliyet, İstanbul Hürriyet gibi gazetelerde çok başarılı ve güzel işler yaptığım için benimle çalışmayı istemişti…

Öyle ilginç bir olay yaşamıştım ki bu gün bile hala hayret ederim…

Birkaç ay işsiz kaldıktan sonra, TRT Çukurova Bölge Haber Müdürü Gürses Vargül beni makamına çağırmıştı…

-Abdulkadir birkaç gün sonra TRT Genel Müdür Yardımcısı Adana ya gelecek…

Seni onunla tanıştıracağım…

İstisna sözleşmeli olarak buraya TRT’ ye alacağım, demişti…

Ben o anda net yanıt vermemiştim, verememiştim…

Aynı günün akşamı evimin telefon çaldı, bu kez Nevzat Uçak arıyordu;

-Abdulkadir, BÖLGE isimli bir gazete kurdum, birkaç gün sonra yayına başlıyorum birlikte çalışacağız; ilk elemanım da sensin, demişti…

İki arada, bir derede kalmıştım, aylarca işsizdim, aynı günde iki ayrı yerden iş teklifi gelince çok şaşırmıştım…

Tabi Devlet memurluğunun sınırlayıcı özelliğini çok yakından bildiğim için BÖLGE gazetesini, özel sektörde çalışmayı seçmiştim…

O yıllarda ne özel radyolar, ne de özel televizyonlar henüz yoktu… Gazete o yıllarda çok güzel reklam geliri elde ediyordu…

Muhteşem haberler, dizi söyleşiler hazırlıyordum…

Bir süre sonra Savaş Kara isimli bir genç arkadaşım, İskenderun’dan gazeteci olmak için gelmişti… Benimle çalışması önerildi kabul ettim…

Savaş Kara, ufak tefek, cin gibi, gazeteciliğin her numarasını öğrenmek için programlanmış, yanıp tutuşan çok istekli bir kişiydi…

Onunla neler yapabileceğimi hesapladım, iki projeyi devreye sokmaya karar verdim…

1-ŞAKİRPAŞA HAVAALANININ GÜVENLİĞİNİ test etmek için, yolcuların girdiği salona tabanca sokmaktı…

2-ULUCAMİ de Cuma günü eski elbiseler giydirip, yüzünü boyayıp, dilendirmek, kaç lira topladığını öğrenmekti…

İki operasyonda da Savaş Kara muhteşem oynadı…

Öncelikle çarşıdan gerçek görünümlü olan plastik bir tabanca satın aldık…

Şakirpaşa Havalanın da o yıllarda girişteki X-RAY cihazlarının kullanıldığı dijital sistem henüz yoktu…

Polisler elle arama yapıp, içeri alıyorlardı… Savaş çok rahat biçimde tabancayı koynuna soktu, içeri birlikte girdik…

Bekleme salonunda Savaş’ın silahını gösterirken fotoğraflarını çektim…

İçeride 15-20 dakikalık bir tur attıktan sonra tekrar aynı yöntemle çıktık, ama kimse bir şey sormadı, yoklamadı, ertesi gün BÖLGE GAZTESİNDE manşet olmuştuk…

Amacım oradaki güvenliği test etmekti…

Yaptığımız bu operasyonla güvenliğin yetersiz olduğunu kanıtlamıştım…

Oradaki Baş komiser ertesi sabah hemen görevden alınmıştı… Savunmasında da;

-Ben Abdulkadir Kaçar’ı tanıdığım için aramadım gibi basit bir ifade vermişti…

Tabi böyle bir savunma da kimseyi tatmin etmemişti, üstelik tanıdığının silah sokmayacağını nereden bilecekti ki?

Diğer tüm yolcular gibi tanıdığı olsa bile beni de mutlaka araması gerekirdi…

Kaldı ki, beni aramadığı gibi üzerinde plastik tabancayla girdiğim arkadaşımı da aramamıştı…

Yani Baş Komiser görevini yapmamıştı…

O nedenle amirlerince görevinden alınmıştı…

Haberimiz BÖLGE gazetesinde yayınlandıktan sonra hava alanına giriş çıkışlar inanılmaz şekilde sıkılaştırıldı…

Zaten bu gün X-RAY cihazından toplu iğne bile içeriye alınmıyor…

Devlet Hava Meydanları daha ciddi ve dünyaya örnek olacak bir güvenlik sistemine sahiptir…

 

ULUCAMİDEN BÜYÜK

PARA DİLENDİK…

Genç gazeteci aday adayı olan, İskenderunlu Savaş Kara bir an önce mesleğin tüm numaralarını, sırlarını öğrenmek istiyordu…

Benim yönlendirmememle de rolünü sıfır hata, yüzde yüz başarılı biçimde oynamaktan kıvanç duyuyordu…

Elde edebileceği bilgilerle en kısa zamanda İskenderun’a geri dönecek, iyi ve emsallerinden çok üstün gazeteci olacaktı…

Bunu hayal etmiş olmalı ki, söylediğim her şeyi noktası virgülüne kadar yapıyordu…

Bir Cuma günü, eski kıyafetler bulduk, bazı bölümlerini yırttık, yüzüne kundura boyası falan sürdük, biraz da eğilip, bükülerek Ulu camiden çıkan cemaate avucunu açıp;

-ALLAH RIZASI YARDIM EDİN…

-AÇIM İŞSİZİM, PARAM YOK, diyordu…

Bende bu olayı çok uzaktan teleobjektifle görüntülüyordum…

İnsanlarımız ne kadar vicdanlı, inanılmaz hayırsever, muhteşem olduklarını adım adım izliyordum…

Camiden çıkanlar Savaş’ın durumuna çok acıdıkları için ona para verme konusunda neredeyse sıraya bile girmişti…

Yaklaşık 20 dakika gibi bir sürede dilencilik numarasıyla bir işçinin bir günlük yevmiyesi tutarında para toplamıştı…

Cemaatin tamamı camiden çıkınca paraları saydık;

Savaş çok mutluydu, uzaktan çektiğim fotoğrafları da şahaneydi…

Banyo yapıp, haberini hazırlayıp hemen servise koymuştum…

“VATANDAŞIMIZIN VİCDANINI TEST ETTİK” diye çok güzel bir haber yine BÖLGE de manşet olmuştu…

Savaşla çok güzel işlere imza attık…

Daha fazla projeleri devreye sokacaktım ki, birden İskenderun’a geri dönmeye karar verdiğini öğrendim çokta üzülmüştü…

Çünkü çok heyecanlıydı, büyük gazeteci olmayı kafasına koymuştu…

Onun için Adana ya gelmişti; Savaş Kara’nın sonra Amerika’ya gittiğini öğrendim…

Orada bir inşaat firmasında kepçe operatörü olarak çalıştığını duydum… 

Daha sonra da bağlantı kuramadım…

Ama Savaş o işinde de yüzde yüz başarılı olmuştur…

Çok pozitif, güleç yüzlü, insanlara sevgi ve saygıyla yaklaşan bir kişiliği vardı…

Yaptığı işe gönlünü pozitif düşüncesini koyan, enerjisini cömertçe ve sonuna kadar harcayan iyi bir insandı…

 

ARTİST RIZA VE PATRONU AÇ BIRAKTILAR…

ARTİST RIZA AKIN VE OĞUZ BAYTOK

ÇALIŞANLARINI AÇ BIRAKTILAR…

Bir dönem yine işsiz kalmıştım…

Rıza Akın bunu duymuş, beni telefonla aradı;

-Abdulkadir nerelerdesin? Neler yapıyorsun? Hemen buraya gel, işe başla, demişti…

O yıllarda özel televizyonlar, radyolar henüz devreye girmemişti…

Adana nın en çok okunan, inanılmaz reklam geliri olan Ekspres’te çalışmaya başladım…

Tam bir sayfa bana aitti; uzun söyleşiler, DELİ YÜCEL BEY’ İN ANILARI, okurlardan gelen şikâyet mektupları vs…

Gazetenin yöneticisi bu gün TV dizilerinde oynayan Rıza Akın’dı…

Sahibi de Rıza Akın’ ın üzerinde inanılmaz etkisi olan Oğuz Baytok’tu…

Ama çalışanlara maaş falan adı altında hiç bir para vermiyorlar, aç bırakıp gazeteye giren her parayı Oğuz ve Rıza bey arasında paylaşıyordu…

Reklam müdürü İbrahim Tavşanoğlu günlük olarak tahsil edilen reklam paralarını herkesin gözü önünde tomarla getirip, doğruca Rıza Akın’a veriyordu…

Bizlerde seviniyorduk, tamam, aylardır ödenmeyen maaşlarımız artık ödenecek diye ümit ediyordu…

Rıza Akın paraları kendi cebine koyuyor, sonra da Oğuz Baytok’un yanına girip, kapıyı kapatıp paylaşıyordu…

Çalışanlara inanılmaz ama 9 ay geriden maaşının yarısını ödüyorlardı…

O yıllarda yerel gazeteler reklam ve pavyon ilanlarından inanılmaz paralar kazanıyordu…

Ama bu ikili yaklaşık 30 kişilik çalışanların hakkını, hak ettikleri maaşlarını düzenli ödemiyorlardı…

Yarısını verdiklerinde çalışanlar mutlu oluyordu…

Bazen de sanki kasıtlı olarak acı çektiriyorlardı…

İnsanları aç bırakıp ve analarından doğduklarına pişman ediyorlardı…

Her şeye rağmen ben gazetede görevimi sürdürmeye karar verdim…

Ve kendime şöyle söz verdim;

-Hiçbir güç, hiçbir haksızlık, ayak oyunları, entrika beni gazetecilik aşkımdan soğutamayacak, asla başka işlerde çalışmaya yönlendiremeyecek…

Mesleği sonuna kadar götürüp, sürekli sarı basın kartımı alacağım…

İnanılmaz parasal sıkıntılara karşın yıllarca görevimi özveriyle sürdürdüm…

Daha sonraki yıllarda Ekspres Gazetesi Şahin Esendemir tarafından satın alındı…

Artist Rıza ve Oğuz Baytok’un personeline layık gördüğü maaşlarının yarısını tam 9 ay geriden ödedikleri dönem artık sona ermişti…

Şahin Esendemir gazeteyi alıp, Yeşilevler’deki Günaydın matbaasına taşıdı…

Önce maaşları ödenmeyen çalışanlarla toplantı yaptı…

-Kimin ne kadar alacağı var, diye sordu…

Benim 9 ay geriden gelen maaşımı hesaplayıp, anında çek yazıp gidip almamı sağladı…

O nedenle kendini her gördüğümde teşekkür ettim…

O parayla gidip kendime ilk defa daktilo aldım…

Buradan medya sektörü başta olmak üzere, hangi işi yapacak olurlarsa olsunlar;

Ekonomik güçleri varsa girişimde bulunsunlar…

Çalışanların hakkı olan maaşlarını 9 ay geride ödeyeceklerse, ya da kurumun gelirlerini cebine atıp çalışanları mağdur etmesinler…

Çalışanlarının eşinden ayrılmasına, çocuklarına mahcup olmasına neden olacaklarsa bu işe soyunmasınlar…

Soyunanların da geride iyi bir isim bırakmadıkları, her zaman sitemle, kahırla, hatta bedduayla anıldıklarını akıllarında çıkartmasınlar…

Çünkü hiçbir çalışan, sırtından para kazanmalarına karşın hakkını vermeyenleri teşekkürle, sevgi, saygı, hürmetle anmıyor…

Yaşattıklarını da mutlaka yaşadıklarına defalarca tanık oldum…

Olayın başka bir boyutuna gelince; yaşadığım bu haksızlıklar, bencillikler, insanların kişisel hırsları ve hakkımın yenilmesi karşısında kendime şöyle bir söz vermiştim;

-Gazetecilik mesleğime aşığım, hiçbir engel, entrika, hakkımın ödenmemesi gibi ilkel, kasıtlı, bilinçli davranışlar beni bir saniye bile yıldırmayacak ve de yıldıramayacak… Çocukluğumdan beri hayalini kurup, başarıyla sürdürdüğüm görevimi gittiği son noktaya kadar taşıyacağım; her meslektaşım için onur belgesi olan sürekli kartı mutlaka alıp ömür boyu taşıyacağım… Bu inançla medya mensubu olarak yoluma aralıksız devam ettim… Her şeye rağmen bu günlere kadar getirmeyi başardım… Yaşadığım sürece de okumaya, düşünmeye, yorumlayıp yazmaya devam edeceğim…

ÖZGÜRLÜĞÜM HİÇ BİR ŞEYE DEĞİŞMEDİM; ÇUKUBİRLİK BASIN

DANIŞMANLIĞINI RED ETTİM…

Çukurova Tarım Satış Kooperatifleri Birliğinin en parlak yılları devam ediyordu…

Genel müdür olarak kurumun başına gelecek olan Mustafa Haşim Boyacı’ya önceden Erol Erk’i anlatmışlar; o da akıllı insan, böyle tehlikeli bir gazeteciyi yanına çekmeyi düşünmüş olmalı…

Daha işe başlamadan Erol Erk’le görüşmek ve onun safında yer almaya karar vermiş…

Erol Erk’le birlikte bu gün bir kısmı arsa, bir bölümü de AVM olan Denizlideki Çukobirlik binalarının bulunduğu yere gittik…

Göreve kısa zaman sonra başlayacak olan genel müdür;

-Bana iyi bir basın danışmanı lazım…

Siz kimi önerirsiniz?

-Benim önereceğim kişi, şu anda burada yanımdaki Abdulkadir Kaçar, dedi…

Genel müdür gözlerini bana dikti; iyice inceledi…

Uzun uzadıya vaatlerini sıraladı…

Kurumun elemanı olursam yıllık şu kadar yağ, şu kadar bez, şu kadar diğer ürünlerden alacağım anlattı…

Maaşımı kendimin belirleyebileceğimi söyledi…

Uzun düşündüm ama “EVET” sözünü söylemedim… 

Dönüşte otomobilimde Erol Erk’te düşüncesini sordum şunları anlattı…

-Abdulkadir’ciğim, iyi düşün bak orada devlet kurumunda memur olacaksın…

Özgür gazetecilik yapamazsın…

Sen akıllı ve önü açık, yarınları aydınlık olan bir gazetecisin

Ama orada hem devlet memuru damgasını yersin, hem de yaratıcılığın ölür…

Benim görüşüm senin özgür gazetecilik dalında büyük işlere imza atmandır…

Ama hangi kararı verirsen baş tacımsın…

Genel müdür henüz işe başlamadığı için on beş günlük düşünme sürem vardı…

Uzun hesaplarımın sonunda özgür gazetecilik, yaratıcı düşüncede eserler vermeye yönelik kararlar aldım…

Hiçbir kararımdan bu güne kadar pişman olmadığım gibi bundan da pişmanlığım olmadı…

Oysa dil ucuyla basın danışmanlığı teklif edilen bazı kişiler orada yıllarca çalışıp emekli olmayı başardılar…

Ama yaratıcılıkları, özgür gazeteciliklerinden eser kalmamıştı…

Erol Erk’in hayatımdaki tek belki de en doğru tek yönlendirmesiydi bu olay…

 

MAFYA İLE YAKIN TEMAS…

 

DÖNEMİN MAFYASI İNCİBABA

BENİ KORKUTMAYA ÇALIŞTI…

Hürriyet Gazetesinde çalışırken şefim Cevat Eren orta masa büyüklüğünde, en az 30 kilo ağırlığında olan telefoto cihazıyla Kahramanmaraş’a gitmemi söyledi…

-Yer altı dünyasının babası İNCİBABA ihaleye fesat karıştırma suçundan yakalanmış, dedi…

Kahramanmaraş’a gidip, oradaki muhabirimiz Şeref Turan ile buluştuk…

Birlikte Adliyeye gittiğimizde, Cumhuriyet Savcısı Mehmet Nabi İnciler’in tutuklanıp cezaevine konulduğunu söyledi…

O yıllarda Hürriyet deyince tüm kapılar açılıyordu, savcı bey beni hapishanenin fotoğrafçısı olarak içeriye girip, İncibaba’nın fotoğrafını çekme formülü üretti…

Hemen uyguladık, içeri girdim, avluya çıkarttılar kafasını ilk defa peruksuz gördüm…

Çünkü sürekli peruk takıyordu…

Kafası iki taraftan basık, yukarıya doğru 5-6 santim yükselmişti…

Fotoğraf çekmek için makineyle uğraşırken, bana ters baktı;

-Tanıdım seni, dışarı çıkınca görüşeceğiz diye parmak salladı…

Fotoğrafları basıp İstanbul’a başarılı şekilde geçtim…

Ama onun gözümün içine bakarak yaptığı tehdidi birazcık rahatsız etmişti…

Hürriyet gazetesinin birinci sayfasında İncibabanın fotoğrafı benim imzamla yayınlanmıştı…

Aradan4-5yıl geçti, Erol Erk’ in Yeni Güney Haberinde sorumlu yazı işleri müdürüydüm…

Beni acil olarak odasına çağırdı;

-Abdulkadir hemen arabanı hazırla Mersin’e gideceğiz birlikte, dedi…

Yola çıktık, benzin falan aldık, ilerlerken;

-Sen Babayı gördün mü, dedi…

-Hangi baba dedim?

-İncibabayı…

Sesimi çıkartmadım, Mersinde yine ihaleye fesat karıştırmış…

Başkan Okan Merzeci ile arasını Erol Erk’in bulmasını istemiş…

O nedenle Mersine gittik…

Mersin Otelinin önünde durdum, otomobilin her iki tarafında 5’er kişi oluştu…

Kapılarımızı açtılar, aracımızı park edeceklerini, bizim otele girmemizi istediler;

Ama ben çekiniyordum…

Otelin içine doğru ilerlerken ben Erol Erk’in arkasında biraz da uzaktan yürüyordum…

Neyse otelin en karanlık köşelerinden birinde Erol Erk’le İncibaba buluştular…

Ben yüzümü dışarıya dönük oturdum…

Bir saatten fazla Erol Erk belediye başkanı Okan Merzeci’yle telefonda konuştu…

Orada beklediğimiz zaman benim için sanki bir yıl gibi uzun geldi…

İncibaba adamlarına talimat verse;

-Bu gazeteci benim Kahramanmaraş cezaevinde fotoğrafımı çekmişti…

Dövün, vurun, öldürün dese orada beni anında linç ederlerdi…

Görüşme bitti, hızla otelden çıktık, otomobilimizi adamları getirdi, binip Adana ya döndük…

İncibaba ile Okan Merzeci Başkanın durumunu sorup öğrenmek bile istemedim…

Erol Erk bana çok zor bir olay yaşatmıştı…

Zaten Türkiye deki yer altı dünyasının tüm kabadayılarıyla Erol Erk her zaman iletişim halindeydi…

Ama benim yasadışı işlerde hiç yoktum, olmadım, olmam, olmayacağım…

Bana Erol Erk seni lekeler diyenlerin aksine alnımın akıyla mesleğimi yapmıştım…

Olayın başka bir boyutuna gelince; yaşadığım bu haksızlıklar, bencillikler, insanların kişisel hırsları ve hakkımın yenilmesi karşısında kendime şöyle bir söz vermiştim;

-Gazetecilik mesleğime aşığım, hiçbir engel, entrika, hakkımın ödenmemesi gibi ilkel, kasıtlı, bilinçli davranışlar beni bir saniye bile yıldırmayacak ve de yıldıramayacak… Çocukluğumdan beri hayalini kurup, başarıyla sürdürdüğüm görevimi gittiği son noktaya kadar taşıyacağım; her meslektaşım için onur belgesi olan sürekli kartı mutlaka alıp ömür boyu taşıyacağım… Bu inançla medya mensubu olarak yoluma aralıksız devam ettim… Her şeye rağmen bu günlere kadar getirmeyi başardım… Yaşadığım sürece de okumaya, düşünmeye, yorumlayıp yazmaya devam edeceğim…

 

GAZETECİLİKTEN TELEVİZYONCULUĞA İLK BEN GEÇTİM…

ADANA NIN İLK ÖZEL ART

TELEVİZYONU HAYATIMI KURTARDI…

Başarıyla sürdürdüğüm gazetecilikte devam hızla ediyordum; ekonomik olarak çalışanları süründürüyorlardı…

Özellikle Oğuz Baytok ve Artist Rıza’ nın yönettikleri dönemde Ekspres Gazetesinde yıllarca 9 ay geride maaş aldığım dönemleri unutamam…

1990’ lı yıllar ülkemizin özel radyo ve televizyonlarla tanıştığı dönemdi…

Adana da ilk özel televizyon olan ART(Adana Radyo Televizyonu)nu kuran, iş adamı, politikacı Mustafa Göçer ağabey ile yıllardır tanışıyorduk…

Bir gün beni işyerine davet etti;

-Abdulkadir ben televizyonu kurdum ama bu işi bilen yok…

Sen benim en yakından tanıdığım başarılı bir gazetecisin…

Gel televizyonun başına geç, kaç lira istiyorsan vereyim, dedi…

Güvendiğim, akıllı, saygılı, dürüst bir insan olduğu için hemen kabul ettim…

Zaten o yıllarda çalıştığım Toros Gazetesi de maaş ödeyemiyordu…

Benim için tam bir kurtuluş kapısı olmuştu…

5 yıl aralıksız haber müdürlüğü, yayın yönetmenliği yaptım…

Televizyondaki her türlü tüm yetki bendeydi, program akışını her gün ben belirliyordum…

Haberleri ben hazırlıyor spikerleri yönlendiriyordum…

Adana ya siyasi liderler gelmeden önce il başkanları bizi ziyaret ediyorlardı…

Liderlerinin konuk almamızı istiyorlardı…

O liderler arasında Merhum Alpaslan Türkeş, Necmettin Erbakan, Murat Karayalçın başta olmak üzere hemen tüm liderlerle saatler süren canlı yayınlar yaptım…

 

NECMETTİN ERBAKAN

“KOZAN ASILLIYIM” DEDİ…

Liderler Adana mitinge ya da parti toplantısına gelmeden önce parti il başkaları ART Televizyonundan randevu isterlerdi…

Televizyon özel olduğu için, her şey patronun isteğine bağlı ve iki dudağının arasındaydı…

Hele de bir parti liderini yeni kurulan televizyonda konuk etmek, o kuruluş için en büyük onurdu…

Bir günde yine politikacılar ziyaretimize gelmişti;

-NECMETTİN ERBAKAN hocamız geliyor, hangi saat uygun olursa canlı yayına alırsanız mutlu oluruz, derlerdi…

Adana’ya gelmeden önce Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a da yayın saati ayarlanmıştı…

Daha önceki yıllarda Sayın Erbakan hocayı Beyaz Saray Tesislerinde parti il yönetimiyle yaptığı toplantıdaki 3 saatlik bir konuşmasında dinlemiştim…

Amerikan Dolarını eline alıp, bu paradaki simgelerin neler anlattığını sahnede uzun süre ifade etmişti…

Orada hocaya hayranlığım daha da çok artmıştı…

Liderlere yakınında bulunmak, özel sohbetlerini dinleyebilmek, her insan, özellikle de biz gazeteciler için daima bulunmaz muhteşem bir fırsattır…

Adana’ nın ilk özel televizyonunda haber müdürü olarak bu şansı bir kez yakalamıştım…

Hocayı televizyonlarda her gün görüyordum…

Ama kanlı canlı yanında oturup 2 saat boyunca sorular sorup canlı yayın yapmak muhteşemdi…

Zaten soruya da fazla ihtiyacı yoktu;

Akıcı, pratik ve şiirsel Türkçesi zaten eşsizdi…

Muhteşem beyni ile aralıksız şekilde otomatik olarak memleketin her sorununu diğer parti liderlerinden farkla anlatıyordu…

Çay molası için 15 dakikalık ara verildiğinde, hoca yetkili arkadaşa işaret etti;

-O haritayı buraya getir, dedi…

Önümdeki masada Türkiye Cumhuriyeti Devletinin çok farklı bir haritasını açtı…

Her il ve ilçenin üzerinde çeşitli simgeler yer alıyordu…

Hoca gözümün içine bakarak özellikle bana izah ediyordu;

-Bakınız, beyefendi işaretli bu bölgelerin tamamı madenlerle doludur…

Allahın izniyle iktidara geldiğimizde, altın, gümüş, demir, bor vs madenlerimizi çıkartacağız…

Böylece ülkemizi ve halkımızı refaha kavuşturmak ilk işimiz olacaktır…

Program süremiz sular seller gibi akıp geçmişti;

Hocanın kanlı canlı, bedeni ve ruhuyla iki saate yakın yanında bulunmak muhteşem bir deneyimdi…

Memleket meseleleri konusunda ağzından her zaman olduğu gibi mallar akıyordu, heyecanla, dikkatle, hayranlıkla dinlemek ayrıcalığına ulaşmaktan çok mutluydum…

Program bitip vedalaştığımız sırada da son cümle olarak özelde bana şöyle dedi;

-Herkes farklı bilse de ben Kozan asıllıyım; atalarım Çukurova’ lıdır…

Hoca vedalaşıp giderken muhteşem bir liderle, onun sözlerle çizdiği güzel Türkiye’min hayalleriyle baş başa kalmış, günlerce etkisinden kurtulamamıştım…

 

TÜRKEŞ ÇOCUKSU VE SEMPATİK GÜLÜYORDU…

Adana nın ilk özel kuruluş olan Art(Adana Radyo ve Televizyonu) televizyonunda unutamadığım liderlerden birisi de Milliyetçi Hareket partisinin genel başkanı Sayın Alpaslan Türkeş’ti…

İl yöneticileri o gelmeden önce bizden randevu almışlardı…

Her zaman televizyonlardan izlediğim, bazı açık oturumlarda da, çatık kaşlı, ağır konuşan, tam bir komutan olan Sayın Türkeş’le yayın yapacağım saati heyecanla bekliyordum…

Randevu saati geldiğinde, televizyon patronları ve çalışanlar olarak ekibiyle birlikte stüdyonun kapısında karşıladık…

Ellerini saygıyla sıktık, ikramlarda bulunduk…

Son derece kibar, saygılı, tam bir beyefendiydi…

Aynı özellikleriyle gelip canlı yayın koltuğunda yerini aldı…

Canlı yayını yine ben yönetiyordum…

Soruları da sadece ben sordum…

Ülkemizin sorunlarına bakışını, MHP’ nin çözüm önerilerini yavaş, kibar, bilgece ama herkesin anlayabileceği bir güzellikte anlatıyordu…

Hayatı Türkiye’ deki zorlu olaylarla şekillenen, her türlü sorunları başarıyla geçerek günümüze kadar gelen efsane liderle canlı yayında iki saat gibi sürede yanında oturmak büyük mutluluktu…

Diğer televizyon kanalların da olduğu gibi; ekranlara yansıyan görüntüsündeki gibi ciddi, kararlı, davudi ses tonuyla konuşuyordu…

Bende bu tarihi olayın içinde bulunmaktan büyük mutluluk duyuyordum…

Her gazetecinin yaşaması gereken başarı sadece benim elde ettiğim güzel bir durumdu…

Başka bir ifadeyle Sayın Türkeş’e yakın olmanın, tanımanın ve elini sıkmanın ayrıcalıklı gazetecisi olduğum için seviniyordum…

Program arası verildiğinde, Alpaslan Türkeş gitti, yerine, sempatik şekilde gülümseyen bilge bir insan geldi…

Aman Allah’ım, onun gülüşünün bu kadar sempatikti…

Bilgece gülümsemesiyle insanlara ne kadar da pozitif mesajlar veriyordu…

Onu çok yakınında bulunup o gülümsemesini izlemekten büyük sevinç duymuştum…

Bu olaydan şunu anladım;

İnsanların bir topluma gösterdikleri yüzleri var;

Bir de çevresinde güvenip iletişim kurdukları insanlara gösterdikleri çok farklı ve samimimi yüzleri vardı…

Özellikle, hem Refah Partisi Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Hem de MHP lideri Sayın Alpaslan Türkeş’le 2 şer saatli televizyon baş başa canlı yayınlar yapan sorular soran tek gazeteci olarak bu özelliklerini çok yakından gözlemeyi başarmıştım…

Hayatımı adadığım bu meslekte ulaştığım güzel noktalardan bazılarıydı…

Her zaman mesleğimle onur duydum; bin defa dünyaya gelsem aynı medya sektöründe çalışmayı seçerdim…

 

 

MİLLETVEKİLİ TİMURÇİN SAVAŞ’IN

KÜLTÜR BAKANLIĞINA KATKIM…

O yıllarda özel televizyonlar muhteşem biçimde izleniyordu…

Her gece konuklarla canlı yayınlar yapıyordum…

O liderlerden biri de Sodep Genel Başkanı Murat Karayalçın’ dı…

İki saati aşan canlı yayında ona şöyle dedim;

-Sayın Genel Başkanım, Adana DYP ye 10 tane milletvekili verdi…

Sayın Demirel Adana’ya bir bakanlık bile bize vermedi…

Sizden bir ricada bulunacağım…

Şu kameraya bakarak, halka söz vermenizi diliyorum…

Eğer siz iktidara gelirseniz, Adana ya bir bakanlık vereceğinizi söyler misiniz?

-Söz, dedi Karayalçın… Seçimler sonunda koalisyon ortağı oldu…

Adana Milletvekili Timurçin Savaş’ı Kültür Bakanı yaptı…

Adana’ya da böyle bir katkı sunduğum için mutlu oldum…

Adana nın ilk televizyonu olarak halk bizi çok seviyordu…

Küçük bir vericiyle kenti sallıyorduk…

Daha sonraki yıllarda Mustafa Göçer, esprili şekilde;

-Abdulkadir seni çok severim, oğlum televizyonu ben kurdum, sen ünlü oldun diye düşüncelerini sevgiyle ifade etmişti…

Hala sokakta karşılaştığımızda 30-40 metreden kollarını açarak kucaklar sevgi ve saygıyla davranır…

Beni hala çok sevdiğini, saygı duyduğunu itiraf eder…

Aynı şekilde bende Göçer kardeşlere karşı sevgim saygım daima sonsuzdur…

Yıllarca birlikte çalıştık, incitme, kırma, kötü söz söyleme gibi bir olumsuzluklarını hiçbir zaman ben görmedim, diğer insanlara bakışlarında da böyle davranmadılar…

Çukurova’nın yetiştirdiği dürüst, çalışkan, işlerini saygıyla yapan güçlü bir ailedir…

 

TARİKATÇI…

MÜSLÜM GÜNDÜZ KORKUSU…

ART Televizyonunda çalıştığım yıllarda; yeni bir tür tarikat akım vardı…

Saçları omuzlarından aşağıyı bellerine kadar uzanıyordu…

Sakalları da aynı şekilde ilginçlerdi…

Ellerinde boylarından daha büyük sopalarla Türkiye de şehirleri dolaşıp, kendi propaganlarını yapıp taraftarlar toplamak için gösteri yapıyorlardı…

Ben de gazetecilikten televizyon ekranlarına geçen kişiydim…

Kimseler bu işi bilmiyordu…

O nedenle günde iki bazen üç kez çeşitli programlarla ekrana çıktığım için çok yoruluyordum…

Ayrıca klima henüz televizyonda yoktu, sadece vantilatörle serinliyorduk…

Ama sırtım isilikten pişmiş gibiydi…

Her tarafım perişan olmuştu…

Neredeyse ölecek kadar yorulup kendimi zor atmıştım ki;

Az sonra patron Gürkan Göçer telefonla aradı;

-Abdulkadir ağabey ünlü tarikat lideri Müslüm Gündüz televizyona geldi…

Onunla canlı yayına çıkmaya kimse cesaret edemiyor…

Programa senin çıkmanı istiyorum…

Acil olarak gelirsen bu işi ancak sen halledersin…

Saat 23 falandı, belki daha da geçti…

Mesleğime aşkla bağlı olduğum için koşarak tekrar geldim…

Müslüm gündüz yanındaki aynı tipteki 20-25 genç ve uzun saçlı-sakallı müridiyle beni karşıladı…

Yayın öncesi çok iddialı konuşmaya başladı;

-Ben şimdi yapacağım konuşmayla hükümeti devireceğim, bitireceğim, yok edeceğim, Türkiye’yi sallayacağım dedi…

Sakince, gayet akıllı biçimde söze girdim;

-Aman Müslümbey yapmayın, bizi bağlayan 10 binden fazla ceza yasası var…

Program sürerken polis gelip seni de beni de tutuklarlar, deyince ikna oldu…

2 saatten fazla süren program başarıyla tamamladım…

Sonraki yıllarda Müslüm Gündüz Fadime Şahin ile basıldı…

Müslüm Gündüz’ ün ve kendine eşlik eden genç tayfasının aslında bir devletin projesi olduğu anlatılmıştı…

 

 

AÇ KALAN İŞSİZ VATANDAŞI

İNTİHARDAN KURTARDIM…

ART Televizyonunda tek yetkiliydim…

Her şeyi ben programlayarak yönetiyordum…

Elimizdeki, çok küçük bir TV vericiyle, yaptığız haberler ve programlarla Adana’yı her gece sallıyorduk…

Halk TRT ve özel televizyonlardan daha çok bizi izliyordu…

Akşamüzeri haberleri yazarken bir izleyici telefonla aradı;

-Abdulkadir beyle mi görüşüyorum?

-Benim, buyurun, dedim...

-Büyük PTT nin önüne bir kameraman gönderebilir misin?

-Neden, kamerayı ne yapacaksın ki?

-Ben evliyim, iş bulamıyorum, PTT binasının üstüne çıkıp aşağıya atlayacağım…

İntihar etmemi görüntülemenizi istiyorum, dedi…

-Sen telefonu kapat hemen buraya gel söz veriyorum sana ben iş bulacağım, dedim…

Her gün 18: 00 de ”YEREL BASINDA ADANA” programımda gazeteleri okuyor ve yorumlar yapıyordum…

Canlı yayına intihar etmek isteyen kişiyi yanıma aldım şöyle dedim;

Şöyle bir anons yaptım;

-Değerli izleyiciler, bu arkadaşımız işsiz, benden kamera istedi, PTT binasının tepesinden atlayıp intihar edecekti…

Ben engel oldum sizden şimdi ricam;

Sadece bu kardeşime iş verecek kişiler telefonla arasın…

Şu anda telefonumu açıyorum dedim…

15 dakikalık canlı yayın programımda 15 ayrı iş bulundu…

O arkadaş çok mutlu oldu…

İstediği ve seçtiği işlerden birinde yıllarca çalıştı…

Şu anda hala yaşıyor…

Adana sokaklarında bazen karşılaşıyoruz, boyu kadar kızları, torunlarıyla mutlu şekilde görüyorum…

Beni görünce gülümsüyor, bazen sohbet ediyoruz…

Çok mutlu şekilde de hayatını sürdürüyor…

Medya mensubu olmanın güzelliklerinden birisi de budur…

İnsanlar arasında iyilikler yaymak, iyiliklere aracılık etmek, yardımcı olmaktır…

Bu mesleğime âşık olmamın nedenlerinden biride budur…

Her daim halkın yanında yer aldım…

Sorunlarının çözümünde karınca kararınca katkı koymaya çalıştım…

Bazen de başarılı olduğuma inandım…

 

KAMERAMANIM HAMZANIN

MİNNET TEŞEKKÜRÜ…

ART Televizyonunda günde 2-3 kez ekrana çıktığım günlerde, dört beş kameraman arkadaşımız canla başla, heyecanla görevlerini kusursuz biçimde yapıyorlardı…

Her biri de pırıl pırıl genç ve çalışma azmiyle dolu insanlardı…

Gazetecilik okulundan mezun olan genç kameraman arkadaşım için;

Patron Gürkan Göçer’e hemen sigorta yaptırmasını rica etmiştim…

Diğer çalışanlar gibi onu da hemen sigorta yaptırmıştı…

Hamza kardeşimin sigortasını kontrol etmek için SSK Hastanesine sevk kâğıdı alarak götürmüştüm…

Sigortalılığı resmi olarak kanıtlanmış, rahatlamıştık…

Aradan yıllar geçti, Hamza memleketi olan Mersin’e döndü…

Anılarımı yazmaya başladığım bu günlerde yaptığımız telefon konuşmamızda emekli olduğunu söyledi…

Nasıl olduğunu sorduğumda da;

-Ağabey senin önerin, Gürkan Göçer’ in sigortalı yapmasıyla primlerimi doldurup emekli olmayı başardım…

Binlerce, ama binlerce kez teşekkür etti…

İnsanın bazen küçük bir yardımı, böyle güzel ve ömür boyu mutluluk verecek sonuçları ortaya çıkartıyor…

Hamza şu anda Mersin de ailesiyle mutlu şekilde hayatına devam ediyor…

 

GENÇ PATRONUM HACI SABANCIYLA BENİ

ÖLÜMDEN KURTARDI...

Adana’ nın ilk özel televizyonu olan ART’ de tek yetkiliydim…

Programları, haberleri, canlı yayına katılacak konukları ben ayarlıyordum;

Çünkü televizyon sahipleri bana tam olarak inanıyorlardı…

O günlerde Adana Sanayi Odası Başkanı Hacı Sabancıyı programa davet ettim…

Saat 20;00 de televizyonun kapısı çaldı, açtık, Hacı Sabancı tek başına karşımda duruyordu…

-Hoş geldiniz efendim, buyurun, dedim; ekledim korumanız falan yok mu?

-Yok, ağam, Adana da bizi herkes tanır…

Korumaya ne gerek var? Dedi…

Program öncesi sohbetimize ART Televizyonun sahiplerinden Gürkan Göçer de katılmış ve mutlu olmuştu…

Canlı yayın başladı, Adana sanayisiyle ilgili olarak 20 ye yakın sorular yönelttim…

Hepsine de son derece kibar, nazik, beyefendice ve bilgece yanıtlar verdi…

Televizyonumuzun yeri, bu günkü yeni Adliyenin arkasındaki binanın 9.katındaki bir apartman dairesiydi…

Salon stüdyomuzdu…

Giriş holünde misafirleri ağırlıyorduk…

Program yaklaşık bir saat kadar sürmüştü…

Bitmesine 4-5 dakika kala, dışarıdan tartışma sesleri gelmeye başladı…

Ben de tedirgin olmuştum…

Sonunda program bitti;

Stüdyonun kapısından dışarı çıkarken, Gürkan Göçer ayağa kalktı, asansöre doğru olan kapıyı açtı;

-Abdulkadir Ağabey, Hacı beyle siz hemen çıkın…

Size çok teşekkür ederim dedi… 

Hızla biz televizyon dairemizi terk ettik…

Daha sonradan öğrendim ki;

Adana nın ilk özel televizyonu çok ilgi görüyordu…

Bizim canlı yayınımız sırasında 4-5 kişilik doğulu vatandaşlar gelmişler…

Gürkan beyin yani patronun masasına silahları koymuşlar;

-Bizde Kürtçe Türküler söyleyeceğiz, demişler…

Israr ettiklerinde de tartışmada sesler yükselince patron da kendi silahını çıkartıp masaya koymuş…

-Sıkın yüreğiniz yetiyorsa, diye tartışırken, biz dışarı çıkmıştık…

O gün televizyonumuz Gürkan Göçer’ in sağduyulu, yürekli ve ustaca yöntemiyle sorun ucuz atlatılmıştı…

Daha farklı olaylar gelişebilir, belki cinayetler işlenip, ölür, ya da öldürülebilirdik, ömrümüzün kalan bölümünü de demir parmaklıklar arkasında geçirmeye hüküm giyebilirdik…

Medya mensubu olmak patron konumunda bulunmak bazı sorumluluklar, akıllı davranışlar gerektiriyor…

Bu konu da olayı somut biçimde kanıtlamış oldu…

 

SAKIPAĞA SIRTIMI SIVAZLADI;

“ASLAN HEMŞERİM…”

Kocaeli Sanayi Odası Türkiye de Sanayi konulu bir fotoğraf yarışması düzenlemişti…

Benim fotoğrafımda ödül almıştı; tören için çağrıldığım için davet edilen kente gittim…

Muhteşem bir gece olmuştu; Türkiye nin her yerinden gelen iş adamları, ödül alanlar fotoğraf sanatçılar buluşması çok renkli geçti…

Herkes Türkiye nin en büyük sanayisi olduğu için Sakıp Ağanın salona girince çevresini pek çok kişi sarmıştı…

Herkesin sorularına yanıtlar yetiştiriyordu…

Pozitif bir insan olduğu için, güleç yüzü ve bilgece ifadeleriyle salondakilerin ilgi noktası olmuştu…

Ödül töreni başlamadan önce salona gelen Sakıp Ağa ile ayaküstü bir söyleşi yaptım…

Benim ödül aldığımı ve Adana’dan geldiğimi, gazeteci olduğumu öğrenince sırtımı sevgiyle sıvazladı;

-ASLAN HEMŞERİM… TEBRİK EDERİM… SENİNLE GURUR DUYUYORUM… BİR ADANALI OLARAK DAHA NİCE ÖDÜL ALMANI DİLERİM, demişti…

Ödül töreninde plaketimi alınca mutlu olmuştum…

Birlikte gittiğim arkadaşımla o gece İstanbul’a devam etmiştik…

Genç bir gazeteci olarak ödüllerimin sayısın arttırmak için gece gündüz çalışmaya aralıksız devam ettim…

Anılarımı yazdığım tarihe kadar gazete, radyo TV programcılığı, gazete haberi, yazdığım makaleler, haber fotoğrafları konusunda 43 ödül almayı başarmıştım…

 

ADANA’ NIN ÖZEL VE

YEREL TELEVİZYONLARI…

O yıllar Türkiye’nin özel radyo ve televizyonlarla tanışma dönemiydi…

İl özel yerel televizyon ART(Adana Radyo Televizyonu sahibi Gürkan ve Mustafa Göçer kardeşlerdi)

Daha sonra Metro Televizyonu(Sahibi Turgay Develiydi)

Tempo Televizyonu…

Kanal-A Televizyonu(sahibi Semih Mirel’ di)

Ama uzun yıllar yazılı basından görsel yayın olan Televizyonculuğa geçen ilk kişiydim…

Kimseler bir şey bilmiyordu; ben de düşüncelerimi sadece daktiloda yazarak haberleştiriyordum…

Oysa konuşmak, düşüncelerimi sözlü ifade etmem, şiirsel ve akıcı konuşmam gerekiyordu…

Bu konuda Adana Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Müdürü olan İsmail Timuçin’ kardeşimle uzun uzun görüşmeler yaptım…

Onun verdiği taktik ve diksiyon çalışmalarımı evde her gün tekrarladım…

Ağzıma kalem alıp, ya da birkaç küçük çakıl taşı koyup seri halde konuşma yeteneğim gittikçe arttı…

Yine o dönemde bir petrol istasyonun reklamı vardı…

Bir genç kızla delikanlı şapkalarını giyip karşılıklı diyaloglarla reklam filminde kuruluşlarını anlatıyordu…

Adana nın ilk televizyonu, ilk haber müdürü olarak, yanıma bayan spiker arkadaşımla şapkamızı giyip sokaklarda söyleşi yaptık…

Halk ilk defa televizyon kamerası, ilk defa mikrofon, ilk defa bizi sunucu olarak karşılarında görüyordu…

Programımız inanılmaz yoğunlukta izlenme rekorları kırmıştı…

Benim günde en az iki defa ekrana çıkmam, çeşitli programlar yapmam diğerlerine örnek, rol model olmuştu…

Hatta Metro Televizyonu beni transfer etmek istedi, görüşmelerimiz oldu ama ben ART de rahattım, param ödeniyordu, tam yetkiliydim…

Diğer televizyonlar birer ikişer yıl arayla yayına başladılar ama ekrana çıkan her meslektaşım, benim ekrandaki rolümü oynuyordu…

Bu yönümle de her zaman gurur duydum…

Adana nın ilki özel televizyonu;
ART Televizyonu(sahibi Mustafa ve Gürkan Göçer kardeşlerdi)…

Daha sonra KÜPELİ TV oldu…

KÜPELİ TV de daha sonra ÇUKUROVA TELEVİZYONU olmuştu…

Tempo Televizyonu

(sahibi Ömer Bilgin’di) TATLISES TV oldu…

AKDENİZ Televizyonu(Sahibi Yüksel Evsen’ di…)

DUYAN Televizyonu( Mehmet Çelebi’ydi…

Çok kısa ömürlü oldu, 20-25 gün yayın yaptı, sonra sahibi olan kişi geldiği Almanya ya geri döndü)…

KANAL-A TELEVİZYONU

EL DEĞİŞTİRDİ…

KANAL-A TV’ NİN SATIŞINI

CANLI YAYINDA BEN DUYURDUM…

ART Televizyonunda 5 yıl civarında Haber Müdürü ve yayın yönetmeni olarak çalıştım…

Daha sonra her kurumda gerçekleşebileceği gibi biraz soğukluk yaşanınca,  kendi isteğimle ve hatta ısrarımla ayrıldım…

Bir süre sonra Adana nın ikinci özel kurumu olan KANAL-A da Ekspres ve Toros Gazetelerinde sayfa sekreteri olarak görev yapan ve yıllarca birlikte çalıştığım Nahit Yıldır aradı…

-Televizyonumuzun sahibi Semih Mirel seninle görüşmek istiyor dedi…

Hemen gittim, anlaştık sabah gazete programı yapmaya karar verdik…

Mediha Olgun Karaca gazeteleri okuyor, ben de yorumlar yapıyordum…

Onunla ilk görüşmemde şöyle dedim;

-Mediha sadece öldüğün gün programa gelmeyebilirsin…

Ağlamıştı, çok üzülmüştü, ama benim söylediğimin doğru olduğunu defalarca kabul etmişti…

(Mediha daha sonra Filistin’e yardım götüren Mavi Marmara gemisinde İsrail askerlerinin yaptığı baskında hayatını kaybedenlerle ay gemide bulunan gazeteciydi…

Bir başka konu nedeniyle cezaevine de girmişti)

Programımız muhteşemdi, sular seller gibi geçiyordu…

Her sabah yerel ve yaygın gazeteler televizyona geliyor, ben okuyacağı haberleri bir saat önceden işaretliyordum…

Aradan çok uzun olmayan bir zaman geçmişti ki;

Biz sabah programına ara verdiğimiz sırada Semih beyin beni odasına çağırdığı iletildi…

Son derece kibar, nazik olan Semih Beyin yanına hemen gittim…

-Abdulkadir bey, piyasada bir fısıltı olarak dolaşıyor…

Bu olay bu gün gerçekleşti…

Yayında Kanal-A televizyonu bu gün ADANA GÜÇBİRLİĞİ VAKFINA SATILDI, EL DEĞİŞTİRDİ, der misiniz?

-Tamam, efendim, hemen söylerim, dedim…

Bu tarihi duyuruyu canlı programdı yaptım…

Adana Güçbirliği Vakfı Başkanı olan Ümit Özgümüş yönetiminde de KANAL-A televizyonunda, yeni yönetimle de mesleğimi aşkla, tarafsız, gönüllü olarak yapmaya aralıksız devam ettim…

Daha sonraki yıllarda KANAL-A televizyonun Alman firmasına izlenme araştırması yaptırdı…

Televizyon en çok izlenen kanal oldu;

Program adı hatırlatılarak yapılan araştırmada benim haftada iki üç kez ekrana gelen “YAŞAMIN İÇİNDEN” programım en yüksek puanı alıp birinci olmuştu…

 

VATANDAŞ HAYRETETTİ(Abdulkadir Kaçar’ın elinde sihirli değnek var)…

TEDAŞ’IN SİHİRLİ HİZMETİ…

Kanal A Televizyonunda çalıştığım günlerde bir Tekin Yavuz isimli bir izleyicim aramıştı…

-Abdulkadir Ağabey, ben Ceyhan ın Kurtkulağı Köyündenim…

Bizim orada TEDAŞ çalışanlarının inanılmaz bir kin ve nefret uygulaması var…

-Nedir?

-Ağabey bizim köyde yıllardır elektrik var, ama benim akrabalarıma yani soyadı “YAVUZ” olan beş aileye, partilerine oy vermediler diye TEDAŞ yıllardır elektrik vermiyor…

-Nasıl, yani köyün tamamında elektrik var, ama bazı TEDAŞ yöneticileri sizin akrabalarınıza bu nedenle zıt gitmiş, 3-4 ailenin evine direk çekip elektrik bağlamıyorlar…

-Evet, ağabey tam da öyle…

Akrabalarımın okula giden çocukları akşamları ders çalışamıyor…

Küçük tüpün üstüne babası kalaylı kâğıdı 30-40 santim boru şeklinde sabitliyor…

O tüpün ışığında yeğenlerim ödevlerini her an patlamaya hazır bir bomba gibi olan tüpün ışığında yapabiliyorlar…

-Peki, gerekli yerlere şikâyet edildi mi?

-Edildi ama TEDAŞ’ın o bölgedeki yetkilileri kin ve nefret ettikleri bizim sülaleye bir türlü elektrik vermiyorlar…

Yani akrabalarım ortaçağdaki gibi karanlıkta yaşıyorlar, ne buzdolapları var, ne de elektrikten yararlanabiliyorlar…

-TEDAŞ’ ın yetkililerinin böyle keyfi hareket etmesi mümkün değil…

Senden ricam, hemen Kurtkulağı Köyüne gidelim, kameraman arkadaşımla birlikte haberini hazırlamak istiyorum…

-Mutlu oluruz, büyük iyilik yapmış olursun ağabey…

Ertesi gün köye gittiğimizde, gerçekten de soyadı “YAVUZ” olan dört beş ailenin evine elektrik veriliyordu verilmemişti…

Neden verilmediğini de TEDAŞ’ yetkililerinden bazılarının keyfi olarak böyle davranıp insanları bilerek, isteyerek, kasıtlı şekilde mağdur ettiğini görünce daha da şaşırmıştım…

Vatandaşlarla söyleşi yapmaya başlarken, birisi elinde gaz lambasını getirdi;

-Neden elektrik verilmiyor size, nasıl aydınlanıyorsunuz diye sorduğumda, gaz lambasını sinirli şekilde yere çarparak, hızla atarak parçaladı…

-TEDAŞ’ ın buradaki yetkililerinin bizim sülalemize kinleri var; seçimde kendilerine oy vermediğimiz için; yıllardır bizim sülalemizdeki ailelere elektrik çekilmedi…

Biz orta çağda yaşıyoruz, dedi…

Sonra da gece çocuklarının ders çalışmasını gösterdi; küçük tüpün üstüne kalaylı kâğıdı boru yapıp, evi aydınlattığını ve ödevlerini yaptığını söyledi… Gerçekten de durum faciaydı;

-Ya bu küçük tüp, ders çalıştıkları sırada patlasa, ya da evi havaya uçursa ne olacaktı?

Bir sürü sorular sordum, inanılmaz yanıtlar aldım… Olay tam bir faciaydı…

Harika bir haber hazırlamıştım, hemen aynı gün 19;30 haberlerinde KANAL-A televizyonunda yayınlandı…

O yıllarda Adana Valisi Olan Oğuz Kağan Köksal ve TEDAŞ bölge müdürü de izlemişti haberi…

İnanılmaz ama ertesi sabahleyin erkenden, o sülalenin olduğu sokağa hemen direkler dikildi, akşam elektrikler verildi, aileler ve çocuklar inanılmaz büyük mutluluk yaşamışlardı…

Bana da defalarca teşekkür ettiler, çok büyük minnet duyduklarını hala anlatırlar…

Hatta benim için;

-ADAMIN NASIL BİR SİHİRLİ SOPASI VARMIŞ, DOKUNDU HAYATIMIZI DEĞİŞTİRDİ, ifadeleri bana kadar ulaşmıştı…

O yıllarda elektrik sistemi hala özelleştirilmemişti…

Hantal denilen devlet sisteminin, hazırladığım haberler sayesinde özel sektörden daha hızlı çalışarak, vatandaşın sorununu 24 saat bile geçmeden çözmüştü…

Kendini devlet yerine koyan, yetkisini olumsuz ve vatandaşın zararına kullanan bazı kişilerin de böylece yetkileri alınmış ve başka bölümlerde görevlendirildiklerini öğrenmiştim…

Belki de gazetecilik ve televizyonculuk programlarım boyunca en çok onur duyduğum, vatandaşın sıkıntısının giderilmesine katkımın olduğuna inandığım bir olaydı…

Hala da hatırlarım ve mutlu olurum…

 

ÇUKUROVA KALELERİNİN

BELGESELİNİ ÇEKMEYİ BAŞARDIM…

Kanal-A televizyonunda çalıştığım 5 yıllık sürede haftada iki üç program üretiyordum…

Bunlardan birisi okullarda her yıl geleneksel olarak öğrencilerle yaptığım şov niteliğindeki programdı…

Başka birisi “GÜNAYDIN ADANA” programımızdı…

Mediha Olgun Karaca gazeteleri okuyor, ben yorumlar yapıyordum…

(Mediha daha sonra Filistin’e yardım götüren Mavi Marmara gemisinde İsrail askerlerinin yaptığı baskında hayatını kaybedenlerle ay gemide bulunan gazeteciydi…

Bir başka konu nedeniyle cezaevine de girmişti)

Başka bir programım da “ÇUKUROVA KALELERİ” belgeseliydi…

Osmaniye’den Silifke’ye, Kozan’ dan Karataş’a kadar olan bir Çukurova bölgesindeki 20’ ye yakın kalenin belgeselini çektim…

O programlarımın çekiminde her zaman yanımda olan, katkıda bulunan Yusuf Beklen ve Kudret Sönmez’ e kardeşlerime teşekkür etmem gerekiyor…

Çünkü ileride yaş alıp, kalelere çıkamayacağımı hesaplamıştım; anılarımı yazarken sağlığım iyi ama yine de ileriyi düşünerek bu şekilde davranmam yerinde olmuştu…

Çeşitli dönemlerde ve toplantılarda Adana valilerine şöyle öneride bulunmuştum;

-Adana da turizm zayıf denir, turistleri çekecek değerler yok şeklinde ifadeler kullanılır… 

Oysa her biri 1500-2000 yıllık olan ÇUKUROVA KALELERİ bile bölgemize turist çekme konusunda para biçilemeyen en muhteşem zenginliğimizdir…

Öyle eşsiz bir mimari yapıya sahip bölümleri vardı ki; usta sanki inşaat araç gereçlerini daha bu gün yeni alıp orayı terk etmişçesine taze görüntüsü veriyordu…

Bazı kalelerdeki tonlarca ağırlığındaki taşlar ustaca birbirlerine kusursuzca kenetlenmiş ve sıfır hatayla duvarları binlerce yıldır ayakta duruyordu…

O taşların arasına bu gün bir milim kalınlığında bir cismin girmesi mümkün değildi…

Her biri çağında en yetkin, en ileri teknolojiyi kullanan ustalar tarafından inşa edilmiş şaheserlerdi…

Son yıllarda birkaç kale onarılmaya çalışıldı ama yetersiz kaldı…

Bana göre Çukurova kaleleri bir an önce dünya turizmine tanıtılmalıdır…

 

EFSANE BAŞKAN AYTAÇ DURAK…

ÇUKUROVA TELEVİZYONU

YORDU AMA MUTLUYDUM…

Ekspres gazetesi, Erol Erk’in Yeni Güney Haber Gazetesinde maaşların 9 ay gibi geriden ödendiği dönemlere mesleğime bir gün bile ihanet etmedim…

En küçük bir tembellik, vurdumduymazlık, programı aksatma, işe gelmeme gibi bir tepkim asla olmadı…

Tam aksine canla başla işime bağlıydım…

Koşulların boyutları ne olursa olsun;

Hiçbir güç beni mesleğimden soğutamayacaktı…

Aşkla yaptığım görevimi son noktaya kadar götürmeme hiçbir güç engel olamayacaktı…

Kendime bu konuda söz vermiştim, her türlü ekonomik sıkıntıya bu nedenle gönüllü olarak katlandım…

2002 yılında çalıştığım gazeteler, 212 sayılı yasaya göre emekliliği hak etmiştim…

Ama o sürelerde hem ART, hem de KANAL-A televizyonunda binlerce program yapmıştım…

Şapkamla okul, sokak söyleşileriyle flaş bir gazete ve televizyoncuydum…

Bu arada STAR ve TGRT Televizyonundan gelenlere rehberlik yapmıştım, inanılmaz şekilde de tanınıyordum…

Artık hedefimde, emekli olup dedemin kurduğu Ceyhan ın Yellibel Köyümüzün ortasındaki evimizin yerine yeni bir ev yapıp orada yaşamaya, kitaplarımı da orada yazmaya karar vermiştim…

Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak, basın danışmanı İsmet Ramazan Selçuk aracılığıyla beni iki defa makamına çağırdı;

-Abdulkadir Kanal-A televizyonundaki programını beğenerek izliyorum… Çukurova Televizyonumuzda program yapmanı istiyorum, dedi…

Gazeteci büyüklerimiz bize daima,

-Aman politikacılardan, belediye başkanlarından uzak dur… Lekelenirsin diye uyarmışlardı…

Hala da uyarmayı sürdürüyorlardı…

Oysa kendileri politikacılarla yatıp kalkıp, sınırsızca çıkar sağlıyorlarmış…

Bende büyüklerimizin bu düşüncelerine uygun şekilde soğuk duruyordum;

-Başkanım, rahatsızım, emekli oldum, artık köyüme gideceğim, oraya ev yapıp yerleşeceğim demiştim…

-Boş ver, sonraki yıllarda gidersin, demişti…

Başka bir konuşmamda da;

-Boyun fıtığım var, rahatsızlığım devam ediyor, demiştim…

Başkan Aytaç Durak ta;
-Bende de var, iyi olunca gel, demişti…

Aradan iki ay gibi bir zaman geçmişti…

Aytaç Durak Başkan bir gün öğle gelmiş…

Makam aracı da evinin yanında kendini bekliyordu…

Metro Sineması sokağındaki evinin yanından yürüyerek geçiyordum…

Makam arabasını Ziyapaşa arı yönüne doğru 40-50 metre geçmişim ki, arkamdan birisi koşarak geldi,

-Abdulkadir ağabey Aytaç Başkanım çağırıyor, dedi…

Makam arabasının yanında beni bekliyordu;

-Bin şu arabaya, dedi tatlı sert biraz da emrivaki…

İki defa teklifini geri çevirmiştim, Adana nın en güçlü insanıydı… 

Makam arabasına bindik, belediyedeki makamına gittik;

-Abdulkadir sana paşa şapkası alacağım, benim Çukurova televizyonumda program yapacaksın arkadaş, deyince de kabul ettim…

Gökhan Durak’la görüşmeye yönlendirdi;

-Gökhanbey, 19: 45’teki ana haberden sonra haftada bir bazen iki yorum yaparım, dedim…

-Tamam, ağabey nasıl istersen öyle yapalım, dedi…

Bir iki hafta öyle geçti…

Genel Yayın Yönetmeni olan Selahattin Sekin;

-Ağabey senin KANAL-A Televizyonundaki okul programların çok güzeldi… Ondan da yapabilir misin?

-Tamam, bende zevkle yapıyordum, onu da burada yaptım…

Bir süre sonra cumartesi günleri “HAFTANIN ARDINDAN programı yapan arkadaşın işine son verildi…

Başkan Aytaç Durak’ ta;

-Bu programı Abdulkadir ile Oğuz Topaçoğlu yapsın, deyince o programa da başladım…

4-5 gazeteci arkadaşımızla bir konuğu alıp iki üç saat canlı yayın yapıyorduk…

Program sayısı arttıkça arttı;

Yerel seçimlere sayılı günler kala birde frekans kaydırma olayı yaşandı;

RTÜK tarafından Televizyonu frekansı kasıtlı şekilde değiştirilmişti…

Oysa seçim öncesi bu çok sıkıntılı bir durumdu…

Çukurova Televizyonuna halkın ilgisini arttırıp, ekranın başına yeniden çekip izlenir hale getirebilmek için bu kez bir yarışma kampanyası başlatıldı…

İzleyiciye küçük ve basit sorular yöneltiliyor, bilenlerde;

BİSİKLET, CEP TELEFONU, ÇAMAŞIR MAKİNESİ, BULAŞIK MAKİNESİ, BUZDOLABI armağan ediliyordu…

Onlar da sağlıklı dağıtılmadığı için işi de benim üstlenmem gerekti…

Ve her günüm çok yoğun geçiyordu, enerjim daima kırmızı alarm veriyordu…

Ayrıca Başkan Aytaç Durak’la propaganda gezilerine çıkıyordum…

Bir saat sonra Seyhan, iki saat sonra Çukurova, akşamüzeri Sarıçam Belediye Başkan adaylarıyla mahalleleri dolaşıp program çekiyordum…

Tamam, artık enerjim tamamen bitiyordu;

Hayatım burada sona erecek diye korkmaya başladım…

Mesleğime âşık olarak yaptığım için yorgunluğu da unuttum…

Artık ölümü de göze alarak işimi kusursuz şekilde sıfır hata, yüzde yüz başarıyla yapıyordum…

Başkan Aytaç Durak’la üç seçim yaşadık, üçünde de başarılı oldu başkan…

Başkanın da her seçimi kazanmasından her daim onur duydum…

Çukurova Televizyonunda hemen her gün yaptığım;

“ABDULKADİR KAÇARLA GÜNÜN YORUMU” programımda bir arkadaşımla yaptığımız listeyi anlattım…

Dedim ki; Adana da 100yıl sonra da hizmet verebilecek kalıcı eserlerin isimlerini birlikte belirleyelim, sırayla yazdık…

Uzun sohbetimizin sonunda, bu eserlerin tamamın Aytaç Başkan tarafından yapıldığı ortaya çıkmıştı…

Her koşulda da ekranlarda da söyledim, gazetelerdeki köşe yazılarımda da yazdım…

Politikada bir söz vardır, taşı taş üstüne koyanın önünde saygıyla eğilmek gerekir denir…

Adana ya bu kadar güzel hizmetler yapan başkanı da takdir etmek gerekir diye dün düşünmüştüm, bu günde buna inanıyorum…

ÇÜNKÜ POLİTİKACI VE SANATÇI ALKIŞIN GELDİĞİ YÖNE BAKAR…

Ne kadar çok alkış, olursa politikacı da o kadar çok hizmet aşkıyla eserler üretir…

Yine bir Alman firmasına yaptırılan reyting-izlenme araştırmasında Çukurova Televizyonu birinci, program ismi hatırlatılarak yapılan soruşturma da, benim KANAL-A televizyonunda aynı isimle Çukurova televizyonunda sürdürdüğüm “YAŞAMIN İÇİNDEN” programım birinci olmuştu…

Bu televizyonda Aytaç Durak Başkanla üç seçim dönemi yaşadım, üçünde de başkan girdiği seçimleri kazanmıştı…

Zaten Başkan Türkiye de 5.kez Belediye Başkanı olan bir rekora sahipti…

 

ÇUKUROVA TELEVİZYONUNDAKİ

GÜLME KRİZİM…

Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak’ın sahibi olduğu Çukurova Televizyonunda 15 yıla yakın sevgiyle mutlu biçimde görevimi yaptım…

Başkan Aytaç Durak’la üç seçim dönemi yaşadım…

Haftada en az üç programımdan ikisi canlı diğeri de kusursuzca çekmeyi başardığım için kaset montajsız şekilde yayınlanıyordu…

Ana haber bitiminden hemen sonra tek başıma ekrana geliyor, günün yorumunu yapıyordum…

“ABDULKADİR KAÇAR’LA GÜNÜN YORUMU” programımı gerçekleştiriyordum…

Okulların açık olduğu dönemlerde ise hafta bir okulda öğrencilerle yaptığım şov niteliğindeki diğer programım yayınlanıyordu; ismi de herkesi beğendiği ve bildiği şekilde “YAŞAMIN İÇİNDEN” di…

Üçüncüsü ise her cumartesi günü Oğuz Topaçoğlu ile gerçekleştirdiğimiz;

“HAFTANIN ARDINDAN” isimli çalışmamızdı…

Bu programlarımın yanı sıra televizyonun izleyici sayısını arttırabilmek amacıyla gerçekleştirdiği promosyonların dağıtımında görevliydim…

Özellikle son yerel seçime 3-4 ay kala karasal yayında teknik bir nedenden dolayı, Çukurova Televizyonunun frekansı değişimi yaşanmıştı…

En çok izlenen televizyonun izleyici sayısı birden aşağılara düşmüştü…

Bunu önlemek için televizyon yönetimi her gün akşam saatlerinde yarışma yapıyor, yeni izleyici kitlesi kazandırabilmek için halka canlı yayında kolay sorular soruyor; doğru yanıtlar veren izleyicilere de, buzdolabı, bulaşık makinesi, televizyon, cep telefonu ve bisiklet armağan ediliyordu…

Verilen her görevimi de istenenin de ötesinde canla başla sıfır hata yüzde yüz başarılı şekilde yapıyordum...

5 kamerayla gerçekleştirilen “HAFTANIN ARDINDAN” programımda inanılmaz bir gülme krizine girdim…

Başkan Aytaç Durak Basın Danışmanı ve program ortağım Oğuz Topaçoğlu, son bir haftada tüm yerel ve ulusal gazetelerdeki haberleri okuyor ben de yorumlar yapıyordum…

Bir cumartesi yayınında ERMENİSTAN DEVLETİNİN İLK BAŞBAKANI KAÇAZNUNİNİ’ nin bir açıklamasını okudu…

Emperyalist güçlerin Ermenileri Türklere karşı nasıl kullandığını anlattı…

Ama esas konu da “ERMENİ CEMİYETİNİN KURDUĞU TAŞNAK” partisiydi…

Oğuz bu ifadeyi “TAŞNAK” yerine “TAŞAK” şeklinde okudu…

Yayın odasındaki arkadaşımız Sedat Çetinle ve diğerleri bizi biz de onları camlı bölmenin arkasından gayet net şekilde görüyor yayın boyunca sürekli işaretleşiyorduk…

Yayındaki arkadaşlarımız Oğuz’un bu yanlışının farkına varıp camın arkasından kahkahalarla gülüp bir türlü göbek atar gibi çok abartılı hareketler yapmaya başladılar…

Hem Oğuz’un o yanlış telaffuzu, hem yayın odasındaki arkadaşlarımız kahkahalarıyla göbek atarcasına birbirleriyle eğlenmesi sonucu ben birden gülme krizine girdim…

Sanki o yaşıma kadar biriken tüm kahkahalarım 5 kameranın canlı yayını sırasında fışkırarak ekranlara yansıyordu…

Ama ne kahkaha, sanki kimsenin olmadığı boş bir tiyatro sahnesinde tek başıma karanlıklara karşı son sesimle, var gücümle, hatta boğazım yırtılırcasına gülüyordum…

Bir saniye bile gülmeden asla duramıyordum…

Oysa canlı yayın profesyonel 5 kamerayla her şeyi anında dünyaya yayıyordu…

Durmam, asla ve kata mümkün değildi…

Oğuz masanın altından tekmeler atıyor, bacağımı cimciklemesine karşın gülmem bir türlü ve asla durmuyor, durduramıyordum… 

Gittikçe daha yüksek perdeden kahkahalarım aralıksız sürüyordu…

Asla istememem karşın elimde olan hiçbir şey yoktu, vücudumun üzerindeki her türlü denetimimi tamamen sanki sonsuza kadar yitirmiştim…

Birkaç saniye durup, bir öncekinden daha güçlü şekilde haykırırcasına kahkahalar atıyordum…

Duruyor birkaç saniye, Oğuz haberleri okumaya çalışıyor, ben duymuyordum, gırtlağım parçalanırcasına gülüyordum…

Aralıksız olarak 3-4 belki 5 dakika süreyle kahkahalarımı durduramamıştım…

Oysa her yayınımızı dikkatle izleyen başkan Aytaç Durak’ın en değer verdiği, dikkat ettiği, günlük ve haftalık politikalarını belirlediği ”HAFTANIN ARDINDAN” programı Oğuzun yanlış telaffuzu ve benim yüzümden mahvolmuştu…

Ama elimde olan bir şey değildi, çok üzülüyordum, dünyaya mahcup olmuştum…

İçimden başkan Aytaç Durak kesin benim işime son verir diye korkuyordum…

Hangi kararı verirse versin A’ dan Z’ ye kadar başımın üstünde alıp kabul edecektim…

Programın devam akışında hiç bir sorun olmadı; gülme krizim bitmişti ve Oğuz’la birlikte başarıyla tamamlamıştık…

Program sona erdiği an, yayın odasındaki telefonlar birbiri peşi sıra çalmaya başladı…

Yayınca arkadaşlar başkanın telefona bizden birini çağırdığını işaret etti arkadaşlar…

Ben tedirginlik ve korkumdan yerimden kalkamıyordum, Oğuz telefona gitti…

-Eyvah, Başkan Durak şimdi beni kovma haberini veriyor diye kalbim çarpmaya devam ediyordu…

Gelen mesajı duymaktan bile çekinmekle kalmıyor hatta korkuyordum ama durum buydu;

Başkan Aytaç Durak’ın ifadesi aynen şöyleydi;

-Abdulkadir bir daha aynı hatayı yapmasın…

Başkanın büyüklüğüne bir kez daha tanık oldum…

Bu hem Oğuz’un hem de benim birlikte karıştığımız bir meslek kazasıydı…

Başarılı biçimde ve sorunsuz şekilde atlatmıştım, korktuğum başıma gelmemişti…

O günden sonra da yıllarca yine işime devam ettim; çok mutlu olmuştum…

Bazı arkadaşlar gülme krizimin olduğu görüntülerin çok ilginç ve inanılmaz olduğunu söylediler…

Hatta ulusal televizyonlara göndermek istediler ama ben kabul etmedim…

 

AYTAÇ BAŞKAN KEÇİ

ÖNERİMİ UYGULADI…

Çukurova Televizyonunda çalışmalarım yoğun şekilde ve aralıksız olarak devam ediyordu…

Bir Alman Firmasına yaptırılan, yerel televizyonların islenme araştırmasında;

Çukurova televizyonu birinci, program ismi sorularak yapılan araştırmada da,”Y

Benim yaptığım “ YAŞAMIN İÇİNDEN PROGRAMIM” birinci olmuştu…

Okulların açık olduğu dönemlerde her hafta bir okulda öğrencilerle bir tür şov programı yapıyordum…

Ayrıca “ABDULKADİR KAÇAR’LA GÜNÜN YORUMU”

Cumartesi program ortağım olan Oğuz Topaçoğlu’yla “HAFTANIN ARDINDAN” bir saati aşkın canlı yayınımız devam ediyordu…

Sümer Mahallesindeki Ahmet Karabucak İlköğretim Okulunda ”YAŞAMIN İÇİNDEN” programımın ortasında cep telefonum çaldı…

Arayan Başkan Aytaç Durak’tı…

-Abdulkadir şu anda neredesin?

-Başkanım Ahmet Karabucak ilköğretim okulunda “YAŞAMIN İÇİNDEN” programımı çekiyorum…

-Programını bitir, üstüne bir hırka al, hemen makama gel, bekliyorum dedi…

Programım tamamladım, eve gidip üzerime bir hırka alıp makama gittim…

İstanbul’dan bir televizyon kanalıyla birlikte onların program çekimleri için başkanla birlikte, onun makam arabasıyla Karaisalı Kızıldağ Yaylasına gittik…

Başkan, oradaki çekimlerde;

Keçilerin ormanı nasıl yok ettiğini, çam fidelerini elektrikli süpürge gibi kökünden çekip yediklerini;

Ormanı yangınların değil keçilerin yok ettiklerini bir saatten fazla anlattı…

Devasa bir keçi sürüsünün yanında durduk;

Keçilerin ağaçlara nasıl tırmandığını, yerdeki filizleri elektrikli süpürgeler gibi nasıl yediklerini yerinde gösterdi…

Nergislik Barajı yanında tel örgülerle koruma altına aldığı çam fidanlarının;

İki insan boyunu geçtiğini İstanbul’dan gelen bayan muhabire anlattı…

Bayan muhabir de gözlerini ayırarak, inanamadığı şekilde programını başarıyla çekmeyi sürdürdü…

Başkan Aytaç Durak; kıl keçisi yerine, o yıllarda evlerde, ahırlarda beslenebilen;

Halka Avrupalılar gibi yılda iki üçüz yavru doğuran, inekten daha fazla süt veren İsveç SAANEN beyaz keçilerini önerdi…

Her şey çok güzeldi, muhteşem program olmuştu, başkan da mutluydu…

Geç vakitlerde Adana ya dönerken, makam aracında başkana şöyle bir öneride bulundum;

-Başkanım, biliyorsunuz yakında kurban bayramı var:

Şöyle bir kampanya başlatsanız;

 ”BU BAYRAM VATANDAŞLARIMIZI KOYUN YERİNE SEÇİ KESMEYE DAVET EDİYORUM” deseniz harika olur…

-Tam Abdulkadir, iyi düşündün, çok güzel, dedi…

Ertesi gün, basın toplantısında bu kampanyaya halkı davet etmişti…

Galiba o kurban bayramında inanılmaz sayıda keçi kurban olarak kesilmişti…

Başkan Durak’ın keçiler konusundaki düşüncelerini yayma ve kitaplaştırma çalışmaları devam ediyor…

En son “ORMAN DİLE GELSE-SADECE YANGIN DEĞİL, KEÇİ BENİM KATİLİM” isimli kitabını yayınladı…

Bu konudaki çalışmalarını aralıksız sürdürüyor…

Çok akıllı olan, Adana da 5 dönem belediye başkanı seçilerek Türkiye rekorunu elinde bulunduran Başkan Aytaç Durak’ın ormanı koruma, keçinin yangından daha fazla zararlı olduğunu anlatmaya devam ediyor…

 

POLİTİKACILAR…

MUHTEŞEM SÜLEYMANI

HAVADAN 2,5 SAAT İZLEDİM…

45 yılı aşkın gazetecilik mesleğim boyunca çağımdaki siyasi partili tüm lideri çok yakından izledim, canlı televizyon programlarıma konuk aldım; sohbetler ettim…

O yıllarda video kameralar olmadığı için mitinglerindeki söylevlerini-seslerini teybime kayıt ettim…

-Peki, konuşmalarıyla devasa halk kitlelerini peşinden sürüklemeyi başaran büyük lider;

En etkili, en büyük şovmen kimdir deseniz;

-Şüphesiz ki, Muhteşem Süleyman Demirel’dir derim…

O mitinglerin de;

Biraz ev kadını Fatma, Ayşe Teyze,

Biraz Çiftçi Mehmet Amca, Ali dayı,

Ama en çok Anadolu bilgesi Yunus Emre;

Bunların da ötesinde biraz Hacivat, biraz Karagöz,

Çağımızın gelmiş geçmiş en büyük demagogdur…

Lafının üstüne laf söyleyen çıkmamıştır, çıkmaz, uzun yıllar da asla çıkamayacaktır;

Çünkü defalarca tanık olduğum gibi;

Karşısına çıkanları sözleriyle evire çevire tank gibi ezip üstünden geçip yoluna devam etmiştir…

Muhteşem Süleyman’dan esinlendiğim bir denememde şöyle demiştim;

-GERÇEK LİDER, HALKI GÜNEŞE GÖTÜRMEZ; GÜNEŞİ HALKIN AYAĞINA GETİRİR…

Bende çağımın en etkili politikacısı olan Muhteşem Süleyman’ı özdeyişimde bu şeklinde tanımlamıştım;

Ama onun bu eşsizliğini, laf ebeliğini anlatmam için; bu denememin de yetersiz kaldığını söyleyebilirim…

Başbakan Süleyman Demirel’i hem partisinin Ankara daki kurultaylarında defalarca izledim;

Hem Adana Yeni İstasyon Meydanındaki mitinglerinde izledim;

Daha da ilginç olanı;

Onu Adana ya getiren uçak havaalanına indiği anda, benim bindiğim         iki kişilik başka bir uçakla gökyüzüne yükselerek onu havadan izleyip çalıştığım gazete adına fotoğraflamıştım…

1980 askeri darbesinde yasaklı Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, ilk gezisini Gaziantep’e yapacaktı…

O yıllarda Gaziantep Havaalanını inşaatı ya devam ediyordu,  ya da bakım halindeydi…

Yasaklardan sonra Süleyman Demirel ilk gezisini Gaziantep’e yapacaktı…

Onu getiren uçak Adana ya inecek; buradan kara yoluyla Gaziantep’e geçecekti…

Çalıştığım Milliyet Gazetesi havaalanından iki kişilik uçak kiralamıştı;

Bende onun konvoyunu İncirlik kasabası çıkışına kadar havadan fotoğraflayacaktım…

Demirel’i taşıyan Türk Hava Yolları uçağı Sabah 09; 00 da Şakirpaşa Havaalanına indiği an;

Benim içinde bulunduğum iki kişilik uçakla hemen havalandık…

Onu havadan izlediğim uçağın penceresinden hem slâyt, hem siyah-beyaz, hem de renkli negatif filmler çekmeye başladım…

Süleyman Demirel’in uçağı daha inmeden dışarıda on binlerce seveni, partili vatandaş toplanmıştı…

Ayrıca dava arkadaşları, partililerden oluşan yine binlerce kişi ineceği uçağın etrafını sarmıştı…

Koltuğundan kalkıp, uçağın merdivenlerinden inmesi bile oldukça uzun sürdü…

Havaalanında sayısız koçlar, develer peş peşe kurban ediliyordu;

Yukarıdan fotoğraflar çekmeyi sürdürdüğüm iki kişilik uçakla sürekli havada tur atıyorduk;

Adana’yı bir baştan sona kadar dolanıp geliyorduk;

Demirel’in uçağı ve insanlar bir metre bile yerinden kımıldamıyor;

Aralıksız el sıkmalar, iki sıralı olan vatandaşların her birini teker teker öpüp, hal hatır sormaları yukarıdan izliyordum…

Havadan oldukça uzun mesafeler gidip gelmemize karşın Demirel ve çevresi hiç hareket etmiyordu…

Pilota şöyle diyordum;

-Ağabey Karataş yönüne doğru biraz fazla gidelim…

-Peki, diyordu…

15-20 dakika o yöne gidiyor, aynı sürede geri geliyorduk…

Uçak, çevresindeki on binlerce kişi bir metre bile gitmemiş oluyordu…

Bu kez pilota;

-Ağabey, Karaisalı yönüne gidelim, diyordum…

O yöne gidip 25-30 dakika sonra havaalanının üstüne geri dönüyorduk;

Kalabalık aynı yerde duruyor asla hareket yoktu…

Defalarca Karataş, Defalarca Karaisalı dağları yönüne gidip gelip mekik dokuduk…

Ama kalabalığın hareketi çok azdı…

Bir saatten fazla havada tur atmamıza karşın;

Süleyman Demirel’i izleyen binlerce araçlık konvoy nihayetinde Ceyhan yönüne doğru oldukça yavaş hareket etmişti…

Adanalılar o zamanki ismi-5 olan karayolunun her iki tarafına dizilmişti…

Süleyman Demirel ünlü fötr şapkasıyla her ki yandakileri de selamlıyordu…

Binlerce araçtan oluşan konvoy İncirlik Kasabası yönüne doğru konvoy oldukça ağır ilerliyordu…

İnanılmaz ama abartısız söylüyorum; Süleyman Demirel’i izlemek amacıyla içinde kaptanla benim bulunduğum uçakla;

2 saatten fazla havada kalmıştım, yüzlerce kare filmler çekmiştim…

Konvoyu yolcu ettikten sonra;

İçinde bulunduğum uçakla hemen havaalanına indik;

Renkli negatifleri bir stüdyoda yıkatıp, acil olarak İstanbul’a Milliyet Gazetesine telefoto geçmiştik…

O haberim de milliyet gazetesinde sürmanşetten çok fotoğraflı olarak benim imzamla yayınlanmıştı…

-SÜLEYMAN DEMİREL’E MUHTEŞEM KARŞILAMA…

 

KASIM GÜLEK…

Türkiye’nin bir dönem en ünlü politikacısı olan Adanalı Kasım Gülek söyleşi yapmak istediğim insanların liste başında bulunuyordu…

9 dil bildiği söylenen, CHP’ nin yıllarca genel sekreterliğini yapan, defalarca çeşitli bakanlıklarda bulunan akıllı ve oldukça bilge bir insandı…

Evi de her gün yürüyüş yaptığım ya da bisikletle gezdiğim Seyhan eski baraj gölü kıyısındaydı…

Ahşap 2 Katlı, üstü kiremitli, villa tipi bir yapıdır…

Şehir rehberinden telefonunu defalarca almıştım;

Arıyordum ama her defasında da görevli çıkıyordu,

-Kasım bey şu anda Adana da yok, diyordu…

Israrla arayışlarıma ara vermedim, bulduğum her fırsatta telefonunu çevirdim…

-Kasım bey Ankara da, gibi defalarca yanıtlar verdi…

Bir gün de aradığımda Kasım Beyden randevu kopartmayı başardım, uçarak teybimle karşısına geçtim…

Ama önce tokalaşmasını anlatmam gerekiyor;

Masonların tokalaşma sırasında birbirlerine verdikleri bir şifre yöntemini bana da uyguladığını sonradan öğrenecektim…

Benim uzattığım elimin ortasına kendi elinin başparmağını koyup, hafifçe yarım daire şeklinde çevirerek nezaketle gülümseyerek sıkmıştı…

Anlatmaya başladığında da sessizce ve ilgiyle dinledim…

-Ben Amerika da eğitim, gördüm, o dönemin ABD başkanı Mustafa Kemal Atatürk’e tavsiye mektubu yazdı…

Bu genç, çok akıllı ve başarılı, yararlanın, demişti…

Mektubu Mustafa Kemal Atatürk’e götürüp durumu anlattım, hemen CHP ye telefon açtı, kayıt yapmalarını emretti…

Yani Atatürk’ün emriyle politikaya girmiş oldum…

Kasım Gülek ile yaklaşık 30 dakika konuştum…

Ses kayıtları Arşivimi bağışladığım Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesindedir…

O konuşmasında Kasım Gülek ilk defa bana şöyle bir anısını anlattı;

-Amerikalılar bana dediler ki, Kasım bey, sen bize çok büyük hizmetler yaptın… Arkadaşlığımız ve ebedi dostluğumuzun nişanesi olarak iste, dünyanın hangi ülkesindeki, hangi kendisinin neresinden olursa olsun, villa yapıp sana armağan edeceğiz…

-Kulaklarıma inanamadım önce çok şaşırdım…

Böyle bir teklifi hiçbir zaman beklemiyordum…

Düşündükten sonra bana biraz süre verin dedim…

Bir hafta sonra gittim dedim ki;

-DÜNYANIN EN GÜZEL ÜLKESİ TÜRKİYE, TÜRKİYENİN EN GÜZEL KENTİ ADANA, ADANA NIN EN GÜZEL YERİ DE SEYHAN ESKİ BARAJ GÖLÜ KIYISINDAKİ BENİM EVİMİN OLDUĞU YERDİR NEZAKETİNİZE TEŞEKKÜR EDERİM…)

Kasım Gülek ’in başka bir anlattığı anısı da şöyleydi;

-Bayındırlık Bakanıydım, Amerika’dan ilk defa yol yapan, iş makinelerini Mersin limanına getirttim…

Adana daki Taş köprünün başına yığıp halkı da çağırdım;

-Değerli yurttaşlarım, bu güne kadar kazma ve kürekle yaptığınız yolları artık bu akıllı makineler yapacak…

Herkes çok şaşırdı…

Türkiye de bu makinelerle yapılan ilk asfalt yol Adana Karataş arasıdır…

Türkiye Büyük Millet Meclisinde aleyhimde önergeler verildi, ağır eleştiri ve konuşmalar oldu, onlara kürsüden şöyle dedim;

-Ben elbette Türkiye nin bakanıyım, ama unutmayın ki Adana milletvekiliyim…

Elbette ilk hizmetimi kendi memleketime yapacağım…

Siz de bakan olun, ilk hizmeti kendi memleketinize yapın…

Yüzünden bilgece gülümsemesi asla eksik olmayan çok pozitif, sempatik bir insandı…

Türkiye’deki herkes biliyordu, yaz kış Kasım Gülek her daim soğuk suyla banyo yapmıştı ve buna devam etmekteydi…

Söyleşiyi yaptığım dönemde 90’lı yaşlarındaydı;

Muhteşem bir hafızası, akıcı Türkçesiyle insanı hemen etkiliyordu…

Konuşmanın sonunda şöyle dedi;

-Ben hiç yaşlanmadım ki… 90 yaşında nice gençler, 18 yaşında nice ihtiyarlar gördüm…

İnsan her zaman hissettiği yaştadır…

Evinin girişinde küçük birkaç katlı dolap dikkatimi çekmişti…

Üstünde deri kayış, ayakkabı tamirinde kullanılan çeşitli mumlanmış ipler, delici biz,  deri parçaları, çuvaldız falan vardı…

Kendi ayakkabılarını kendinin tamir ettiğini söylediğinde de şaşırmıştım…

O yaştaki bir insanın hem de kendi işini kendinin yapması, insanlık tarihin en eski mesleği olan dericilik konusunda uzman olduğunu söylemesi ve bunu bulunduğu ileri yaşında uygulamayı başarmasına hayret etmiştim…

Büyük saygı ve sevgiyle karşılayıp, aynı şekilde yolcu etmişti…

Örnek politikacı, bilge bir kişi, muhteşem beyni olan bu Adanalı insanı tanımam benim mesleğimdeki en büyük artım oldu…

(Ses kaydı da Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesine bağışladığım arşivimdedir)

 

 

KASIM ENER…

Kasım Ener 1938-46 yılları arasında yaklaşık 9 sene CHP’li olarak Adana Belediye Başkanlığı yapan çok akıllı bilge bir insandı…

Kendiyle tanışıp yıllarca sohbet ettiğim, sesini kayıt etmeyi başardığım o yıllarda Yüzevler semtindeki villasında eşi Sacide hanım ve baldızıyla birlikte yaşıyordu…

Ömrünün son yıllarında olmasına karşın zekâsını daha da keskinleşmişti…

Türkçeyi muhteşem biçimde sıfır hata ve TRT spikerlerinden daha da üstün bir diksiyonla konuşuyordu…

Öyle ki çağımızdaki gençleri dahi kıskandıracak şekilde konuşuyordu…

Başka bir ifadeyle, Türkçenin akidesi onun ağzında binlerce yıllık bilgeliğiyle deryalar denizler gibi akıyordu…

1980’li yılların ikinci yarında telefon rehberinde evinin numarasını bulup randevu istediğimde;

-Gel gardaş, hem gel bekliyorum, demişti…

İlk görüşmemizden sonra kanımız birbirine ısınmıştı…

Yıllarca kusursuz şekilde samimi iletişimimiz aralıksız olarak devam etmişti…

Öyle ki, görüşmemizin üstünden biraz uzun zaman geçip canı sıkıldığında, yardımcısı Hayriye Hanıma beni telefonla aratıyordu;

-Gardaş gel çok özledim, sohbet edelim, diyordu…

Her sohbetimiz aralıksız olarak 2-3-4 bazen daha uzun saatler sürüyordu…

Genellikle kendi konuşuyordu, ben de bu tarihi kişiliği dikkatlice dinliyor ve teybime kayıt ediyordum…

Ben ise anılar deryasından sunduğu muhteşem deneyimlerinin her biri altından daha da değerliydi…

Özellikle de, “TARİH BOYUNCA ADANA OVASINA (ÇUKUROVAYA) BİR BAKIŞ isimli kitabından her konuşmasında ısrarla söz ediyordu…

-Gardaş bu kitabımı hazırlamak için Avrupa ülkelerinde dolaşmadığım kütüphane kalmadı…

İnanılmaz ölçüde çok para harcadım…

Lübnan, Suriye, Mısır gibi ülkelerin kütüphanelerinde incelemelerde Adana konusunda bilgilere ulaştım…

Ortaya bu muhteşem kitap çıktı…

Ömrüm daha da uzun olsaydı da Adana’yı araştırmayı sürdürecektim…

Kasım Ener bu kitabının ilk baskısını kendi olanaklarıyla yapmıştı;

Özellikle okuyacağına inandığı, kültürlü kişilere, ya da evine gelen her misafirine ücretsiz olarak armağan etmişti…

Yıllarca mücadele etmesine karşı Kültür Bakanlı yetkilileri bu kitabın basılması için dönüp bile bakmadı…

Maalesef Kasım Ener’in ölümünden sonra da Kültür Bakanlığının Mersin deki yayınevinde kitabını bastırdığını görünce üzüldüm…

Keşke yaşadığı dönemde bakanlık yayınlasaydı da Kasım Ener’i onurlandırsaydı…

Türkiye de ve Adana da bu konuda maalesef insanlar ölmeyince değeri bilinmiyor fark edilmiyor…

Kasım Ener Adana Belediye Başkanı olduğu yıllarda İsmet İnönü ile Churchill buluşması Yenice de gerçekleşir…

O dönemin kıtlık yılları olduğundan her konuşmamızda sürekli yakındı ve şöyle anlattı;

-İngiltere Başbakanı Gelecek, ikramlarda bulunmamız gerekiyor…

Belediye başkanı olarak görevde benimdi…

Yetkilileri Adana nın tüm mahalleleri, köylerini teker teker dolaştırdım bir tek hindi bulunmuyordu…

Neyse sonunda en ücra bir köyde iki üç hindiyi temin edip gerekli ikramlarımızı yapmayı başarmıştık…

Yemekten sonra GÖDE şalgamı ikram edildi…

İngiltere Başbakan tadını ve hoş kokusunu çok beğendi…

Bunun İngiltere de üretilmesinin yararlı olacağını söyledi…

Göde’den formülünü rica etti; o da bunun imkânsız ve mesleki sır olduğunu veremeyeceğini söyledi…

Kasım Ener 9 yıla yakın belediye başkanlığı o dönemdeki kıtlığı anlatırken de;

-O yıllar savaş dönemiydi…

Yokluk, sefalet inanılmaz büyük boyutlardaydı…

Cenazeler için kefen bezi bile bulamıyorduk, daha doğrusu yoktu, ölenlerin sadece özel yerlerini kapatacak şekilde ufak bezlerle defnediyorduk…

Kasım Ener bana her zaman ve tam olarak güvendiği için birkaç defa otomobilimle Adana’yı gezmek istedi…

Bir ara önce Ulucaminin yanındaki Tuzhanında durdurdu, otomobilden aşağıya indik;

-Gardaş buralara develer yükleriyle gelip konaklarlardı…

Adana nın Ticareti burada yapılırdı…

Beşikten mezara kadar insanlara ne lazımsa deve yükleriyle buraya gelir ve indirilirdi…

Özellikle tarihi kapalı çarşıda uzaklardan getirdikleri kumaşlar kapışılırdı…

Oradan Ulucamiye geldik; içine girdik, şöyle bir inceledi…

Ramazoğlu mezarlarının olduğu yer altı girişinin önünde durduk…

-Faraç(temizlikçiyi)nerede gel buraya diye seslendi?

Bir kişi koşarak geldi, ondan Ramazoğlu beylerinin Ulucaminin bodrumunda gömülü olduğu yere göz attı… Şöyle dedi;

-Abdulkadir Bey, aslında şu anda Ramazoğlu nesli erkek olarak devam etmiyor…

Bir süre sonra erkek nesli kesildi, sadece bayanlar olarak devam ediyor…

Şu anda soyadını taşıyanlar kadın nesli tarafından gelenler…

Kasım Ener daha sonra Abidinpaşa Caddesindeki iş bankasının önünde durmamı istedi…

Biraz yorulmuştu ama yine de ayakta duruyordu, ama zihni ve gözleri harika pırıl pırıldı…

Buraların çok değiştiğini, gözlerine inanamadığını söyledi…

-Gardaş, buraların metresi o yıllarda 5 kuruştan satılırdı…

O yıllarda 5 kuruş çok büyük paraydı…

Bir gün yine beni çağırdı…

Ziyaretine gittiğimde 1991 yılıydı; hiç unutamam…

Villasının bahçesindeki evinin önündeki gül bahçesinde şezlongunda güneşlenirken çok mutluydu…

Beni gülerek o güne kadar görmediğim şekilde mutlu biçimde karşıladı, şöyle arkasına yaslanmıştı;

-Ohhhhh Abdulkadir Bey bu gün çok mutluyum dedi…

Gözlerini yumup koltuğunun arkasına rahatlıkla yaslandı…

-Ne oldu Kasım Amca? Dedim…

-Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yıkıldı…

Bundan daha da büyük müjde mi olur?

Artık Türklerin yüzyılı başladı, birliğimizi, büyümemizi, uygarlığımızı güçlendirmemizi kimse engelleyemez…

Çok mutluyum dedi, üstüne basarak da sözünü tekrarladı çok dedi…

Bu olaydan kısa süre sonra da hayata veda etti…

Ölümünden kimse haber vermemişti, cenaze törenine 3-4 kişi katılmıştı, benim de haberim olmadı;

Asri mezarlıktaki aile kabristanlığına defnedildi…

Nedenle insanlar yaşarken de, ölünce de kıymeti anlaşılmıyor bu çok üzüntü verici bir olay…

Kasım Ener benim ev telefonumu da gece gündüz arardı…

Bir sabah henüz hava karanlık ve henüz güneş doğmamıştı…

Kasım Ener aradı ve telefonda hüngür hüngür ağlıyordu…

-Buyur Kasım Amca hayırdır?

Hıçkırıklar arasında;

-Eşimi kaybettim, hemen buraya gelebilir misin? Dedi…

Erkenden kalkıp gittim…

Sonra da Hürriyet Gazetesine ilan vermemi rica etti… Onu da yerine getirmiştim…

Başka bir notta şöyle;

-Abdulkadir Bey, belediye başkanlığı yaptığım dönemde kasada para yoktu…

Çalışanların parasını ben kendi cebimden ödediğim çok oldu…

Bunu da unutma bir yere not et demişti…

(Ses kayıtları Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesine bağışladığım arşivimde yer alıyor…)

 

BELEDİYE BAŞKANI SELAHATTİN ÇOLAK’IN SÖZÜ…

Yeni Güney Haber Gazetesinde çalıştığım günlerden biri de yılbaşına denk geliyordu…

Saat 20; 00 de yeni vilayet civarındaki gazeteden otomobilimle çıktım…

Yılbaşı kutlamasını evde yapacaktık; mavi bulvardaki evime gidiyordum…

Yılbaşı gecesi olduğu için, kent merkezinden, kanal köprü yönüne gidecek on binlerce otomobil, tek bir gözü olan alt geçidi tıkamıştı…

Ne kuzeydekiler güneye, ne de güneydekiler kuzeye geçemiyordu…

Yani otomobiller yılbaşı gecesi hayatı tıkamıştı…

Hiç birisi bir metre bile ilerlemiyordu…

Sanki hepsi üst üste yığılmış gibi duruyordu…

Benimde evime gitmek için geçmek zorunda kaldığım kanal köprüye doğru giden Devlet Demir Yolları tek gözlü alt geçidini tıkanmıştı…

O günlerde, kentin kuzeyinden gelen, araçlarla;

Alt geçidi kullanarak güneye geçenler…

Ya da güneyden kuzeye geçen araçların kullandığı köprünün tek gözlüydü…

Alt geçidinin boyutları ise sadece 5x5 metreydi…

Yani iki araç asla karşılıklı geçemiyor, bir yönden gelen diğerini bekliyor;

Öteki geçiyor, sonra bu bekliyor, diğeri geçiyordu…

O yılbaşı gecesi saat 01;00 de evime ancak ulaşabilmiştim…

Oysa 7-8 dakikalık bir yoldu…

Tüm araçlar yılbaşı öncesi heyecanıyla aynı anda yola çıkmıştı…

Ertesi gün çalıştığım gazetemde muhteşem bir makale yazdım;

Yayınlandığı sabah Belediye Başkanı Selahattin Çolak sabahleyin telefonla önce beni arayıp teşekkür etti…

Daha sonra da makamında bir basın toplantısı düzenledi…

Abartısız 30 gazeteci vardı…

Çünkü o yıllarda her gazetenin muhabiri ve foto muhabiri birlikte toplantıları izlerlerdi…

Başkan Çolak basın toplantısında tüm gazetecilere beni göstererek dedi ki;

-Abdulkadir Beyin köşe yazısını okudum, çok duygulandım, çok üzüldüm, biraz da utandım…

Adana için bu alt geçit tam bir yüz karasıdır…

Söz veriyorum, o alt geçidi öyle güzel ve büyük yapacağım ki adını da ABDULKADİR KAÇAR ALT GEÇİDİ koyacağım, dedi…

Arkadaşların hepsi sus pus oldu, biraz da kıskançlık düşüncesiyle beni uzaktan ve fark ettirmeden izlemeye çalıştılar…

Çalışmalar hızla başladı ve aralıksız sürerken seçime gidildi başkan kazanamadı…

Önemli olan benim başkanın dikkatini o altgeçide çekmeyi başarmam ve kararını etkilememdi…

Belediyenin gündemine almasını sağlamımdı…

Adana da inşaatı o yıllarda başlayan daha sonraki yönetimler tarafından sürdürülen çok güzel bir alt geçip yapıldı…

Zaten Devlette Devamlılık esastır diye bir anlayış var…

Şu anda bu alt geçit devletçilik anlayışının en somut kanıtıdır…

DDY alt geçidini bu günkü hale getirmek için emek harcayan, çalışan belediye başkanları ve bürokratları başta olmak üzere herkese teşekkür ediyorum…

 

 

BAŞKAN ÇOLAK’LA ARALIKSIZ

YAKLAŞIK 70 GÜN BULUŞUP ANILARINI TEYBİME KAYIT ETTİM…

Adana daki solun başpehlivanı Selahattin Çolak, sağın ki ise Aytaç Durak’tır…

1994 teki seçimlerde Durak kazanmış, Çolak kaybetmişti…

Bir ara kendine hayatını yazabileceğimi, bunun için zaman ayırmasını söylemiştim…

Artık belediyede değildi ve sürekli bürosundaydı…

Bir ara yeniden bu söz konusu olunca;

-Abdulkadir Bey, buluşalım, anılarımı sana anlatayım dedi…

Sistemimi kurdum, 70 gün boyunca bürosunda buluştuk…

Bana bir oda verdi, sabahleyin erkenden gelip teybime konuşuyor, sonra da onları daktilo ediyordum…

Bir gün yine bürosunda basın toplantısı yaparken, 30’dan fazla gazeteci gelmişti…

Hayatını yazdığımı bilen, biraz da kıskanç meslektaşım olan gazeteci arkadaşlarımdan birisi;

-Abdulkadir, bu güne kadar maaş almadan sıkıntılar çekerek çalıştın…

Herkes biliyor meslekte başarılısın;

Ama artık yağlı bir kuyruk buldun, Başkan Çolak seni ihya eder, dedi…

Başkan birden dikkat kesildi, biraz da bozuldu;

-Ben, dedi, Abdulkadir Beye saygısızlık yapar mıyım? O benim en sevdiğim gazeteci…

Biz sadece birlikte bir eser ortaya koymaya çalışıyoruz…

Yağlı kuyruk falan sözlerini kabul etmiyorum, dedi…

Birlikte çalıştığımız 70 günlük sürede iki bayram olmuştu…

Her çalışanına arife günü birer kutu baklavayı hediye olarak vermişti…

Benimde 70 günlük çalışmamda aldığım tek ücret iki kutu baklava olmuştu…

Başkan daha sonraki görüşmelerimizde şöyle demişti;

-Abdulkadir Bey, yeniden seçimi kazanırsam makamımın bitişiğinde sana makam odası vereceğim…

Emrinde sekreterin, telefonların ve de otomobilin olacak…

Ama yapılan seçimlere bir daha katılmadı, seçimi de kazanamadı…

Bana verdiği sözlerin hepsi de havada kaldı…

 

ÇOLAK BAŞKANIN 2.TEKLİFİNİ DE

RET ETTİM…

Adana da ilk özel radyo FM bandından yayına başlayan ESER-FM ‘ di…

Hakkı Tanış’ın sahibi olduğu bu radyonun Stüdyosu da Kenan Evren Bulvarında(bu günkü adı şehitler bulvarı oldu)12 katlı bir binanın en üst katındaydı…

Belediye Başkanı olan Selahattin Çolak’ı programa davet ettim…

İlk defa özel bir radyoda, megafonlu telefonla kendine oy veren Adanalılarla sohbet etti…

Üç saat falan, belki daha da fazla sürmüştü program…

Bitince aşağı indik, evim yakındı, başkan beni makam arabasıyla evime bırakmak istiyordu;

-Başkanım, evim yakın, yürüyerek giderim dememe karşın makam arabasına bindik…

Yolda giderken Başkan Çolak şöyle dedi;

-Abdulkadir Bey, gazeteci arkadaşlarının hepsi benden bir şeyler istedi… Sen hiçbir şey istemedin…

Sen Basın Danışmanı Özer Öztep ağabeyine tarihsiz bir dilekçe ver…

Peşinatını ve ilk taksitini ben ödeyeceğim…

-Teşekkür ederim başkanım; annemin evi var…

Orada yaşıyorum…

Israrla aynı cümleleri söyledi başkan…

Yanımda bulunan Özel Kalem Müdürü ve basın danışmanı;

-Kabul et, kabul et, diye sürekli dirsekleriyle dürttüler…

Birkaç kez yine aynı şeyi söylemesine karşın başkan Çolak’a “HAYIR” dedim…

Başka bir meslektaşımın bu teklife hayır diyebileceğini sanmıyorum…

O nedenle güzel bir meslek geçmişim var…

Her zaman âşık olduğum mesleğimle gurur duydum, aşkla yapmayı sürdürüyorum…

 

 

POLİTİKADA BİR DEVRİN ADAMI

DR. SUPHİ BAYRAM…

Adanalı Dr. Suphi Baykam dünyaca ünlü ressam Bedri Baykam’ın babasıdır…

İnanılmaz çok zor şartlarda doktor olmayı başarmış, her sözüyle bilgi deryası olan bilge bir insandı…

CHP de milletvekili olarak görev yapmıştı…

İsmet paşanın da her daim çok yakınıydı…

Oğlu Bedri’nin çocuk çağındaki çizimlerinden oluşturduğu resim sergisini İnönü’ye açtırmıştı…

Bedrinin resim sergisi Adana da D-400 karayolu ile Atatürk Caddesinin kesiştiği AKBANK SANAT GALERİSİNDE açılmıştı…

Suphi Bey gelip gidenler izleyicilerle çok yakından ilgileniyordu…

Oğlunun resimlerinin tanıtımını ve satışı için kulis yapıyordu…

Oldukça sıcakkanlı, sözleriyle karşısındakini etkileyen bir karizmaya sahipti…

Benim de izleyici olarak gittiğim sergide gazeteci olduğumu öğrenince inanılmaz iletişime geçti…

-Abdulkadir Bey, ilgilenirsen benim de hayatım çok renklidir dedi…

Hemen randevulaştık, sergi sonunda da Seyhan Otelinin lobisinde bir aya yakın süre buluştuk…

Her defasında teybimi açtım, anılarını ve tüm konuşmalarını kayıt ettim…

Gerçekten çok zor şartlarda, Yüreğir’deki evlerinde komşularından topladığı gazlarla, lambanın ışığında çalışarak Tıp Doktoru olma öyküsü gerçekten de muhteşemdi…

Daha sonra da CHP milletvekilliğine yükselmeyi başarmıştı…

1960 darbesini ve sonraki yıllarda birkaç defa ölümle yüz yüze gelmişti…

Bir ara CHP Genel Başkanlığına adaylığını Çukurova Gazeteciler Cemiyetindeki toplantıyı ben organize etmiştim…

Ülke genelinde büyük ses getirmişti…

Anılarını da “POLİTİKADA BİR DEVRİN ADAMI” başlığıyla, önce çalıştığım Ekspres Gazetesinde yayınladım…

Sonra da Aydın Caner ile “DAN DAN ADANA’DAN” ortak kitabımızdaki bir bölümde yer almıştı…

Daha sonraki yıllarda Bedri Bayram’la defalarca Adana ya geldiler…

O yıllarda ERKAN FM radyosunda canlı yayınlar yapmıştım…

Suphi Baykan, Seyhan otelinde her buluşmamızda ısrarla yemek teklif etti…

Ben de ısrarla kabul etmedim, bir gün piliççinin önünden geçerken, elimden tuttu;

-Zorla içeri çekti, gir şuraya, diye emri vaki şekilde hiddetle beni oraya girdirdi…

Zorla yarım piliç ikram etmeyi başardı…

Bedri bey babasına ait ses kasetlerini istedi, kendine verdim…

Kitaplaştıracağını, eserinden de bana armağan edeceğini söylemişti…

Daha sonra da bir haber çıkmadı…

Hem Dr. Suphi Bayram, hem da oğlu Bedri Baykam, Adana’nın yetiştirdiği büyük değerlerdir…

Sahip çıkılıp, mutlaka değerlendirilmesi, gelecek kuşaklara örnek olarak anlatılması gereken güzelliklerdir…

Gazeteci olarak ben olanaklarım ölçüsünde gerekli tanıtımları yapmayı başardım…

Gönül ister ki, bu değerlerimize daha çok sahip çıkıp, daha sıkı sarılalım…

 

KURMAY ALBAY NURİ KORKMAZ’ İLK EMRİ; “BASIN TOPLANTILARIMI ABDULKADİR İZLEYECEK”

12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında 6.Kolordu Komutanlığında görev yapmakta olan;

Kurmay Albay Nuri Korkmaz o dönemde Adana Belediye Başkanlığına getirilmişti…

1977 de halkın oylarıyla seçilen CHP’li Selahattin Çolak darbeden sonra istifa dilekçesini yazmak zorunda kalmıştı…

Hürriyet Gazetesinde çalıştığım o yıllarda her türlü basın toplantılarına muhabir olarak ben giderdim…

Ama darbeden sonra Belediye Başkanı Olan Kurmay Albay Nuri Korkmaz muhabirler arasında bana ayrı bir önem vermişti…

-“BASIN TOPLANTILARIMI ABDULKADİR KAÇAR İZLEYECEK” diye emir vermişti…

Gerçekten de basın toplantılarının tamamını ben izlemiştim… Haftada iki ya da üç kez yaptığı toplantı öncesi;

Şefim Cevat Eren’e;

-Basın Toplantımı Abdulkadir’ i bekliyorum diyordu…

Şefim de o çağrıya uyuyor ve başkanın tüm toplantılarına beni görevlendiriyordu…

O yıllardaki gazeteciler her türlü basın toplantılarına iki kişi gidiyordu;

Biri fotoğrafları çekiyor, diğeri de haberleri yazıyordu…

Ama ben tek kişilik bir güçtüm; şöyle ki hem olayın fotoğrafını çekiyor, hem de haberi yazıyordum…

Yani Hürriyet Gazetesi, basın toplantılarına;

İki kişi göndermek yerine sadece beni giderek bir tür tasarruf etmiş oluyordu;

Basın toplantıları çok kalabalık geçiyordu…

En küçük bir haberde bile en az 30 muhabir bulunuyordu…

Belediyedeki basın toplantısı sona erdiğinde;

Kurmay Albay Nuri Korkmaz beni belediyenin bahçesinde yürüyüşe davet ediyordu…

Küçük bahçede her toplantı sonrası 30-40 dakika birlikte yürüyüş yapıyorduk…

Belediyenin laçka bir yer olduğunu, kimin ne yaptığını anlamadığını söylüyordu…

Özellikle bazı bölümlerdeki kişilerin her türlü rüşvete karıştığından yakınıyordu…

-Abdulkadir sen olsan ne yaparsın? Diyordu…

-Başkanım, siz hem asker, hem de bürokratsınız, yasalar neyi emrediyorsa onu yapacaksınız…

-Tamam da nereden tutsam elimde kalıyor kardeşim, diyordu…

Çalışanları sürekli şikâyet ediyor, dert yanıyor ama bir türlü rahat hareket edemiyordu…

Ziyapaşa Bulvarı üzerine yapılacak olan Atilla Altıkat üst geçidi ihalesi öncesi;

Katılacak tüm müteahhitleri karşısına dizdi;

-Herkes beni çok iyi dinlesin…

O üst geçit yapılıp bittiğinde hepinizi altına dizeceğim…

Üstünüzden en büyük tonajlı yüzlerce Tırları geçireceğim…

Çürük yaptıysanız, üst geçidin altında kalıp hepinizi öldüreceğim…

Ona göre dürüst ve sağlam iş yapın…

 

BELEDİYE BAŞKANI KURMAY ALBAY’I ERCAN KONT’ UN UZUN SAÇI RAHATSIZ EDİYORDU(CİK CİK NECATİ)…

Her basın toplantısı bitince diğer gazeteciler giderken;

Belediye Başkanı Nuri Korkmaz beni durdururdu;

Bahçeye iner birlikte 30-40 dakika tur atardık… Belediye çalışanlarından şikâyet ederdi…

Başka bir bahçe yürüyüşümüz sırasında;

Belediye çalışanları arasında saçını ünlü sanatçı Barış Manço gibi hemen beline kadar uzatarak gezen, Tiyatro Müdürü Ercan Kont’tan şikâyet ediyordu…

-Kaç defa uyarıldı, ama arkadaş saçını kesmiyor…

Adam baştan sona kadar muhalif…

-Başkanım, siz bir yolunu bulursunuz, ne yapacağınızı iyi bilirsiniz, yasaları uygulayacaksınız demiştim…

Belediyede her işte kullanılan ve joker olarak bilinen her derde derman olan Necati Özkan’a;

-NECATİ YAVRUM, ERCAN’I MEVCUTLU OLARAK BERBERE GÖTÜR…

ADAM GİBİ TIRAŞ ETTİR, HEMEN GERİ GELİP BANA TEKMİL VER, demişti…

Necati Özkan da başkanın talimatını;

Göz açıp kapayıncaya Ercan Kont’u mevcutlu olarak;

En yakın berbere götürüp tıraş ettirip, ışık hızıyla geri getirip başkana tekmil vermişti…

Başkan Nuri Korkmaz Albaydan büyük takdir almıştı…

-NECATİ YAVRUM, KUŞ GİBİ HIZLI BİÇİMDE GİDİP, KUŞ GİBİ GÖREVİNİ YAPIP GELDİN…

SENİN ADINI BUNDAN SONRA, YANİ KUŞ GİBİ HIZLI CİKCİK NECATİ KOYUYORUM, demişti…

Ondan sonra Necati Özsan’ın adı tüm Adana da ve Türkiye de CİCİK NECATİ olarak anılmıştı…

Adana Belediyesine 1980 den sonra başkan olarak atanan Kurmay Albay, Seyhan Nehri üzerinde Devlet Demir Yolları yanındaki Belediye Konukevinde yaşıyordu…

Çok büyük kahkahalar atıyor, muhteşem bir neşeli ve poziti tipi vardı…

Bahçede yetişen muhteşem Washington portakalını çok seviyordu…

Şefimle evine haber için gittiğimizde, diğer misafirlerine olduğu gibi bize de o portakalları elleriyle soyarak ikram ediyordu…

(Adana da 29 Eylül 1980 ile 2 Aralık 1981 de belediye başkanı olarak kısa dönem görev yapmıştı…

Daha sonra Demokratik Sol Parti Kurucu üyeliği yapmıştı…

TBMM de XV11 dönemi Adana milletvekilliği görevinde bulundu…)

 

 

SEYHAN BELEDİYE BAŞKANI

AZİM ÖZTÜRK TV EKRANINDA

VERDİĞİ SÖZÜNÜ TUTMADI…

Ak Partiden Seyhan İlçesi Belediye Başkanı seçilen;

Prof. Dr. Azim Öztürk, seçim öncesinde televizyondaki canlı yayınımızda halka verdiği sözlerin hiç birini tutmadı…

O yıllarda Çukurova Televizyonunda haftada üç, bazen dört program yapıyordum…

Seçime yaklaşırken Televizyon Belediye Başkan adaylarını da sıkça canlı yayına konuk olarak alıyorduk…

Ak Parti akademisyen, yazdığı kent sorunlarının çözümü kitapları bulunan Prof. Dr. Azim Öztürk’ü Seyhan Belediye Başkanlığına aday göstermişti…

Televizyona canlı yayınımıza konuk olmadan bir-iki ay kadar önce M-1 deki bir kafedeki;

Kimse tanımadığı için bir köşede sessiz, sakin, tek başına oturup çay içerken Prof. Dr. Azim Öztürk’le karşılaştık…

Hem ART Tv de 5,  hem Kanal-A televizyonunda 5 yılda binlerce program yaptığım;

Halen de Çukurova Televizyonunda hatada 3-4 kez ekranda göründüğüm için beni ekrandan tanımış olmalıydı…

Garip şekilde oturduğu, kimsenin tanımadığı, yüzüne bile bakıp ilgilenmediği masasına beni davet etti; birlikte çay içerken bir yandan da benden bilgi almak istedi…

-Abdulkadir Bey, biliyorsun ben Seyhan Belediye Başkanlığına adayım…

Gazeteci arkadaşım, kardeşim olarak bana neler önerirsin? Neler yaparsam iyi, neler yaparsam yanlış olur, dedi…

-Size şimdiden başkan demeliyim;

İlk ve en önemli madde gazetecilerle iyi geçinin…

Medya mensubuyla asla takışmayın, zıtlaşmayın;

Çünkü her politikacı takıştığı-tartıştığı-hakaret ettiği, aleyhinde dava açtığı gazetecilere yenilmiştir…

Tarih bunun örnekleriyle doludur…

İkinci önerim de; seçildiğiniz takdirde, sizden önce başkanların işe aldığı personele dokunmayın; kimsenin ekmeğiyle oynamayın…

Oy verseler de vermemiş olsalar da onların her birisi ev geçindiren, çocukları okuyan insanlar…

Aradan kısa bir süre geçti, başkan adayı Prof. Dr. Azim Öztürk’ü:

İki gazeteci arkadaşımızla Çukurova Televizyonunda iki üç kez canlı yayına konuk olarak aldık…

Sorular sorduk, mesleğinin şehircilik olduğunu bu konunun kitabını yazdığını, seçildiği takdirde Seyhan ilçemize çok güzel şeyler dakikalarca övünerek anlattı iddia etti…

Seçime gitmeden önce iki üç kez yine bizim canlı yayınımıza konuk olmuştu;

 Her programda da aynı şeyleri tekrarlar şeklinde hatırlattım;

-Sayın Başkan, seçildiğiniz takdirde, daha önce işe alınan çalışanların işlerine son verecek misiniz?

Çalışanlar bu konuda tedirgin, sizin güvence vermenize ihtiyaçları var…

-Buradan Seyhan Belediye çalışanlarına söz veriyorum, hiçbir çalışanın ekmeğiyle oynamayacağım, işine asla son vermeyeceğim…

Çalışan kardeşlerim müsterih olsunlar…

Görevlerini yapmaya gönül rahatlığıyla devam etsinler…

Sonra ne mi oldu? Seçimler yapıldı, Prof. Dr. Azim Öztürk Başkan seçilmeyi başardı…

 Göreve geldiği ilk hafta içinde pek çok kişi gibi, orada harita bölümünde inşaat mühendisi olarak çalışan ablamın da elinden istifa dilekçesi aldı…

Makamında ziyaret ettim ve çalışanlara verdiği sözleri hatırlattım;

Çünkü oğlu İstanbul da okuyordu…

Bir süreliğine ablam çalıştı, tekrar istifa dilekçesi, tekrar çalıştı falan…

Yani Türkiye’deki politikacıların seçim öncesi verdiği tutmadığına, ilk işleri kendilerinden önceki başkanların işe aldığı çalışanların kapının önüne koymalarına yıllarca tanık olmuştum…

İki üç kez televizyondaki canlı yayınlarda, halkın gözünün içine bakarak kimsenin işten çıkartılmayacağı sözünü veren;

Ama bunun tam aksini, işbaşına geldikten bir hafta sonra yapan;

Prof. Dr. Azim Öztürk’te bu konuda beni yanıltmadı…

Bu arada Adana da bazı ilçe belediye başkanları değiştiğinde;

Kurumda çalışıp, işlerinden ayrılmak istemeyenleri döverek, küfürler ederek, yaralayarak belediyeden kovdukları zaten gazetelerde defalarca yer almıştı…

 

BAŞBAKAN ÖZAL’A

SESLENMEM TEPKİ ÇEKTİ…

Aytaç Durak başbakan Turgut Özal’ın ANAVATAN partisinden Adana Büyükşehir Belediye Başkanı olmuştu…

İlk icraatlarından biri de kentin kanalizasyon ana kollektör sorununu çözmek için harekete geçmişti…

142,5 kilometrelik devasa künkler döşenecekti…

İçinden kamyonet geçen devasa kanalizasyon sistemi boruları döşenecekti…

Başbakan Turgut Özal’ da temel atma töreni için kente gelmişti…

Başbakan, Hava alanı yakınında künkler için açılan devasa çukurda harç atmaya başladı…

Gazeteciler olarak yukarıda, başbakan aşağıdaydı ve yüzü de görünmüyordu…

Hiçbir gazetecinin sesi soluğu çıkmıyordu, herkes biraz çekiniyordu…

Ben bir türlü istediğim fotoğrafı çekemiyordum… 

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başbakanı temel atıyordu, mutlaka güzel bir fotoğraf çekmem gerekiyordu…

Yaklaşık 30-40 gazetecinin sorununu çözmek için daha fazla dayanamayıp yüksek bir sesle;

-Sayın Başbakanım, biraz yukarıya bakabilir misiniz?

Dediğimi yaptı, yukarı baktı tüm flaşlar birden patladı elinde harçla fotoğrafını benim gibi diğer arkadaşlarımda çekmeyi başarmıştı…

Çevresindeki koruma polisleri, bürokratlar milletvekilleri, bana sert ve ters birer bakış attılar…

Bir tek Aytaç Başkan gülümseyerek beni kutlamıştı…

Ama işi bitirmiş, Başbakan Turgut Özal’a istediğim pozu verdirerek, diğer gazetecilerin de sorunlarını çözmüştüm…

Gazeteciler olarak bazen riski göze almak gerekiyor; yoksa sonuç istenilen gibi olmuyor…

Bu riskleri her zaman göze aldım, güzel sonuçlara da ulaştım…

Bu gün olsa yine aynı şeyi yapardım…

 

 

HER ZAMAN ÖZGÜRLÜĞÜ SEÇTİM…

 

TRT ŞANSIMI İSTEYEREK

KULLANMADIM…

TRT Çukurova Radyosunun stüdyoları Mersin de; Haber Merkezinin ise Adana’dadır…

1989 yıllarda her gazeteci gibi ben de bir ara işsiz kaldım;

Ama Hürriyet, Milliyet gazetelerdeki başarılarım herkesçe yakından izlenip, imzamla takdir kazanıyordum…

Yani diğer meslektaşlarım beni yakından takip ediyor, ne yaptığım yakından biliniyordu…

TRT Haber Merkezi Bölge müdürü Gürses Vargül bir gün beni telefonla aradı;

-Abdulkadir yarın Adana ya TRT genel müdür yardımcısı geliyor…

Seni onunla tanıştıracağım…

İstisna sözleşme ile seni TRT ye aldıracağım, dedi…

Teşekkür ettim, düşüneceğimi söyledim…

Aynı günün gecesinde de BÖLGE GAZETESİ ’ni kurmaya hazırlanan Tahsin ağabeyimin de okul arkadaşı olan Nevzat Uçak aradı;

-Abdulkadir yeni bir gazete kuruyorum…

Sen ilk sıradasın, yarın gel işe başla, bekliyorum, dedi…

Hepten şaşırdım kaldım; başarılı olunca bu türlü teklifler sıkça insanı buluyor…

Ayrıca hep böyle olur, bazen işsizlikle bunalır insan, bazen de birkaç teklif birden gelir…

Gece boyunca düşündüm, ertesi sabah oldu, ben BÖLGE GAZETESİ ni tercih ettim…

Çünkü bir filozofun şu sözü her daim aklımdaydı;

“DEVLET MEMURLARI YARATICI OLAMAZ… ŞÖYLE YA DA BÖYLE YASALAR ONLARI BAĞLAR”

Bu sözü bildiğim için, özgür ve yaratıcı gazeteciliği tercih ettim…

Hayatımın muhasebesini yapınca şunu söyleyebilirim;

Bu güne kadar yapabildiğim ya da yapamadığım hiçbir şeyden asla ve kata pişmanlık duymuyorum…

Özgürlüğün bedeli olabilir mi?

Çok para kazanıp az özgürlük yerine, gerektiğinde aç yaşayarak tam özgürlükle yaratıcı düşünceli yaşayarak eserler vermeyi seçtim…

BÜYÜK MUCİZE YAŞADIM…

AZİZ NESİN’LE

BULUŞMA MUCİZEM…

Seyhan Belediyesinin Kültürel Etkinliğinde o güne kadar Adana ya gelmeyen birçok yazar, çizer, düşünür davet edilmiş hepsi de o çağrıya uymuştu…

Benim için flaş isim o güne kadar tüm kitaplarını severek, büyük keyif alarak okuduğum idolüm olarak kabul ettiğim Aziz Nesin’di…

Çalıştığım Bölge Gazetesindeki santral memuruna üstadın kaldığı İnci oteli ve Aziz Nesin’i bağlamasını rica etmiştim…

Hiç umudum yoktu, 5 dakika sonra telefonun ucundaki ses;

-Buyurun efendim, ben Aziz Nesin’im deyince dünya durmuştu sanki…

Çalıştığım gazeteyi, kendimi tanıttım, söyleşi yapmak istediğimi anlatınca;

-Gel evladım, bekliyorum, dedi…

10 dakikalık yürüme mesafesindeki otele özel taksi tutarak ulaştım…

O günlerde gazeteciliğe yanımda başlayan Acar Filiz’i de aldım, fotoğraflarımızı çekmesini sağladım…

Tek sözcüklü röportajımı baştan sona kadar yanıtladı…

Öyle kibar, öyle beyefendi, öyle karizması vardı ki;

Konuşmalarını, verdiği yanıtlarını nefes almadan dinledim…

O söyleşi, Aziz Nesin’in ölümünden sonra “BİR DOKUN BİN AH İŞİT” isimli kitabında yer aldı…

Orada Aziz Nesin, ölümünden sonra mezar istemediğini, tören istemediğini anlatıyordu…

 

 

YAŞAR KEMAL; “BENİ TUZAĞA DÜŞÜRECEKSİN” DİYE MASADAN KAÇTI…

Yine 1991 deki Seyhan belediyesi birinci kültür şenliğine gelenlerden biri de dünyaca ünlü romancımız Yaşar Kemal’ di…

Atatürk Parkında halka açık konferanslarında hem Aziz Nesin’in, hem Yaşar Kemal’in konuşmalarını teybe kaydetmiştim…

Adanalı olan Demirtaş Ceyhun’u kendime daha yakın buluyordum… Ondan rica ettim;

-Ağabey tek sözcüklü söyleşi moda, Yaşar Kemal’den de benim adıma bir randevu alabilir misiniz?

-Tamam, dedi…

Yaşar Kemal’le kaldığı otelinde sabahleyin randevulaştık…

Gün içinde saatlerce konuştuğumuz Yaşar Kemal üstatla otelde önce sabah kahvaltı yaptık ve uzunca sohbet ettik…

Başka bir masaya birlikte geçtik;

Teybi açıp, tek sözcüklü söyleşi lafını duyunca;

-Yok, sen beni tuzağa düşürmek istiyorsun;

Ben bu söyleşide yoğum arkadaş, diye gök gürültüsü gibi sesiyle kabul etmedi…

Masadan kalkıp hızla uzaklaştı…

Onun tepki vermesi bile benim için tarihi bir olay;

Büyük ve sevinç duyduğum bir buluşmaydı…

Çünkü çağının en büyükleri olan muhteşem insanlarla bir arada olmak, onları dinlemek, çağına ölümsüz imzalarını atan bu bireyleri tanımaktan her zaman onur duydum…

Söyleşimi ret etse de benim gönlümün en güzel yerindeki ölümsüz yeri vardır…

Hemen tüm kitaplarını okuduğum, hayranı olduğum büyük bir kişilik, tarihi bir şahsiyettir…

 

SANATÇILARVE ŞAŞIRTAN BULUŞMA…

SOLCU CEM KARACA TAM

ÖZALCI OLMUŞTU…

1980’öncesindeki protest şarkılarıyla yoğun bir taraftar ve hayran topluluğu kazanmıştı…

Ama şarkıları devlet politikasına uygun olmadığı için yurtdışına kaçmış orada yaşamaya başlamıştı…

Hatta vatandaşlıktan da çıkartıldığını hatırlıyorum…

Daha sonra Başbakan Turgut Özal’ın affı sayesinde Türkiye ye dönebilmişti…

Seyhan belediye Başkanı Yalçın Akyol’un 1991 yılında düzenlediği 1. KÜLTÜR ETKİNLİĞİNDE Adana ya gelen en ünlü ve sevilen sanatçılardan biriydi…

Kaldığı İnci Otel de basın toplantısı öncesi tüm gazeteciler olarak hazırdık…

O koyu ve protest şarkıların ünlüsü Cem Karaca uzaktan göründü…

Gazetecilerle arasında 20-30 metre mesafede durdu…

Ama günün ilk saatleri olmasına karşın, o mesafedeki ağzından yayılan anason kokusu hepimizi sarhoş etmişti sanki…

Başladı Başbakan Turgut Özal’ın politikalarını övmeye…

Ne kadar akıllı, bilgili, ileri görüşlü bir devlet adamı olduğunu anlatmaya başladı…

Bizler birbirimize bakıyor, içimizden de gülüyorduk…

Konuştukça bize daha da yaklaştı, daha fazla anason kokusuyla daha uç şeyler söyledi…

Yıllarca sahnelerde izlediğim Cem Karaca, müthiş değişim geçirmişti…

Tarih, zaman, politika, ne kadar çok insanı değiştirdiğine orada gözlerimle şahit olmuştum…

Her gazeteci gittikten sonra ben 2 saat daha teybimi açtım, söylediği her şeyi kayıt etmeyi başardım…

İyi ki Yalçın Akyol Başkan bizi bu türlü toplumu etkileyen kişilerle bir araya getirmişti…

Hala da kendi adıma çağın en ileri düşünce, müzik insanlarıyla bir araya getirmesine saygı duyarım…

 

MAFYANIN ELİNDEN

BÜLENT ERSOY KURTARDI…

Hürriyet Gazetesinde 1980’li yıllarda coşkulu şekilde çalışıyordum;

Adana ve Mersin’e gelip konser vermek için bölgemize gelecek sanatçılarla ilgili olarak;

Hürriyet Haber Ajansımızdan yani genel merkezimizden İstanbul’dan daima teleks mesajı gönderilirdi…

-Şu sanatçı, Adana ya geliyor, Mersin’ de konser verecek… İzlenip haberleştirilmesi bilgisi gönderilirdi…

O yıllarda kentimize ve çevre illere gelen dönemin en ünlü olan hemen tüm sanatçılarıyla tanışıp, haberlerini yapmıştım…

İletişim kurup haberini hazırlama mutluluğuna ulaştığım dönemin sanatçılarından bazıları şunlardı;

Müzeyyen Senar, Emel Sayın, Erol Büyükburç, Erol Evgin, İbrahim Tatlıses, Barış Manço, Cem Karaca, İlhan İrem, Edip Akbayram, Ersan Erdura, Gönül Yazar, Ajda Pekkan, Huysuz Virjin, Sezer Güvenirgil, Samime Sanay, Modern Folk Üçlüsü, Üç Hürel, Şükran Ay, Ümit Pesen, Ersen ve Dadaşlar, Fikret Kızılok, gibi ünlüler başta olmak üzere sayısızca sanatçıyı izleyip haberleştirmiştim…

Türk Sanat Musikisinin efsane bestekârları Avni Anıl başta olmak üzere Ali Şenozan, Arif Sami Toker vs…

O günlerin en ünlülerinden birisi de hiç şüphesiz ki, Zeki Müren’in yerine veliaht gösterilen;

Türk Sanat Musikisinin ünlü sesi Bülent Ersoy’du…

1980’de askeri darbe yapılmış, milli güvenlik konseyince Bülent Ersoy’a sahne yasağı getirilmişti…

O yıllarda cinsiyet değiştirdiği için, topluma olumsuz örnek olması devlet yöneticilerince önlenmeye çalışılıyordu…

Oysa toplumun taparcasına aşkla sevdiği parlak yıldız;

Bülent Ersoy bunu sesini çıkarmadan kabul ediyor görünse bile içi içini yiyordu…

İşte yasakların konulduğu ilk aylardan hemen sonra İstanbul’daki Haber Merkezimizden yine teleks mesajı geldi…

-Bülent Ersoy Mersin’ de ünlü iş adamının Deveci ’nin oğlunun sünnetinde gizlice sahneye çıkacak;

İzlenip acil olarak haberleştirilmesi ricasıyla…

Uçağı saat 22;00 de Adana havalimanında olacak, izleyelim, şeklindeydi…

Şefim Cevat Eren yasaklı olan Bülent Ersoy’u izleme görevini bana verdi…

Heyecanla, zevkle, koşarak mutlu biçimde uçak daha inmeden havaalanındaydım…

O yıllarda Hürriyet Gazetesine ve muhabirlerine tüm kapılar sonuna kadar açılıyordu…

Gazeteciler olarak aprona kadar girip, uçağın merdivenlerine kadar yaklaşıp, konukların fotoğraflarını çekebiliyorduk…

Bülent Ersoy’u getiren uçağın merdivenlerine kadar yaklaştım, karşılayıp elini sıkıp kendimi tanıttım ve fotoğraflamaya başladım…

-Hoş geldiniz, iyi mi siniz?

-Teşekkür ederim…

-Yolculuğunuz nasıl geçti? Rahat mıydı?

Hem konuşuyor, hem de kendini Mersin’e götürecek alanın dışında karanlıklarda bekleyen lüks otomobile doğru birlikte yürüyorduk…

-Yarın sabah İstanbul’a geri döneceğim…

İnanın bana çok işim var, hiç zamanım yok…

Yarın Terzim Mualla ile randevum var…

Sohbet ediyor, fotoğraf çekerek bekleme salonunu geçip, karanlıkların en yoğunlaştığı;

Kimsenin kimseyi tanımadığı anda arkamdan iki kişi beni aniden sert biçimde kucakladı…

Biri hareket etmemi önlüyor, diğeri fotoğraf makinemi almaya çalışıyordu;

-Gazeteci filmini çıkart, çabuk bana ver…

-Siz kimsiniz? Neden vereyim? Hayır, beni öldürürseniz filmi alabilirsiniz, diye bağırıyordum…

Ama adamlar beni öyle ki, sıkı mengene gibi sıkıyorlardı ki, adım atamıyordum…

O sırada biri inanılmaz büyüklükte cebinden bir tomar para çıkarttı;

-Al oğlum bu paraları, kendine bir araba al, filmi bize ver;

Ne sen bizi gördün, ne de biz seni, yoluna devam et…

-Filmimi asla vermem… İsterseniz öldürün… Yok vermem…

-Verirsin, yoksa-yoksa vs…

Tartışma ve arbede giderek daha da sertleşip, sesler iyice yükseldiğin de;

Karanlıklar içinde lüks otomobile doğru yürüyen;

Bülent Ersoy’un haberi oldu, birden durdu, göz gözü görmeyen karanlıkları yırtan bir ses tonuyla haykırdı;

-Bırakınnnnn Çocuğuuuu, deyince…

Beni mengene gibi saran kollar birden açıldı, rahatladım, özgürlüğüme kavuştum…

Aslında Bülent Ersoy da kendi de haberinin Hürriyet Gazetesinde yer almasını istiyordu;

Ama sanki habersizce fotoğrafları çekilmiş, bilgisi dışında yayınlanmasını istiyordu;

O yüzden benim fotoğraf makinemi ve filmimi almak isteyenlerin elinden kurtardığını bu gün daha iyi anlıyorum…

Bülent Ersoy şık kıyafetleriyle o sırada kendini karanlıklarda bekleyen lüks Mercedes otomobile bindi;

Beni mengeneye alan iki kişi de ondan sonra aynı otomobile binip uzaklaştı…

Ellerinden kurtulmanın mutluluğu içinde, ama filmimi kaptırmamanın onuruyla koşarak gazeteye dönmüştüm…

Filmleri yıkayıp, servise koymuştum… Hürriyet Gazetesinin birinci sayfasında imzamla birlikte haber yer almıştı…

Ayrıca yine gazetenin magazin eklerinde çok geniş şekilde yayınlanmıştı…

-Bu gün bile bana cebinden bir tomar para çıkartarak git kendine otomobil al, bu filmi bize ver diyen kişiyi;

Bu gün bile hale nefretle, kinle, hatırlıyorum…

50 yıla yakın medya mensupluğum döneminde:

Kimsenin sofrasına yanaşmadım, kimseden tek kuruş para almadım;

Hiçbir haberi kimsenin aleyhine kullanmadım;

Tehdit, şantaj, üçkâğıt, gibi yasadışı yollara asla kalkışmadım…

Elime geçen her türlü bilgi ve belgeleri, yasaların emrettiği şekilde haberleştirdim…

O nedenle bu gün alnım açık, özgürce kendimi gazeteci olarak tanımlıyorum…

Ama Bülent Ersoy’un gazetecilere olan sevgisi, saygısı, beni bu şekilde korumasını da saygıyla hatırlıyorum ve de asla unutamıyorum…

 

ŞARKICI İLHAN İREM’İN

PARA TEKLİFİNİ RET ETTİM…

“YARINLAR” gibi bir çak şarkısıyla yıldızı aniden parlayan genç pop şarkıcısıydı İlhan İrem…

Kısa zamanda da gençlerin sevgilisi olmuştu…

Diğer tüm sanatçılar gibi kentimizde de sıkça konsere geliyordu…

Adana’da Arı Sinemasında yine bir dizi muhteşem konserler vermek için kente gelmişti…

O yıllarda sanatçılar bir gün içinde peş peşe üç konser veriyordu;

Saat 14: 00 te, 17: 30 da bir de akşam 21: 00 de…

Konser öncesi Adana Dağ Tenis Yelken Kulübünde bir gurup hayranları ve samimi arkadaşlarıyla birlikte buluştuk…

Benim Hürriyet Gazetesi muhabiri olduğumu öğrenince ayrıca ilgi göstermeye başladı…

Konuşmalarımızın arasında sürekli mırıldanıp, yeni besteler yapmaya, yeni melodiler bulmaya çalışıyordu…

Arkadaşları konuşmak için bir şeyler söylediğinde;

-Ben sizler gibi boş gezinin boş kalfası değilim;

Beni lütfen boş sözlerinizle meşgul etmeyin…

Yeni besteler için 25.saati arayan insanım, diye kendini bana daha da farklı tanıtıyordu…

Sorularımı uzun uzun yanıtladı, birlikte fotoğraflarınmızı çektim…

Haberin nerede yayınlanacağını sordu;

-HÜRRİYET GAZETESİNİN KELEBEK VE HAFTA SONU GAZETELERİNDE YAYINLANACAK, deyince…

Çocuklar gibi çok sevinip, mutlu olmuştu;

Popülerliğinin ilk yıllarındaydı ve reklama müthiş şekilde ihtiyacı vardı…

O yıllarda, ne özel televizyon, ne radyolar henüz yoktu…

Sanatçıların tamamı Hürriyet Gazetesinde ve magazin eklerinde;

En küçük bir haberinin çıkması için inanılmaz biçimde birbirleriyle yarışıyordu…

Ayrılırken şöyle dedi;

-Borucumuz ne olacak Abdulkadir?

-Ne borcu İlhan Bey?

-Bu kadar haberimi hazırladın, fotoğraflar çektin, gazetelerde yer alacak…

Yani benim sana borcum yok mu?

-Yok, neden olsun ki?

-Ama İstanbul daki muhabirlerin hepsi, haberimi hazırlayınca karşılığında para alıyorlar yani haberlerimi her zaman parayla yaptılar, yapıyorlar…

-Adana da böyle bir kural yok, biz hazırladığımız haberler için para falan talep etmeyiz;

Böyle bir istekte bulunanı da Hürriyet Gazetesi kapının önüne koyar, deyince çok şaşırmış teşekkür etmişti…

Haberler çok geniş olarak Hürriyet Kelebek Ekinde ve Hafta Sonu Gazetesinde çok geniş şekilde yer almıştı…

Adana ya daha sonraki yıllarda yine geldi, defalarca görüştük…

İyi ve samimi bir arkadaşlığımız oluşmuştu…

Her gördüğünde bana teşekkür ediyordu…

 

KÜÇÜK İBONUN TÜRKÜSÜ

TÜYLERİMİ ÜPRETTTİ…

Adana da ilk özel yerel televizyonların devreye girdiği;

1990’lı yıllarda yazılı medyadan, görsele medyaya-televizyonculuğa geçen ilk gazeteciyim…

İlk özel televizyonu olan ART’(Adana Radyo ve Televizyonu) de 5 yıl boyunca haber müdürü ve yayın yönetmeni olarak…

Haftada 4-5 bazen daha fazla canlı yayına çıkıyordum;

Çünkü hiç kimse kameraların karşısına çıkmamış, onlarla tanışmamıştı…

Yıllarca gazetecilikte “DUAYEN” diye tanımlanan gazeteci arkadaşlarım ve büyüklerimiz, kamerayı görünce köşe bucak kaçıyordu…

Ben kameranın sihrine inanıyor ve bayılıyordum…

O nedenle yazılı basından rahatlıkla özel televizyona geçmiştim…

Ama kendi çapımda aynanın karşısına geçip konuşma teknikleri uyguluyordum…

Tiyatrocu arkadaşlarımdan diksiyon dersleri alıyordum…

Romalı Çukurova Valisi Çiçero gibi ağzıma küçük çakıl taşları koyarak dil ve dudak tembelliğimi gideriyordum…

O nedenle kısa zamanda artık kamera karşısında düşüncelerimi sözlü olarak kolaylıkla ifade edebiliyordum…

Adana da özel televizyoncuların ilk örneğiydim…

Daha sonraki yıllarda bu işi yapmaya kalkanların hepsi daim beni örnek aldılar; kural bu günde geçerlidir…

Beni örnek aldığını söyleyen çoğu gazeteci arkadaşım defalarca itiraf etmiştir…

ART’ de haftada 4-5-6 kez canlı yayına çıkıyordum, başarıyla görevimi sıfır hata, yüzde yüz şekilde başarıyordum…

5 yıllık görev süremin sonunda; transfer olduğum Kanal-A Televizyonunda tıpkı ART de olduğu gibi sayısız programlar ürettim;

Çalıştığım dönemde haftada iki üç sokak söyleşileri, canlı yayınlar, paket programları yapıyordum…

Abartısız söylüyorum özel televizyonların altın çağıydı…

Özellikle sokak programlarım vatandaşı ekranın başına kilitliyordu;

Savaş Aydan yıllarca önce kafama şapka giyip, sokak söyleşilerinde, halkı kamerayla ve mikrofonla tanıştırıyordum…

On binlerce kişiye mikrofon uzatıp, kendilerini ekranlarda görmelerini sağladım…

Programımın birinde;

-Sokaktaki vatandaşın cebindeki parayı göstermesini istiyordum…

-Dünya sevgililer gönünde vatandaşın yüzüne bir arkadaşım aracılığıyla boy aynası tutturup;

-Karıcığım seni seviyorum, demesini istiyordum…

-Seyhan eski Baraj Gölündeki Gençlik Köprüsünde genç bir kıza gelip insanların yüzüne ayna tutturup;

-Kendinle tanış, kendimi seviyorum, demesini istiyordum…

-Her bayram huzur evindekileri ekrana taşıyordum…

-Bazen sokakta gömlek ödülü karşılığı halka tekerleme söyletiyordum…

-Sokaktaki vatandaşın kravat bağlamasını istiyordum,

-“HALO DAYI” isimli ünlü zurnacıyı dörtyolda halkla buluşturup, vatandaşın zurna üfletmesini istiyordum…

-Alt ve üst geçidi kullanmayan kaçarak geçen vatandaşları koşarak yakalıyor, neden alt geçitten geçmediğini anlatmasını istiyordum…

-Kaldırım yerine neden yolun ortasından yürümeyi tercih etmediğini soruyordum…

-Sokakta vatandaşa sihirli-bulmaca kutuları açmalarını istiyordum…

-Okulların açık olduğu aylarda haftada bir okulu ziyaret ediyordum…

-İnternet cafeler yeni açılmaya başlamıştı oradaki gençlerle söyleşiyordum…

-Ziraat Bankasına borcunu ödeyemedikleri için cezaevine topluca girecek köylülerin sorunlarını ekrana taşıyordum…

-Çukurova da Osmaniye’den Mersin’e kadar olan kalelerin belgesellerini çekiyordum,

-Bazen Bit Pazarında ucuz giysi programları yapıyordum..

-Patates tarlalarında tarım işçileriyle ilgili programlar üretiyordum…

-Ne olacak bu memleketin hali diye yüzlerce vatandaşı sokakta tartıştırıyordum…

-Bu seçimde kime oy vereceksiniz sorusunu soruyordum…

-1998 depreminde her gün aralıksız şekilde dolaşıp 30 a yakın program çektim…

-Tarihi Misis Köprüsü depremden sonra ulaşıma kapanmıştı; 37 den fazla köyü, kent merkezine bağlıyordu: milletvekilleriyle halkı köprüde buluşturup sorunların çözümüne katkı yapmalarına öncülük ediyordum…

-Sayısız açık oturumlar, günlük yorumlar vs...

3 televizyon kanalında 5 bine yakın program çekmiştim; yaptığım her program 3/ 4/ 5/ 6/ 7 bazen daha sayılarda tekrarlar şeklinde yayınlanıyordu…

Yine sokak programlarımdan birini Atatürk Parkındaki emeklilerin sorunlarını ekrana yansıtmak için çekiyordum;

Banklardan birinde yaşlıca bir adamla;

10-12 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim çocuk dikkatimi çekmişti…

Hemen onlara yöneldim; çocuğun giysileri çok dikkatimi çekmişti;

Lacivert elbiselerini giymiş, beyaz sivri burunlu, yumurta topuklu kundurası ve yanındaki büyüğüyle parka oturuyorlardı…

Yanlarına yaklaştığımda, manevi cesareti çok yüksek olan bu çocuk kamerayı da görünce, benim televizyon programcısı olduğumu anlamıştı;

-Abem sana bir Türkü söyleyem miii?

-Al mikrofon senin, söyle bakalım hangi türküyü söyleyeceksin?

Mikrofonu eline verdim, ben de karşısına geçip dinlemeye başladım;

-AYAĞINDA KUNDURA, türküsüne bir başladı, tüylerim diken diken oldu…

Türküsünü bitirmesini sonuna kadar bekledim ve mikrofonu elinden almadım…

Öyle içten, öyle yanık sesli, öyle coşkulu söylüyordu ki;

İbrahim Tatlıses’in ünlü hale getirdiği bu türküyü;

O yaşında inanın bana ondan daha da güzel söyledi…

-Senin adın ne bakiim?

-Benim adım İbrahim abem…

-Parkta ne işin var senin İbrahim?

-Abem, ben Urfa’dan Adana’ya Türkücü olmaya gelmişem…

-İbrahimciğim, Adana da bu işi yapamazsın…

Sen şu anda yanındaki bu büyüğünle hemen otogara git;

İstanbul’a birlikte oraya gidin…

Sadece orada ünlü olursun, Adana da bu işi yapamazsın olmaz, dedim…

Küçük İbrahim mikrofon uzattığım binlerce kişiden sadece biriydi İbrahim…

Aradan 10 yıla yakın bir zaman geçti, bir gün baktım o çocuk büyümüş ve televizyonda türküler söylüyor;

-O zaman İbrahim şimdi KÜÇÜK İBO(soyadı KÜÇÜK’ müş televizyon programlarında izlediğimde öğrendim)olarak karşımdaydı…

İnanılmaz şekilde çok mutlu olmuştum;

Ben yönlendirmeseydim, Adana da kalsaydı, ya tarım, ya da inşaat işçisi olacaktı…

Belki de benim sayemde kısa zamanda İstanbul da ünlü oldu…

Daha sonra hiç karşılaşmadım;

Ama bir Adanalı gazeteci arkadaşıma anlatmıştım;

Arkadaşım KÜÇÜK İBO’ ya bunu hatırlattığında;

-Evet, Atatürk Parkında televizyoncu bir abiye türkü söylemiştim, o benim İstanbul’a gelmemi söylemişti, çok selamımı ve saygılarımı söyleyin, demiş…

Bunlar güzel anılar…

Peki, şimdi o videokaseti nerede diye sorulacaktır…

O yıllarda bir videokasetini silerek üstüne üç, dört, belki daha da fazla program çekiyorduk…

İbrahim’in KÜÇÜK İBO olacağını nereden bilebilirdim ki? Yoksa saklardım…

Daha sonraki yıllarda diğer önemli saydığım videokasetlerim gibi onu da Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesine bağışlardım…

Ama meslek hayatımda mutlu olduğum anılarımdan biridir…

ABDULKADİR KAÇAR… Adana 2021

 

EROL BÜYÜKBURÇ’UN SAHTE

KUVVET MACUNU…

Hürriyet Gazetesinde çalıştığım yıllarda, genel merkezimiz Adana’ ya, çevre illerimize gelecek sanatçıları teleksle önceden bildirip izlememizi istiyordu…

O yıllarda genç ve dinamik muhabir olduğum içinde şefim de genellikle beni görevlendiriyordu…

Türk Pop Müziğinin ilk temsilcilerinden, hemşerimiz Erol Büyükburç’ un da Adana’ya geleciği İstanbul’dan bildirildi…

Şefim Cevat Eren bana görev verdi…

Aslında çağının en ünlüsü olan Erol Büyükburç’ ben önceden tanıyordum…

Şöyle ki, ben Vehbi Necip Savaşan Ortaokulda okurken, Adana ya konser vermek için geldiğinde kaldığı amcasının evi okulumuzun bitişiğindeydi…

Kocaman bir ev, okulumuzla bitişik, arada sadece basit tek sıra tel vardı…

Günler önceden amcasına geliyor, teneffüslere çıktığımızda onu bahçede dolaşırken izliyorduk…

O da sıcak bir insandı bizim gibi öğrencilerle sohbet ediyordu…

Konserlerini de defalarca Adnan Menderes Kapalı spor salonunda izlemiştim…

Büyük hayranıydım, gazeteye geldiğinde çok mutlu oldum…

Hayranı olduğum sanatçıyla birebir konuşmak, onunla Adana’yı gezmek hayallerimin gerçekleştiği andı…

Haber konusu olarak neler yapabileceğimiz konuşuldu…

Önce Halep Çarşısı sokağındaki doğduğu evin önünde fotoğraflarını çektim…

Sonra da doğruca ünlü atar Çerçiyusuf’a gittik…

Oradaki cam macunlarına sarılır gibi bana poz verdi;

Esprisini de kendi şöyle anlattı;

-EROL BÜYÜKBURÇ ADANA DA ENERJİ DEPOLADI… KUVVET MACUNUYLA GENÇLEŞTİ”

Sonraki yıllarda magazin türü denilen bu tür haberler için, döneminin sanatçıları pop müzik sanatçıları ilhan İrem, Ersan Erdura, Ümit Pesen içinde hazırlamıştım…

Yine o yıllarda ünlü olan Türk Sanat Musikisi sanatçısı Nigar Uluer ’i gece asri mezarlığa götürüp çekimler yapmıştık…

-NİGAR ULUER mezarlıkta hangi ağa sevgilisi için dua etti? Şeklin de haberler hazırlamıştık…

O yıllarda Hürriyet gazetesinin Hafta Sonu ve Kelebek Eklerinde bu haberler manşetlerden kullanılıyordu…

Gönderdiğimiz tüm haberler manşetten, sürmanşetten, ya da mutlaka birinci sayfadan renkli olarak kullanılıyordu…

Halk ünlülerin gizemli hayatlarını merak ediyordu…

O dönem magazin gazetecileri olarak bu türlü espriler üretiyorduk…

Daha sonraki yıllarda da magazin gazeteciliği sürüp gitti, hala da devam ediyor…

 

ERSAN ERDURA’YLA

SÜMERBANKTAN KAÇTIK…

O yılların en yakışıklı en sevilen pop şarkıcısı Ersan Erdura Adana ya gelmişti…

Saat 22: 00’yi geçiyordu; Ceyhan yolundaki Sümerbank Fabrikasına götürdük…

O yıllarda yüzlerce makine kulakları sağır edercesine çalışıyordu, dokuma yapıyordu;

Genellikle de kadın işçiler dokuma sistemini üstün başarılı biçimde gerçekleştiriyordu…

Amacımız ünlü pop sanatçısı Ersan Erdura  “BAYAN İŞÇİLERE KONSER VERDİ” diye haber hazırlamaktı…

Sümerbank’ın bölge müdürü bizi sevgiyle, saygıyla karşıladı, çeşitli ikramlarda bulundu…

Ersan Erdura hayranı olduğunu defalarca söyledi ve çeşitli sorular sormaya başladı…

Hatta sohbet öyle koyulaştı ki, bir ara zamanın sular gibi akıp geçtiğinin farkına bile varamadık…

Sonra bir yetkiliyle birlikte bayan işçilerin yoğun olarak çalıştığı bölüme geçtik…

Gerçekten de orada çalışan 20-30 belki daha fazla genç bayan işçi Ersan Beyin geleceğini önceden haber aldıkları için;

Gördükleri anda yoğun biçimde çılgınca alkışladılar…

Çevresinde hemen kocaman bir sevgi halkası oluşturduk;

Ersan Bey tam şarkıya başlayacaktı ki;

Yangın alarmı verildi; ortalığı birden dumanlar sarmaya başladı…

Sümerbank fabrikası resmen o bölümden başlayarak yanıyordu…

Kocaman salonu dumanla birlikte kötü bir koku kaplamıştı…

Ses sisteminden bir anons geldi;

-Fabrikada yangıııııınnn vaaaaaar, herkes dışarııııı…

Bu uyarıyı duyan bayanlar hemen sağa sola kaçışmaya başladı…

Ben fotoğrafları falan çekmeye asla fırsat bulamamıştım…

Bayanların oluşturduğu sevgi çemberi yangın alarmıyla anında bozuldu; herkes bir yana kaçtı…

En önde Ersan Erdura elimi tuttu, şoförle birlikte bizi yönlendirdi;

-Kaçalım, ağabey, yangın bizim üstümüze kalır, kaçalım, diye en önden koşmaya başladı…

-Ersan Bey rahat olun, önlem alırlar, korkmaya gerek yok; Burada her türdü tedbir var dediysem de, en önce koştu, biz de ona uymak zorunda kaldık…

Sümerbank fabrikasındaki yangın bizim hem işimizi, hem de tüm sihrimizi bozmuştu…

Haber için fotoğrafları çekemedik, çalışan diğer işçiler gibi bayanların her biri başka yöne kaçmıştı…

Fabrikayı zorunlu olarak terk ettik…

Gazeteci habere giderken nerede, ne zaman, neyle karşılaşılacağı genellikle bilinmez…

O nedenle genellikle sürprizlere karşı hazırlıklı olmak, öngörülü davranmak gerekir…

Hele de devletin devasa bir kurumunda böyle bir olayın yaşanması çok büyük riskti…

Ersan Erdura bizi, biz de onu kurtardık bir yerde…

 

EN ÜNLÜ SOYDAŞIM CÜNEYT ARKIN’LA ÇEŞİTLİ GEZİLER…

CÜNEYT ARKIN GERÇEKTEN

KIRIM TATARI SOYDAŞIM…

Ünlü sinema sanatçı Cüneyt Arkın(gerçek adıyla Fahrettin cüreklibatur)TGRT televizyonunda “BABACAN” isimli program yapıyordu…

Onunla aynı soydan geldiğimizi yaşayarak, aynı dili konuşarak görmüştüm…

Program Müdürü olan Yüksel Evsen aylar önceden evime gelmişti…

Çukurova bölgesinde hangi tür programlar çekebileceğimiz uzun bir listesini yapmıştık…

Ceyhan’ın Gölovası Köyünde, mezarını yaşarken yaptırıp, ruhuna kuran ve mevlit okutan Dertli Kazım konusu dikkatini çekmişti…

-Abdulkadir ağabey Cüneyt Beyle o köyde program çekelim diye tarih belirleyip randevulaştık…

Birkaç gün önce de Dertli Kazım Amcaya telefon açtım;

-Ünlü sanatçı Cüneyt Arkın köyüne gelip program çekecek…

Şu gün saat 10 da köylüleri kahvenin önündeki toplar mısın?

-Tamam, Abdulkadir Bey, demişti…

Sabahleyin İnci Otelin önünde Cüneyt Arkın ve ekibiyle buluştuk…

Cüneyt Bey doğruca benim Serçe otomobilime binince şaşırmıştı…

Oysa arkada lüks bir otomobil emrindeydi;

-Cüneyt Bey, bu araba sizin için uygun değil, dediysem de;

-Ben senin arabanla gideceğim, o arkadan bizi takip etsin talimatını verdi…

Yanıma oturdu, arkada program müdürü, kameramanlar vardı…

Eskişehirli olduğunu biliyordum, bunu söyleyince başladı TATARCA sözcükle etmeye…

Zaten benim ana dilimdi, biz Dertli Kazımın köyüne gidip, dönünceye kadar Tatarca konuştuk…

Fıkralar, şınglar, sohbetlerle kahkahlar atarak yaklaşık 15 saatlik güzel bir gün geçirdik…

Olayın başka bir boyutuna gelince;

Kazım Amcanın Gölovası Köyüne gittiğimizde, tek başına kahvenin önünde sandalyesinde oturuyordu…

-Kazım amca, hani kimse yok, haber vermedin mi,  söylemedin mi?

-Söyledim, ama bana inanmadılar, gelmediler dedi…

Hemen camiye doğru gittim, hocaya kapıyı açtırdım, mikrofonla şu anonsu yaptım;

-GÖLOVASININ SAYIN SAKİNLERİ… TÜRK SİNEMASININ ÜNLÜ SANATÇISI CÜNEYT ARKIN ŞU AN KÖY MEYDANINDA… SİZİ BEKLİYOR…

Cami ile kahvehanenin arası 100 metre yoktu…

Geri geldiğimde köylülerin tamamı Cüneyt Arkın’ın etrafını sarmıştı bile…

Güzel bir program oldu; Kazım Amcanın yaşarken kendine yaptırdığı, her yıl kuran ve mevlit okuttuğu mezarın başına gittik, Kazım amca konuştu, anlattı…

Adana’ya dönüşte Misisteki Nur Dağında ki Lokman Hekimin bulduğu iddia edilen “ÖLÜMSÜZLÜK ALTIN OTUNU”  Cüneyt beye anlattım…

Ayrıca ünlü efsane “ŞAHMERANIN MAĞARASINI” da gösterdim…

Dönüşte, benim mahallemde yaşayan yine aynı dönemin sinema oyuncusu Bilal İnci ile daha önce konuştuğumda;

-YEŞİLÇAMIN ÜNLÜLERİ BENİ UNUTTU, HEPSİ DE VEFASIZ ÇIKTI, BENİ KİMSE ARAYIP SORMUYOR, YAZIKLAR OLSUN demişti…

Cüneyt Arkın’a konuyu anlattım…

-Abdulkadir beni hemen evine götür dedi…

Mahallemdeki evine gittik, sarmaş dolaş oldular…

Sonra ünlü Adana kebapçısı Mesut Silindir’in Kocavezir İş merkezinin karşısındaki lokantasında geç saatlere kadar yenilip içildi…

Cüneyt Arkın, sadece bir duble rakı içeceğini söylemişti…

Ama bir duble daha, bir daha, hadi son kez diye sayısız rakı içti…

Otele benim otomobilimle bıraktığımda inanılmaz şekilde sarhoştu ve ayakta zor duruyordu…

Soydaşım olduğunu yaşayarak, görerek öğrenmekten çok mutluydum…

Bu değerler yaşarken fazla önemsenmiyor…

Ancak ölünce ya bir sokağa, ya bir parka, ya da bir caddeye adı veriliyor…

 

CÜNEYT ARKIN’LA ZİLLİ DEDE TÜRBESİ…

“AL SANA GÖBEK, VER BANA BEBEK”

Cüneyt Arkın ikinci bir program çekimi için Adana’ya tekrar gelmişti…

“ÇUKUROVA EVLİYALARI” kitabımda anlattığım “ZİLLİDEDE” türbesi ilgilerini çekmişti…

İkinci programı da orada çektiklerinde yine rehberlik etmiştim...

Cüneyt Arkın’ ın geleceğini öğrenen mahalleli bölgeyi doldurmuştu…

Beni 200 metreden görünce topluluğu yararak kucaklayıp, benim yanıma geldi öptü, omzuma elini koyup dolaştık…

Ekibinin ayarladığı 4-5 kadın Zillidede Türbesine sandukanın çevresinde göbek atarak 30-40 defa döndüler…

-AL SANA BİR GÖBEK VER BANA BİR BEBEK…

Program da her zamanki gibi yine şahane olmuştu…

O yıllarda en çok izlenen TGRT televizyonunda yayınlanınca ülkemizde de gündem olmuştu…

Rtük tarafından o program nedeniyle birkaç gün ekran kapatılmıştı…

Bazı Adanalılar programa tepki göstermişlerdi…

Ama halkın değerlerini anlatan bir programdı; üstelik mikrofon uzattığı yüzlerce kişi bu olaya inandıklarını söylediler…

Üstelik göbek atarak dilekte bulunan ve bebek sahibi olan kadınlar da yaşadıklarını anlattılar…

Muhteşem bir çalışmaydı…

Yine başka bir gezisinde portakal bahçelerinin içinden geçerken, Cüneyt Arkın dalından bir portakal koparttı… Hiç soymadan, kabuğuyla yemeye başladı…

-Aman yapmayın, falan dedim…

-Portakal böyle yenirse vücuda daha çok yararlı olur, daha çok vitamin sağlar, diye kocaman portakalı kabuğuyla yemesini hiç unutamam…

 

CÜNEYT ARKIN İLE KÖYLÜLERİ

 HAPSE GİRMEKTEN KURTARDIK…

Defalarca Adana’ya gelip önerdiğim programları çeken Türk Sinemasının en yakışıklı sanatçısı Cüneyt Arkın Ceyhan’ın Çelemli Köylülerinin hepsinin birden hapse girmekten kurtardı…

Kanal-A Televizyonunda yaptığım programlardan birisini de Çelemli Köyündeki vatandaşlarla çekmiştim…

Kahvehanenin önünde oturan 50’ ye yakın vatandaşların hepsinin cebindeki paraları göstermesini rica etmiştim…

“BİR DOKUN BİN AH İŞİT” özdeyişine uygun bir sahne ortaya çıkmıştı…

Bölgenin en güzel toprakları üzerinde yaşayan köylülerin çoğunun cebinde para yoktu…

Özellikle ısrar edip, başkalarına kontrol ettirmeme karşın, vatandaşlar gerçekten sıkıntıdaydı…

Dokunsan ağlayacak gibiydiler; bazılarının da zaten gözleri yaşarmıştı…

Yaşlarını silmeye devam eden bir vatandaş şöyle dedi;

-Bu köyümüzdeki tüm insan TC ZİRAAT BANKASI’ ndan aldıkları krediyi ödeyemedikleri için, bir hafta içinde hapse girecekler…

Bu konuda lütfen yetkililer bize kulak versin, çok sıkıntılıyız, inanılmaz şekilde rahatsızız…

Programı çektim, Kanal-A Televizyonunda iki, üç, belki daha fazla yayınlandı…

O günlerde Adana da olan TGRT televizyonunda “BABACAN” isimli programı yapan Cüneyt Arkın benim çektiğim programı izlemiş…

Program Müdürü Yüksel Evsen aradı;

-Abdulkadir ağabey, Cüneyt Bey o köye gitmek, vatandaşlarla görüşmek istiyor, dedi…

-Ne zaman isterseniz götürürüm dedim…

Bir gece vakti, saat 22: 00’yi geçmişti…

Ceyhan’ın Çelemli Köyüne Cüneyt Arkın ve ekibiyle gittik…

Kahvehanede oturan 50 ye yakın vatandaş birden çevremizi sardı…

Cüneyt Arkın’a sıkıntılarını anlattılar; program TGRT televizyonunda yayınlandı…

Türkiye Büyük Millet Meclisi konuyu hemen gündemine aldı…

Benim çektiğim programı görüp, sorunu çözmek için vatandaşları ziyaret eden, konuyu ülke gündemine taşıyan Cüneyt Arkın sayesinde Çelemli Köylüleri cezaevine girmelerine bir gün kala kurtuldu…

Bana muhtarları arıcılığıyla defalarca teşekkür ettiler…

Zaten tanıdıklarımın da yaşadığı bu köyü ve insanlarını çok severim…

Dağ yolundan bizim köyümüze giderken de içinden geçerim…

Bu programımda meslek hayatımda beni çok duygulandıran, onur duyduğum çalışmalarımdan biridir…

Medya mensubu olmak, milletin sorunlarını gündeme taşıyıp, yetkililere iletip, çözümünü sağlamaktır…

 

SİYAH BEYAZ TRT TV DE İLK KEZ HABER OLDUM…

TRT TV DE İLK KEZ HABER OLUP

EKRANLARDA GÖRÜNDÜM…

Adliye muhabirliği yaptığım 1980’li yılların ilk yarısında çok güzel haberlere imza attım…

Ama daha da önemlisi 12; 00 ile 13;00 te adliyede öğle yemeği olurdu…

Bende fotoğraf makinemle Tepebağ, Kayalıbağ, Alidede, Sarıyakup, Hürriyet, 5 Ocak gibi tarihi mahallelere dalardım…

Ne kadar eski yapı varsa, her yönüyle ama en çokta her biri sanat eseri olan kapı tokmaklarının fotoğraflarını çekerdim…

Ama bazen de sokakta yatıp-kalkan kimsesiz insanlar dikkatimi çekerdi…

İlk kişisel fotoğraf sergim de Hacı Ömer Sabancı Kültür Sitesi Tiyatro Fuayesinde açmıştım…

“SOKAK VE İNSAN” başlığını taşıyan sergim 30x40 civarında siyah beyaz fotoğraflarımdan oluşuyordu…

Açılış için hazırladığım sırada baktım TRT muhabiri ÜNAL AKDAĞ ve kameramanı sergiye haber hazırlamak için gelmişti…

O yıllarda TRT televizyonu hala siyah beyazdı…

Kamerayı tanımıyorum, mikrofona da hiç konuşmadım…

-Ben konuşamam diye kendi kendime söylenip uzaklaşmaya çalıştım…

Bir tür korkmuştum o sırada yanımda bulunan arkadaşım Yavuz Yetenç;

-Abdulkadir sen akıllı insansın,  en güzel konuşmayı sen yaparsın lütfen çekinme dedi…

Ondan cesaret alarak kameranın karşısına geçtim…

İlk defa 2-3 dakikalık çekimde, mikrofona konuştum…

Akşam 20; 00 de sergimle ilgili haber yayınlanınca ünlü olduğumu düşünüp sevinmiştim…

Benim kamera ve mikrofonla ilk dostluğumdu…

Daha sonra 3 yerel televizyon kanalında hem yönetici oldum, hem de 5 bine yakın program yaptım…

On binlerce kişiyi mikrofon ve kamerayla tanıştırdım…

Pek çok programım defalarca tekrar yayınlandı…

İnanılmaz ama belki ama abartısız olarak 15-20 bin defa özel televizyonlarda ekranda göründüm…

O zamanki programlarımdan düzenli şekilde oluşturduğum arşivimi de Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesine bağışladım…

Bu güne kadar defalarca televizyon programım, TRT Radyo yayınlarında konuştum…

Ama mikrofon sözünü duyup, konuşacağım aklıma gelince ilk günkü gibi heyecanlanmaya devam ediyorum…

Belki de mesleğimin gereği bu, heyecanlanmayan kişi zaten mesleğinde başarılı olamaz ki…

Hayat aslında A’ dan Z’ ye heyecandır; ama medya sektörünü aşkla yapanlar için her an inanılmaz büyük heyecandır…

Hayatı adadığım, sevgiyle, saygıyla, âşık olarak yaptığım mesleğime trilyonlarca hücremle bağlılığımı sürdürüyorum…

Bin defa hayata gelsem, bin defa aynı mesleği aşkla yapmayı isterim…

 

DİNİMİ ASLA DEĞİŞTİRMEDİM…

HRİSTİYANLIĞI KABUL ETSEM

BENİ DÜNYA TANIYACAKTI…

Yayınladığım irili ufaklı 34 kitabımdan birisi de “ÜSTÜN İNSAN” başlığını taşıyordu…

Arkadaşlarımın arkadaşları arasında Hıristiyanlar vardı…

Bazıları da Amerika ile sürekli iletişim halindeydi…

Amerika’ya gidip gelen, orada yaşayanlar da vardı…

Üstelik bölgede Hıristiyanlık konusunda misyonerliği de yapıyorlardı…

O sıralarda arkadaşımın arkadaşına ”ÜSTÜN İNSAN” kitabımı hediye etmiştim…

Amerika’ arkadaşları, dostları, hatta işi olan arkadaşım kitabımı baştan sona dikkatle okumuş…

İngilizceyi de ana dili gibi konuşan akıllı bir insandı…

Bir gün tekrar karşılaşınca görünce derin sohbet etmeye başladık;

-Ağabey, “ÜSTÜN İNSAN” kitabın muhteşem…

İki defa baştan sona kadar okudum; tam olarak insanı, bizi de anlatıyor…

 Her satırının altına imza atarım dedi…

Gel bu kitabı ben İngilizceye çevireyim, Japonya dan Avusturalya ya, Amerika’dan Güney Kore’ye kadar bütün dünya okusun…

Çok ünlü olur, inanılmaz para kazanırsın, dedi…

-Çok mutlu oldum, harika bir düşünce…

Çok mutlu oldum, çok sevinirim, hemen başlayalım dedim…

Arkadaşım sağ elinin işaret parmağını kaldırarak;

-Ama tek bir şartımız var, deyince merak ettim…

Telif için para falan ödeyemeyiz, yayın haklarını bize verirsen demesini düşünürken şöyle dedi;

-Ama tek şartımız Hıristiyan olacaksın…

İnanılmaz derecede çok şaşırdım, şoke oldum, birkaç saniye sonra ona şöyle dedim;

-Ben iyi bir Müslüman değilim, dinimin şartlarını yerine getiremiyorum…

Ama Hıristiyan olmayı da aklımın ucundan geçiremem…

Babacığım inançlı bir Müslümandı…

Ona asla saygısızlık edemem…

Böyle bir şeyi aklımın ucundan bile geçirip düşünemem…

Teşekkür ederim, kalsın, dedim…

Yani burada şunu söylemek istiyorum;

Ünlü olmak için bazı terör örgütleri, yasadışı konularla iltisaklı hale getiren kişilerden biri asla olmadım…

Ülkemi, devletimi, halkımın inancını sevmek ve gereğini yerine getirmesem bile özgürce kendimi ifade edebilmek beni çok mutlu ediyor…

Ünlü bir insan olmak için, para kazanmak gibi bu olumsuzlukların hiç birini düşünmedim, yapmadım, yapmam, yapmayacağım…

İçinden geldiğim kültüre de, inançlarıma da tamamen aykırıdır…

Benim okuyup, düşünüp, yorumlayıp yazdığım, eser haline getirdiğim ya da denemeler şeklinde dijital ortamda kalan her çalışmam dünya insanlık ailesinin ortak malıdır…

Hiçbir para talep etmeden her ürünümü gönül rahatlığıyla insanlığa hediye ettim, ediyorum, edeceğim…

 

 

SÜPER AKILLI DELİ…

DELİ YÜCEL’İN

AKILLI KAZIĞI

VE EKSPRES…

O yıllarda Adana da üç ilde yayın yapan Ekspres Gazetesinde çalışıyordum…

Türkiye de medya sektöründe hiçbir zaman eşi emsali görünmeyecek şekilde 9 ay gibi geriden maaşın ödendiği bir dönemdi…

30’dan fazla çalışanı aç bırakan Oğuz Baytok avcı ve atıcıdır… Ekspres Gazetesinin yıllarca sahipliğini yapmıştır…

Kendine de idol olarak her hareketine kahkahalarla güldüğü Milli atıcı, Deli Yücel’i seçmişti…

Her toplantıda onun anılarını anlatır, önce kendi kahkahalarla güler, sonra herkesi güldürürdü…

Bir gün bana Deli Yücel’in anılarını yazma görevi bana verdi…

Teybimi aldım Deli Yücel’in Eski Vilayet civarındaki evine gittim…

Görüşmeyi ve anılarını anlatmayı kabul etti…

Teybimi açıp anılarını anlatmasını istediğimde ise hiç konuşamadı…

-Hadi Deli YÜCEL Ağabey, anlat, diyorum…

Tıs yok, birkaç dakika bekliyoruz sesi çıkmıyor…

-Abdulkadir neyi anlatayım? Bilmiyorum ki, diye bir iki saat konuşma kabızlığıyla beni inanılmaz şekilde uğraştırdı…

Bu arada ünlü iş adamı Kemal Aslan evine gelmişti…

-Kemal bey, Deli Yücel anılarını anlatmıyor…

Bende artık gideceğim… 

Eğer İncirlik yönüne gidecek olursanız Ekspres Gazetesi Ceyhan yolunda, beni de götürür müsün, dedim…

-Hemen gel Abdulkadir götüreyim dedi…

Aşağıya indik Deli Yücel de bizimle aynı lüks otomobile bindi…

Araba hareket ettiğinde, başladı Kemal Aslan’la konuşmaya, anılarını anlatmaya başladı…

Teybin kayıt düğmesine basıp ağzına yaklaştırdım…

20 dakikalık yolculuğumuzda 10-15 anı anlattı…

Sonra çorap söküğü gibi her gün gazeteye geldi…

Yıllarca 1000 den fazla anısını önce teybe kayıt ettim…

Her gün de birer tanesi ekspres gazetesinde fıkra formatında yayınladım…

Ekspres gazetenin tiraj inanılmaz arttı; diğer yerellerin hepsinden ileriye geçti…

Oğuz Baytok her sabah anısını okuyor kahkahalarla gülerek beni çağırıyordu…

Ünlü İş adamı Kemal Aslan, Niyazi, oğlu İhsan Çetinkaya, Vilayet Basın Danışmanı Arif Tekin her sabah gazeteyi okuyup bana teşekkür ediyorlar, koro halinde kahkahalarla gülüyorlardı…

Deli Yücel bir gün İhsan Çetinkaya ile anlaştığını anılarının basılmasını sağlayacağını kabul ettiğini söyledi…

Ben de o yılların en iyi işini yapan, Hakan Matbaası sahibi Osman Er’i ihsan Çetinkaya’nın mağazasına götürdüm…

-İhsan kardeşim bak bu arkadaşım matbaacı kitap baskısı konusunda pazarlığınızı yapın…

Aranızda anlaşın, ben hemen anılarını getirip matbaaya teslim edeyim, dedim…

İkisi de gayet güzel şekilde hesaplar yapıp anlaştılar…

1993 yılında 13 milyon liraya kitabın dizgisi yapıldı, kalıplara çekildi, tam baskıya geçilecek İhsan Çetinkaya;

-Ağabey ben bastırmaktan vazgeçtim… Deliyle kavga ettik, dedi…

Matbaacı Osman diyor ki;

-Ben bu kadar masraf ettim kalıp ve dizgi paramı verin, kitabı basmaktan vazgeçeyim…

Bir firmada çalışan muhasebeci arkadaşımı Deli Yücel’in evine götürdüm;

-Bak ağabey bu arkadaş parayı verip kitabı bastıracak…

Bir ay içinde kitapları satıp arkadaşımızın şirketine olan parasını ödeyebilir miyiz, dedim?

-Ne demek ciğerim, bir hafta içinde, arabam emrinde, çocuklarım emrinde 4-5 koldan satar öderiz…

Seninde eline para geçer…

Sonra seni de nişanlar ve evlendiririz dedi…

Kitap bin adet olarak basıldı;

Ağabeyimin Seyhan otelinin arkasındaki bürosuna götürüp yığdık…

Deli Yücel hemen zaten orayı daha önceden biliyordu…

Ben gidince gelip 500 kitabı almış İhsan Çetinkaya nın masasına yığmış…

-Benim sana borcum kalmadı, haydi eyvallah diye çekip Çamlı yayladaki evine gitmişti…

Bir tek kitap satmadı, 500 kitabı da benden habersiz çalıp götürmüştü…

Aylarca kitap satmaya çalıştım olmadı; her sabah anılarını okuyup kahkaha atıp teşekkür edenler geri çekildi, hatta kaçıp gittiler, kayboldular…

Ünlü işadamı Kemal Aslan bir tek kitap aldı…

Herkes geri çekilmiş, tüm sıkıntı bana kalmıştı…

Bende gelene geçene ücretsiz olarak 500 kitabı dağıttım…

1993 yılında Deli Yücel’in kitabında bana verdiği zarar o yıllardaki parayla 13 milyon liraydı…

Bazen konuştuğumuz insanlara olayı anlattığımda şöyle diyorlar;

-Adam deli, gayet normal yaptıkları…

Aradan geçen bu kadar zamanda kitabı yeniden dijital ortamda dizip blok sayfamda yayınladım…

Deli Yücel bana tüm anlattığı her anısında insanlara nasıl kazık attığını, nasıl tuşa getirdiğini söylemiş…

Ben dürüst, her yönüyle hata yapmayan, kimsenin hakkına el uzatmayan bir kültürden geldiğim için anlayamamıştım…

Deli Yücel bu şekilde davranıp bana kazık atmasaydı, çağımızın NASRETTİN HOCASI olmaması, kitabın yüzlerce kez baskı yapılmaması için hiçbir neden yoktu…

Ama öncelikle bana, sonra da kendine zarar verdi…

Biliyorum gerçekleşmeyecek ama Allah akıl versin…

 

ÇETİNKAYALARIN ATTIĞI KAZIK

VE TARİHİ YALANLARI…

Aradan yıllar geçti; gazeteci, yazar TV programcısı ve Niyazi Çetinkaya’nın sevdiği dostu ve arkadaşı bana dedi ki;

-Niyazi Çetinkaya görüşmek için bekliyor, işyerine davet etti…

Senin televizyonda anlattıklarından etkilenmiş…

Deli Yücel kitabı konusunu görüşecek…

Gittim, uzun uzun sohbet ettik;

-Niyazi Bey, İhsan ve Deli Yücel beni böyle tuzağa düşürdüler…

Yıllarca anılarını yazdım, kitap bastırmamı istediler, matbaaya bir kuruş para ödemediler…

Deli Yücel de 500 kitabımı da zaten alıp kaçırmış sonradan haberim oldu…

Niyazi Çetinkaya da üzüldü…

-Bu türlü konularda benimle keşke önceden görüşseydin dedi…

Ama hemen telefonla karşı binadaki oğlu İhsan Çetinkaya’yı aradı;

-Abdulkadir abiye parasını ödedim demişsin…

Ödediği konusunda babasını ikna etmeye çalıştığın duydum…

-Yok, Niyazi Bey vallahi billahi de tek kuruş dahi ödemediler, ödedilerse kefen param olsun dedim…

Niyazi Çetinkaya da bir şey diyemedi telefonu kapattı…

Hemen karşı binaya İhsan’ın yanına gittim;

-Bana Deli Yücel’in kitap parası ödedin mi?

İhsan Çetinkaya kıvırmaya başladı, yüzü rengârenk oldu;

-Ağabey sen bana kitap getirmedin ki?

-Ama babana kitap parası Abdulkadir’e verdim demişsin… 

Bana para vermedin, ben aldıysam kefen param olsun…

Yoksa senin kefen paran olsun, dedim…

Hık mık etti; Yanından ayrılırken şöyle dedim;

-Zaten her televizyon programımda bu güne kadar defalarca anlattım, gazetelerde yazdım, radyolarda da söyledim…

Yaşadığım sürece buna devam edeceğim, dedim…

Daha sonraki yıllarda da sıkıntım konusunda Deli Yücel’e bir gün uzunca bir görüşme yaptım;

-Ağabey toprağın altı da var, lütfen benimle helalleş…

15 dakika koyunca din iman, yaratıcı gibi tüm kutsal değerlere küfürler savurdu, inanılmaz hakaretler etti…

Daha sonraki günlerdeki son telefon konuşmamızda;

-Allah bana senden uzun ömür verirse, musalla taşında hoca hakkınızı helal edin dediğinde ETMİYORUM, CEHENNEME GİTSİN DEMESEM NAMERDİM diye telefonu yüzüne kapattım…

Hakkımı ne Çetinkaya Ailesine, ne de Deli Yücel ailesine asla helal etmedim, etmiyorum, etmeyeceğim…

SÖZÜNDE DURMAYAN

İŞ ADAMI?

 

GÜRBÜZ ÇİĞDEMOĞLU’NU

TANIMAKTAN MUTLU OLDUM…

Nelson Mandela’nın muhteşem bir sözü var şöyle der;

-HAYATIM BOYUNCA HİÇ KAYBETMEDİM; YA KAZANDIM, YA ÖĞRENDİM…

Bu söz ciltler dolusu kitaplar yazılacak kadar yoğun bilgi içermektedir…

1990’lı yıllarda çalıştığım kanal A Televizyonunda “YAŞAMIN İÇİNDEN” programlarım o yıllarda yerel televizyonlarda rakipsiz şekilde çok izleniyordu…

Özellikle okulların açık olduğu dönemlerde öğrencilerle yaptığım sohbet ve bir tür şovlar yerel kanalların bir numaralı programıydı…

O yıllarda bir Alman firmasına Adana da yaptırılan kamuoyu araştırmasında;

Hem çalıştığım Kanal-A televizyonu, hem de program ismi hatırlatılarak yapılan araştırmada;

Benim gerçekleştirdiğim “YAŞAMIN İÇİNDEN PROGRAMIM” en yüksek oyu alıp birinci seçilmişti…

Bunu da haber bültenlerimizde halkımızla paylaşmıştık…

İşte o yıllarda Adananın ünlü iş adamlarından büyük bir firmanın sahibi olan Gürbüz Çiğdemoğlu beni bürosunda görüşmeye davet etti…

Muhasebe sorumlusu olan arkadaş, Gürbüz bey ve benimle birlikte proje hazırladık…

Format şöyleydi;

Lise son sınıflardaki okul birinci, ikinci, üçüncüsü olan öğrencilerle, aynı okuldaki diğerlerini bir arada buluşturup, program çekecektim…

Yani bir “YAŞAMIN İÇİNDEN” programımı geniş salonlarda bu buluşmayla gerçekleştirecektim…

Program sonunda da şirketin muhasebecisi olan arkadaşım, firmanın o günlerdeki para değeri olan 10’ar milyon liralık çekleri üç öğrenciye verecekti…

Gürbüz Çiğdemoğlu toplantı sırasında bana dedi ki;

-Abdulkadir Bey, programlarını zevkle izliyorum; sen çok başarılı asıllı yapımcısısın; bu projeyi gerçekleştirince yanıma gel sana özel olarak bir ödeme yapacağım…

Mesleğim boyunca hiçbir şekilde para da, makamda gözümün olmadığını tüm meslektaşlarım bilir…

Böyle bir talepte hiçbir koşulda, hiç kimseden asla istemedim…

Büyük iş adamı Gürbüz Çiğdemoğlu gibi bir patrondan böyle bir teklif gelince sadece sessiz kaldım…

Bakalım bu işin sonu nereye varacak diye düşünmeye başladım…

Programımın belirlediğimiz formatı gereği lise son sınıflarda ilk üçe girenlerle diğer öğrencileri büyük salonlarda buluşturacaktım…

Diğer öğrenciler başarılı olan arkadaşlarına sürekli şunları sordular;

-Nasıl ders çalışıyorsunuz?

Nasıl okul birinci, ikinci, üçüncüsü olmayı başardınız diye soracak, onlar da yanıt verecekti…

Programın sonunda da o günkü para değeriyle ilk üçe girenlere 10’ar milyon liralık harcama çekini Gürbüz Çiğdemoğlu’nun muhasebecisi sunuyordu…

Binlerce öğrencinin katıldığı bu şov programlarımda alkışlar o kadar çoktu ki, inanılmaz şekilde başarı sağlamıştım…

Hem Gürbüz Beyden, hem de çalıştığım kanalın yönetiminden her programım sonunda daima teşekkür alıyordum…

Hepimiz oldukça ve çok mutluyduk, programımı şahane biçimde tamamlamıştım…

İşadamı Gürbüz Çiğdemoğlu’nu daha sonraki günlerde ziyaret etmeye karar verdim ve Kuruköprüdeki o devasa binanın en üst katına gittim…

Benim hiçbir talebim olmamasına karşın, verdiği sözü nasıl tutacaktı? Ya da tutmayacak mıydı? Tüm amacım bir iş adamının sözünü nasıl yerine getirecek, ya da vazgeçecekti?

Her yerde kamera olduğu için, uçan kuşu bile oturduğu koltuğundan izleyen Gürbüz Bey elbette benim geldiğimi de izlemişti…

Sekreter Bayan Gürbüz Beyin meşgul olduğunu, zamanı olmadığını söyledi…

Başka zaman uğramamı rica etti…

Çeşitli zamanlarda sırf denemek amacıyla iki-üç kez gitmeme karşın Gürbüz beyle görüşmedim;

Ya da o benimle görüşmedi, görüşmek istemedi; sekreterine beni ekmesi için talimat vermişti…

Benim hiçbir talebim olmamasına karşın, verdiği sözü tutmamasını hiç önemsemedim…

Çünkü mesleğimi ilk günden itibaren aşkla, sevgiyle yaptım;

Hedefim ve amacım asla para ve makam olmadı, olmaz, olmayacaktır…

Ama görevimi sıfır hata, yüzde yüz başarıyla yapıp, geniş halk kitlelerinin sevisini kazanmış olmamı; paradan her zaman daha değerli ve ödül olarak kabul etmiştim…

Mandela’nın yukarıda yazdığım o sözünün ne kadar değerli anlamlı olduğunu ünlü patron Gürbüz Çiğdemoğlu’nda deneyerek gerçek olduğunu anladım…

Ben hiç kaybetmedim; ya kazandım, ya da öğrendim…

Gürbüz Bey bunu bana somut olarak kanıtladı…

Yani ben asla kaybetmedim, Gürbüz beyi öğrendim…

Olayın başka bir boyutuna gelince; yaşadığım bu haksızlıklar, bencillikler, insanların kişisel hırsları ve hakkımın yenilmesi karşısında kendime şöyle bir söz vermiştim;

-Gazetecilik mesleğime aşığım, hiçbir engel, entrika, hakkımın ödenmemesi gibi ilkel, kasıtlı, bilinçli davranışlar beni bir saniye bile yıldırmayacak ve de yıldıramayacak… Çocukluğumdan beri hayalini kurup, başarıyla sürdürdüğüm görevimi gittiği son noktaya kadar taşıyacağım; her meslektaşım için onur belgesi olan sürekli kartı mutlaka alıp ömür boyu taşıyacağım… Bu inançla medya mensubu olarak yoluma aralıksız devam ettim… Her şeye rağmen bu günlere kadar getirmeyi başardım… Yaşadığım sürece de okumaya, düşünmeye, yorumlayıp yazmaya devam edeceğim…

 

 

MUHTEŞEM HOCAMIN SEVİNÇ ÇIĞLIĞI…

KARATEPENİN KAHRAMAN ARKEOLOGU

PROF. DR. HALET ÇAMBEL’LE İKİ SAAT…

Kadirli Karatepe antik kenti kazısını ortaya çıkartmaya hayatını adayın, ömrü boyunca orada çalışarak dünya insanlık ailesine armağan eden kahraman Prof. Dr. Halet Çambel hocamla iki saat söyleşi yapan belki de tek gazeteciydim…

Üç arkadaşımla hem çalışmaları görmek hem de hocayı ziyaret etmek için bölgeye gittik…

Hocayı kazı alanında işçilere sürekli talimat verirken gördüm…

Muhteşem bir özgüven, şahane bir bilgi abidesi, araştırma yeteneğinin verdiği aydın görüşüyle çok etkilemişti…

Teybime bir saat gibi sürede bölgeyi anlattı, dönemin kralı olan ASİTAVAS’ ve onun söylevlerini uzunca anlattı…

Onun kitabesinde Adana ve Çukurova ile ilgili söylediklerini tek tek bize izah etti…

Ortaya çıkarttığı heykellerdeki giysileri, o yıllardaki yaşama kültürünü, hayvanlarla doğayla olan ilişkilerini, çevredeki diğer antik dönem kentleriyle olan mücadelelerini uzun uzun anlattı…

İtalyan bir hanımefendi uzmanla birlikte kazıyı yönettikleri şahane ve rüyaları süsleyecek kadar muhteşem bir dağ evi yaptırmıştı…

Bu gün hala yerinde duruyor mu bilemiyorum ama doğayla baş başa yaşamak isteyen insanların hayallerini süsleyen bir yapıydı…

Ben bile ah emekli olsam da bu modern ve çamların arasında doğayla uyumlu olan şahane evde yaşasam diye içimden geçirmiştim…

Her yönüyle aydın Türk kadının bilim dünyasında neler yapabileceğini tüm herkese sergiliyordu…

Prof. Dr. Halet Hocamın antik kentler tarihinde yer alan Karatepe çalışmaları onun Türkiye Cumhuriyetine ve dünya tarihine armağan ettiği en büyük eseridir…

Hiç şüphesiz ki hocamızın ismi onunla birlikte sonsuza kadar yaşayacaktır…

Ses kaydından sonra bol fotoğraflarımızı çekmiştik…

Yanından ayrılırken “MİNİ ŞİİRLER” kitabımın ilk baskısını armağan etmiştim…

Her sayfasını okudukça çocuklar gibi havaya zıplayıp;

-HARİKA… ŞAHANE… ÇOK GÜZEL, demişti…

7.Baskıya ulaşan bu kitabımın arka kapağında, ünlü gazeteci emin Çölaşan ile birlikte onun sözleri de yer alıyor…

 

MİNİ ŞİİRLERLE

REKOR KIRIP ÖDÜL KAZANDIM…

Seyhan belediyesinin kurucusu ve ilk başkanı Yalçın Akyol 1991 yılında  “1.KÜLTÜR ETKİNLİĞİ” düzenlemişti…

Gazeteci ve şair olarak Türkiye’nin ünlüleriyle aynı masada imza gününe katılmıştım…

Prof.Dr. Erdal Atabek, Oğuz Aral, İlhan Selçuk, Demirtaş Ceyhun başta olmak üzere 7-8 kişilik bir imza masası kurulmuştu…

Günlerce düşündüm, Türkiye’nin devletiyle aynı imza masasında nasıl yarışacaktım…

Şöyle bir formül ürettim;

Yıllarca özenle 3-4 klasör dolusu şiirler yazmıştım…

Hemen onları ilk defa okuyormuş gibi gözden geçirdim…

Şiir dosyalarımdan en çarpıcı, en akıcı, en vurucu sözlerden oluşan eserlerimi “MİNİ ŞİİRLER” isimi

8x9 cm çapında 40 sayfalık kitapçık şeklinde bastırıp hazırlamıştım…

Etkinlik başladı, ünlülerin isimleriyle benim ismim aynı masadaydı…

Atatürk Parkında insanlar akın akın gelmeye başladı…

Gelenler masalardaki kitaplara bakıyorlar, boyut olarak benim “MİNİ ŞİİRLER” kitabımı alıp imzalamamı istiyorlardı…

Türkiye’nin en ünlü yazarlarıyla yarışta başarı sağlamıştım…

Kendi olanaklarımla 7.baskı yaptırıp, ücretsiz dağıttığım bu kitabımda ölümsüz olduğuna inandığım şiirlerim yer alıyor…

Bu kitabımın 2009 daki önsözünde şöyle demiştim;

MİNİ ŞİİRLERİM…

Önsöz; şiir aslında her şey; ya da hiçbir şeydir…

Şair her şey ile hiçbir şey arasında oyalanırken yaşamının geçip gittiğinin bilincinde olamaz…

1990 yılında 3 klasör dolusu şiirlerimin seçkisinden oluşturduğum MİNİ ŞİİRLERİM ilk baskısı; İZMİR DİKİLİ şenliği sırasında halk oylamasıyla HÜMANİST ENTERNASYONAL şiir mansiyon ödülü kazandı…

Aslında 6.baskıya kadar getirip, sonra biraz unutur gibi olduğum MİNİ ŞİİRLER kitabımın değerini bu gün daha iyi anlamaya başladım…

Şöyle ki; son yıllarda aradığım tüm dergilerde kocaman şairlerin kitaplarında gerçek şiir yoktu, uçup gitmişti… Şiirin o kendine özgü dokusu, saf duyguları, insanın içinden bir yerleri titreten akidelerini bulamadım..

Sonra benimkiler epeyce şiirmiş diye düşündüm…

İlk baskısından 6.baskısına kadar olan şiirlerimi 7.baskıyı okura sunmaya karar verdim…

Bana göre bu mini kitapta yer alan her satır şiirdir: ama tam şiirdir… Bir yazının şiir olup olmadığını ölçmek isteyenler için güzel bir ölçüdür buradaki yapıtlar… Şairlik geleneğinin bu güne kadar gelen tüm renklerini taşımaktadır…

ABDULKADİR KAÇAR

 

MİNİ ŞİİRLER kitabım İzmir Dikili Kültür etkinliğinde halk oylamasıyla yapılan yarışmada Hümanist Enternasyonal şiir mansiyon ödülü kazanmıştı…

Bu güne kadar 7.baskısını kendi olanaklarımla yaptırdığım kitabımı, diğer 34 kitabım gibi gittiğim her yerde insanlara ücretsiz olarak dağıtmaya devam ediyorum…

Sloganım şu; YAŞAMAK İÇİN YAZIYORUM; YAZMAK İÇİN YAŞIYORUM…

 

BENİM ÇEKTİĞİM FOTOĞRAFLA ARKADAŞIM TÜRKİYE BİRİCİSİ OLDU…

Afad “ADANA FOTOĞRAF AMATÖRLERİ DERNEĞİ” henüz kurulmamıştı… Ben de henüz gazeteci olmamıştım…

Ama tanışmaktan büyük mutluluk ve sevinç duyduğum stüdyo 75’in Sular Semtindeki dükkânında fotoğraf konusunda dünya dergilerini karıştırmayı sürdürüyordum…

Stüdyonun sahibi Mehmet Baltacı ağabeyi otomobilimle Seyhan eski baraj gölü kıyısındaki okaliptüs ormanlarında fotoğraf çekmeye götürmüştüm…

Bir saatten fazla çalışma yaptık; sonra gölün suyunun tamamen çekildiğini, her tarafın balık tarlasına döndüğünü her cinsten balık kaynadığını çevredeki mahalle sakinlerinin; kova, tencere, çuval gibi evlerinde ne kadar eşya varsa;

Suyu çekilen, çırpınan balıkları heyecanlı biçimde ve kolayca toplamaya devam ettiklerine hayretler içinde tanık olduk…

Hem Mehmet Baltacı ağabeyi, hem de ben zaten makinelerimiz yanımızda olduğu için, tarladan pamuk gibi her biri 3-4-5-6-7 balıkları toplama fotoğraflarını çekmeye koyulduk…

Daha sonra stüdyo-75 e gelip filmleri yıkayıp, 18x24 parlak karta, ya da 13x18’ lik yine parlak karta basıp evime götürdüm…

Sürekli Hürriyet gazetesi okuduğum için aynı aylarda gazetenin 8.gün ilavesi(Sadece Pazar günleri yayınlanıyordu) bir okurlar arasında “TATİL FOTOĞRAFLARI” yarışması düzenledi…

Tek seçici fotoğraf sanatçısı ARA GÜLER’ di…

Kazanana karşılığında ise, çağının en güzel son model, en pahası makinesi olan CANON AE-1’ verecekti…

Türkiye’deki herkes tatilde çektiği çeşitli boyutlarda fotoğraflarla yarışmaya girmeye başlamıştı…

Aynı günlerde arkadaşım TURGAY KAYTANCI ile yine fotoğraf muhabbeti yaparak, fotoğraf çekerek bizim evimize geldik…

Masamın üstünde o yarışmaya göndermek için 4-5-6 fotoğraf dizmiştim…

Turgay’a dedim ki;

-Ben Hürriyet 8.Günün yaptığı yarışmaya şu fotoğraflardan hangisini göndereceğime karar veremedim…

Ama şunu göndermeyi düşünüyorum…

Turgay gözden geçirdi fotoğrafları;

-O zaman da senin şu fotoğrafını ben kendi adıma göndersem olur mu?

-Tamam… Gönder, dedim…

Fotoğrafları zarfa koyduk, Hürriyet Gazetesinin Cağaloğlu’ ndaki adresine postaladım…

Aradan bir hafta geçmişti ki;

Sonuçlar açıklandı; Türkiye’nin her bölgesinden gönderilen birkaç binlerce fotoğraf arasından;

-TATİLİM konulu fotoğraf yarışmasında Adana’dan Turgay Kaytancı’nın çalışması birinci olmuştu… 

Canın AE-1 fotoğraf makinesini güle güle kullansın…

Sabahleyin 8.gün dergisini görünce, öğleye doğru Turgay’ın evine gittim; durumu anlattım, çok şaşırmıştık…

Birkaç gün sonra İnönü Parkının yanındaki Hürriyet Gazetesinin matbaası ve Haber Ajansına gidip makineyi teslim aldık…

Turgay’a o günlerde metal kutularda, rulo şeklinde satılan yaklaşık 50-60 makaraya sarılabilecek 36 pozluk bir film alıp armağan etmiştim…

Arkadaşım da çok dürüst ve bilinçli olduğu için bu konuda makineyi bana gönül rızasıyla teslim etmişti…

Yani birlikte güzel bir işe imza atmış olduk…

O makine sayesinde, Hürriyet Gazetesiyle tanışmış oldum; bir süre sonra da Adana sayfasında şöyle bir ilan çıkmıştı;

-YETİŞTİRİLMEK ÜZERE, MUHABİR ADAYLARI ALINACAKTIR… DAKTİLO VE FOTOĞRAF BİLMESİ TERCİH NEDENİDİR...

O ilanın ardından yeniden gazeteye gidip;

F klavye de Adana daktilo şampiyonu olduğumu,

Yapı Kredi ve Akbank’ ın düzenlediği “YARATICI GÜCÜ TEŞVİK” yarışmalarında 3-4 ödül aldığımı söyleyince;

Sonradan şefim olacak Cevat Eren, üstlerinde daktilolar bulunan bürodaki 5-6 masayı bana göstererek;

-Hemen başla, buyur içeri gel, demişti…

 

AKDENİZİN KIYILARI

BETONLA BİNALARLA KAPLIYDI…

1980’ yıllarda ulusal gazeteler eskiden Ramazan Bayramında iki, Kurban Bayramında da üç gün yayınlarına ara verirdi…

Amaç hem muhabirlerin bayram tatili yapması;

Hem de gazeteciler cemiyetlerinin kendi gazetelerini yayınlayarak ekonomik olarak gelir sağlamasıydı…

Bayram günlerinde bayilerde ulusal gazeteler satmaz;

Sadece cemiyetlerin yayınladıkları bayram gazeteleri satılırdı…

1980’in ilk yıllarında çalıştığım Milliyet Gazetesinde görevim tüm hızıyla devam ediyordu;

Çukurova Gazeteciler Cemiyetinde bayram gazetesi için ön çalışması yaptık…

Cemiyetimiz yine havaalanından iki kişilik uçak kiralanmıştı;

Ben uçakla Karataş’tan Silifke’ye kadar olan bölgede, deniz kenarındaki yapılaşmayı havadan fotoğrafladım…

Belirlenen sürede bu programı sıfır hata, yüzde yüz başarılı biçimde gerçekleştirdik…

Cemiyetimiz kiraladığı iki kişilik uçakla;

Karataş’tan Silifke’ye kadar olan Akdeniz kıyısındaki yapılaşmaları, hem siyah beyaz, hem slâyt, hem de renkli negatif olarak havadan ustaca görüntülemiştim…

Bu günlerdeki kadar yapılaşma olmasa bile;

Akdeniz kıyısında inanılmaz şekilde kaçak yapılaşma ve yağma başlamıştı;

Öyle ki, adım başına binlerce binalar tren vagonları gibi birbirine bitişik şekilde yapılmıştı…

Başka ifadeyle Akdeniz’in kıyısı Karataş tan;

Silifke’ye kadar yağmalanmış tüm kıyılara binalarla beton duvarlarla örülmüştü…

Çukurova Bayram Gazetesinde iki üç gün boyunca manşet haberim olarak yer almıştı…

Daha sonraki yıllarda ulusal-yaygın gazetelerin ramazan ve kurban bayramında yayınlarına ara verme olayı ortadan kaldırıldı…

Şimdi böyle bir gelenek yok; sadece tarihin tozlu raflarında kaldı…

Akdeniz’ in kıyılarında o yıllara göre beton binalarla duvarlar yüzlerce, binlerce kat artarak örüldü, bu yağma devam ediyor…

“BACASIZ SANAYİ” diye tanımlanan turizm adı altında altın kıyılarımızı yok ettik, bu cinayetleri işlemeyi sürdürüyoruz…

 

ADANA DA GERÇEKTEN

PETROL VAR?

Çukurova bölgemizde gazeteci olarak yıllarca petrol arama çalışmalarını aralıksız şekilde takip ettim…

Kulelerin yerlerinin belirlenmesinden;

İlk kazma vurulmasına, ilk demir direklerin dikilmesine;

Günlerce süren kulenin dikilip aylarca yapıldığı iddia edilen sondaj çalışmalarına;

İlk bulgular ve ortaya konulan testler sonunda;

-PETROL YOK, diye, açılan kuyulara yüzlerce torba çimento dökülüp kapatılmasına kadar olan süreçlere yakından tanık oldum…

Çimento Fabrikası civarında o zamanki ismi E-5 olan karayolunun kenarındaki çalışmaları;

Karaisalı Salbaş kasabası civarındaki aramaları;

Yaklaşık 4-5 kuyu sondajını yakından izlememe karşılık;

Umutların bilinçli olarak yok edilerek;

-PETROL BULUNAMADI, diye aynı numaralarla çalışmalar sonlandırılmasına tanıklık ettim…

Oysa sondaj yapılan sahalara yakın köylülerden;

Bire bir konuştuğum yüzlercesinin;

Defalarca yemin ederek söyledikleri ifadelerini dinleyip, o yıllarda çalıştığım gazetelerde haberleştirmiştim;

-Ağabey vallahi petrol fışkırdı…

-Doğal Gazı günlerce söndüremediler…

-Ben gözlerimle tanık oldum, petrol buldular ama yok diye yüzlerce torba çimento dökerek kapattırdılar…

İzlediğim petrol aramaları konusunda yaptığım araştırmalarda en ilginç olanı;

Karaisalı Bulgur Dağının öyküsü ilginçti…

Bir dönem günde 200 tanker dolusu ham petrolün çıkartıldığı, Mersin Rafinerisine gönderildiğini de köylü vatandaşlar söylüyordu…

Bir vatandaş şöyle dedi;

-Burada petrol kuyularına da yüzlerce torba çimento döktüler…

Ama kapatamadılar, şu anda da kendiliğinde ham petrol kaynamaya devam ediyor…

Şu sıralarda sadece 4-5 tankerle yine Mersin’e taşıyorlar…

Bu konuları bölgenin en büyük amiri olan o dönemin Adana Valisi Recep Birsin Özen’e konuyu iletmiştim…

Makamına gidip anlattığımda, gözlerini hayretler şeklinde açmıştı;

-ADANA DA GERÇEKTEN DE PETROL MÜ VAR?

Yani, orada da hayal kırıklığı yaşamıştım…

Bir başka not;

-1998 Adana depreminde Ceyhan daki Tumlu Kalesi Soysallı Köyü civarında yerden siyah petrol fışkırmıştı; Botaş yetkilileri oradan örnekler alıp test yapmışlar;

-BURADAN ÇIKAN PETROL DEĞİL, şeklinde rapor vermişler, kendiliğinden yeryüzüne çıkan petrolümüzü yok saymışlardı…

Daha sonra kendiyle görüştüğüm üst düzey bir yetkili şöyle demişti;

-Abdulkadir Bey o dışarıya akan sıvı vallahi billahi ham petroldü…

Ama bize gelen talimat doğrultusunda, buradan çıkan su, petrol yok raporu yazdık…

Bu gün, devletimiz; ülkemizin pek çok yerinde daha önce;

-PETROL YOK, PETROL BULUNAMADI, diye yüzlerce torba çimentoyla kapatılan alanlardaki kuyuları yeniden kazarak ham petrol üretmeye devam ediyor…

Dileğim Çukurova’ da bu türlü kapatılan petrol arama kuyularını tekrardan açıp, işletmeye başlatmalarıdır…

 

PEDER FELİÇE VE

BEBEKLİ KİLİSE…

Adana’nın Tepebağ Mahallesinde halk arasında BEBEKLİ KİLİSE’ diye tanımlanan geniş halk kitlelerine kapalı yapı geçen yıllarda pek çok gazetede haberinde yer almıştı…

Tepebağ mahallesinin 57 yıl muhtarlığını yapan;

Seçime katılmasa da vali beyin çağırıp mührü teslim ettiği Ferhat Arkun ilginç bir kişiydi…

Kilisenin kapısının tam karşısında evi ve matbaası bulunan Ferhat Arkun yıllarca oraya girip çıkan Türkleri keskin bir hafiye gibi adım adım gözlemişti…

Ziyaret için gelen, yetenekli, zeki Türk Gençlerinin kilisede kandırılıp önce Hıristiyan yapılıp sonra da Avrupa’ya kaçırdıkları iddiası sürekli gazetelerde yer almıştı…

Sayıları da belli olmayacak kadar çok bu gençlerin kurtarılması gerekiyordu…

Gazetelerdeki haberler sonra özel ulusal televizyonlara konu olmuştu;

Konu gündemde tutulunca hemen adliyeye intikal ettirilmiş; davalar da yine yıllarca sürmüştü…

Gazetecilik sonra televizyon programcılığına başladığım yıllarda kilise de Peder Don Feliçe Süriyano görev yapıyordu…

1990’lı yıllarda 60’lı yaşlarındaydı…

Son derece pozitif düşünen, güleç yüzlü, herkesi sevgiyle kucaklayan, bir beden ve iletişim diline sahipti…

Olaylar sıkça adliyeye intikal edince;

Pazar günleri ayinlere ilgi duyan genç Türk vatandaşları ya kabul edilmiyor, ya da çok az sayıdakiler ancak içeri alınabiliyordu…

Halk arasında ürpertici gizemli bir kara delik olarak değerlendirilen;

Herkesin merak ettiği bu yüzlerce yıllık kilise benimde çocukluğumdan beri ilgi daima alanımdaydı;

Programcı ve sunucu olarak görev yaptığım Kanal-A Televizyonunda kilisede belgesel çekmeye karar verdim…

Öncelikle Peder Don Feliçe Süriyano ile görüştüm; teklifimi inanılmaz şekilde hemen ve severek kabul etmesine bu gün bile hala inanamıyorum…

Bu kapalı kutuyu halka açma sevinciyle kameraman arkadaşımla BEBEKLİ KİLİSE ’ ne geldik; program öncesi şöyle dedim;

-Program boyunca size nasıl hitap etmeliyim? Papaz mı deyince; sözümü hemen kesti;

-Hayır, bana Peder deyin lütfen, demişti…

Belgeselini birlikte çekmemiz gerektiğini, her bölümü anlatmasını rica ettim…

Peder Don Feliçe Süriyano birlikte her bölümü dolaşmaya başladık;

Aralıksız olarak, hatta kameramızı bile kapatmadan;

En gizemli, hatta karanlık olarak düşündüğüm;

En üst katlardaki ve hatta kapalı olan bölümlerin bile kapısını açmasını, içini görmek istediğimi söyledim…

Her isteğimi Peder zevkle kabul etti;

Tüm kapıları sonuna kadar açtı;

Çoğu üst katlarda bulunan, devasa boyutlarda yer alan yağlı boya;

Yüzlerce yıllık ikonaların tarihçesini ve verdiği mesajları çok samimi bir ifadeyle anlattı…

Hatta üst katta, kimsenin-cemaatin bile girmesine izin verilmeyen tüm bölümlerini yatak odalarını bile birlikte dolaşıp belgeselleştirdim…

Peder Feliçe şöyle dedi;

-1880’li yıllarda St. Paul adına Cizvit papazlarınca inşa edilmiştir; burası bir İtalyan Katolik kilisesidir…

Kilisenin tepesinde 2. 5 metre boyunda tunçtan yapılmış;

Meryem Ana heykelinin halk tarafından bebeğe benzemesi nedeniyle yapıya Bebekli Kilise adı verilmiştir...

Peder Feliçe’ ye ile birlikte;

Halk tarafından gizemli, karanlık, dipsiz bir kuyu olarak görünen;

Kilisenin bölümlerini masalarını, hatta masaların altını;

Cemaatin oturduğu sıraları, mutfağı;

Bölümlerinin tamamını net olarak her şeyiyle gözler önüne serdim…

Dikkatimi çeken ise kahvaltı masalarındaki yiyeceklerin türlerinin sayılarının çokluğuydu…

3x4 metrelik bir masanın üstünde, içleri çeşitli gıdalarla dolu olan irili-ufaklı, 30-40 belki daha fazla tabakta sabah kahvaltısı için gıda maddesi bulunuyordu…

Pedere neden bu kadar bol çeşnin olduğunu sorduğumda;

-Bizim beslenme geleneğimiz bu şekildedir Abdulkadir Bey demişti…

Öyle mutlu, öyle sevinçliydim ki;

Bir gazeteci ve televizyon programcısı olarak;

Kentin tarihinde sürekli yer alan;

Kapalı bir kutu olan kilisenin belgeselini çekerek halka anlatmış olmaktan, çok büyük keyif aldım…

Peder Don Feliçe Süriyano da en az benim kadar mutluydu;

Program sonunda şöyle dedi;

-Sana bir dua edeyim mi?

-Mutlu olurum Aziz Peder, dedim…

Ellerini havaya açtı; ben de birlikte aynı şekilde yaptım;

-Ey Meryem, sen, temiz bir insansın… Amen…

Duası da bu şekildeydi…

Birbirimizden mutlu şekilde ayrıldık…  

Belgesel programım Kanal-A Televizyonunda üç dört kez yayınlandı…

Pederin sonra İtalya’ya döndüğünü duydum, orada da hayatını kaybetmişti…

Bir not şöyle;

Peder Don Feliçe Süriyano halkla iletişim kurmayı seviyordu…

Özellikle gazetecilere ayrı bir ilgisi ve saygısı vardı…

Çakmak Plazada Kitapevi bulunan Yüksel Mert kısa zamanda Peder Feliçe ile çok samimi olmuştu…

Öyle ki, Yüreğir de ilk kez açılan BİRİKİM isimli alış-veriş merkezinde bir ramazan günü Peder Feliçe gazetecilere iftar yemeği bile ikram etmişti…

İYİ Kİ İNTİHAR EDEMEDİM

BEL FITIĞIMIN ACISINDAN

İNTİHAR EDECEKTİM

Sağlıklı yaşayıp “YENİ NESİL YAŞLI” olup ömrümün son yıllarımı da sorunsuz-mutlu biçimde geçirebilmek için sürekli ve düzenli yürüyüş yapıyorum…

Bundan daha da önemlisi yıllardır bisiklet sporu yapıyorum… Bazen günde 2-3 saat, haftada iki üç kez bisikletle 5-6 kilometre dolaşıyorum…

Yıllardır oturduğum Ziyapaşa Mahallesinde 2017 yılının Şubat ayın başında evimden yine bisikletle çıktım…

Seyhan eski baraj gölü kıyısında, “KARANLIK ORMAN” adını verdiği devasa okaliptüslerin arasında 2 saatten fazla dolaşmıştım…

Eve dönerken Ortadoğu Hastanesinin yanındaki ara yoldan aniden çıkan bir motosiklet kavşakta gelip bisikletime feci biçimde çarptı; ön teker ikiye katlanıp, belimde hafif bir ağrı oluşmuştu…

Çarpan motosikletli kişi, her kaza yapanın suçunu bastırmak için karşı tarafı yaptığı şekilde bana saldırmaya kalktığında;

-Siz bana hızla gelip çarptınız; suç sizde, beni niye suçluyorsunuz, yine epeyce tartıştık…

Televizyon ekranlarındaki programımdan tanıyan vatandaşlar çevremize toplanıp, benim haklı olduğumu falan anlattığı kişi bu defa suçlu olduğunu kabul etmişti…

Daha sonra işyerinin adını verip, beni davet etti, masrafımı karşılamıştı…

Sağ tarafımda belimle birkaç gün sonra hafif bir ağrı oluştu…

Gittikçe daha da büyüdü, daha da rahatsız etmeye başladı…

30 yıllık değerli arkadaşım ve ağabeyim olan Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Yusuf Erkişi o yıllarda Yüreğir deki Bülent Özülkü TIP Merkezinde görev yapıyordu…

Kalçamda gittikçe artan ağrımı ona anlattım, o da;

-Gel benim çalıştığım tıp merkezinde bir masör arkadaş var, ona göstereyim, bana da masaj yapmış ve rahatlatmıştı, dedi…

Hemen oraya gittim, Fizik Tedavi Uzmanı olan bir hanıma yönlendirdi, birlikte yanına girdik doktora benim gazeteci olduğumu söyledi…

O da hemen görevlilere bana hemen sıcak bir tedavi uygulamalarını söyledi…

Özel bölüme yatırıp, belime sıvı bir şeyler sürdüler, 20 dakikaya yakın elektrik akımı uyguladılar…

Vücudum öne doğru 9-10 derece eğildi…

İkinci, üçüncü seansta 90 dereceye kadar belim büküldü…

Doğrulmam mümkün değildi…

Ama gittikçe ağrım daha da çok arttı;

-Doktor Hanım ben ölüyorum, çok rahatsızım, deyince, bu kez Güney Hastanesinde MR çektirmeye gönderdi…

Bel fıtığı teşhisi konuldu; ama ağrıdan ölüyorum, evden çıkamaz oldum…

Doğrulmaya çalıştığımda bilimde 20 tane bıçak saplanıyor, kanamalar olduğu hissine kapılıyordum…

Artık bir tür engelli olmuştum…

Üç arkadaşım gece gündüz yardımıma hemen koştu, ama artık ayağa kalkıp doğrulamıyordum…

Sabah iki iğne karıştırılıyor sağ kalçama, akşam aynı şekilde sol kalçama vuruluyor ama ağrılarım asla dinmiyor, gittikçe daha da kötüleşiyordum…

Kapının zili çaldığında biri geldiğinde tabureye oturup çocuklar gibi kaydırarak yavaşça ilerleyip açıyordum…

Ayağa kalkıp mutfaktaki dolabın ilk rafından bir şey almam mümkün değildi…

Artık ağlamaya başladım, bir arkadaşım dedi ki;

-Çifte Minareli Caminin orada MUSTAFA MENGİ diye bir masör var, askeri hastaneden emekli olmuş, onun yararını çok görenler var gel seni oraya götürelim, dedi…

Oraya da gittim, bu günkü parayla anında yüklü bir miktar aldı…

Belimin sağ tarafına bir madde yapıştırdı, üç gün sonra yine aynı şeyi yaptı, hiçbir yararı yoktu…

Sabahleyin iki iğne karıştırılıp sağ yanıma, akşamları aynı şekilde ağrı kesici iki iğne sol tarafıma yapılıyor ama ağrıdan ölüyordum…

Sabahlar olmuyordu, ama ayağa kalkamıyordum, ölümü istiyordum…

Dayanamaz hale geldim, 7.kattaki evimin penceresine iki defa ağlayarak aşağıya bakıp atlamaya, intihar etmeye gittim ama başaramadım…

Yerime geri dönüp yine ağlayarak yattım…

Hayatım boyunca annem, babam, ablam, ağabeyim öldüğünde bile gözümden bir damla yaş gelmemişti…

Ama bel fıtığı yüzünden çocuklar gibi ağlıyordum…

Evdeki acılarım dayanmaz olmuştu, soydaşım Adana Büyükşehir Belediyesi Sağlık Daire Başkanı Op. Dr. Fatih Karayandı’ ya müracaat ettim; o da beni daha önce aynı hastanede birlikte çalıştığı, Op. Dr. Ahmet Mutlu Ayçin’e yönlendirdi…

Yeni Baraj Mahallesindeki eski numune hastanesinde gerekli işlemler yapıldı ve Op. Dr. Ahmet Mutlu Ayçin bana nöbetçi olduğu günlerde yattığı odayı tahsis etti…

3-4 gün ameliyat olmaktan korkuyordum;

-Doktor bey, ben ameliyat olmak istemiyorum, ilaçla tedavi edin, sonra evime gönderin, dedim…

-Zaten öyle yapıyorum, dedi…

Ama yattığım odayla, tuvaletin arası 9-10 adımdı zor gidip geliyordum…

Belimdeki kemiklerim bana düşman olmuştu, her birinin elinde iki tarafı keskin bıçaklar vardı beni sürekli parçalıyordu…

Bu arada İstanbul’ daki yeğenim de kapalı ameliyatı araştırıyordu…

O şekildeki ameliyattan bir gün sonra kişi normal hayata dönüldüğü iddia ediliyordu…

Hastanede yattığımın üzerinden 4-5 gün geçti, ama bir türlü, kapalı ya da açık ameliyat olmaya karar verememiştim…

Sabahleyin bir arkadaşım erkenden beni ziyarete gelmişti, o sırada doktor da beni kontrol için gelmiş ve odamdaydı;

Arkadaşım ona sordu;

-Doktor bey, bel fıtığının kapalı ameliyatı hakkında ne düşünüyorsunuz, dedi…

Doktorun verdiği şu yanıt ameliyat hakkındaki düşüncemi değiştirdi;

-Bir odanın içindeki eşyaları düzenlemek istiyorsunuz… Kapıdan bir delik açarak mı bunu yaparsınız, yoksa kapıyı açıp, odanın içini öyle mi düzenlersiniz?

Üstelik kapalı ameliyat olanlar 4-5 yıl sonra gelip açık ameliyat istiyorlar…

Doktorun söylediği beni ikna etmişti;

Kesin kararımı vermiştim, doktor doğru söylüyordu;

-Ağabey beni ameliyat edin, hazırım dedim…

Ama gözyaşlarım da sular sellercesine akıyordu…

Az sonra hemşire geldi, doktorun yarın ameliyata ilk olarak beni alacağını söyledi…

Bu konuyu ciltler dolusu anlatabilirim ama Nörolog. Op. Dr. Ahmet Mutlu Ayçin beni ameliyat etti…

Çok samimi olarak itiraf ediyorum ki; bana 2.kez hayat verdi, sabah 09 da ameliyat olmuştum, 15: 00 te ayağa kalkıp tuvaletime gittim…

Gazeteye teşekkür ilanı verdim, doktor beye hobisi olduğu için ona güzel bir motosikletli 30x40 renkli fotoğraf-poster armağan etmiştim…

2.Hayatımı borçlu olduğum doktor beyle hala arada bir görüşüyorum…

Arada bel fıtığımın olduğu bölümde ağrılar oluyor…

Karataş’a gidip denizde sırt üstü yüzerek ağrılarımı gidermeye çalışıyorum…

Anneciğim,”NEREN AĞRIRSA CANIN ORADA” derdi…

Bu yaşıma kadar apandisit ameliyatı oldum, çeşitli hastalıklarla karşılaştım ama diğer hiçbir ağrıdan bel fıtığından hiç çektiğim kadar acı çekmedim…

Sonuç olarak;

2017 deki intihar düşüncemi gerçekleştirmediğim için bu gün çok mutluyum…

O yıldan beri sayısız yeni kitap dosyaları yazmayı başardım…

Sadece pandemi döneminde 59 dan fazla yeni kitap dosyası yazdım…

Üretmeyi son nefesime kadar aralıksız sürdüreceğim…

Sloganım şu; YAŞAMAK İÇİN YAZIYORUM; YAZMAK İÇİN YAŞIYORUM…

 

EBEDİ RADYO DOSTUYUM…

BİTMEYEN RADYO AŞKIM…

İlkokula bile gitmediğim o yıllarda köyümüzde sadece öğretmenin bir radyosu vardı;

İki odadan oluşan öğretmenin evindeydi…

1960’lı yıllarda akşamları ailece gider Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarının Yassı adadaki duruşmalarında yargılanmalarını naklen yayınlanmasını dinlerdik…

Radyonun çok gizemli bir cihaz olduğunu 3-4-5’ li yaşlarımdaki yıllarda anlamıştım; mutlaka bizim de olmalıydı diye ailece karar vermiştik…

Komşu köyümüz olan Durhasandede ki ÜF ÜF AHMET isimli bir vatandaştan 50.TL’ ye bir radyo almıştık…

Bu güne kadar o radyonun güzelliğinde, estetik yapısında başka bir radyo göremedim…

Evimizin başköşesindeki rafa konulmuştu…

Biri yuvarlak, diğeri kare ve akü şeklinde iki pille çalışıyordu; pillerden biri artı, diğeri eksi kutuptu…

Pil belki 5-6 saatte bitiyordu;

Radyo evde tamamen benim kontrolümdeydi…

Her sabah 07: 30 haberlerinde açıyor, gelişmeleri dinliyorduk…

Sonra da şarkı ve türkü saatlerini öğreniyor, zamanı gelince ben açıp aileme dinletiyordum…

Çocukluğumda itibaren sihrini keşfettiğin radyo aşkım hala devam ediyor…

Radyo bu gün bile benim için insanın bulduğu en büyük ve muhteşem mucizedir…

Öyle ki hala en büyük gizem, sihir, görünmeyen ama sadece sesiyle iletişime geçen evrenimdir…

Hala başucumdaki radyo ile uyuyup, onunla uyanıyorum…

O yıllarda beri radyo dinleme ve değerlendirme kulağım iyice geliştiği için artık seslerin kime ait olduğu konusunda tam bir uzman oldum…

Özellikle medya mensubu olarak da;

O yıllardan başlayan dinleme, okuma, düşünme, yorumlama, yazma konularında bilgi dağarcığım artmayı sürdürüyor…

Öyle ki evimdeki mutfak, salon, yatak odamda, radyolarım var…

Çoğunlukla da devletimin sesi olduğu için TRT’ tercih ediyorum…

Orada görev verilen kişiler hem seçilerek, çeşitli sınavlardan geçirilerek mikrofon başına getiriliyorlar…

İnanılmaz çok büyük maaşla çalışıyorlar…

Benim tüm dikkatim de hassas bir dinleyici olduğum için spikerlerin kullandıkları sözcükler, kurdukları cümlelere yoğunlaşıyor…

Özellikle spikerlerinin yanlışlarını kolayca bulup anında ya telefonla, ya da mektupla yetkililere hemen iletiyorum; düzeltilmesine katkıda bulunuyorum…

Bu kadar duyarlı bir dinleyici olduğum için bazı TRT Yetkilileri çoğunlukla teşekkür edip onurlandırıyorlar…

Bazıları da beni itici ve sevimsiz buluyor, çoğunlukla takdir ediliyorum…

Ama radyo benim, yani TRT milletin radyosu…

Bu gün üst düzey yöneticileri başarılı olamadıklarında yarın kendilerini sokakta bulabiliyor…

O nedenle akıllı olanlar, uyarılardan ders alanlar mesleklerini daha başarılı şekilde sürdürüyorlar…

Ama ünlü bir filozofun şu sözünü hiç unutmam ve yaşama biçimim haline getirmeye devam ediyorum;

Diyor ki; “DEVLET MEMURLARI ASLA YATARICI OLAMAZ; ŞÖYLE YA DA BÖYLE ONLARI YASALAR BAĞLAR”

Radyo aşkım devam etti ama tam bir devlet memurluğu olan masa başı işini daima ret ettim…

Özel sektörde, çok çalışan, yaratıcılıkta sınır tanımadan sürekli kalıcı eserler vermeyi çok sevdim ve son nefesime kadar da sürdüreceğim…

 

TRT ÇUKUROVA

RADYOSUNDA SKANDAL…

TRT Çukurova Radyosunun yıllardan beri en dikkatli ve kemik dinleyicisi olduğumu her zaman onurla söylerim…

Yıllardır gider gelirim, programlarına konuk oldum, Özellikle Cuma günleri “GAZETECİ GÖZÜYLE” diye programım yıllarca devam etti…

Haftada bir gün 08;15 te telefonla evime bağlanıyorlar, konuşmamı yapıyordum…

Hatta bir programda yarışma sorusunun konusu olmuştum; şöyle,

“CUMA GÜNLERİ GAZETECİ GÖZÜYLE PROGRAMINI YAPAN GAZETECİ KİMDİR?

Hiç unutamıyorum, Silifke’den bir dinleyici bilmişti…

Ödül falanda verdiklerini hatırlıyorum…

Ben her gece radyo ile uyuyor, sabah gözümü açar açmaz da hemen devletimin sesi olan TRT’ nin haber bültenlerini dinliyorum…

8 Temmuz 2021 günü TRT Çukurova Radyosu’nda inanılmaz bir yayın hatası yapıldı…

Bu yıllarda saat 10: 00 ile 13: 00 arasında ”AKDENİZDEN TOROSLAR’A” bölgesel isimli yayın yapılıyor, iyi de oluyordu…

Bölge insanının hayatında silinme izler bırakmaya devam ediyor…

8 temmuz 2021 ‘ de saat 10: 00’ dan itibaren yine bu radyoyu dinliyor, bir yandan da bilgisayarımda çalışıyordum…

Bir türlü bölgesel yayın yapılmıyordu;

Ankara radyosuyla TRT Çukurova radyosundan ulusal yayın aralıksız olarak sürdürüyordu…

Saat 12: 15 oldu, canım sıkıldı, radyo müdiresi hanımefendiyi aradım;

-Abla, TRT Çukurova Radyosunun bu gün bölgesel programı yok mu?

-Var Abdulkadir Bey, şu anda mikrofonda da Alper Yetgün var, dedi…

-Ben 10:00’ dan beri TRT Çukurova Radyosunda ANKARA programını dinliyorum…

Hatta program yapımcılarınıza bir şey mi oldu? Neden bu gün program yok diye şaşırdım…

TRT Çukurova Radyosu bakıma mı alındı, dedim…

Müdire hanım panikledi, ses tonundan şaşırdığını anladım, koşarak yayın odasına gittiğini anladım…

7-8 dakika sonra “AKDENİZDEN TOROSLARA” bölgesel yayına geçildi…

Haberci olduğum için, ben de buna çok şaşırdım…

TRT Radyo tarihinde böyle bir olay yaşanmamıştır, yaşanmayacaktır…

Şöyle düşündüm, TRT Çukurova Radyosunun bu hatalı yayınına Ankara Radyosu değil de terör örgütlerinin yayınları girseydi; teknik müdür ve yöneticilerin yine de haberleri olmayacaktı diye çok şaşırdım…

Haberci olduğum için olayı hemen gündemime aldım;

 “ TRT ÇUKUROVA RADYOSUNDA SKANDAL” başlığıyla haberimi hazırlayıp sosyal medyada anında yayınladım…

TRT NAĞME, TRT TÜRKÜ, RADYO-1, RADYO-3, TRT FM yayınlarındaki arızaları bildirdiğim, vericilerden sorumlu müdür haber yayınlandıktan bir saat sonra beni aradı;

-Sen nasıl böyle bir şey yaparsın?

Beni mahvettin; bundan sonra arıza bildirdiğinizde telefonlarınıza çıkmayacağım…

Adana’ya yayın yapan 105. 1 ’ deki arızalara da gidermeyeceğim, ne haliniz varsa görün dedi…

Gerçektende o andan itibaren yayın kasıtlı olarak gittikçe bozuldu…

Öyle ki, 24 saatlik yayında 15-20 dakikada 5-8 saniye kesilen yayın artık her 2-3 dakikada bir kesilmeye başladı…

TRT Çukurova Radyosunu 105.1 deki yayını gittikçe dinlenilme hale geldi…

Telefonuma çıkmayacağı için bende vericilerden sorumlu kişiyi aramadım…

Yayın gittikçe yerlerde sürünmeye başladı…

Radyo dostları konuyla ilgili ve sorun çözen bir TRT dostu olduğumu bildikleri için;

Sürekli beni arayıp kesile ve sürekli bozulan yayınlardan şikâyet ettiler…

Baktım TRT Çukurova Radyosu Bölge Müdürlüğü Adanalıları bu şekilde cezalandırmaya başladılar;

Hemen CİMER’ mektup yazdım…

-TRT ÇUKUROVA RADYOSU YETKİLİLERİ DEVLETİN GÜCÜYLE ADANALI DİNLEYİCİLERİ CEZALANDIRIYOR…

Uzunca bir mektup yazdım; hem de Hotmail olarak Cimer’e gönderdim…

Bir hafta, on gün sonra TRT Genel Müdürlüğünden Radyolardan Sorumlu Daire Başkanı aradı; durumu anladığını söyledi…

Benim gazeteci olarak görevimi yaptığımı; herkesin de görevini yapması gerektiğini söyledi…

TRT Çukurova Radyo Müdiresi bu kez daha sakin biçimde arayıp telefonla konuştuk;

-Kaç yıllık TRT’ ciniz, diye sordum…

TRT Radyoculuk tarihinde böyle 2 saat 15 dakikalık yanlış yayına şahit oldunuz mu? Dedim, yanıt vermedi…

Peki, bu yanlış yayın bir terör örgütü tarafından frekanslarınıza girerek yapılsaydı ne olacaktı?

Teknik servis bunun hesabını nasıl verecekti?

Yanıt vermedi ama yönettiği kadronun yanlış yaptığını anlamıştı; ama sessizliği seçiyordu…

Konuşmalarımızın ardından bundan sonraki her türlü TRT Radyolarındaki arızayı kendine bildirmem için ricada bulundu…

Sonunda anlayışla karşıladı, en kısa zamanda da radyoya beklediğini TRT yemeği ikram etmeyi istediğini söyledi…

Vericilerden sorumlu müdür ise hemen sonra aradı;

-Abdulkadir Bey her zaman arayın, lütfen şikâyetlerinizi bildirin…

24 saat arayabilirsiniz diye o da barış çubuğu uzattı…

Çünkü ben haklıydım, haberci olarak, dinleyici olarak görevimi eksiksiz şekilde yapmıştım…

Bende ilk gündeki azarlamalarını hatırlattığımda;

-Yok, ben öyle bir şey söylemedi, lütfen, her zaman bekliyorum, dedi…

-Telefon kayıtlarında ifadeleriniz var, ben biliyorum, isterseniz onları çözüp size ileteyim, dedim…

-Her zaman bekliyorum, arıza şikâyetlerinizi anında gidereceğim, dedi…

Çünkü TRT diğer medya kuruluşlarından farklıdır…

TRT Türkiye Cumhuriyeti Devletimin resmi sesidir…

Ben Radyo Dostuyum ama daha önce de TRT, yani devletim dostuyum…

TRT radyolarında sıfır hata, yüzde yüz başarı hedeflenmiştir…

Hiçbir çalışanın hata yapma yanlış yapma lüksü asla yoktur…

Hata yapanların da cezaları zaten bellidir;

TRT görevlisinin yaptığı hata devletin hatası olarak halka yansır…

Bunu hiçbir vatandaş kabul etmez…

Hele de terörle mücadele eden devletimizin bu günlerde bu türlü hatalara göz yumması olanaksızdır…

Ben haberci olarak bu yanlış yayında görevimi dört dörtlük yaptığıma inanıyorum…

Bundan sonra da dinlemeye arızaları, kusurları, hatalı yayınları izlemeye ve yetkililere iletmeye devam edeceğim…

Beni anlayıp anlamamaları umurumda değil; ebed müddet olan devletimi seviyorum…

TRT Dostluğuma titiz ve ince eleyip sık dokuyan bir medya mensubu olarak devam ediyorum…

 

ABLAM İLHAM VERDİ…

CEYHAN DAKİ KIRIM TÜRKLERİ…

Yıllardır atalarımın 1870’ ler de Kırım’dan yola çıkıp nasıl geldiklerini, onların yaşadıkları hikâyelerindeki zorlukları, sıkıntılarını, mücadeleleri, yaşama bağlılıklarını, gelenek ve göreneklerini, yazmak için düşüncemde çeşitli programlar yaptım…

Ama bir türlü yoğunlaşamamış ve yazmaya başlayamamıştım…

Yeğenime babasının mezuniyeti için ödül olarak aldığı otomobili İstanbul’a götürmemiz gerekiyordu…

Meryem ve Bedia Ablam ve yeğenimle birlikte Adana’dan o otomobille yola çıktık…

Bedia ablam çok zeki, esprili, akıllı ve bilge bir insandı…

Yol uzadıkça belleğindeki tatarca konulara girdi…

Muhteşem şakaları ve esprileriyle sülalemizin en büyük kadın güldürükçüsüydü…

Hemen yanımda bulunan kâğıtla kaleme sarılıp, 12 saatten fazla süren İstanbul yolculuğumuzda notlar almaya başladım…

Döndüğümde 5-6-7 sayfalık bir çalışmam olmuştu…

Çevremde hala özünü yitirmemiş yakınlarımla konuştum…

2-3 yılı aşkın süre bu konudaki bilgilerimi ve iletişimimi derinleştirerek sürdürdüm…

Vefa dedem ve Müsemma ninemin ve kardeşi Seyitosman’ın Kırım’dan geliş öyküleri dinledim…

Ayrıca zaten yaşamımı oluşturan yemek tarifleri, özdeyişleri, karakteristik özelliklerimizi, türküleri, olumlu bakışları, espri anlayışları vs kayıt ettim…

Zaten içinde yaşadığım kültürüm olduğu için yaşanan öyküleri yazdım…

1000 den fazla sözcükten oluşturduğum muhteşem bir sözlük hazırladım…

Ayrıca kitabımda yıllarca dillerden dillere anlatılan, Yakup ve İsmail amcamın Çanakkale savaşına gidip, birinin şehit, birinin gazi olarak dönme olaylarını detaylı şekilde anlattım…

İlk kitabımı “TATARLAR” olarak kendi olanaklarımla yayınladım…

İkinci genişletilmiş baskısını Ceyhan Belediye Başkanı Sayın Hüseyin Sözlü’ nün ön sözüyle yayınlandı…

Üçüncü daha da genişletilmiş baskısını Ceyhan ın ünlü TATAR ailelerinde Sayın Mehmet Yılmaz Yaltır ’ın ve diğer soydaşlarımızın katkılarıyla yaptırdım…

Diğer tüm kitaplarım gibi bunu da ücretsiz olarak ülkemizde etkinlik gösteren derneklerimize, internetten istekte bulunanlara ücretsiz olarak göndermeyi sürdürüyorum…

Ayrıca google arama motoruna Abdulkadir kaçarın sanal dünyası yazınca blok sayfamda diğer kitaplarımla birlikte CEYHAN DAKİ KIRIM TÜRKLERİ kitabıma da ulaşılabiliyor…

 

HAYALİM VE HEDEFİM ÖLÜMSÜZ BİLGİYE ULAŞMAKTI…

MAKAM VE PARA BENİM İÇİN

DAİMA KOCAMAN BİR HİÇ’Tİ… 

Medya sektörü öyle güzel, çekici, popüler ve etkilidir ki; gazeteci, TV ve Radyo çalışanlarına;

Devletin ve özel sektörün tüm kapıları sonuna kadar açılır;

Televizyonda gördüğünüz herkesle rahatlıkla iletişim kurup, yemek yiyip, sohbet edip, konuşup, haberlerini hazırlayabilirsiniz…

Gazeteciliğe yeni başlayanların ilk düşünceleri en kısa yoldan şef, müdür ya da genel müdür olmaktır…

Ufak bir yetki ellerine geçince masalarını ve yetkilerini kimselere kaptırmamak amacıyla her türlü ödünü verirler…

Ama bu düşüncede olanlar, bilgiye kendilerini kapatırlar, kuru sandalyenin üstünde oturup, entrika ile kendilerini korumaya almaya çalışırlar…

Böylece meslek becerisini hiçbir zaman kazanamazlar…

Kendilerini geliştiremedikleri için kısa zaman sonra işsiz kalıp sokaklarda sudan çıkmış balığa dönerler…

Hayatım boyunca mevki, makam, yetki, para, otoriter olma gibi bir utkum olmadı…

Mesleğim boyunca asla sürü ve ekip insanı olmadım; her daim kendimle birlikte kendimi için hareket ettim…

Kararlarımı da kendi aklımın aydınlığında aldım…

Hayatım boyunca daima bir tek şeyin peşinden koştum;

Bilgi, daha çok bilgi, en kalıcı, evrensel ve ölümsüz bilgiyi aradım… 

Bir düşüncemi, fikrimi, ölümsüz şekilde nasıl anlatabilirim? Bir haberi nasıl farklı şekillerde yazabilirim?

Bunun peşinden koştum yorumlama ve yazmayı başardığımda diğer her alanda daha da başarılı oldum…

Her adımımda daima emsallerinden ileriye geçtiğime inandım...

Çünkü gelişme, değişme, dönüşme gibi her konuda yarışımı sadece kendimle yaptım…

Bir denememde ise bu düşüncemle ilgili şöyle demiştim;

-DÜNKÜ KENDİMİ ULAŞTIĞIM BİLGİLERLE BU GÜN GEÇTİĞİMDE, DÜNYA İNSANLIK AİLESİNİ DE GEÇİP GERİDE BIRAKTIĞIMA İNANIYOR; DAHA ÇOKMUTLU OLUYOUM…

Bu durumlarım beni mutlu etti ve daima da ediyor…

Bu anlayışım, aynı yıllarda medya sektöründe çalıştığım Aynı kuşaktaki arkadaşlarımı böylece gerilerde bıraktığımı kanıtladım…

Şöyle ki, benimle aynı zamanlarda mesleğe başlayıp, belli bir yere gelen, kitabı olan, tek satır şiiri olan insan bir ya da ikidir; üçüncüyü bilemiyorum…

Bu güne kadar 201 kitap dosyası yazdım…

Kendi olanaklarımla 34 irili ufaklı kitap yayınladım, diğerleri de bilgisayar dizgisi olarak arşivimi bağışladığım Adana Alpaslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesine gönderiyorum…

Benim mesleğe başladığım yıllarda çok görkemli makamları, sekreterleri, emrinde otomobilleri olan, çok yüksek maaşla çalışan lüks içinde yüzen yönetici medya sektöründe ağabeylerimiz vardı…

Yanlarına 3-4 kapıdan geçilerek ancak ulaşılabiliyordu…

Ama maalesef çoğu kendini yenileyemedi, kendini çağa uyduramadı, bir tek şiirleri bile yazamadan ölüp gittiler, toprak oldular…

Ben katıldığım her cenaze töreninde;

Mezara konulup üstüne toprak atıldığında sonsuza kadar unutulan insanlardan olmayacağım diye kendime söz vermiştim…

Bu konuda iddiam, kendimle yaptığım bilgi kâşifliğim devam ediyor…

Bu ilkemi gerçekleştirme konusunda düzenli okuma, düşünme, yorumlayıp yazmaya, yani kendimi aşma yarışıma devam ediyorum…

  

 

HEDEFİME ÇOK YAKLAŞTIM…

HAYALİM ÖLÜMSÜZ ESERLERE

İMZA ATMAKTI; GALİBA BAŞARDIM…

Çocukluğumdan itibaren katıldığım, üzerine toprak atıldıktan sonra unutulan insanların cenaze töreninde kendime şöyle söz veridim;

-Ben öldükten ve üzerime toprak atıldıktan sonra asla unutulmayacağım…

Öyle çalışmalar yapmalıyım ki;

Ölümsüz eserler ortaya koymalıyım ki, gelecek yeni kuşaklarca da unutulmadan; o insanların dünyasında yer almalıyım…

Bu düşünceme de yaptığım çalışmalarım sayesinde galiba ulaşmayı başardım;

Dün, bu gün olduğu gibi şimdi de son nefesime kadar ölümsüz bilginin kâşifi olma yarışımı kendimle sürdürüyorum…

Binlerce, yüzlerce yıl önce yaşamış bilgelerin kitaplarını aralıksız olarak okudum, hala onlarla birlikte yatıp onlarla kalkıyorum…

Çağlarının en akıllı, en dürüst insanları olan bu bilgelerin hepsi de bana hayatım boyunca öğretmenlik yaptı;

Onların ölümsüz düşüncelerini daha derinden anlamaya ve izlemeye devam ediyorum…

Ayrıca günümüzde yaşayan akıllı, pozitif düşünceli insanlarla uzun sohbetler yapıp onların bilinçaltı labirentlerine girip düşüncelerinin derinliklerini öğrenip dersler çıkartmayı sürdürüyorum…

Başka bir düşüncem de şöyleydi;

Yaşadığım çevremdeki insanlar ancak 65 yaşında huzurevine alınıyordu…

Bende yalnız yaşadığım için eğer o yaşa ulaşıp, kendime yetemeyecek, bakamayacak, ihtiyaçlarımı karşılayamayacak durumda gelirsem huzurevinde kalabileceğimin hesaplarını yapıyordum…

Ama yaşım ilerledikçe, bilgim arttıkça daha çok okumaya, derin düşünmeye, yoğunlaşarak, kendimi geçip ölümsüz eserler verme konusunda hızım inanılmaz ölçüde arttı bu koşuma özgür şekilde evimde devam ediyorum…

Bu gün için huzurevini artık düşünmüyorum;

Sadece şimdiye kadar ortaya koyduklarımdan daha iyiyi, en üstünü, ölümsüzü yazmak için AN da ve özgürce yaşamaya çalışıyorum…

Anılarımı kaleme aldığım bu güne kadar 201 kitap dosyası yazdım; irili ufaklı 34’ünü kendi olanaklarımla kitap şeklinde yayınladım…

Gittiğim her yerde, cebime sığınları insanlara ücretsiz olarak dağıttım…

Daha büyük olanları adreslere postalayıp otomobilimle gittiğim ortamlara insanlara armağan ettim…

Adana da yazılı medyadan, görsel ve işitsel medyaya geçen ilk gazeteciyim…

3 yerel televizyon kanalı(ART TV, KANAL-A TV VE ÇUKUROVA TV’de) 5 bine yakın program yaptım…

Programlarımın hiç birisi sadece bir kez yayınlanmadı; her biri olmadı; inanılması belki biraz güç ama her biri en ak iki, üç, bazen dört bazen daha da fazla tekrarları yayınlandı…

Bu aslında benim gerçekleştirdiğim Türkiye rekorudur…

Ama Adana yaşadığım için fazla önemsenmedi; ben görevimi, aşkla sevgiyle saygıyla gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşadım bu da bana her zaman yetti ve yeterli buldum…

Ömrümü adadığım mesleğimde, çağımdaki akıllı insanlarla; binlerce saatlik video, binlerce saatlik ses kayıtlarım gibi; yine binlerce haber fotoğraflarımdan oluşan arşivimi ADANA ALPASLAN TÜRKEŞ BİLİM VE TEKNOLOJİ ÜNİVERSİTESİNE bağışladım…

Onlar dijitale dönüştürülüp halka “ABDULKADİR KAÇAR’IN ARŞİVİNDEN” diye açılacak…

Ayrıca TRT Çukurova Radyosu ve yerel radyolarda yıllarca Cuma günleri “GAZETECİ GÖZÜYLE” isimli sayısız programlarda yer aldım…

Halen de özel radyolarda ve internet üzerinden yayın yapan televizyonlara aradıklarında gönüllü şekilde severek, aşkla, zevkle konuk oluyorum…

Bu mutlulukta bana yetiyor…

Daha çok konuşmalar yapıp, ölümsüz düşüncelerimden oluştuğuna inandığım eserler yazmak için kendimle amansız bir yarış halinde devam ediyorum…

Bu alanda yoğunlaştığım için evime gelen, telefonla arayanların sayısında da azalma olduğundan dolayı artık cep telefonumu 16;00 da kapatıp, sabah 08;00 açıyorum…

Bilgisayarımın başında çalışırken dikkatimin dağılmaması için zaten yıllardır bu yöntemi uyguluyordum…

Böylece zamanı biraz daha uzatarak, özgürce yazma alanımı genişletmeyi başardım…

Telefonumu kapattığım için bazı yakınlarım bana kızıyor, sitem ediyor, uyarıyor ama böylesi daha yararlı olduğu için uygulamaya aralıksız devam ediyorum…

Öldüğümde kimsenin duymaması, ya da aylar sonra haberdar olabilecekleri şeklinde kaygılarını söylüyorlar…

Ama onlara cesedim ölümümden bir yıl sonra, bir poşet dolusu kemik yığınına dönüştüğümde bulunsa da hiç umurumda olmayacak şeklinde yanıt verince şaşırıyorlar…

Bu benim ölüm konusunda ulaştığım, susadığımda bir tas su içme, ya da çok acıktığımda güzel bir yemek yemek şeklideki düşüncem dediğimde kişiler daha da şaşırıyorlar…

Bu benim seçimim, bu benim bedenim, benim kararım…

Medya sektöründe, haber, haber fotoğrafı, TV programcılığı dalında 43 ödülüm bulunuyor…

Ayrıca 1987 den beri düzenli olarak tuttuğum, on binlerce sayfayı geçen günlüğüm bulunuyor…

İleride Adana’nın gazete, radyo, televizyon tarihini yazacak olanlara çok geniş bilgiler sunacak şekilde oluşturdum, buna devam ediyorum…

İşim gücüm her alandaki yarışım, mücadelem, savaşım daima kendimleydi; hiçbir insanı kendime rakip olarak görmedim, görmem görmeyeceğim;

Kimseyi başarısından ve ulaştığı makamından, siyasi ve ekonomik gücünden dolayı asla kıskanmadım…

Ben bir gün öncesine göre daha çok ve evrensel bilgiye ulaşmayı başardıysam kendimi mutlu saydım…

Bunu da gerçekleştirmek için aralıksız okuyup, düşünüp yazmaya devam ettim…

Özellikle PANDEMİ döneminde evde kalmaya özen göstererek 40’ tan fazla yeni kitap dosyamı yazmayı başardım…

A-4 çıktılarını anı olarak alıp, dijital metinlerini yukarıda adı geçen üniversiteye gönderdim, bundan sonrakileri de aynı yöntemle oraya ulaştıracağım…

Yani çocukluğumda hayalini kurduğum ünlü olma, yazdığı eserleriyle ölümünden sonra hatırlanacaklardan birisi olma konusuna çok yaklaştım…

Son nefesime kadar da üretmeyi sürdüreceğim…

SLOGANIM ŞU, YAŞAMAK İÇİN YAZIYORUM; YAZMAKİÇİN YAŞIYORUM…

 

VASİYETİM…

ÖLÜNCE KÖYÜME GÖMÜN…

Çukurova Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Cafer Esendemir başta olmak üzere, tüm yeğenlerime, akrabalarımın çoğuna;

Ölümüm halinde beni dedemin kurduğu, babacığımın ve tüm yakınlarımız yattığı;

CEYHAN IN YELLİBEL KÖYÜMÜZDEKİ aile mezarlığına gömülmeyi vasiyet ettim, ediyorum…

Bu arada, PTT 2023 yani Cumhuriyetimiz 100.yılına mektuplar yazılması kampanyası yapmıştı…

Bende o kampanyaya katılmıştım, eğer o tarihe kadar ölürsem, Ceyhan Kaymakamlığına, Çukurova Gazeteciler cemiyetine Yellibel Köyümüzdeki mezarımın bakım ve onarımının yapılması isteğimi belirtmiştim…

ABDULKADİR KAÇAR ADANA, 2021…

 

PK 4…

 

PK 4 BAĞIMLILIĞIM SÜRÜYOR…

Adana da lise yıllarından başlayan, PTT şubelerinde bulunan posta kutusu kiralama ve iletişim adresi olarak kullanma alışkanlığını bağımlı şekilde sürdüren tek insanım belki de…

Bir zamanlar gençler arasında posta kutusu kiralayıp adres şeklinde kullanmak çok modaydı;

O yıllarda akıllı her insanın bir posta kutusu vardı…

Ama belli yaşa gelince insanların hayata bakış açıları değişti…

Yeni iletişim kanallarını kullanmaya başladılar posta kutularını unuttular…

Hele de günümüzde bilgisayar, internet, cep telefonu gibi inanılmaz hızlı iletişim araçları diğerlerine yer bırakmadı...

Ama ben her şeye rağmen lise yıllarımdan beri Adana Çarşı daki PK 4 kutumu her yıl aidatını PTT ye ödeyerek kullanma geleneğimi hiç değiştirmedim…

Aylarca boş kalsa da çarşıya gittiğimde oraya büyük bir umutla bakmak için özel zaman ayırırım…

Lise yıllarımdan beri sürdürdüğüm bu heyecanımı tekrarlar yaşarım…

Bu durum bana geçmişimdeki güzel hobilerimi yaşattığı için mutlu oluyorum…

 

ÖNEMLİ NOT;

Abdulkadir Kaçar’ ın bu anıları;

1970’ li yılların sonundan başlayarak;

Hürriyet Haber Ajansı Adana Bürosu,

Milliyet Gazetesi Adana Bürosu,

Hürriyet Gazetesi İstanbul Bürosu,

Yerel gazeteler olarak;

Yeni Güney Haber Gazetesi,

Bölge Gazetesi,

Ekspres Gazetesi,

Toros Gazetesi,

Adana nın ilk özel yerel televizyonu olan ART’ televizyonunda,

Adana Kanal-A Televizyonunda,

Adana Çukurova Televizyonu…

Anılarının kaleme alındığı Ağustos 2021 tarihine kadar olanları kapsamaktadır…

 

ABDULKADİR KAÇAR KİMDİR?

05.04.1954 yılında Ceyhan’ın Yellibel Köyünde dünyaya geldi…

Çukurova Üniversitesi Ceyhan Meslek Yüksek Okulun SEVK ve İDARE bölümünden iyi dereceyle mezun oldu…

AFAD(Adana Fotoğraf Amatörleri Derneği) kurucu ve bir numaralı üyesidir…

Yedi defa kişisel fotoğraf sergisi açtı…

45 yılı aşkın süre çeşitli gazetelerde, radyo ve yerel televizyonlarda muhabir ve program yapımcısı olarak çalıştı…

Adana’da kurulan ilk yerel televizyon olan ART’ de haber müdürü ve yönetici olarak 5 yıl görev yaptı…

Aynı zamanda üç yerel televizyonda(ART TV, KANAL-A TV, ÇUKUROVA TV) beş bine yakın program üretti…

O yıllarda kente gelen pek çok yazar, şair, sanatçı, düşünürle yaptığı bir dönemin hafızasını oluşturan binlerce saatlik ses ve video kayıtları gerçekleştirdi…

Binlerce haber fotoğraflarından oluşturduğu tüm arşivini ADANA ALPASLAN TÜRKEŞ BİLİM VE TEKNOLOJİ ÜNİVERSİTESİNE bağışladı…

O yıllardaki programları günümüzde dijital ortama dönüştürülerek halka açılacak…

Meslek yaşamı boyunca irili ufaklı 34 kitap yayınladı; her ürünün de ücretsiz olarak çarşıda, pazarda, dolmuşta, otobüste, okullarda dağıttı…

Yayınlanmaya hazır 201 yeni kitap dosyası bulunuyor… Medya mensubu olarak çeşitli dallarda 43 mesleki ödül aldı…

Sürekli basın kartı sahibidir…

Haftada 2-3 bazen 4 makale yazmaktadır… Halen VİPHABER.ORG ve CRT MEDYA da; 10 civarında adet sosyal medyada, pek çok yerel gazetelerde yayınlanıyor…

ABDULKADİR KAÇAR’IN YAYINLANMIŞ KİTAPLARI…

Çivi(Günlük köşe yazıları)

Kılçık(Günlük köşe yazıları)

Dan Dan Adana’dan(Aydın Caner’le ortak kitap)

Çukurova Evliyaları…

Mini şiirler…

Mini şiirler-2…

Hazır Değilim Ölüm(Şiir)

Denemeler…

Büyük Kitap…

Adliye ve insan(Fotoğraf katalogu)

Deli Yücel Bey’in anıları…

Sevgi Sensin(Deneme)

Sevgiye Yolculuk(Deneme)

Düşünüyorum( Deneme)

Altın fırsat(Deneme)

Günce ve Fotoğraflarla Adana Deprem Gerçeği(Ortak Kitap)

Genç şiiir’93…

Yazar-Çizer dünyası(Ortak kitap)

Yoksulluğun Erdemleri(Deneme)

Üstün İnsan(Deneme)

Çağın Efendisi Para(Deneme)

CHP’ nin Ulu çınarı(Nebile Ataç’ın anıları)

Kırım Tatar Türkleri(Araştırma inceleme)

Yaşam bana ben kendime ödülüm(Deneme)

Vasiyet(Deneme)

Ölüm kitabı(Deneme)

Sen hangisisin?(Deneme)

Sanalizm(Deneme)

BİLGELİK YOLU(Deneme)

Ceyhan daki Kırım Türkleri(3.baskı araştırma İnceleme)