Günlükler; Abdulkadir Kaçar,
Fotoğraflar; Fatih Bayhan…
Abdulkadir Kaçar’ ın Adana
Deprem Günlüğünün ön sözü;
ÖNSÖZ;
“Alim unutur, kalem unutmaz “
özdeyişinde olduğu gibi insanların ve toplumların hafızaları yaşadıkları
olaylar ne denli büyük, vahşi, öldürücü olsa, bir gün unutulur…
Oysa 27 Haziran 1998, saat 16;
56 da 6.3 şiddetinde başlayıp, hala devam eden, 150’ ye yakın deprem yaşandı
Adana’mızda, Çukurova’mızda…
Yine “Gazeteci çağının
tanığıdır” özdeyişinde olduğu gibi ben bu olaylara günü gününe tanık oldum,
yaşadım… Kanal- A Adana Televizyonunda depremden hemen sonra “YAŞAMIN İÇİNDEN”
isimli özel programla, bu acı olayı bütün boyutlarıyla yaklaşık 40 gün süreyle
ekranlara taşıdım, gördüklerimi, yetkililere, kameraların yansıttıklarının yanı
sıra yansıtamadıklarını da her gün disiplinli biçimde yazdığım günlüklerimle
belgeselleştirdim…
Bir daha anımsanması bile
ürkütücü ve acı verici de olsa ders alınmasını hedefleyerek, bu bilgileri bilgi
havuzuna sunuyorum…
Kardeşim ve aziz dostum Fatih
Bayhan’ ın teşvikleri ve fotoğrafları, bezim günlüklerimden oluşan bu kitabı
siz yüce okura sunmaktan büyük keyif aldığımın altını çiziyorum…
Bu tür acı olayların
yaşanmamasını diliyorum…
Saygılarımla…
Abdulkadir Kaçar 1999
27 Haziran 1998
Saat 17:00
Hipodrom civarı(E-5 Karayolu)
Gülek Yaylası’ndan otomobilimle
Adana ya dönüyorum… Mersin yönünden yavaş yavaş kent merkezine doğru
ilerliyorum… Yerler sanki başka renge boyanmış, asfalt bulanık, dumanlı, yüzü
asık biir siyaha bulanmış… Ağaçlar siyaha ve yakın duran bir yeşile bürünmüş…
Asfalt alev alev yanıyor… Güneşin sarı ışıkları Adana yı aydınlatmaktan
korkuyor sanki… Bir hüznü yaşıyor gül kokulu Adana’ m…
17;04
Büyük otogar civarı…
Kente ağırlık veren bu durağanlığa
rağmen bütün araçlar yolu doldurmuş… Kaldırımdan kaldırıma kadar taksiler, dolmuşlar,
pikaplar, minibüsler, midibüsler, otobüsler, kamyonlar… Hepsi farlarını yakıp, kornalarını
çalarak kent merkezine doğru benimle yarışırcasına gidiyorlar…
17;07
Bölge Trafik Müdürlüğü civarı…
Adana yı hiç bu kadar ilginç ve
farklı bir atmosferde görmemiştim… Kent merkezine hızla yaklaşıyorum… Ne kadar
araç varsa hepsi hareket halinde… Olmaz, olamaz, böyle bir hareketliliğe tanık
olmadım… Bu araç okyanusunda ilerlerken insanların çoğu sağlı-sollu
kaldırımlarda, yüzlerine bakıyorum… Korku, hüzün, umutsuzluk, ağlamaklı… Çok
farklı halleri var… Hava kurşun gibi ağır… Sıcak nefeslerini aleve çeviriyor…
17.09
Celal Bayar köprülü kavşağı üst
geçidi…
Şu ana kadar geçtiğim hiçbir
kavşakta trafik sinyalizasyon sisteminin ışıkları çalışmıyor… Sanki zamanının
dışına çıkmışım, başka bir yüzyılda Adana ya geri dönüyormuşum gibi geliyor…
Burası, bu küskün kent 50 yıldır yaşadığım Adana’m olamaz… Nemli, sıcak, nefes
almakta zorlanıyorum… Araçlar, araçlar, insanlar, insanlar… Kentteki bu
olağanüstülük beni her saniye daha çok şaşırtıyor…
17;12
Atatürk Caddesi
E-5 ten sola dönüp Atatürk
Caddesi’ne girdiğimde, hayretim, heyecanlığım, şaşkınlığım daha da artıyor…
Kaldırımlardaki insanların çoğu yalınayak, kimi trotuarlara oturmuş, kimi
ötekinin başını tutuyor, bazılarının başına kovalarla sular dökülüyor… Çıldıracağım…
Bu insanlara, bu güzel kentime ne oldu? Kaldırıma yanaşıp bir kişiye sormak
istiyorum ancak araba okyanusunun ortasında ilerlediğim için akıntıya kapılıp
araçların akış hızında-yönünde ilerlemek zorundayım… Asla sağ-sola
yanaşamıyorum… Ama herkes can derdinde sanki içgüdülerim bunu söylüyor… Bir
şeylerden korkup, bir şeyden kaçıyor, ya da korkusunu yenmeye çalışıyor…
17;17
Sular semti…
Sorular, sorular, sorular…
Acaba ben gelmeden önce buradan Cumhurbaşkanı falan mı geçti? Bu kalabalığı
ondan başka kimseler toplayamaz… Olmaz, hadi oldu diyelim; yoksa bir uzay aracı
mı indi? Bu kalabalığa başka anlam veremiyorum... Çıldıracağım… Nedir bu ölüm
sessizliği, kaldırımlardaki insanlar, onların ağlak yüz ifadeleri?
17;20
Kasım Gülek Köprüsü…
Bir an önce Ziyapaşa
Mahallesi’ndeki evime ulaşmak istiyorum… Bir yandan da küçük çişim fena halde
sıkıştırıyor… Ama nelerin olduğunu kesinlikle öğrenmem gerekiyor… Kıyafetlerimi çıkartıp, soğuk bir duş alıp,
şortum ve atletimle dinlenmek, evimde serinlemek istiyorum… Kıymetli evim seni
çok özledim…
17:25
Ziyapaşa Mahallesi…
Benimle birlikte, hatta beni
sürekli geçip giden yüzlerce araç ssk, numune, göğüs, askeri, özel hastanelerin
bulunduğu yöne doğru acil hızıyla kornalarını çalarak gidiyorlar… Daha çok
siren, daha çok araç, yol istiyorlar… Bu araç ve kaldırımlardaki insan
kalabalıklarını anlamakta zorlanıyorum…
17: 27
Didem Apartmanımızın bahçesi…
Arabamla hızla girdiğim
apartmanımızın bahçesinde aynı kent içindeki kaldırımlarda olduğu gibi
insanlarla dolu… İnsanların yüzünü otomobilimin içinden şöööyle bir süzdüm,
hepsi korkulu, endişeli, sararmış-kararmış durumda… Otomobilimden aşağıya indim…
O sırada kapıcı ve birkaç genç koşarak yaklaştılar, nefes nefese, sormadan bir
çırpıda şöyle dediler;
-Abi deprem oldu… Büyük bir
deprem yaşadık… Haberin var mı? Hissettin mi?
-Hayır ben Gülek Yaylası’ndan
Tahsin Abi’ mlerin yayla evinden geliyorum… Hiçbir şey hissetmedim… Demek ki
ben yoldayken olmuş… Otomobilimdeymişim… Kapıcı güneş enerjimin devrilerek
parçalandığını üzüntülü bir yüz ifadesiyle anlattı… Önemli olmadığını söyledim,
tüm hasarın bununla kalmasını diledim…
17;28
Didem apartmanımızın girişi…
Koşarak yukarıya çıkmak için
girişe yöneldim… Kimisi baygın, kimisi korkulu, mum gibi renkleriyle tüm
komşularımız ve kapıcılarımız aynı anda;
-Aman ha… Sakın içeriye girme…
-Neden?
-Daha yüksek bir deprem dalgası
geliyormuş…
Demek ki, fısıltı gazetesi
hemen yıldırım baskılar yapmaya başlamış diye düşündüm…
Daha önce hiç deprem
yaşamadığım için bilmiyordum… Ama evime çıkmak istiyordum…
Kararlıydım…
17:30
Asansörümüzün içi…
Kapıcımız ve tüm komşularımızın
iyi niyetli ısrarları ve uyarılarına rağmen asansöre bindim 7.katın düğmesine
basmıştım, birkaç saniye oldu ama hafıza ekranıma daha farklı görüntüler
yansımaya başladı… Yıkılan binalar, korku, ölüm, parçalanmış cesetler, akan
kanlar, patlayan saçılan beyinler, sirenler, kopan ayaklar, şekillenmeye başladı…
Bu kez kendi kendime sordum; ya ben asansördeyken yeniden deprem olursa?
Fısıltı gazetesinin haberi doğru çıkarsa? Hele asansörün içindeyken bina
yıkılır, ben asansör kabininde kalırsam? Bina yerle bir olursa? Hafıza ekranıma
yansıyan başka fotoğraflar, çökmekte olan bir binanın tesadüfen amatör bir
kamerayla çekilmiş görüntüleri, yıkılan binalar, parçalanan camlar, buzdolapları,
televizyonların parçalanırken çıkarttığı sesler… O bölgeye çöken toz ve sis
bulutları, dev beton kolonlarının altında kalan cesetler… Korku hafi hafif
bilincime egemen olmaya başlarken kendi kendime de telkinde bulunuyordum…
Korkma, cesur ol, fısıltı gazetelerinin ne kadar yalan, sahte, korkutucu
haberler yaydığını biliyorum… Eğer yaşamım buraya kadarsa hiçbir şey buna engel
olamaz, ama devam edecekse, hiçbir şey beni öldüremez…
17:31
Asansördeyim…
1.kat, 2.kat, 3.kat,4.kat, …
Bilincim daha da keskinleşiyor…
Hafıza ekranımda daha net görüntüler tekrar canlanıyor… Ya bina yıkılırsa, ya
asansörün içinde kalırsam, bu kez havasızlıktan ölürüm galiba… Asansörde
kaldığımın kimse farkına varmasa… Hemen tekrar aşağıya geri insim mi? Herkes
engel olmak istedi, ama ben ısrar ettim… Tüm sorumluluk benim… Şimdi geri insem
herkes benimle alay edecek… Yukarı çıkmam gerekiyor…
5.kat, 6.kat; her iki katın
arasındaki birkaç saniye bana bin yıl kadar uzun geliyor… Düşünme hızının
sınırsızlığında insanın 200 bin yılda oluşturduğu tüm bilgiler istemesem bile
hafıza ekranıma yansıyor…
7.kat…
Ohhh!!! Kapıyı hızla açtım,
kaçarcasına merdiven boşluğundaki havayı ciğerlerime doldurdum… Hızla evimin
kapısına yürüdüm… 34 numaralı dairemin önündeyim… O da ne? Deprem mi oldu?
Apartman şöyle bir çalkalandı… Yaşamın da hiçbir deprem görmediğim için nasıl
olduğunu öğrenmekte bana heyecanlı geliyor…
17;33
Evimin içi…
Anahtarlarımla önce dış demir
kapıyı, sonra iç diğer kapıyı hızla açtım… İçeriye girerken sol omzumu kapıya
çarptığım sırada sanki ikinci bir deprem yine apartmanımızı sarstı…. Hemen
içeriye daldım, kente mutfağımın balkonundan görünen 180 derecelik kentin
panoramik manzarasına baktım… Adana’mın üstü kurşuni, sarı karışımı, durağan,
balgamsı bir havayla kaplıydı… Adana’m hüzünlüydü… Sanki içim ağlıyor… Merkez
cami, diğer gördüğüm kanıksadığım, zihnimdeki tüm yapılar sanki yerli yerinde
duruyordu… Birden yukarıya çıkmam konusunda uyaran komşularımın söylediklerini
düşündüm… Her an yeniden deprem olabilir… Tüm insanlar apartmanımızın
bahçesinde, açık yerlerdeyken-alanlardayken benim 7.kattaki evimde ne işim var?
Ama kendimi telkinle rahatlatarak diğer odalarımı da gezmeye karar verdim…
17;33
Salonum…
Salona girdiğimde gözlerime
inanamadım… Televizyon, tekerlekli sehpasıyla taa köşeden salonun ortasına
gelmiş, orada duruyordu… Üzerindeki antika vazom düşüp paramparça olmuş… Bir
gün önce getirip ısladığım kırmızı güller yerde solgun ve parçalanmış olarak
yatıyor… gülleri hızla topladım, vazonun parçalarını da alıp, mutfaktaki çöp
kutusuna yöneldim… O da ne? İçi suyla dolu bir bardak yeniden birisinin
elindeymiş gibi çalkalandı… Yeniden evimden tıkır tıkır deprem sesleri geldi…
Sanki yer yerinden oynadı… Mutfaktan hızla çıkıp Hol’ den yatak odama
yöneldiğimde sarsıntı hala devam ediyordu…
17;36
Yatak odam…
Tavandan yere iki duvarı
kütüphaneyle kaplı olan yatakla odamın durumu içler acısı… Tüm kitaplarım yere
dağılmış, sallantı sırasında kolonlara çarpa çarpa kütüphanenin kaldırdığı
sıvalar yere saçılmış… Duvarlarda kılçal çatlaklar oluşmuş… Kitaplar birbirine
karışmış… Dev dosyalarım, klasörlerimin hepsi odamın tabanına saçılmış… Birkaç
kitabı alıp yerine koydum… Yan yana duran kütüphaneyi şöyle bir düzelttim,
birkaç dakika çalıştım… Birden düşündüm, Adana da büyük bir deprem yanandı…
Sokaklar, hastaneye yaralı, hasta taşıyan ambülansların sesleriyle
çalkalanıyor… İnsanların hepsi kaldırımlarda toplanmış… Ben burada 7.katta ne
arıyorum? Ya bir deprem daha büyük bir de dalgası daha gelirse, ya ev
yıkılırsa? Peki ya Adana da yaşayan diğer ablamların durumları nasıl? Hemen ev
telefonuma sarıldım… Çevir sesi yok… Hızla ahizeyi yerine koyup dışarıya kaçmak
istedim… Yatak odamdan dışarıya fırladım, holü geçerken heyecandan ve korkudan
duvarlara çarptım; ama sanki deprem devam ediyor gibi geldi… Evimin önce normal
kapısını, sonra diğer kapısını açtım… Paniklemem gerektiği konusunda yeniden
kendi kendime telkinde bulundum… ağır ağır hareketlerimi sürdürmeye, ama bir an
önce apartmanı terk etmeye devam ediyorum… Kapıyı açtım, kapattım, demir kapıyı
kilitledim, doğruca asansöre yöneldim…
17;38…
Asansörün önü; yedinci kat.
Asansör biraz önce benim
bıraktığım gibi 7.katta duruyor, kapısına elimi attım, açtım, tam içine doğru
adım atarken durdum… Hayır hemen kapısını geri kapattım… Bu kez apartman
sallandı gibi geldi sanki… Merdivenlerden koşarak aşağıya inmeye karar verdim…
7.kattan aşağıya doğru birkaç adım atmıştım ki; merdiven otomatiği söndü…
Altıncı kattaki otomatiğe bastığımda yanmadı… Anladım ki elektrikler kesildi….
Bu kez gerçekten korkmaya başladım, panikleme durumu oldu… Altı, dört, üç,
ikinci kattaki, sönmemesi gereken nicel
cadmiumlu lambalarda nedense yanmıyordu… İyi ki asansöre binmemişim… Ya
binip düğmeye bassaymışım… Herhalde altınca katta kalacakmışım… Bağırsam,
kapıya vursam, tepinsem, kendimi yırtsam da kimse duymazdı… Duysa da korkudan
gelip altıncı kattaki asansörden beni çıkartmazdı…
17;39
Merdiven boşluğu.
Bir yandan inanılmaz karanlık,
öte yandın dışarıdan sürekli gelen, siren ve korna sesleri beni alabildiğince
heyecanlandırıyordu… Uçarak apartmanın dışına çıkmak istiyorum ama olanaksız…
Yavaş yavaş, kontrollü, el ay yordamıyla karanlıkta aşağıya doğru ilerliyorum…
Merdiven basamaklarının arası on, onbeş yıllık gibi uzadıkça uzuyor… Bu ken
kendi kendime konuşur gibi telkinde bulundum… “Sevgili deprem sabret, bekle…
Hadi yavrum… Abdulkadir abin apartmanın dışına çıksın…” Diğer yandan da yukarı
çıktığım için kendi kendime kızıyorum… Basamaklardan yavaş yavaş inerken
ayağıma bazı çöp kutuları falan takıldı… Sanki kafataslarıyla dolu bir mezarın
içine düşmüş de orada yürüyorum da, ayaklarıma onların kafatasları takılıyor
gibi bir duyguya kapıldım… Sanki cesetlerin üstüne bakıyorum… Uyluk kemikleri
ayaklarıma takılıp beni düşürebilmek için birbirleriyle yarışıyorlar…
Ayağımdaki çöp kovasının birisini çıkarttım, diğerlerinin girmesini de
engelleyemedim… Bir süre bir iki çok kovasıyla birlikte merdiven boşluğunda
yürüdüm…
17:40.
Merdiven boşluğu…
Ya ablama, yeğenlerime bir şey
olduysa? Ya evleri çökmüş, benden yardım bekliyorlarsa? Telefonla da
ulaşamadım… Ya ölmüşlerse? Daha hızlı, daha hızlı aşağıya doğru karanlıkta
inmeye çalışıyorum… Paniklemiş ve biraz çaresizleşmiş durumdayım… Merdiven
boşluklarındaki demir tırabzanlara duvarlara çarpa çarpa aşağıya doğru inmeye
çalışıyorum…
7, 6, 5, 4, 3, derken 2.kat… Ohhhh… En alt
kattan, yukarıya doğru hafif ışık geliyor…
Merdiven basamakları artık biraz daha belirginleşiyor, biraz daha, biraz
daha aydınlık… Teşekkürler… Dışarıdan asla kesilmeyen sirenler, korna sesleri
beynimin içinde yankılanıyor, düşüncelerimi daha da ağırlaştırıyor… Kendi kendime ”Hadi oğlum, işte geldi, biraz
daha… Biraz daha” diye telkinde bulunuyorum… Nefesimi tutarak apartmandan,
dışarıya güneş ışığına koşarak çıktım… Adana’ m yakıcı olsan bile senin
güneşini ne çok seviyormuşum… Sarı sıcağına kurban olayım… Apartmana girmemem
konusunda uyaran ve kaygılanan komşularım, çıkınca rahatladıklarını söylediler…
Komşumun çocukları;
-Abi yine sallandı duydun mu?
-7.Katta daha fazla sallanman
gerekirmiş öyle dedi abiler…
Yaşlı kadın;
-Oğlum ne işin var? Bak hepimiz
buradayız… Bırak evin olduğu yerde dursun…
Gençler;
-Abi tebrikler, büyük cesaret
örneği verdin…
Bahçede oturan,
ayılan-bayılanlar, bu konuşmalarımızdan hiçbir şey anlamıyorlar…
Gazeteci olduğumu, Gülek
Yaylası’ndan geldiği söylediğim abi;
-Abdulkadir Bey, oralarda da
deprem oldu mu? Acaba ölen var mı? Akrabalarımızın hepsi orada yaylada
bulunuyorlar…
-Abi ben Çukobirlik
civarındayken deprem olmuş… Gülek Yaylası’ndayken deprem falan yoktu…
17;42
Arabamdayım(yeniden)
Ablalarımın, yeğenlerimin
durumlarını öğrenmek, evlerine bir önce ulaşmak için içim içimi yiyor… Bir
yandan komşularımızın sorularına;
-Heee… Hııı… diye cevap verip,
diğer yandan da otomobilime doğru ilerliyorum… Otomobilime bindim, tam hareket
edeceğim sırada, birisi koşarak geldi;
-Abi Tepebağ Mahallesi
haritadan silinmiş diyorlar duydun mu?
-Hayır duymadım… Ama biraz
sonra öğreneceğim…
Bu kötü ve olumsuz haber beni
daha da çok heyecanlandırdı, yakınlarımı daha çok merak etmeye başladım… Ya
ölmüşlerse? Ya yaralılarsa, cesetleri apartmanın enkazından çıkartılamıyorsa?
Ya hastanedelerse? Ya kanlar içinde benim yardım etmemi bekliyorlarsa? Bana
muhtaçlarsa? Arabamın gazına iyice yüklenip apartmanın bahçesinden çıktım… Ana
cadde çok yoğun ve araç trafiği nedeniyle kilitlenebilir, Kıyıboyu Caddesi’nden
Özen yoluna yöneldim…
17:44
Kıyıboyu Caddesi…
İnsanlar yollarda; bir yandan
yaralı taşıyan araçların korna, cankurtaranların siren sesleri, bir yandan
herkesin içine binip hareket ettiği otomobil denizi tüm yolları kaldırımdan
kaldırıma doldurmuş… Caddelerde ve kaldırımlarda iğne atsan yere düşmez bir
görüntü var… Otomobilimle Özen yoluna doğru ilerlemem olanaksız… Her saniye,
yeni yeni düşünceler üretiyorum… Ya ölmüşlerse? Ya benim yardımımı
bekliyorlarsa? Peki yaralıysalar? Yeğenim üniversiteye hazırlık kitaplarında
ders çalışırken bina çökmüş o pozisyonda kanlar içinde kafası ezilmişse? Ya
enkazın altından bağırmalarına karşın seslerini kimse duymuyorsa?
17;49
Kıyıboyu Caddesi…
Her gün birkaç saniyede geçtiği
yola çivi ile çakıldım kaldım otomobilimin içindeyim… Ziyapaşa Mahallesi’nden
Sümer Mahallesi’ne DSİ kanalının kuzeyinden suyun akış yönüne doğru Özen
köprüsüne doğru ilerlemeye çalışıyorum… Araçların ve yayaların oluşturduğu
ormanın tam ortasındayım… Düşüncelerimin gittikçe ağırlaşmasını, ablamların ve
yeğenlerimin ölümlerini, yaralanmalarını kafamın içinden çıkartıp atamıyorum…
Hafıza ekranıma hep olumsuz fotoğraflar, kötü kareler, can sıkıntısı veren
düşüncelerim yansıyor… Çıldıracağım…
17;55
Kıyıboyu Caddesi…
Arabam 5-6 metre zor ilerledi…
Araçlar artık ilerlemekten, gitmekten umutlarını tamamen kestikleri için birbirlerini
boğup hareket edemedikleri için kontak kapatıyorlar… Gözüm devleti arıyor? Ama
yok, yok yok… Ne bir polis, ne trafik polisi? Ne de bir belediye görevlisi yok…
Devletin yokluğunu ömrüm boyunca hiç bu kadar acı hissetmemiştim… Ey devlet, ey
polis, çık ortaya… Lütfen sağla şu düzeni… Kilitlenen araç ve yaya trafiğini
lütfen bir an önce açın… Bizi bu kötü durumdan ancak siz kurtarırsınız… Hep
ortaya, sağa sola, şu düzene bakın… Sorular, sorular, verilemeyen yanıtlar… Ama
bulunamayan çözüm, daha çok bunaltıyor… Tek çözüm kontak kapatıp beklemek, ya
da beklemek, seçeneksiz ve hareketsiz kaldığım, mağdur olduğum istisna
zamanlardan birisini dolu dolu yaşıyorum…
17:56
Kıyıboyu Caddesi…
Üç metre daha ilerledim… Ya
hepsi ölmüşlerse? Ya benden başka yardım edecek kimse yoksa? Zaten devletten
kimse görünmüyor… Otomobilimin kontağını yeniden kapattım… Hiçbir araç yerinden
oynamıyor… Bir patlama, zincirleme bir yangın olsa, ya da üzerimize bir
apartman devrilse, gökten taş düşse, bir milim bile kımıldayacak yerimiz yok…
Herkes olduğu yerde ölecek… Kuşlar bile bu araçların üstünden uçmuyor… Sahi
kuşlara ne oldu?
18;00
Özen Köprüsü…
Otomobilin burnunu biraz daha
sokup 20 santim daha ilerledim… Güneş taa baştan beri gözümün içine dik
geliyor… Köz gibi yakıyor… Sanki tenimden dumanlar çıkıyor… Güneşe doğru
kımıldamadan, otomobilimin içinde bu kadar uzun süre hiç durmamıştım… Gözlerime
dolan terimin tuzları cayır cayır yakıyor… Kalp atışlarım sanki durdu gibi…
Gerçekten yaşıyor muyum? Bunları kontrol etmeye, bedenimin canlı olup
olmadığını hissetmeye çalışıyorum… Ama olumsuz düşünceler öyle etkili, öyle
büyük ki… Başka şeyleri düşünmeme olanak yok… Ya ablam, yeğenlerim, diğer
ablam, eniştelerim öldülerse?
18:20
Özen Köprüsü…
Konta kapattığım arabamla halen
köprünün üzerinde bekliyorum… Yanımda duran, ve ters yöne giden otomobillerden
bir kişi televizyon programcısı olduğumu bildiği için başımı uzatıp sordu;
-Abi depremde ölen var mı?
-Henüz bilgim yok…
Başka birisi;
-Tuh tuh Adana ya yazık oldu…50
yıl geriye gitti…
Ama o söylenenleri, konuşmaları
duymuyorum… Sanki sağır ve dilsizim… Burnumu sıksalar canım çıkacak… İçimdeki
endişem, yakınlarımdan haber alamamış olmak her saniye katlanarak büyüyor…
Yakınlarıma yardım etmem gerektiğini, ama edemememin, otomobilimin içinde
kontak kapatarak beklememin acısı çok büyük… Bu sıkıntı beni depremden beter
öldürecek… Depremin yapamadığını bana yapacak galiba?
18;30
Özen Köprüsü…
10 dakikadır etrafımda duran
arabalar hep aynı, insanlar hep aynı… Köprünün üstünde kontağım kapalı
bekliyorum… Gözümün görebildiği her yer otomobil seli… Sağa-sola koşuşturan
bilinçsiz-kararsız insanlarla dolu… Ortada ne bir düzen, ne bir sistem var?
Trafik polisi normal asayiş polisi yok, hiçbir devlet yetkilisi yok… Bu millet
yine çok asil, saygılı davranıyor… Kendi sistemi içinde olacakları, araç
trafiğinin açılmasını bekliyor…Tüm erdemlerini ortaya koyuyor…
18:40
Borsa Lisesine doğru…
Özen Köprüsü’nden güneye Borsa
Lisesine doğru 10-15 metre
daha ilerleyebildik… Yanımda duran otomobiller değişince beni ekranlardan
tanıyanlardan birisi soruyor;
-Abi Seyhan Oteli çökmüş…
Öteki birisi;
-Öyle mi?
Bana bakıyorlar;
-Abi senin haberin, bilgin yok
mu?
-Bir saattir buradayım… Santim
santim ilerliyorum… Bir yere ulaşamadım ki… Biraz sonra öğreneceğim…
Başka bir otomobilden vatandaş;
-Atatürk’ ün müze olan evi de
yıkılmış diyorlar… Tepebağ mahallesi haritadan silinmiş…
Ben sessizliğimi sürdürürken,
başka bir otomobilden kafasını çıkartan vatandaş;
-Kardeşim, bunlar dedikodu da
olabilir… Her şeye inanmayın…
Ben de;
-Arkadaş doğru söylüyor…
Bekleyelim, radyo-televizyon bakalım ne söyleyecek?
-Ne dedikodusu kardeşim, en az
on bin kişi yıkılan binaların altında kaldı, bunada mı inanmıyorsunuz?
Bu kez ben devreye giriyorum…
-Haydaaaa… Nasıl inanırım?
Henüz bilgi yok ki… Kimse bir şey bilmiyor…
Kısa sessizlik oluyor…
Otomobilin içindeki radyomda çalışmıyor… Hiçbir bilgi yok… Sessizlik, güneş,
ter, gözlerime dolan tuzlu su yakıyor… Birkaç kez başka araçlardaki vatandaşlar
da benden bilgi almaya çalışıyorlar…
-Abi İnkılap ilkokulunu bilir
misin?
-Tabi… Bilmez olur muyum?
-İşte o güzelim okulda gitti…
Başka birisi;
-Abi Ulucami yerle yeksan
diyorlar…
Başkası yanıt veriyor;
-500-600 yıllık cami yıkıldı
haaaa…
İlk konuşan;
-Allahın işine karışılmaz
arkadaşlar….
18;50
Borsa Lisesi yanı…
Biraz daha ilerledik… Yanımdaki
sürücüye beni gösteren hanımefendi soruyor;
-Beyefendi ölüm olayları var
mı?
-Abla henüz bir bilgim yok…
Radyolar da henüz bir şey söylemiyor…
Her gün 40-50-60 kilometre hızla
geçtiğim yolda şimdi santim santim ilerliyorum… Ah biraz daha hızlı gidebilsem…
Ah yakınlarıma bir ulaşıp, görebilsem…
Küçük depremde devlet ortadan
giderse Türkiye’ m güzel ülkem büyük bir faciayla karşılaştığında durum ne
olur? Düşünmek bile istemiyorum… Otomobile bindiğimden beri bozuk olmasına
rağmen radyoyu karıştırıyorum… Bri mucize olur da çalışır mı acaba diye
düşünüyorum…Tam bir haftadan beri bozuk olmasına karşın ihmal edip
yaptırmadığım için kendi kendime kızıyorum… Tüm düğmelere tekrar tekrar basıp,
hiç kullanmadıklarımı da deneyerek çalıştırmaya, ses-bilgi almaya çalışıyorum
ama olanaksız….
Ya ablamlar, ya yeğenlerim
ölmüşlerse? Benim şu anda yanlarında olmam, yardımım gerekiyorsa, ama
gidemiyorum ki? Kilitlendik, kaldık burada… Çıldıracağım… Kendi kendime sürekli
telkinde bulunuyorum…
“Sakin ol Abdulkadir… Sakin ol…
Her şey geçecek yavrum… Rahat ol… Gevşe… Bak herkes seninle aynı durumda…” Elle
gelen düğün bayram özdeyişini sık sık söyleyen annem aklıma geliyor…
18:59
Borsa Lisesi
Kafamın içindeki sorular Toros
Dağları ağırlığına ulaştı… Borsa Lisesi ne doğru biraz daha yaklaştım… Güneş
yakıcılığını her geçen dakika daha da arttırıyor… Yazlık gömleğimin örtmediği
kollarım, boynum, cayır cayır yanıyor… Cilt kanseri riskini silip atıyorum
düşüncelerimden… Kendi kendimle otomobille konuşuyorum… Hadi, hadi biraz daha…
Ana caddelere biraz daha hızlı yaklaşalım… Birer santimlik boşlukları bile
hemen değerlendirerek öne çıkıyor tüm otomobiller… Onların da yakınları var,
onlar da benim düşüncelerimin daha da fazlasını düşünüyorlar… Trafik sistemini
bozmalarına izin vermemek için ben de önümdeki birkaç santimi daha dikkatli
kullanarak otomobilimle ilerliyorum… Ama onların bazılarının ilkelliğinin
karşısına neredeyse bedenimi koyuyorum…
19:10
Borsa Lisesi…
Ters yönde giden, ama benim
ilerleme olanağım olmadığı için kontak kapatan arabalardan başını bana doğru
uzatan orta yaşlı bir kişi;
-Gardaş seni Adana da
televizyonlarda izliyoruz… Adana’yı iyi bilirsin…
-Evet… Doğru… Teşekkürler…
-O güzelim okul yerle bir oldu
gitti asırlık yapı… Çok üzüldüğümü falan söyledim… Biraz önce bir kişi daha
aynı şeyi söylemişti… Seyhan Oteli’ nin yıkıldığını defalarca duydum… Yaşlı bir
başka kadın otomobildeki sohbetimize katılıyor;
-Büyük saat Kulesi de yerle bir
olmuş…
Artık bu türlü aslı olmayan
haberleri duymak istemiyorum ama otomobiller yan yana durduğu için, zoraki
konuşmalara,”EVET…” öyle diyorlar… “Hııı” biraz önce bir kişinin daha
söylediğini anlatıyorum… Düşüncelerim öyle yoğun, öyle yoğun ki; konuşmaların
bir bölümünü duymuyorum, duysam bile aldırmamaya çalışıyorum… Seyhan Oteli,
İnkilap İlköğretim Okulu, Büyüksaat Kulesi’ nin yıkıldığını Adana da ölenlerin
yaralananların sayısı öyle çok öyle korkun olur ki; ya bunların arasında ablalarım,
yeğenlerim de varsa? Otomobiller arasındaki sohbetler uzadıkça uzuyor… Mecburen
dinliyorum… Seyhan Oteli’ nin yıkıldığını söyleyen abiye döndüm;
- Seyhan Oteli temeli öyle
sağlam atıldı ki, orası yıkıldıysa Adana bitmiş yok olmuş, ölmüş demektir…
Öteki abi;
-Abime bak, ben yalan mı
söylüyorum, git gözlerinle gör…
Diğer birisi;
-Tepebağ Mahallesi haritadan
silinmiş…
-Tamam da,
-Gidin gözlerinizle görün
kardeşim…
-Ah gidebilsem kuş olup uçmak
istiyorum… Ama otomobilimin içinde sizin gibi çakılı kaldım...
Biraz ilerleyince, başka bir
otomobilden kafasını çıkartan vatandaş;
-Abi Ulucami de yok olmuş
diyorlar… Çok üzülüyorum…
Başka birisi;
-500 - 600 yıllık cami yok oldu
haaa… Vah vah vah…
Biraz öteki otomobilde bulunan
bir arkadaş da biraz yanaşınca;
-Adana da taş taş üstünde
kalmamış… Her şey yok olmuş...
Bu konuşmalar ne kadar
yüzeysel, ne kadar kulaktan duyma, çıldırmamak mümkün değil… En doğrusu
gözlerimle görmek istiyorum…
19:20
Gazi Mustafakemalpaşa Bulvarı…
Depremin korkusunu unutup, 40
yıllık sırdaşlaşmış gibi dedikodu yapmaya başlayan insanlar, araçlarının
hareket etmesiyle ilerliyorlar… Kafamın içinde bir an önce yakınlarıma
kavuşmak, onların durumlarını öğrenmek yankılanıp duruyor ama ilerleyemiyorum…
“Acılar paylaşıldıkça küçülür, mutluluklar paylaşıldıkça büyür” özdeyişinde
olduğu gibi kafamın içinde milyarlarca kez çeşitli düşünceler geçiyor…
Düşünceler ağırlaşıyor… Ya ölmüşlerse… Ya onlar yaralılarsa, ya acılarını
paylaşmam gerekiyorsa, ya cesetleri apartmanın yıkıntıları arasında kalmışsa…
Ablamlar, yeğenlerim, eğer yaralılarsa yapabileceğim en güzel hizmeti onlara
sunacağıma söz veriyorum… Hadi beyim, hadi beyim biraz daha biraz daha sür
otomobilini…
19:40
Gazi Mustafakemalpaşa Bulvarı…
Otomobilimle Gazi
Mustafakemalpaşa Bulvarına doğru hafif bir akış olması beni biraz rahatlattı…
Adım adım Mücahitler bulvarına doğru ilerliyorum… Devlet Demir Yolları Alt
geçidine ulaşıp Ziyapaşa BULVARINA dönebilirsem işim daha da hızlanacak… Hadi
birkaç metre daha, hadi, hadi, hadi, biraz daha… Hadi oğlum, hadi biraz daha
yavrum… Bu yavaş gidiş sürürken, kontakları bazen kapalı, bazı açık
otomobillerdeki insanlar sormaya, yanıtlar beklemeye devam ediyorlar… İşte
yaşlı bir abi;
-Beyefendi deprem Mersin,
Ceyhan taraflarını da fena vurmuş…
Başka bir kadın;
-Adana dışında da hissedilmiş…
Başka bir adam;
-Ceyhan ve Misis te taş taş
üstünde kalmamış… Kim ister ki oğlum? Ama insanlar engel olamıyorlar…
Fısıltı Gazetesi tam olarak
yıldırım baskılarına devam ediyor diye düşünüyorum… Her saniye, her dakika
manşetler, sürmanşetler değiştirerek yayını hayali haberlerle süslemeye devam
ediyor… Kulaktan kulağa yayılmayı sürdürüyor…
Her haber on, yirmi, otuz, yüz kat eklenerek daha da şişiriliyor… İyi ki
gazeteciyim, iyi ki bu mesleği biliyorum… Gözümle görmediğim, ya da radyo,
televizyondan duymadığım, gazeteden okumadığım hiçbir şeye inanmıyorum… Yalan,
yanlış, hepsinin ötesinde kasıtlı olduğunu çok iyi biliyorum…. Hala
otomobilimin kontağa kapalı, içinde oturuyorum… Neredeyse çıkıp bağırıp,
çıldıracağım…
-Heyyyyy! Polis yok muuuu? Poliiiiss!
Şu yolu açın… Ama ne polis, ne devlet yetkilisi, ne bir kurum, ne kimseler yok
piyasada… Devletsiz kalan, bir ülke haline dönüştük… Devlette haklı, bu kadar
kısa süre önce olan depremde nasıl hemen düzeni sağlayabilsin ki? Onların
otomobilleri de bu şekildedir herhalde…
Ama inanıyorum ki, kısa sürede devletimiz her şeye hakim olacaktır diye
kendi kendimi teselli ediyorum…
19:56
Mücahitler Bulvarı…
Otomobillerin arasındaki
mesafeler yavaş yavaş açılmaya, akış artmaya, ilerlemeye başladık… Bir, iki,
üç, dört on metre hadi biraz daha… Hadi biraz daha… Ziyapaşa Bulvarı yönüne DDY
yönüne girdim… Bulvarın genişliği araç trafiğini hemen rahatlattı… Tıkanıklı
çözülüyor… Çözülüyor… Ablamların Ziyapaşa Bulvarındaki apartmanın 7.katındaki
yaşadıklarını gözümün önüne getirmeye çalışıyorum… Beni nasıl bir tablo
bekliyor acaba? Ablam, eşi, çocukları ya ölmüşse? Ya çocukları ortada yoksa?
Yıkıntıların arasında kurtarılmayı bekliyorlarsa? Ya da cesetleri çıkartılıp
bulvara yan yana yatırılmışsa? Dilerim onlar yaşıyordur… Ah bir an önce
ulaşabilsem… Çok sevineceğim…
20;00
Ziyapaşa Bulvarı(Eğmez
apartmanı)
Kontağı bir açıp, bir kapatıp,
bir açıp bir kapatarak buraya kadar gelebildiğim için kendimi çok şanslı, çok
mutlu sayıyorum… Az kaldı, biraz daha, hadi biraz daha… Yüzlerce araç yolun her
iki tarafından akıyor… Sokaklar, bulvarların ortası, palmiyelerin altı,
çimenlerin üstü, tüm açık alanlar, anlamsız, korkulu yüzlü, bilinçsizce bakan
insanlarla dolu… Tüm evler boşaltılmış, herkes açık alanları doldurmuş…
Ürkütücü bir kalabalık… Apartmanlar bomboş… İnsanlar açık alanlarda tıklım
tıklım dolu…
20:05
Ziyapaşa Bulvarı(Eğmez
Apartmanı)
Ohhhh… İşte ablam, bulvarın
ortasında… Demek ki hiçbir şey olmamış… İşte yeğenlerim… Ne mutlu bana… Toros
Dağları kadar bir yük kalktı üstümden, çöken düşüncelerin hepsi yok oldu…
Ziyapaşa Bulvarının ortasındaki çimenlikte otururken benim geldiğimi görüp
onlar da çok sevindiler… Yeğenlerim aynı anda kalkıp, koşup bana doğru gelip,
sarıldık, sevindik… Tıpkı Türk filmlerinde olduğu gibi… Yakınlarını
bekleyenler, onlardan haber alamayanlar da bizim bu buluşmamızı biraz da
kıskanç gözlerle izlediler… Ablamların, yeğenlerimin sağlıklı olması, depremden
etkilenmemeleri, evlerinin sapasağlam ayakta olması öyle sevindirdi ki…
20:07
Ziyapaşa Bulvarı (Eğmez
Apartmanı önü-açık alan)
-Abla çok merak ettim… Uzun
zamandır yoldayım… Ev telefonumdan sizi aradım, çalışmıyordu… Uzun zamandır
size gelmeye çalışıyorum…
-Yaşam durmuş gülüm…
Bu sırada etrafımızda
toplananlar, haber almaya çalışıyorlar;
-Abi siz gazeteci ve televizyon
programcısısın… Ölenler var mı acaba?
-Tepebağ Mahallesi haritadan
silinmiş diyorlar…
-Oğlum Kasım Gülek Köprüsü
yıkıldı mı?
Bana heyecanlı ve soru soran
gözlerle aynı anda cevap veriyorum;
-Bunların hepsi fısıltı
gazetelerinin uydurmaları, lütfen inanmayın… 500 metrelik yolu iki saate yakın
geldim, henüz hiçbir şeyden haberim yok… Radyonun ve televizyonların
söylemediği şeylere lütfen inanmayın…
Bu konuşmalara dalmışken
Yüreğir’ deki diğer Ablama gitmem gerektiğini anımsadım;
-Abla ben Yüreğir’e gidiyorum,
öteki ablama bakmam lazım… Gerçi onun evi tek katlı… Bir şey olmaz… Ama yine de
gidiyorum… Siz ne yapacaksınız?
-Biz de seninle gelelim… artık
sokakta yaşama günleri başlıyor… Burada yapabileceğimiz bir şey yok… Yeğenlerim
de aynı görüşe katılıyor…
20;10
Ziyapaşa Bulvarı…
Ablam, yeğenlerim, iki çocuklu
bir komşularıyla birlikte Yüreğir e diğre ablamın evine gidiyoruz… Atatürk
Caddesi’ne girdim, insanlar, araçlar, kaldırımlar yine dolu dolu, anlamsızca
bekliyorlar… Herkes birbirlerine depremi anlatıyor…
-Banyodaydım zor kaçtım…
-Abi o apartman zangır zangır
titriyor, inanılmaz biçimde sallanıyordu…
-Ben inerken de apartmanımızın
lambaları sönmesin mi? Karanlıkta zor güç dışarıya attım kendimi…
Başka birisi;
-Ben hiç korkmadım… Neden
korkacakmışım ki?
Onlara filozofça cevap
veriyorum;
-Abiler ablalar, bir bilge
diyor ki; insanlar yaşam denilen okuldan asla mezun olamazlar… Başka bir bilge
de, yaşları kaç olursa olsun, insanların yaşamlarında her zaman ilk kez
karşılaşabilecekleri çok şey vardır ki asla bitmez…
Otomobille ilerlerken ablam;
-Yüreğir deki ablamın olduğu
konusunda bir şeyler hissediyorum… Ama merak etme abla, onların evi tek
katlıydı… Bir şey olmaz… Ama yine de gözlerimizle görelim…
20:35
E-5 Karayolu…
Atatürk Caddesi’nden E-5 Karayolundan doğruca Yüreğir’e yöneldim…
Seyhan Oteli ne uzaktan baktım, pırıl pırıl duruyordu… Yerle bir olmuş
diyorlardı… Ablalarıma da anlattım… Herkes beni onayladı…
-Bu insanlar ne çabuk dolduruşa
gelip, yalanı doğru gibi söylüyorlar?
-Haklısın dediler…
Seyhan Nehrinin üzerindeki köprüler,
evler pırıl pırıl duruyor… Hiçbir sorun yok... İçimdeki sevgi arttıkça artıyor…
20:35
Özgür Mahallesi
E-5 ten kuzey bitişiğindeki DSİ
kanalının kenarındaki Özgür Mahallesine girdiğimizde ilk gözüme çarpan her
zaman alışık olduğumuz binalar sapasağlam yerlerinde duruyordu… Eksozcu,
kamyoncu, garajlar, evler pırıl pırıldı…
Hah işte ablamın evini şimdi gördüm… Ayakta, duruyor… Derin bir nefes aldık…
Tüm mahalleli gibi ablamlar da açık havada oturuyorlardı… Bizim geldiğimizi
görünce kalkıp koşarak yanımıza geldi… Kucaklaştık, sarıldık öpüştük… Hepimiz
ayakta sağlıklıydık… Mutluyduk… Komşularda bizim bu sevinçli buluşmamızı
izlediler…
20:54
Özgür Mahallesi(sokak-açık
alan)
Mahalledeki tüm insanlar açık
alanlarda, büyüklü-küçüklü topluluklar oluşturmuşlardı… Yüzlerindeki korku,
endişe, belirsiz bekleyiş, hüzün bazılarının yüzünde ağlama ifadesi bile vardı…
Elektrikler kesik, sular akmıyor, telefonlar çalışmıyor… Ama yaşam her şeye
rağmen süreceğine göre, bizi uygarlığın güzel gereçleri olan günlük kullandığımız
ihtiyaçlarımızın yeniden verileceğine inanıyor ve beklemeye başladım…
20:55
Özgür Mahallesi(Açık alan)
Fısıltı gazetesi burada da her
saniye manşetini değiştirerek yalan haberler yaymaya devam ediyor… Etrafımızda
toplanan 50-60 kişi beni soru yağmuruna tutarken, depremle ilgili bilgileri
anlatıyorlar…
-Abi en az elli bin kişi
yaşamını yitirmiş duydun mu?
-Yakapınar(Misis) tarihten
silinmiş…
-Havraniye de çok ölü varmış…
-Adana artık bitti…
İnsanlar bu bilgileri nereden
duyuyorlar? Nasıl uyduruyorlar? Cahil
diye nitelenen insanlarımız bu yönüyle çok görkemli bir beyin yapısına sahip
olduklarını sergiliyorlar aslında…
20;58
Özgür Mahallesi(Açık alan)
Elektrikler hala kesik, radyo ve televizyonlar hala çalışmıyor… Sanki
Afrika da ilkel olarak yaşayan kabilelerin arasında kaldık… Ne korkunçmuş bu
olay? Reno marka otomobil uzaktan mahalleye girdi, farları şöyle baştan sona
çevremizi aydınlattı, caddeleri, sokakları evleri artık birkaç saniyeliğine de
olsa görmemizi sağladı… Herkes ışığa hasretmiş… Böyle hasretini kısmen giderdi…
Otomobil geldi, geldi, bize yirmi-yirmi beş metre uzaklıktaki elektrik
direğinin altında durdu… Yüksek sesle müzik dinleyen sürücünün yanına koşarak
ulaştım…
-Baba radyo depremle ilgili
neler söylüyor? Ölü var mı?
-Abi sabahtan beri TGRT’ yi
dinliyorum… Yayını sürekli keserek ulaşan bilgileri söylüyor…
-Abi on binlerce yaralıdan,
yüzlerce yıkılmış evden söz ediyor… Şu ana kadar ölümle ilgili hiçbir şey
söylemedi…
-Demek ki, on binlerce yaralı,
yıkılan yüzlerce ev haaa? Birden hüzünlendim… Bu yaralılardın yüzde biri ölse
korkunç bir rakam… İçim ürperdi birden…
20:59
Özgür Mahallesi(açık
alan-sokak)
Radyonun etrafında 10-15 kişi
toplandı, herkes 21:00 haberlerini bekliyor benim gibi… Bu arada herkes kendi
fikrini söylüyor…
-Sesini biraz daha aç…
-Başka istasyon ne diyor?
-Kardeşim TGRT’ de, TRT
kadar etkili haber verir… Başka kanala girme…
-Arkadaşlar lütfen sessiz
olalım…
Haber cıngılı girdi;
-Sevgili Dinleyiciler, Adana da
bu gün saat 16:56 da meydana gelen ve 20 saniye süren 6.3 şiddetindeki depremde
çok sayıda bina yıkıldı, on binlerce kişi yaralandı… Enkaz kaldırma ve kurtarma
çalışmaları aralıksız sürüyor… Haber merkezimize ulaşan son bilgilere göre
Yakapınar’a bağlı Havraniye Beldesinde bir cami çöktü… Enkazın altından 5
kişinin cesedi çıkartıldı… Bizden haber bekleyin diyen spikerin anonsundan sonasında
bir hüzün, bir sessizlik, mahallede oturanların büyük bölümünün Havraniye,
Yakapınar da akrabalara bulunuyor…
21:05
Özgür Mahallesi(sokak)
Fısıltı Gazetesi haber yaymaya,
yalan bilgileri yıldırım baskılarla halka iletmeye devam ediyor…
-Abi saat 22:00 de daha büyük
bir deprem bekleniyormuş….
Kimin, nerede, ne zaman
söylediği, kimden öğrendiği belli değil…
-Lütfen dedikodulara inanmayın…
Önceden olacağını ölçen, depremi bildiren bir alet bulunmuyor, böyle bir
teknoloji yok… Bunların hepsi yalan, palavra…
Orta yaşlı bir kadın;
-Olur mu? Biraz önce komşular
söyledi…
-Peki komşulara kim söyledi?
Yanıt yok…
-Komşun deprem uzmanı mı?
Yine ses yok…
-Komşun bu kadar şey biliyorsa
bu gün olan depremi neden önceden bilemedi?
İnsanları kandırmaya çalışan bu
kişiyi sert biçimde azarlayınca konuşmaktan vazgeçti…
21:15
Özgür Mahallesi(sokak)
Elektrikler hala yok… Ablamlar,
yeğenlerim, tanıdıklarım, uzak-yakın akrabalarımız burada toplandık… Hem
gökyüzündeki yıldızlar o kadar görkemli ki; yaşayan bir tablo gibi duruyor…
Antik dönem filozofları, bazı yıldızların gökyüzüne çivilendiğine
inanıyorlarmış… 2500-2800 yıl önce… İlk saatlerdeki şok, korkuyu çoktan
atlattım… Artık her şeyi oluruna bırakıyorum… Kentin evleri, sokaklar
aydınlanırken göremediğim yıldızları, elektriklerin tümü kesildiği için net
olarak izliyorum… Bir tapınaktaki duvar yazısı aklıma takılı kaldı; şöyle diyor; “ insanların ölüp ölmemesi,
evlerin-işyerlerinin yıkılıp-yıkılmaması doğanın umurunda değil… O sonsuzdan
gelip, sonsuza akan, benliğiyle kendi yasalarını uygulayıp, kendi varlığını
sürdürecektir…”
21:50
Yeniden az önceki radyosu olan
otomobilin etrafındayız ve haberlerin yayın saatini bekliyoruz… Bizi dünyaya,
Türkiye ye bağlayan tek bağımız radyo… Spiker biraz sonra soğuk ve üzgün bir
ses tonuyla;
-Sevgili Dinleyenler, Tepebağ
Mahallesi’nde çöken bir balkonun altında kalan dört kişinin cesedi çıkartıldı…
Kurtarma çalışmaları aralıksız sürüyor…
Herkeste moral bozukluğu,
sessizlik, üzüntü zirve yapıyor…
22:10
Özgür mahallesi(sokak)
Ooohhh… Elektrikler geldi, 22:
00 de olacağı beklenen büyük deprem beklentisi de boşa çıktı… İnsanlar biraz
sevindiler, yüzlerindeki gerilim, korku, endişe yerini elektriğin gelmesiyle
rahatlığa bıraktı… Akşam yemeğinin hazırlanması çalışmaları yeni başlıyor…
Ablamlar koşarak mutfağa girip, buz dolabındaki yiyecekleri alıp, koşarak
dışarıya çıkıp, sokaktaki yer sofrasını hazırlıyorlar… Çok gergin ve aç
olduğumu yiyecekleri görünce, sofra hazırlanırken daha iyi anlıyorum… Onlar
sofrayı hazırlarken, ben de hemen televizyonun olduğu, penceresi sokağa doğru
açık olan odaya girip televizyonu açtım… Dışarıdan koro şeklinde itiraz sesi
yükseldi…
-Çabuk dışarı çıııık!
-Kapat televizyonuuu!
Sessizim ve itirazların
durmasını bekliyorum; işte depremle ilgili ilk görüntüler ekranda… Gerçekten
çok korkunç…. Dışarıdan uyarı sesleri öyle etkili, öyle rahatsız edici ki belki
de benim bilmediğim bir şeyler vardır diye düşünüp, dışarıya çıkmaktan başka çarem
kalmıyor… Bu sırada birisi koşarak içeriye girip, domatesleri alıyor, koşarak
dışarıya çıkıyor, ekmekler, kurşular, kavun, karpuz, peynir, zeytinler,
meşrubatlardan oluşan sokaktaki yer sofrasında akşam yemeğine oturuyoruz…
Herkes oldukça heyecanlı, gergin, endişeli, panik durumları var, ama
depremde ölmedikleri için kurtuldukları
konusunda da gizli bir sevinç duyuyorlar…
22:15
Özgür Mahallesi(sokak)
Karşı komşu büyük bir iyilik
ederek televizyonunu sokağın ortasına kurdu… Ekranın altından geçen kırmızı
banttaki yazılar;
-Flaş… Flaş… Flaş… Adana da
facia… 20 saniye süren depremde ilk belirlemelere göre 20’ ye yakın kişi yaşamını
yitirdi… Çok sayıda yararlının bulunduğu bildirildi…
22:20
Özgür Mahallesi(sokak)
Asfaltın ortasında kurulan açık
hava yer sofrasında karnımızı doyurup, stresten biraz kurtulmaya çalışıyoruz…
Yazılardaki olumsuzluk ruhumuzda da olumsuz yansılara neden oluyor… Dikkatimizi
geçici de olsa yemeğe dalarak dağıtmaya çalışıyoruz…
22;30
Özgür Mahallesi(sokak)
Show, star, tgrt, atv, kanal-d
yerel televizyonların hepsinde depremde yıkılmış evler, facia görüntüleri dönüp
duruyor… Ağlayanlar, yaralananlar, ambülanslar, cesetler, korkun yıkılan evler…
Bu görüntülerden birisinde olmadığımız için aslında sevinmemiz gerekir diye
içimden geçiyor…
22:50
Özgür Mahallesi(sokak)
Moralim çok bozuk… Bir an önce
yeniden evime gitmek istiyorum ama Ziyapaşa Mahallesi 67001 sokak didem
apartmanındaki 7.kata nasıl çıkarım? Elektrikler yeniden kesildi… Telefonlar
hala çalışmıyor… Öyle yorgunum ki…
22:58
Özgür Mahallesi(sokak)
Yavaşça ayağa kalkıp
otomobilime doğru birkaç adım atarken bir yandan da şöyle dedim;
-Ben gidiyorum… Haydi abla size
iyi geceler…
Ağzımdan bu laflar çıkarken iki
ablam koşarak bana doğru geldiler…
-Hayıııır… Hiçbir yere gidemezsin…
Güldüm,
-Abla çok yorgunum ve duş almam
gerekiyor…
-Bu koşullarda, bu gün eve
girilmez, duş alınmaz, sabaha kadar da uyunmaz…
-Olsun ama ben yine de
gideceğim…
Ablalarım diktatörce;
-Hayır, bu gece kimse
yatmayacak… Bu durumda uyunur mu?
-Ya ne yapacağız?
Sokakta, sandalyelerimizin
üstünde sabahlayacağız…
Bu sırada yeğenlerim evin içine
koşarak girip-koşarak çıkarttıkları kuru çerezleri, servise başladı…
Çikolatalar, bayram şekerleri, cezeryeler, baklavalar ikramlar devam ediyor…
Kararsızlık şu anda kötü biçimde beni teslim aldı… Ama ısrar ediyorum;
-Abla yemin ederim çok
yorgunum…
Sert ve emredici ve kararlı
tavırları sürerken, küçük yeğenim gelip bana sarıldı;
-Otur azimim, otur, bir yere
kımıldayamazsın…
Öteki de gönlümü almaya
çalışıyor… Ağır ve korkunç bir sessizlik var… Gece yarısı olmasına rağmen,
depremin yarattığı atmosfer, korku, panik, ne olacağını bilmeyen insanların
kararsız durumları sürüyor… Düşünüyor, düşünüyorum karar veremiyorum…
23:30
Özgür mahallesi(sokak)
Ablamlar beni evime gitmekten
7.kata çıkmaktan kesin vargeçirmek için, yaşadıkları deprem, paniklerini
abartarak tekrar tekrar anlatıyorlar…
-Damda çamaşır seriyordum, bir
gürültü, bir vınlama ve sallandı… Ev yatıp, yatıp kalktı… Üç kez üst üste kıç
üstü yere düştüm…
Diğerleri devam ediyor;
-Apartmandan inerken
elektrikler kesildi… Beynimin üstüne düşmekten son anda zor kurtuldum…
Diğer ablam bana dönüp;
Hiçbir yere gidemezsin… Sen
beyinsin… Devlete, millete gereklisin… Otur oturduğun yerde…
28 Haziran 1998
Özgür Mahallesi(sokak)
01:10
Artık takvimler değişti ve 28
Haziran 1998 oldu… Bir filozofun dediği gibi yaşamda değişmeyen, unutulmayan
hiçbir şey yok… 27 Haziran saat 16:56 daki depremin üzerinden saatler su gibi
akıp geçti… Doğa kendisini düzenlemek için yarattığı bu sarsıntıyı unuttu bile sayılır…
Asfaltın üzerinde, her zaman otomobilin park ettiğim yere serilen yatakta bu
kez uyuyacağız… Çoktan yataklar serildi, cibinlikler sokağa gerildi bile…
Ablamlar benim eve dönmememden çok mutlular… Ama on bin yıl düşünsem böyle
şeylerle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim…. Gecenin yarısını geçtik,
sohbetlerimiz sürüyor… Sandalyenin üzerinde sürekli oturmaktan ve dolaşmaktan
kötü biçimde yoruldum…
02:00
Özgür Mahallesi(Sokak)
Sokak lambasının altındaki
ışıkta yorgunluğum daha da artıyor ama oturanların gözünün önünde, sokağa
serilmiş üstüne de cibinliğin gerilmiş yatağa girmeye utanıyorum… Herkesin
benim gibi yorulmasını, benimle birlikte yatmasını bekliyorum… Ama bir süre
sonra yorgunluk, uykusuzluk utanma duygumu yeniyor… Herkesin önünün önünde
sokak lambasının altında, asfaltın ortasında serilen yatağa yatıyorum…
Sandalyede oturan ve sabahlamaya karar verenler konuşmalarını sürdürüyor…
Herkes yaşadığı deprem anını kırık plak gibi tekrar tekrar anlatıyor…
Kulağımdaki sesler gittikçe siliniyor… Örneğin ablam şöyle diyor;
-Biz aile olarak bu olaydan çok
ucuz kurtulduk…
-Kurban kesin diyor birisi…
Öteki;
-Ceyhan çökmüş, bitmiş, çok ölü
varmış…
Diğeri,
-Gülek Yaylasında da çok büyük
hissedilmiş… Ölen olmuşmudur ki?
Başka birisi;
-İyi ki annem 1994 te dünyadan
ayrıldı, yoksa korkudan ölürdü…
-Bu çocuk(ablam beni
kastediyor) da perişan oldu…
Bu konuşmayı dinlerken,
depremde ölmem durumunda neler olurdu diye gözümün önünden yaşamım bir film
şeridi gibi geçti… Tekrar deprem sahneleri, otomobilimin kilitlenen trafikte
santim santim ilerlemesi, kontağını kapatarak insanlarla yaptığı sohbetler…
İçimdeki korku ve yanıt bulamayan sorulardan oluşan uzun saatler…
Ve artık kendimi uykunun
kollarına bırakıyorum…
06:10
Özgür mahallesi(sokak)
Kadın, erkek, çocuk, tavuk,
horozların aynı anda birbirlerine karışan bağırma sesleriyle uyandım…
-Ayyy! Kaçın deprem oluyor…
-Uyanııııınnnn!
Gözümü açtığımda hala sokağın
ortasındaki yatakta yatıyorum; yer gerçekten, şişme botun, deniz dalgalarıyla
yükselip-alçalması gibi yükselip dalgalarla, geri normale dönüyor, tekrar
yükseliyor, tekrar düzeliyor.... Henüz içinde bulunduğum yatağım, çevrede
bulunan evler, otomobiller, beşik gibi, ya da denizin dalgalarının botu
yükseltip alçalttığı gibi yükselip alçalıyordu… Başka ifadeyle, 1-2 belki biraz
daha fazla sürede sanki üstünde yaşadığımız kara parçası denize dönmüştü… Ama
ben sadece çevremi izliyordum, etraf görülebilen-görülemeyen bir sarı pusla
kaplanmış gibiydi… Bir de ince bir “Tİİİ” sesi deprem boyunca aralıksız sürdü…
Yatağımdan kımıldamadan olayları cibinliğin içinden izliyordum…
Çevremdeki insanlar olayı
abartarak şöyle anlatıyorlardı;
-Ev yattı yattı kalktı…
-Merdiven ayağımın altında
kaydı gitti…Kendimi yerde buldum…
-Tepe üstü düşecektim yere… Şu
araba(benim otomobilimi gösteriyor) sanki birisi çalıştırdı gibi gitti gitti
geldi…
06:12
Özgür mahallesi(sokak yatağı)
İşte şimdi tekrar sallanıyoruz…
Herkes batmakta olan gemideki insanlar gibi çığlık atıyor, bağırıyor,
çağırıyor, korku, endişe, panik, ifadeleriyle dolu ağlak yüzler… Yatağımdan
kımıldamadan, yer seviyesinden olayları başka bir açıdan görmeye, izlemeye
çalışıyorum… Sanki kara parçası denizin yüzeyi gibi dalgalanıyor… 10-15 metre aralıklarla kara
parçası dalgalanıyor… Bir kaygın denizin üstünde sallanması gibi mahalle
çalkalanıyor, sallanıyor, yalpalıyor, sanki 100-120 kilometre hızla
giden bir aracın aniden fren yapıp dururken sarsılması gibi zınk diye deprem
durdu, sallantı bitti… Bu tabloyu yer hizasından insanlar izlere benim
gördüklerime tanık olup anlatsalardı inanmazdım…
-Adana da neler oldu? Bize
yurtluk etmekten usandı mı artık? Sen ne kadar huysuz olursan ol, ben seni
ölümüne seviyorum dedim içimden… Ve Ey doğa bize kendini, gücünü yeteneğini
anlatmaya devam ediyorsun galiba? Bu günkü dersinde depremse onu da öğrendik
tamam artık…
06:30
Özgür Mahallesi(Oda)
Depremin durmasından sonra
yatmadım, koşarak içeriye gidip televizyonu açtım… Ev tek katlı olduğu için
artık sallantı anında dışarıya kaçmam mümkündü… Tüm televizyon kanalları
korkunçtu… Evler yıkılmış, cesetler yan yana dizilmiş, yaralılar, ağlayanlar,
çadırlarda, sokakta Kızılay’ın yemek dağıtma görüntüleri bu sırada oluşan
izdihamlar… Bu görüntülere hiç alışamayacağım… İçeriye girdiğimi fark eden
dışarıdaki ablamlar bağırıyorlar;
-Çabuk çık… Hemen koş gel…
Deprem geliyormuş…
Sesimi çıkartmadan biraz daha
görüntüleri üzüntüyle izliyorum… Bir gözüm de kapıda… En küçük bir sarsıntı
belirtisinde hemen dışarıya kaçağım,
dikenin üstünde duruyor gibi ayakta durup bir yandan tv ekranlarını izliyorum,
bir yandan da kaçabileceğim kapıya bakıyorum… Ben depreme alışamayacağım… Ama
alışmak, depremle yaşamayı bilimsel olarak öğrenmek gerek… Dünyada her türlü
koşula rahatlıkla uyum sağlayan tek canlı insanmış… Ben de bunu kesinlikle
başaracağım…
07:00
Özgür mahallesi(sokak)
Televizyonlardan yeterince
bilgiyi aldıktan sonra aralıksız süren çağrıya uyarak dışarıya, yeniden sokağa
çıktım… Çevremdeki insanların yüzlerinde korkulu bekleyiş, büyük panik havası
ne olacağını bilmeyen belirsizlikler var… İnsanları şimdiye kadar hiç böyle
görmemiştim… Ama kendi yüzümün tek hücresinde bile korku, endişe, panik yoktu…
Öyle ki, bilgece gülümseme, hoşgörü, insanlara rahatlamaları mesajları veren
sevgi dolu bakışlar hakimdi… Yüzümde birçok kişiye huzur veren bir görüntü
vardı… Gülümseyerek şöyle dedim;
-Arkadaşlar korkmayın,
korkmayın… Bunların hepsi geçecek… Güzel birer anı olarak kalacak…
Çevremdeki insanların beklediği
bu moral desteğini vermiş olmam nedeniyle onların da rahatladıklarını görmekten
memnun oldum… Hepsinin yüzü gülümsüyordu…
09:00
Özgür mahallesi(evin bahçesi)
Bu defa avlunun ortasında
kurulan dev masada 10-15 kişilik akraba gurubuyla birlikte kahvaltı yapıyoruz…
Birkaç saniye koşarak eve girip kahvaltılıkları getiren ablamlar, masaya
dizdiği, kavun, karpuz, domates, yeşil biber, zeytin, peynir, pastörize süt,
salatalıklardan güzel bir ziyafet sofrası kuruldu…. Çay pişirme süresince
içeride kalmayı kimse göze alamadığı için çaysız kahvaltı yapıyoruz…
Konuşmalarda yine deprem birinci gündem maddesi, her kafadan bir ses çıkıyor,
yanlış bilgilere ve fısıltı gazetesinin yaydığı yalanlara dayanan haberlerin
etkisiz olduğunu anlatmak için mini bir konferans şeklinde şöyle dedim;
-Deprem yer kabuğunun altında
oluşan çöküntülerin dolması sırasında meydana gelen sarsıntılardır… Ama o
çukurlar dolduğu zaman depremler de kendiliğinden zaten duruyor….
5-6 dakika bu bilimsele dayanan
açıklamam sırasında bana inandılar, bu işin uzmanıymışım gibi söylediklerime
hak verdiler… Konuşmamın son bölümünde de şöyle dedim;
-Bildiğim tek şey depremden
korkmuyorum… Ancak lütfen kimse de korkmasın ve paniklemesin.. Şunu söylüyor
televizyonlar, iki gün kapalı alanlarda kalmayın…
Herkeste bir rahatlama oldu…
Televizyon ve ve radyo bültenlerinde “ARTÇI” sarsıntı sözcüğü sık sık kullanılıyor…
Artçı deprem gibi tümceler olayın somut biçimde ortaya koyuyor… Öz Türkçe
sözlüğünün kullanıldığı gibi konuşmalar, metinler benim çok hoşuma gidiyor…
11:00
Özgür mahallesi(sokak)
Haziran Ayının son günleri ama
güneş yakmaya iyice devam ediyor… Biraz önce yaptığım kahvaltı tepemden aşağıya
ter dalgalarımın gözüme doğru süzülmeye, bedenimi ıslatmaya yetti bile.. Ayağa
kalktım, ;
-Abla bu kez beni durdurmayın…
Çünkü evime gideceğim…
İki ablam kaba güç kullanarak
beni durduracaklar ama bana yine saygılı davranıyorlar…
-Hiçbir yere gidemezsin…
-Abla sabahtan beri sizlere
depremi anlatıyorum… Oltu, bitti, geçti-gitti… Canınızı sıkmayın… Benim
anlattıklarım bilgileri hemen hafıza disketlerine kayıt etmiş olmalılar ki ses
çıkartmalarına, izin vermeden sürdürdüm konuşmamı;
-Hemen eve gidip duş alıp,
dişlerimi fırçalayıp, üzerimi değiştirip geleceğim… Üstelik evime neler olmuş?
Bakmam görmem, kontrol etmem gerek…
-Tamam… Ama hemen geri gel…
Bizi merakta bırakma…
-Tamam hemen geri geleceğim…
Beni merak etmeyin…
Arabama binip ayrılırken yine
arkamdan bağırıyorlardı;
-Hemen dön… Çok çabuk geri gel…
Bizi merakta bırakma…
El sallayıp vedalaştım…
11:30
Ziyapaşa Mahallesi(Didem
apartmanımızın önü)
Otomobilimle geldiğim
apartmanımızın bahçesindeki görüntüler çok ilginçti… Somyalar, çek yatlar,
sandalyeler, yere serilen yataklar, cibinlikler, tam bir deniz kıyısı
hatırlatıyordu… İnsanların büyük bölümü hala korkulu ve uykulu gözlerle yorgun
ve bitkin biçimde dolaşıyorlar… Geçmiş olsun dileklerini birbirimize sunarken
kadınlar;
-Ayyy! Yine deprem oluyor… diye
feryat ettiler…
Özgür Mahallesi’ndeki ablamın
evinin önünde sabah yaşanan aynı panik, aynı korku, çığlık burada da yaşandı…
Apartman altından gümbür gümbür su kaynıyormuşçasına 30-40 santim,
yukarı-aşağıya doğru inip-çıkıp hareket etti… Ve üstelik bu kez yeniden vın
sesi duydum… Çocuklar fırıldak-topaç çevirirken çıkan sesi bu depremde somut
olarak tekrar duydum… Çok kişinin korkudan, panikten duyamadığı bu ses gerçekten
de depremin insanlar üzerinde korkuya neden olan çok yavaş duyulan, gizli bir
siren sesi gibi geldi bana…,
11:35
Ziyapaşa Mahallesi(Didem
Apartmanımız)
Sallantı zaten saniyelerle
sürüp durduktan sonra, herkes yaşamda kaldıklarına, binaların üstlerine çökmediğine
bir kez taha sevindi… Yaşlı, saçları, kaşları bembeyaz olan(80 yaşındaki) teyze
en çok korkanların başında geliyordu… Deprem bitince herkes önce ona, sonra da
bana geçmiş olsun dedi…. İnsanların yüzlerindeki korku, panik, endişe havası
birkaç kat daha arttı… Kadınların bazıları kendi aralarında şöyle
konuşuyorlardı;
-Ben ölene kadar artık
apartmana giremem…
-Ben de komşu… Konya da kızım
okuyor, orası deprem bölgesi değilmiş, gidip oraya yerleşirim…
-Ben de zaten Ankara ya akşama
bilet aldırdım…
Bu konuşmalardan sonra
apartmana girip-girmeme konusunda endişe ettiğimi söylemem gerekir…
11:40
Didem apartmanı…
Apartmanın cümle kapısından
kararlı biçimde girerken arkamdan seslenen, korkulu gözlerle akıbetimi
izleyenlere aldırış bile etmedim… Doğruca asansörün önüne geldim, düğmesine
bastım çalışıyor… Kendi kendime de;
-Korkma oğlum, burası evin…
Hiçbir şey olmaz… Deprem zaten geçip gitti…
Bu düşüncelerle asansörün
önünde birkaç saniye beklerken hemen kapısından geri çekildim… Ne olur, ne
olmaz diye 7.kattaki evime yürüyerek çıkmaya karar verdim… Merdivenleri bu kez İkişer, üçer basamak koşarak çıktım… Evimin
demir kapısını açtım, sonra öteki kapıyı açıp içeriye girdim… Evim bu depremden
çok korkmuş olmalı ki, beni sımsıcak kollarıyla sevgiyle sardı… Merdivenden
çıkarken birkaç kez sanki deprem oluyormnuş, apartman sallanıyormuş duygusuna
kapılmama karşılık sonra bunun basit bir duygu olduğunu, aslında depremin artık
geçtiğini falan söyledim, kendi kendimi inandırdım… Hemen koşarak banyoya
girdim, aceleyle duşumu almaya başladım… Kendi kendime bir yandan da soruyorum;
-Ya şimdi deprem olursa?
Olmaması konusunda kimse garanti vermiyor, olması konusunda da vermiyor… Duşumu
hızla bitirip dışarıya kaçarcasına çıktım… Bir yandan da salondaki
televizyonumu izliyorum, arada sırada balkondan 180 derece görünen Adana nın
panoramik görüntüsünü izliyorum… Kentin üstünde kurşunu ve sarı karışımı bir
hava hakim… Sanki başka bir gezegende, bir başka yıldızda, başka Adana da
yaşıyormuşum gibi geldi bana… Adana yı hiçbir zaman bu kadar hüzünlü, bu kadar
moralsiz görmemiştim.. Star, show, tgrt, yerel kanal-a da depremdeki kurtarma
çalışmalarını izledim… Bazı kanallar canlı yayınlıyorlar… Yerel
televizyonlardan tempo, metro, kanal-a Tepebağ Mahallesi’ndeki yıkılan tarihi evin
altında kalan 36 yaşındaki hanımefendinin cesedinin çıkartılmasını tekrar
tekrar yayınlıyor… Kafamdaki deprem fotoğrafı daha da netleşmeye başladı…
Facia, dram, trajedi, gerçekten büyük acı yaşamışız, bu görüntülerden sonra
buna daha çok inanmaya başladım…
11:50
Evim…
Sevgili Günlüğüm,
Aslında yaşamın negatifi olan
ölümü doğal karşılamak, gülümseyerek onu kucaklamak gerekir… Yaşamımı çok
seviyorum ama asla vazgeçemeyeceğim bir sevgilim de değil…
Nereden incelirse oradan
kopsun… Hiçbir şey umurum da değil… Heyyyy! Ölüm senden korkmuyoruuuuuumm….!
11:59
Evim…
Devlet Adana daymış… Çok
sevindim, moral desteği oldular… Böyle büyük afetler sırasında devletin
vatandaşlarıyla dayanışma içinde olması, gözlerimi yaşarttı… Sayın
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Sayın Başbakan Mesut Yılmaz, Sayın Başbakan
Yardımcısı Bülent Eceit deprem alanlarında incelemelerde bulundu… Yaraların
sarılacağı, kimsenin aç ve açıkta kalmayacağı sözü verdiler… Ancak bazı
partililer, açık gözler, vurguncular yine fırsatı iyi değerlendirip halkın
sırtından, karaborsa yaparak zengin olacaklar… Devlet ya da özel sektörün ve
dış ülkelerden gelecek yardımların yoksul halka ulaşmama olasılığı yüksek
görünüyor hep depremden sonra açık gözlü karaborsacıları yaptıkları gibi…
Türkiye de daha önce yaşanan Erzincan, Varto depremleri sırasında ülkemize
yardım olarak gönderilen yabancı markalı ürünler bile halka ulaştırmamış,
Adana’daki semt pazarlarında satılmıştı… Aynı şekilde bu depremde de bu
olayların olmaması için ben basın mensubu görevimi dört dörtlük yapacağımı
taahhüt ediyorum…
17: 00
Evim…
Gazeteleri okuyup, televizyon
haberlerini izliyorum… Bu sırada oldukça dinlendiğimi söyleyebilirim… O da ne,
evim bir su bardağı gibi sağa sola çalkalandı durdu… Hayır hayır depremin
bilinçaltımdaki kabusu olsa gerek… Yerel tempo televizyonu kandille
rasathanesiyle yaptığı canlı telefon bağlantısında yetkili kişi şöyle dedi;
-İnsanlarımızın bu geceyi de
evlerinin ve kapalı yerlerin dışında geçirmelerinde yarar vardır…
Hemen hafızamın ekranına deprem
görüntüleri düştü; dinamitle patlatılan apartmanların çökerken görüntüleri, ya
da eski binaların çökerken amatör kameramanlar tarafından tesadüfen saptanan
görüntüleri, üst üste geliyor… Ya benim apartmanım da böyle çökerse? Üzerime
tonlarca demir, beton, tuğla yığılırsa?
-Sevgili Günlüğüm,
Çok samimi olarak yazıyorum ki,
ölümden asla korkmuyorum… Onun doğal bir son olduğuna inanıyorum… Ölümün
gücünü, üstünlüğünü, kaçınılmazlığını bilen insanım… Ölümden ancak
olgunlaşmamış ruhlar, kendisini tanımayan ilkel insanlar korkar… Ey ölüm
gelirsen hoş gelirsin, sefalar getirirsin… Seni seviyorum…
( Adana da elektrikler
kesildiği için yerel gazeteler yayınlanamadı)
17:30
Evim…
Seni ne çok seviyormuşum
günlüğüm, yaşamı ne çok seviyormuşum… İşte ölümün elinden bir şeyler kurtarmak
ve yok olma tehlikesini göze alarak seninle bazı şeyleri paylaşmak istiyorum…
Belki de bu son düşüncelerim, son satırlarım da olabilir… Bu görüşlerimi
yazdığım sırada apartman çöküp yok olabilirim… Ama ölürsen bile son
saniyelerimi sevgili günlüğümle paylaşmak benim için onurların en büyüğüdür…
29 Haziran 1998
19:45
Evim…
Günlüklerimi artık evimde yazdığım
için, bu tarihten sonra saat belirtmeyeceğim… Artık evimdeyim ooohhhh! Artçı
depremler hızla devam ediyor… Yıkılan evler, kurtarılan yaralılar, ölümler,
kanlar, cesetler, acı çekenler, cenaze törenleri, mezarlar, kan anonsları,
sirenler, kornalar, insanların yüzündeki korku, endişe, ağlak ve belirsiz
bekleyiş sürüyor… Güzel Adana’ m artık bu kötü görüntülerden kurtulmalısın… Her
ölüm elbette kaçınılmaz son ama bu tür ani ve genç ölümlerinin hepsi insanın
yüreğinden bir şeyler kopartıyor… Kandilli Rasathanesi’nden yapılan açıklamaya
göre iki günden beri devam eden artçı depremlerin sasıyı 60’a ulaşmış… Bazı
olumsuz düşüncelerden kurtulmanın tek yolu okumak, daha çok okumak… Yaşamımın
sonu gelse bile okumaya, onun ışığıyla ruhumun karanlığını kovmaya devam
ediyorum… İşte PAULO COELHO’ nun SİMYACI’ sını iki günde okuyup bitirdim…
( Gazeteler; acı bilanço 109
ölü… Devlet Adana da… Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakan Adana da…)
Ceyhan daki iki apartman
enkazında kurtarma çalışmaları hızla sürerken, henüz dokunulamayan apartman,
ev, işyeri, enkazları bulunuyor… Bu yıkıntıların altında kalanlar da
kurtarılmayı bekliyorlar… Ölümün karşısında insanların çırpınması,
ağlaması, çok korkunç…. Çocukları
dünyaya getiren insanlar onlara yaşam kadar ölümü, hastalıkları, yoksulluğu,
onuru-onursuzluğu, korkuyu-sevinci, açlığı-tokluğu, endişeyi, paniği, bunalımı,
olanakları, olanaksızlıkları, karşılıksız sevgileri, nefretleri, sosuzluğu da
birlikte sunuyorlar ama; pek çok anne-baba bunun farkında bile değil…
(Gazeteler; ölü sayısı artıyor…
Tedirginlik sürüyor… Baykal; afetler yasası çıkartılmalıdır dedi)
3 Temmuz 1998
10:00
Sevgili Günlüğüm,
Yaşıyorum, sağlığım çok iyi,
deprem, ölümü defalarca yaklaştırmasına rağmen, hepsinden zaferle çıktım… Bu
yönümle gurur duyuyorum… Çok sevinçliyim… İşte bu gün ulaştığım bilgiler;
-Çukurova’ daki deprem 1,5
milyon insanı etkiledi…
-Artçı depremler irili-ufaklı
sürüyor…
-800 civarında ev tamamen
yıkıldı… Üç bin civarında ev de büyük hasar gördü…
-145 kişi yaşamını yitirdi…
-Devletimiz yaraları sarmaya
çalıştı ama yeterli olamadı…. Vatandaş-devlet arasındaki sevginin, güvenin
tamamen bozulmamasını istiyorum… çünkü ben devletimi seviyorum…
-Adana lı politikacılar
yazlıklarda, yaylalarda, cep telefonları kapalı, ortalıkta hiç kimse
görünmüyor…
-Bir milletvekili
depremzedelerin yanına gedip “GEÇMİŞ OLSUN” dileğinde bulunmadı… Bu adamlar
yarı seçimde hangi yüzle gidip oy isteyecekler? Kendileri bilir…
-Devlet 6 bin adet afet konutu
yapacağını açıklıyor…
(Gazeteler; Depremzedelere
konut müjdesi… Evsizlere verilmek üzere 4 bin konutun temeli atıldı…
4 Temmuz 1998
O5.41
Biraz önce yatak odamdaki
kütüphanemden düşen Büyük Larousse nın çıkarttığı “KÜTTTTT!” sesiyle uyandım…
Dev apartman, yatak odam sarsılıyor, çalkalanıyordu… Daha önceden saptadığım
odamın içindeki bir kolonun altına koştum, bir yandan da penceremden panoramik
Adana görüntüsünü izliyorum… Koskocaman apartman küçücük bir bardak su gibi
çalkalanıyor, çalkalanıyor… Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya gümbür günbür
kaynayan bir su gibi çalkalanıyor… Denizin dalgaları üstündeki kayık gibi evim
yalpalayıp duyuyor, oynuyor, oynuyor… Tekrar aynı hareket, aynı çalkantı, aynı
oynama, tekrar sarsıntı, her saniye bir saat gibi geçiyor…. Bu sırada inci
vınlama sesi yankılanıyor… İnsanlar korkudan bu sesi duyamıyorlar ama ben fark
ediyorum… Topacın dönerken çıkarttığı ses gibi bir vınlama… Ve odamdaki
kütüphanede, köşeden 15-20 santim uzaklaşıyor, tekrar gelip köşeye küt küt
çarpıyor… 30-40 defa aynı çarpmalar devam ediyor… Sıvalar kopup kopup yere
düşüyor… Adana’ nın üstü kurşuni bir renkle kaplı, güneş ışıkları henüz kenti
yıkamaya başlamadı… Depremin getirdiği bu görüntüye sadece ölüm havası
denilebilir…
Evim çalkalanmaya alttan üste,
kalkıp-kalkıp inmeye devam ediyor… Dev dalgalara kapılan küçcük bir geminin
sulara kapılmadan önceki son saniyelerinde olduğu gibi… Çahkantı insafsız
biçimde sürüyor… Bir adım sağa, bir adım sola atamıyorum… Her an apartmanımızın
7.katının enkazıyla sıfır katına doğru ışık hızıyla düşmeyi bekliyorum… Bu
sırada yıkılmayan bir kolan ya da bir bölüm varsa kendimi hemen onun altına
balıklama atmak için göklerimi kırpmadan yıkılma anını ve yaşamımı kurtarabileceğim
bir sağlam oyuk oluşabilir mi diye gözlüyorum…
Sallantı, çalkalanma, yukarıdan
aşağıya,inip kalkma yavaşladı, yavaşladı…100-120 giden otomobilin el freniyle
durması gibi apartman yere düşmeden durdu… Koşarak mutfağın balkonuna çıktım…
Adana’ nın yüzde 50’
sini rahatlıkla panoramik olarak görebiliyorum… Tüm büyük yapılar yerinde
duruyor… Sarı-kurşuni karışımı, ölüm rengini taşıyan bir toz bulutu tabakası,
güzel Adana’ mın üzerinde yok oluşun simgesi, bir canavar gibi duruyor…
Depremin durmasıyla birlikte yine sirenler, kornalar, hastaneye doğru yaralı
taşımalar arttı… Ben hiçbir şey olmamış gibi odamdaki yerime yattım…
Uyandığımda saat 09 : 00 dı…
(Gazeteler; Özel kuruluşlardan
yardım eli… Büyük holdingler 50’
şer milyar liralık bağışta bulundular)
09:10
Trt Çukurova Radyosu biraz önce
verdiği habere göre bu sabah 05:41 de evimi de gümbür gümbür sallayarak ölümü
yatak odama kadar getiren deprem Richter ölçeğine göre 5.1 şiddetindeymiş… Bir
kez daha ölümle burun buruna geldim ama yine döndüm, kurtuldum… Ayrıca hem bu
gün hem de 26 Haziran da meydana gelen iki büyük depremde yıkılmadan kaldığı ve
beni koruduğu için evime teşekkür ediyorum… Evimi çok seviyorum…
16:00
Sevgili Günlüğüm,
Sokaklarda ambülans ve özel
araçların sesleri deprem gününden beri hiç susmadı… Çoğunlukla da artarak hala
devam ediyor… Bu sabaha karşı iki deprem daha yaşadığımı haberlerden öğrendim…
Bu güne kadar 70 artçı deprem daha olmuş… Yani ölüm 70 kez daha çevremizde
dolaşmasına rağmen gücü yetmemiş… Can sıkılması, için ilaç gibi bir bilgi daha;
artçı depremler 2-3 ay daha devam edecekmiş…
17:32
Sevgili Günlüğüm, dakikaları,
tarihleri çok dikkatlice ve hassas biçimde yazıyorum… Daktilomun son tuşuna
bile vururken devrem olur, evim apartman çökerse, benim hangi saatte ne iş
yaptığımı insanlar-cesedimi çıkartanlar tam olarak öğrensinler istiyorum…
18:00
Depremler ilk günden beri beni
dolu dolu korkutamadı… Sadece birkaç defa tedirgin oldum hepsi bu kadardı… Şu
anda günlüğümü yazarken bile avizeler tıkır tıkır sallanıyor… Kesin yine
deprem, evimi yavaş yavaş çalkalıyor… Depremle artık karı-koca olduk… Bu
tedirginlikler beni yaşamın hesabını yapmaya yöneltti ve vardığım sonuç şudur
ki; kimseye kür değilim, kimseye kırgın değilim, yaşamı ve kendimi hep sevdim,
yaptığım hiçbir şeyden asla pişmanlık duymuyorum… Bin defa dünyaya gelsem, bin
defa aynı doğrularımı ve yanlışlarımı tekrar yapardım…
5 Temmuz 1998
11:50
Sevgili Günlüğüm,
Bir filozof ne güzel söylemiş;
”BEN VARKEN ÖLÜM YOK, ÖLÜM OLDUĞUNDA DA BEN OLMAYACAĞIM İÇİN SORUN YOK…” Asla karşılaşmayacağım için ölümü asla sorun
yapmadım ve yapmamaya da söz verdim, and içtim… Ancak deprem gibi doğal afetler
sırasında gereken önlemleri de almanın uygar bir insan davranışı olduğunun
bilincindeyim… Toprağın üstü altından her zaman daha güzeldir… Gazeteci çağının
tanığıdır özdeyişinde olduğu gibi yaşadığım depremde kendi ileri, uç, orta
bazen de aykırı duygularımı anı anına saptayıp yaşadıklarımı belgeselleştirmek
istiyorum…
16:00
Sevgili Günlüğüm,
Kanal A Televizyonu Genel Yayın
Yönetmeni Murat Zöhre çağırdı gittim;
-Abi yaşamın içinden özel diye
bir programı her gün deprem bölgelerinde çeker misin?
-Muratcığım seninle daha önce
çeşitli gazetelerde çalıştık, aynı şeyi düşünüyoruz… Kutlarım arkadaşım… Hemen
başlayalım, dedim…
Kanal-A Televizyonun başarılı
kameramanı Yücel Bayluk’ la bu gün Adana nın göbeğini oluşturan Tepebağ ve
Kayalıbağ da çekim yapıp, depremzede vatandaşlarla olay anını konuştum…
Tiyatrocu arkadaş Mehmet Arpalıgil’in 36 yaşında ölen kız kardeşinin enkaz
altından çıkartıldığı yerde, insanlarla söyleştim… Özellikle ölümün yarattığı hüzün son derece
etkiliydi… tüm insanların yüzünde korkulu, ağlak, paniklemiş ve kararsız bir
bekleyiş vardı… Devleti beklediklerini onun da gelmediğini söylediler… Halk
görevlilere karşı çok hırçın, sinirli olmasına rağmen beni televizyondan
tanıdıkları için saygı gösterip, mikrofonuma dertlerini anlattılar… Ve halkımız
devletten yardım beklemeye devam ediyor… Onların acılarını kendi acım gibi
yüreğimin en derinliklerinde duyarken, deprem konusunda bu kadar çok malzeme
bulabileceğimi hiç düşünmemiştim… Mesleğimi ve insanlarımı çok seviyorum…
21:05
Sevgili günlüğüm,
Saat 18: de montajsız
biçimde,”YAŞAMINİ İÇİNDEN” programım Kanal- A Televizyonunda yayınlandı…
Depremle ilgili bilisel açıklamaları dinliyorum… Ceyhan Adana arasından,
kuzey-doğuya doğru uzanan Hatay fay hattında paralel hatlarda oturmalar olmuş…
Bu kırılmalar ve oturmalar nedeniyle 6.3 ve 5.1 ve 70’e yakın artçı deprem
olmuş… Doğa en küçük bir düzenlemeyi
bile yaparken bu kadar ses çıkartıyor, can ve mal kaybına neden oluyor…
22:30
Ziyapaşa mahallesindeki Didem
apartman bahçemizdeki otoparkta benim arabamla birlikte iki araba daha var… Oysa
en az 20 otomobil her zaman burada parkta dururdu… 35 daireli apartmanda iki-üç
dairenin ışığı yanıyor… İnsanların çoğu başka şehirlere, yaylara falan
gitmişler… Ama, 1995 ten beri sürdürdüğüm yalnızlığıma aşık olduğumu söylememin
hiçbir sakıncası yok… Bu sessizlik beni kalabalıktan daha çok mutlu ediyor…
(Gazeteler; Yüreğir’e bağlı
Kılıçlı Köyü’nde 10 can toprağa verildi… Sabaha karşı 5 şiddetinde, öğleden
sonra 4.4 şiddetindeki deprem Adana ve Mersinde de hissedildi… Balkonlardan
atlayan 698 kişi çeşitli yerlerinde yaralandılar… Deprem hırsızı linçten
kurtuldu… Dumlupınar Mahallesi 108 sokakta bir gurup vatandaş depremdeki
evlerine hırsızlık yaptıkları iddiasıyla iki kişiyi döverek linç etmek istedi…)
6 Temmuz 1998
10:20
Sevgili Günlüğüm,
Bu gün Sarıyakup mahallesinde
“YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL” programı çekeceğim…. 2400 yıl önceden yaşayan filozof Zenon,
“SONUCA KATLAN, KENDİNİ TUT…BİLGE DUYGULARININ ESİRİ OLMAZ” demiş… Bu deprem de
benim izlediğim yaşam felsefemi böylece açıklamış…
21:00
Yine deprem, yine deprem, hep
depremle yatıp kalkıyorum… Halkın
büyük bölümü bu kenti terk etmiş sayılır… En lüks Toros Caddesi’nde bile normal
zamanlarda 2000- 3000 bin kişi aynı anda akşam serinliğinde yolları doldururken
bu gün 50-60 kişi ya vardı, ya yoktu…
23;00
Sevgili Günlüğüm,
Sık sık kalkıp günlüğümle
buluşup, önemli duygularımı, düşüncelerimi yazıyorum… Deprem ne iyidir, ne
kötüdür… Yağmurun yağması, kış mevsiminde havaların soğuması, ilkbaharda
tohumların topraktan çıkması, şimşeğin çakması, insanın büyük ve küçük
abdestini yapması gibi doğal bir olaydır… Doğada sağlıklı olmak, sıhhat olmak,
tüm canlıları daha iyi yaşayabilecekleri bir ortamı yaratmak zorundadır…
Yanardağları püskürtmesi, dev fırntınalar, denizlerin köpürmesi, depremler
bütün bunlar onun kendi kendisini yenilemesidir… Ama bunları yaparken de bazen
yararına çalıştığı canlılara da zarar verebiliyor…
(Gazeteler; 17 milletvekiline
davet… 7 Temmuz da 17 milletvekili bir araya geliyor…
7 Temmuz 1998
Sevgili Günlüğüm,
Yapılan bilimsel açıklamalara
göre bu güne kadar 84 tane artçı deprem kaydedilmiş… Kanal-A televizyonunda 6
Temmuz dan beri her gün çektiğim “YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL” programım saat 21:00 de
yayınlanıyor… Bana deprem korkusunu unutturan, evimde rahat rahat oturmamı
sağlayan da galiba bu güzel programımı çekip, yayınlarken duyduğum sevinç ve
aşk olmalı… Konuştuğum çocuklar masum, yaşlılar hüzünlü, anne-babalar
yarınlarından kaygılı, gençler
endişeli… Yaşam her şeye rağmen kendisini temizleyip, arınıp, sonsuzdan sonsuza
doğru yatağında akmaya devam edecek…
19:00
Sevgili Günlüğüm,
Depremler nedeniyle ölümün 84
defa yanıma gelmesine rağmen kendimi ona yakın hissetmeme rağmen, yaşam
aşkımdan bir an olsun kopamadım, ayrılamadım… Seni ne kadar çok sevdiğimi ve
bir kez daha vazgeçilemez olduğunu anladım… Sen benim dilim, kulağım, gözüm,
beynimsin… Sen bensin, ben de senim… Ve ilk günden beri yaşamı deprem
korkularının tamamen üstüne taşıdım… Ben kendimi önemsemeyi, dünyayı
önemsemekten daha da önemli sayıyorum…
(Gazeteler; 17 milletvekili
geliyor… Bayındırlık depremde evleri yıkılan, hasar gören vatandaşlara çare
arıyor…)
11 Temmuz 1998
Sevgili Günlüğüm,
Fısıltı Gazetesinin yaydığı
deprem dedikoduları yüzünden halkımızın büyük bir bölümü korkulu, hala panik
içinde yaşıyor… 27 Haziran dan beri olacağı söylenen, saatlerin hepsi gelip
geçmesine rağmen, büyük depremin olmamasına bakıp insanlarımız hala ders
almıyorlar… Kulaktan duyma, ilkel, yalan yanlış, dayanaksız, akılcı olmayan
bilgilere doğruymuş gibi sanıp kanıyorlar… İnanıyorum ki, yüz tane profesör bir
araya gelse, cahil bir vatandaşımızın ürettiği dedikoduyu üreterek, halkı
korkutamaz… İyi bir televizyon izleyicisi ve gazeteci olarak bilimin tüm
açıklamalarına, bilgi disketime kaydettiğim için deprem konusunda doğru bilgiye
sahip bulunuyorum… Arkadaş bu işin otoritelerinin söylediği şu;
-Depremin önceden olacağını
belirleyen herhangi bir aygıt-alet bu güne kadar yapılmadı…. İnsanların şu gün,
şu saatte deprem olacak şeklindeki ifadelerinin hepsi yanlıştır, yalandır,
kasıtlı olarak uydurulmuştur…
(Gazeteler; hasarlı evlere
girmek istemeyen Salih Uçuk, Kabaktepe Mahallesi 109 sokak 10 numaralı evde
kendisini astı)
12 Temmuz 1998
Depremde ölen 145 kişinin
içinde olmadığım için seviniyorum… Tamamen tesadüfler üzerine kurulu
bulunduğuna inandığım yaşamımda ne kadar uzun süre kalırsam kendimi o kadar
mutlu sayacağım… Başyapıtım gözüyle baktığım yaşamıma depremden sonra daha
büyük ilgi gösteriyor, sıkı sıkıya sarılarak her saniyesini daha dolu yaşamaya
çalışıyorum…
(Gazeteler; milletvekilleri,
belediye başkanları, kaymakamlar, bürokratlar, kurum kuruluş temsilcileri bir
araya geldi…)
13 Temmuz 1998
Sevgili Günlüğüm,
“YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL”
programımın çekimini depremin üssü olarak açıklanan Abdioğlu Köyü’nde yaptım…
Portakal bahçeleri, tarlalar, fidanların olduğu bahçelerin kenarında bulunduğu
Ceyhan Nehri ne birkaç kilometre uzunluğunda peynir dilimleri gibi dilimler
açılmış, devrilmiş… Köylü vatandaşlar 6.3 şiddetindeki ilk deprem sırasında
Ceyhan Nehri’ nin birkaç saat yatağından kaybolduğunu, kilometrelerce uzaktaki
tarlaların içinden kayzerler gibi fışkırdığını anlattılar… Yıkılan evler,
ahırlar, garajlar, ağlayan insanların sayısı belli değil… Çok zengin ve en
verimli ova olmasına rağmen insanların beklenmedik durumdaki panikleri
gerçekten çok ilginç… Panik sırasında zenginlik, sağlıklı düşünmeye yetmiyor…
(Gazeteler; Adama hayalet kent
oldu… Caddeler, sokaklar boşaldı… Deprem vurgunu yiyen vatandaşlar yayla ve
deniz evlerine gittiler…)
14 Temmuz 1998
20;40
Sevgili Günlüğüm,
Dün 04:40 3.2 şiddetinde iki
deprem daha yaşandığını öğrendim… Yani dün iki kez ölüm etrafımda dolaşmış,
yatak odama gelmiş ama alamamış… Anladım… Teşekkürler ölüm…
Sevgili günlüğüm,
Mestanzade Mahallesi’ nde
yaptığım çekim sırasında 28 sokak 28 nolu evde tek başına yaşayan 75-80
yaşlarındaki bir kadına mikrofon uzattım.. Yaşlı kadın ağlamaklıydı…
-Oğlum günlerdir deprem
korkusuyla sandalyede yaşıyorum… Ayaklarım şişti, hastayım, dedi…
Gerçekten de somun gibi şişen dizlerini
gösterince çok üzüldüm, etkilendim, duygulandım…
-Oğlun kızın yok mu anne?
-Evlendim ama çocuğum olmadı
yavrum… Kocam ölünce de tek başıma kaldım… Ekmek param bile yok… Komşuların
yardımıyla geçiniyorum… Çok yaşlıyım… Yardım edin ne olur?
Bende adres vererek iki kez anonsumu
tekrarladım… Program çekimi bittikten sonra cebimdeki tüm para olan 500 bin
lirayı çıkartıp ağlayan yaşlı kadına verdim… Gözleri pırıl pırıl, ışıl ışıl
oldu… Sevinen bir ses tonuyla teşekkür etti… O sırada cebimde 100 milyonum da
olsa hepsini cebine koyacaktım…
21;15
Sevgili Günlüğüm,
Bu günde Yüreğir Kılıçlı
Köyü’nde program çektik… 10 kişinin öldüğü köyde 100 bina dan 80’i yıkılmış,
oturulamaz halde bulunuyor… Vatandaşların ağzını bıçak açmıyor… Yaşlı kadınlar
daha çok etkilenmiş.. Önümüzdeki mevsimi nasıl geçirebileceklerini bana
soruyorlar… Devletin yardımını sağlamam için bana yalvardılar… Yeni evlenmiş
bir çiftin durumlarına çok üzüldüm… Çeyiz olarak evlerinde kurdukları buz
dolapları, çamaşır makineleri, televizyon, büfe, tüm eşyalarının üstüne iki
katlı ev çökmüş, eşyalar birkaç saniye içinde yok olup gitmiş… Daha bir
haftalık evli olan çiftten koca saatlerce enkazın altında kalmış… Kolonunun bir
ucu onun kolunun üstüne bastırmış, ve çok büyük acılar altında saatlerce
kıvranmış… Durumu çok acıydı… Büyük Atatürk’ün deyimiyle milletin efendisi olan
köylü vatandaşlar, kenttekiler kadar seslerini yükseltemiyorlar, onlar daha da
utangaçlar… Efendiye de zaten böyle
soylu duruş yakışır… Devletten fazla yardım beklemiyorlar, kanaat ediyorlar,
ama yardıma acil ihtiyaçlarının olduğu kesin… Televizyon program çekimimiz
süresince etrafımızdan bir an olsun ayrılmayan, başrol oyuncusu olan çocuklara
kapanış sırasında mikrofonu uzattım…
-Çocuklar deprem sırasında
kortunuz mu?
Hepsi koro halinde;
-Eveeeeettt….! Dediler…
-Evleriniz yıkıldı,
hayvanlarınız öldü, traktörleriniz enkaz altında kaldı...
Peki yarın siz askere
gittiğinizde ne yapacaksınız? O zaman da korkacak mısınız?
Zeki olan çocuklardan birisi;
-Abi şimdi yaşımız küçük diye
korktuk…
Öteki çocuk;
-Büyüyünce asker olacağımız
için korkmayız ki?
Çocuklar bu defa koro halinde;
-Doğruuuuu, dediler…
-Aferin sizlere, bu günkü programın
kapanışını çocuklarla yaptım… Zaten her program çekimim sırasında mini mini
yürekleri, küçük omuzlarıyla onlarla da söyleşiler yapıyorum…
22:50
Kanal A-Televizyonunda her gün
olduğu gibi kameraman arkadaşım Yücel Bayluk’u almaya gittim… Haber Müdürü
Nemci Uçar, kulağıma eğilerek;
-Abi çok önemli bir sır
verebilir miyim?
-Tamam… Dinliyorum Necmi? Neyle
ilgili?
-Depremle ilgili… Ceyhan da 6.3
şiddetindeki depremin son 7-8 saniyesi 8 şiddetinde olmuş…
Hayret ettim:
-Deme…!
-Vali Oğuz Kağan Köksal söyledi…
Ama çok özelmiş, devlet sırrıymış… Kandilli Rasathanesi böyle bir ölçüm yapmış
ama kamuoyuna açıklamamış…
-Necmi’ciğim gerçekten güzel
bir bilgi… Sağol…
Necmiy’yle konuştuktan
15 dakika sonra program çekimi için gittiğim Mısır Çarşısı’ndaki bir
vatandaş, kamerayı henüz açmadan şöyle dedi;
-Abi Ceyhan daki depremin son
7-8 saniyesi 8 şiddetindeymiş… Çok binalar o sırada hasar görüp çökmüş, en çok
büyük sarsıntıda insanlar ölmüş… Duydun mu?
-Şeey… Aslında ilk defa
duyuyorum… Bu bir sır… Şeymiş… Falan… demek zorunda kaldım… Ama içimden yine de
Necmi ye teşekkür ettim… Halkın Fısıltı Gazetesi bu kez gerçekten çok hızlı
çalışmış…
( Gazeteler; Adana daki 300 bin
konutun 170 bini kaçakmış… Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak-depremde
yıkılan evler ruhsatsız, mimar ve mühendis eli bile değmemiş-dedi…)
22:59
Sevgili Günlüğüm
Bu gün Suluca Beledesi’ndeki
depremin acı izlerini yine görüntüledik; bu köyde yaşamını yitiren 6 kişiden 4
‘ü Kanal-A televizyonunda birlikte çalıştığımız program yapan Aydın Manaşırlı’
nın ablası, eniştesi, eniştesinin kardeşi ve yeğeni… Öldü diye mezarları
kazılmasına rağmen son anda yaşama dönen Fikriye Teyze ile aramızda şöyle bir
konuşma geçti;
-Anlat bakalım teyze? Nasıl
yaşadın depremi? Taşlar üstüne nasıl düştü?
-Oğlum evimin içindeydim, sallantı
başlayınca dışarıya kaçmak için kapıya doğru bir iki adım attım ama ev üstüme
çöktü… Düşündüm yavrum… Taşlardan kımıldayamıyordum, ama sadece iki dudağım
açıktaydı… Onlarla nefes almaya çalışıyordum… Bir ara çocuklarımın evde
olmadığı aklıma gelince de sevindim… Bir taraftan da salavat getiriyordum…
-Sonra?
-Kendimi kaybetmişim, köyümüzün
imamı bir ara kafamı tutuyor(Ölme Fikriye teyze, ölme, sakın ölme, ben
buradayım) diyordu… Bende tamam artık ölmem dedim… Gözümü açtığımda
hastanedeydim…
-Yaşamak nasıl bir duygu?
Göz yaşları arasında
mikrofonumuza şöyle dedi;
-Çocuklarıma, torunlarıma,
yeniden kavuşmak, yaşamak gerçekten çok güzel… Bu duyguyu yaşayanlar bilir…
Daha sonra Fikriye Teyze
hıçkırıklara boğuldu… Konuşamadı… Aynı
anda etrafındaki çocukları, torunları, orada bulunan köylüler, kameraman
arkadaşım Yücel bile ağladı… Bu program 21:00 de yayınlandığında mesleğimle bir
kez daha övündüm… İyi ki gazeteci, tv programcısı olmuşum, böyle duyguları kim
yaşayabilirdi ki? Yaşamda aslında bir sürprizdir… Tam olarak hala
anlaşılamamıştır…
(Gazeteler; deprem vurdu,
yatırım durdu… Aski Genel Müdürü Byaram Merdan çok büyük sıkıntı yaşadıklarını
söyledi…)
15 Temmuz 1998
22:50
Sevgili Günlüğüm,
Evim hala çalkalanıp duruyor,
eşyalarım, avize tıkır tıkır ses çıkartırken uyandığımda yine deprem oluyordu…
Üzerine yattığım somyamı, uyanmamam için bir kişi 15-20 saniye aralıksız
salladı, salladı… TRT-Radyo 1 haberlerine göre 06:30 daki deprem 3.9
şiddetindeymiş… Tabi her depremden sonra yaptığım gibi odamda uyumaya devam
ettim… Uyandığımda sabah saat 09;00 du…
16 Temmuz 1998
10:40
Sevgili Günlüğüm,
Dün gece deprem başta olmak
üzere, bütün olumsuz düşüncelerden uzak, deliksiz bir uyku çektim… Sabah
uyandığımda öyle rahatlamıştım ki; yaşadığıma bir kez daha sevindim… İyi ki
yaşıyorum…
20:40
Sevgili Günlüğüm,
Kanal-A televizyonunda her
program için 1 milyon lira alıyorum… Genel Yayın Yönetmeni Murat Zöhre bu gün
gittiğimde;
-Orta doğunun, Balkanların,
Kafkasların en büyük deprem muhabiri diye övdü, selamladı… Eski gazeteci
arkadaşım olan Veysi’yle Tepebağ Mahallesi’ndeki çekimler sırasında
karşılaştığımda şöyle dedi;
-Abi Adana depreminin nabzını
senin programında, Kanal-A televizyonunda atıyor…
Bu güzel yaklaşımlar bana moral
veriyor… Daha iyi, daha etkili, daha güzel ve kusursuzluğa doğru yürümem için
dinamo görevi yapıyor… Üstelik tüm programlarım montajsız, sıfır montaj ile,
geldiği şekliyle, ham kaset olarak yayınlanıyor… Çünkü kameramanı öyle güzel
yönlendiriyorum, öyle anında yanlış bir şeyi sildirip, bandı eski yerinden
başlatıyorum ki, montaja asla gerek kalmıyor…
21:00
Sevgili Günlüğüm,
Bu gün Hürriyet Mahallesi’ndeki
çekimlerim sırasında çevremizde yüzlerce, binlerce çocuk toplandı… Kızılay’ın
kurduğu çocuk parkında deprem korkularını geçirmeye çalışan vatandaşlarımızın,
çadırlarının içine kadar girip, yiyecek-içeceklerini izleyenlere gösterdim…
Sadece kuru ekmek, soğan, domates, bulunuyor… Halk alabildiğince fakir,
devletin yardımlarından yararlanmak isteyen, kötü düşünceli fırsatçıların olduğunu
da gördüm… Bu tip, açık göz, mafya tipli fırsatçılar, öne fırlayarak gerçekten
yardıma muhtaç olan kişilerin haklarını gasp edercesine kendilerine sınırsızca
alıyorlar… Fakirler, muhtaç kişiler, geride kalıyor… Bu hain tipler öne
çıkıyor…
22;00
Sevgili Günlüğüm,
Adana Erkek Lisesi’nden emekli
olduktan sonra kendine PENTÜR isimli bir küçük resim atölyesi açan Ethem Aydın
hocamı ziyaret ettim;
-Abdulkadir’ciğim, deprem nedir
bana anlatır mısın?
-Hocam yağmurun yağması,
otların sararması, börtü böceğin ilkbaharda toprağın üstüne çıkması, insanın
büyük ve küçük abdestini yapması, nasıl normalse, deprem de doğanın kendini
düzenlemesi için çok sıradan bir olay, dedim hoca bana teşekkür… Deprem
konusundaki düşüncelerim hoşuna gitmiş…Devam ettim;
-Hocam doğa canlıdır… Dünya
adını verdiğimiz bu gezegende büyük bir canlı organizmadır… Evet, ölü, cansız
yanları var ama genelde canlıdır… Ortasındaki mağma tabakasındaki ısıyla
yaşayan devama bir organizmadır… Elbette aksayan, düzeltilmesi gereken yanları
vardır, elbette kendisini yenileyecektir…
Hocam son söz olarak şöyle
dedi;
-Abdulkadir’ciğim güzel şeyler
düşünüyorsun ve yapıyorsun… Bir gün gelip birileri seni fark edecektir… Delikli
taş yerde kalmaz, dedi…
17 Temmuz 1998
18:37
Kanal-A Televizyonunda her gün saat
21:00 de yayınlanan “YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL” televizyon programımı bu gün Ulucami
ve Ağaca Mescit’te çektim… Gözleri görmeyen müezzin ısrarla her adımımı,
mikrofonda yaptığım bütün konuşmalarıma özenerek kulak kabarttı… çekim bitip
Şadırvan da çay içtiğimiz sırada, bu iki gözü ama olan müezzin şöyle dedi;
-Abdulkadir bey(Adımı sanırım
oradakilerde öğrenmiş) benim sizi gözlerim görmüyor ama sesinizden ölçtüğüme
göre siz çok iyi bir insansınız… Ne yüzünüzü görebilenlere…
Elektrik çarpmış gibi oldum…
Titredim… Bir an nefessiz kaldım… Ben böyle bir övgüyü hak edecek ne yaptım ki?
Sevgili Günlüğüm, belki de
benim çok zor koşullarda, yıllarca gazetecilik ve tv programcılığı yapmama
neden olan işte bu boyuttu… Müezzin abiye binlerce kez teşekkür ettim; ama günlüğümü
yazarken, temize çekerken, yayına hazırlarken, düzeltirken hep aynı heyecanı
duyuyorum, sarsılıyorum… Teşekkürler mesleğim, teşekkürler yaşam…
20;40
Bu gün sabaha karşı 03:00 da
3.2 şiddetinde bir depremin daha ortuğunu TRT Radyo-1 deki sabah 07:30
haberlerinden öğrendim… Artık depremle yatıp, kalktığım için, çapı, boyutu,
etkisi, şiddeti, verdiği vereceği zararlar ne olursa olsun artık ondan
korkmuyorum… Zaten depremden hiç de korkmamıştım…
20;55
Nurullah Ataç’ın(GÜNLERİN
GETİRDİĞİ SÖZDEN ÖZ’E) isimli yapıtını iki günde okuyup bitirdim… Deprem,
okumama, düşünmeye, yazmama asla engel değil…
(Gazeteler; Adana defterdarı
Kemal Sağ; depremden zarar görenlerin beyanname verme sürelerinin uzatıldığını
açıkladı…)
18 Temmuz 1998
10:00
Sevgili Günlüğüm,
Çukurova’nın temmuz güneşi bu
güne kadar yaşadığım-hissettiğim güneşlerden daha da etkili… Köz gibi bedenimi
yakarken, abartısız kovalar dolusu terliyorum… Mahalle, mahalle, cadde cadde,
köy köy, sokak sokak, ev ev, oda oda dolaşıp depremzede vatandaşlarımızın
durumlarını Kanal-A televizyonundaki programda yansıtıyorum… Bu programımızdaki
amacım; çalışmayan yan gelip yatmayı, salla başı, al maaşı ilke edinmiş devlet
memurlarını çalışmaya itmek, bu acılı günde insanlarımıza hizmet götürerek
devlet-halk dayanışmasını sağlamak… Programımda parmak bastığım pek çok
konuların anında çözüme kavuşturulduğunu görüp, sevinç duyuyorum… Devletime,
yurduma, insanıma yardım etme erdemlerimi çoğaltmaya çalışıyorum…
22;50
Sevgili Günlüğüm,
Ambülansların sirenleri, özel
araçların korna çalarak hastaneye aralıksız yaralı, hasta, ölü taşımaları, gece
gündüz aralıksız sürüyor… Bu saatte uykum tutmadığı için kalkıp yeniden
televizyonumu açtım, günlüğümü yazıyorum… Aslında beni gecenin bu saatinde
uyandırarak yaşadıklarımı yazmaya iten, günlüğümle buluşturan olaylara teşekkür
etmeliyim…
23:59
Kanal-A televizyonunda “YAŞAMIN
İÇİNDEN ÖZEL” programımı bu gün Sucuzade Mahallesi’nde çektim… Övündükleri yaşamlarının tek güvencesi olarak
gördükleri, yıkılan ya da oturulamaz derecede hasar gören evleri için 80-90
yaşlarındaki kadınlar çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağladılar kameranın
karşısında… Sanki annem, kız kardeşim, ablam ağlıyormuş gibi üzüntü duydum… Yüreğim parçalandı, gözlerimden yaşlar geldi…
Belki de en hüzünlü programımı bu gün çektim… eğer ağlama yeteneğim olsaydı,
prorgram çekimimi iptal ederek o yaşlı kadınlarla birlikte oturup saatlerce
ağlayacaktım…Devletimizin bu yaraları çok kısa zamanda sarması gerekiyor….
145 kişinin öldüğü bu depremde
seçmenin yanında olmayan politikacılar, acaba onların yanına hangi zamanda
uğrayıp hallerini hatırlarını soracaklar ki? Türkiye aslında politikada değişim
süreci yaşıyor… Bu doğal süreç durdurulamayacaktır… Halkı seçimden önce oyları
için sağılacak inek-koyun gibi gören, onları kandıran tipi mutlaka değişmelidir…
Halkına hizmetkar olacak politikacıların işbaşına gelmesi çok yakındır…
(Gazeteler; para geliyor… Adana
depremi bakanlar kurulunda görüşüldü… Ve imzaya açıldı… 5 bin konut yapılacak…)
19 Temmuz 1998
12:35
Sevgili Günlüğüm,
Güzel Adana’ m bu sabaha karşı
beşik gibi sallandı… Yaşamını yitiren 145 kişiden birisi olabilirdim… Bu gün bu
bilinçle yaşamımı sıkı sıkı kucaklıyorum… Onu daha da yukarılara, doruklara
çıkartmak için, iyilik ve erdemlerimle süslemek için çaba harcıyorum… Üstelik
evim sağlam, yaşamımı depremden önceki zamanlarda olduğu gibi devam
ettiriyorum… Bu kadar büyük doğal bir felaketten sağlıklı, kayıpsız olarak
kurtulmak az şey değil… 27 Haziran 1998 tarihini kendi doğum günüm ilan
ediyorum… Coşkumu bundan sonra daha da arttıracağım… Mutluluklarımı kimsenin
yıkmasına asla izin vermeyeceğim… Heyyyy! Yaşam, duyuyor musun seni çoooook
seviyorum…
22;50
Sevgili günlüğüm,
Bu gün öğleden sonra Yüreğir
deki Şıhmurat Köyü’nde yaptığım “YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL” programında depremin
acısını köylü vatandaşlarla konuştum… Çok fazla zenginlerin olduğu bu köyde,
yine yıkılanlar fakir yurttaşların evleri olmuş… Özellikle bir kerpiç evde
13-14 kişi yaşıyormuş, o da yerle bir olmuş… Evlerinin yıkıntılarını
görüntülerken 14-15 yaşlarındaki Mahmut bir yanık türkü söylemez mi? Çevremizde
toplanan herkes hüngür hüngür ağladı, biz çekimimizi sürdürdük, Mahmut’ un
annesi ablaları, kız kardeşleri, yengesi, babası, abisi, ağlayanların ilk
sırasındaydı… Mahmut’un söylediği türkü beni çok etkiledi, ama hüzünlenmemeye
özen gösterdim… Başım dik, göğüsüm ileride, yurttaşlarla söyleştim… Devletimin
bu insanlara yardım etmesi için çok iyi çalışması gerektiğine inanıyorum…
23:15
Sevgili günlüğüm,
Şıhmurat Köyü’ndeki
çekimlerimizde söyleşi yapıp, mikrofon uzatmamdan, acısını paylaşamdan çok
etkilenen bir köylü kadın, oradan otomobilimizle ayrılacağımız sırada, iki tane
tandır ekmeğini poşete koyup bize uzattı;
-Anne, siz mağdursunuz, biz bu
ekmeği ne yapalım?Asla almayız…dedim…
-Hayır almanızı istiyorum, diye ısrar etti… Ama kesinlikle
almadık… Köyün diğer bölümlerini de dolaşıp çekimlerimizi sürdürdük, görevimiz
sona erdiği sırada elinde poşetle peşimizde dolaşan çocuk, arabamıza binerken
yaklaştı;
-Abi bu tandır ekmeklerini
teyze gönderdi, mutlaka almanızı istiyor, dedi..
-Yavrucuğum lütfen ekmekleri
götür geri ver, teşekkür ettiğimizi söyle, almış kadar mutlu olduğumuzu
anlat...
-Peki abi, dedi çocuk… İki defa
gitti, üç defa geri gelince almak zorunda kaldık… Israrın boyutu öyle büyümüş,
öyle büyümüştü ki, almasak çok kırılacağını düşündük… Anadolu insanının bu
erdemini unutmam mümkün değil… İşte bizim insanımızın yüreğindeki bu zenginlik,
bu erdemli davranış hangi ülkenin, hangi insanında bulunur ki? Bu yiğitlik, bu
tok gözlülük, bu güzel davranışı gösteren bu insanı tanıdığım için çok büyük
sevinç duydum… Büyük Atatürk’ün cumhuriyeti kurmayı başardığı, yüreği insan
sevgisiyle dolu bu insanlarımızın oluşturduğu devletimizi ve bu gezegendeki
varlığımız tarih sahnesinden hiçbir güç silip atamayacaktır…
(Gazeteler; Çevre bakanı İmren
Aykut çalışmaları övdü… “DEVLET DEPREMDEN 12 SAAT SONRA ADANA DAYDI” dedi….
21 Temmuz 1998
22:40
Bu gün Yenidoğan Mahallesi’nde
yaptığımız televizyon programımızda mikrofon uzattığım, yazar, araştırmacı,
Yüksel Mert şöyle dedi;
-Üstat program için gittiğiniz
her yerde sizi başbakan gibi karşıladıklarını her akşam televizyon
programınızda görüyorum…
Yanıtımı beklemeden yine
kendisi şöyle dedi;
-Üstadım, insanlarımızın
arasında hiçbir ayrım yapmadan, halkımızın tamamına, bütün mozaiklere mikrofon
uzatıyorsunuz… Bu hem halkımızın sizi böyle karşılamasına, hem de çok sevmesine
neden oluyor, hem de programınızın izlenme oranını arttırıyor…
Kendisine teşekkür ettim…
22;55
Özgür Mahallesindeki program
çekimlerimize vatandaşlarımız büyük ilgi gösterdi… Sorunlarıyla yakından
ilgilenmiş olmamız hoşlarına gitti… Konuşmalarını montajsız, sansürsüz olarak
diğer programlar gibi yansıtmayı sürdürüyoruz… Bu mahalledeki çekimlerden
dönüşte Kameraman Arkadaşım Yücel Bayluk şöyle dedi;
-Abdulkadir abi, bu program ne
kadar çok izleniyor…
-Kim diyor Yücel?
-Abi gittiğim her yerde bana
diyorlar ki,(siz Abdulkadir Kaçar ın programında sık sık kameraman arkadaşım
Yücel şöyle yap, böyle yap dediği kişi siz misiniz? Diye soruyorlar…) Sizi
herkes tanıyor, bu benim de çok hoşuma gidiyor abi…
-Teşekkürler, sen her şeyin en
güzeline layıksın yücel kardeşim…
22 Temmuz 1998
11:35
Sevgili Günlüğüm,
TRT Çukurova Radyosu’nda hafta
içi her sabah yayınlanan “MERHABA ÇUKUROVA” isimli programa bu gün yine telefonla
katıldım… Şu mesajı verdim;
-Sevgili dinleyiciler, deprem
evlerinizi yıkmadıysa, bedeniniz zarar görmediyse mutlu olun, sevinin…
İnsanların moralleri çok bozuk, onların duygularını karartmak kolay ancak ben
onlara yaşama sevinci, sahip oldukları şeylerle mutluluğu yakalamaları
konusunda mesajlar yansıtıyorum…
23 Temmuz 1998
17;20
Sevgili Günlüğüm,
5.1 şiddetindeki ikinci büyük
deprem sırasında 1000’
den fazla kişi kendisini merdivenden, damdan, pencereden aşağıya atarak
yaralanmış… Ne ilkel davranış… Aynı depremi ben penceremin kolonlarının
altında, Adana’mızın panoramik manzarasını izleyerek atlattım… Bunu neyle
yaptım? Elbette bilgiyle…. Ey bilgi, sen nelere kadirsin? Eğer ben de
panikleyip 7.kattan aşağıya atlasam, bırakın depremin beni öldürmesini,
yüksekten düşmek ölümüme neden olacaktı şüphesiz… O zaman da sahip olduğum
bilgimin değeri kalmazdı…
22;40
Sevgili Günlüğüm,
Hürriyet Gazetesinin Adana
bürosunda başladığım muhabirliğimin yanı sıra çok etkili ve halkın dikkatini,
ilgisini çeken bir hava yakalamıştım… Aynı havayı Kanal-A Televizyonunda
“YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL” programında yakaladım… Öyle ki, sokakta, program
çektiğimi gören yüzlerce kişi arıların çiçeğe ya da peteğe konduğu gibi
etrafıma, mikrofonumun başına toplanıveriyorlar… Beni buralara taşıyan gizem;
çok okuyor, çok gözlemliyor, çok yorumluyor olmam; artı bu nedenle halkın her
kesiminden insanlarla çok rahat iletişim kurup, sorunlarını ekranlar
aracılığıyla aktarmayı başarmamdır…
Başarı ulaşılacak son nokta
değildir; bir yürüyüşün ilk basamaklarıdır felsefemden hareket ederek, daha çok
okumaya, daha çok düşünmeye, değişerek olgunlaşmaya, yazmaya, erdemli kişi
olmaya devam edeceğim… İyi ki yaşam sahnesine çıkmışım, iyi ki yaşıyorum…
22;30
Sevgili Günlüğüm,
Bugünde Kazım Başer Mahallesi’ndeki
“DEPREM YARDIM MERKEZİ” nde program çekimi yaptım… Yahya Kemal Beyatlı
ilkokulunun bahçesindeki çalışmamız çok ilginçti… 5-6 tane devasa sahra
çadırının ve iki üç tane soğuk havalı tır kamyonlarının içinde tonlarca
makarna, kuru fasulye, et, konserveler, sebze, meyve, çay, kuru gıda, karpuz,
meyve suları, giysileriyle doluydu… Tamamı depremzede vatandaşlara eşit ve adil
biçimde dağıtılacak olursa, kimsenin canı sıkılmaz, morali bozulmaz, yurttaşlar
zor durumda kalmaz… Bu programımın amacı, bozulacak, kokacak gıda maddelerinin
çöpe atılmasını engelleyerek, güzel insanlarımıza dağıtılmasını
hızlandırmaktı… Kanal-A Televizyonunda
yayınlanan diğerleri gibi cuk diye yerine oturdu… Evreni, dünyayı, Türkiye mi,
insanlarımı, çok seviyorum…
25 Temmuz 1998
20:25
Sevgili Günlüğüm,
Üçüncü bin yıla doğru, ay, ay,
gün gün, saniye, saniye akıp giderken 27 Haziran 1998 günü ve daha sonra
meydana gelen ve Çukurova’mızı yaklaşık 400 kez sallayan, hayatını kaybeden 145
kişi artık 2000 ‘li yılını göremeyecekler… s Doğa 400 kez ölümü yakınıma
getirmesine rağmen, benimle karşılaştırmadığı ölüme yenilmediğim için kendimi
mutlu sayıyorum…. 1 Ocak 2000’ yılının ışıklarını ilk gördüğümde, kendimi bu
günden binlerce kez daha büyük ve daha şanslı sayacağım… Ancak o günü ve tarihi
görmesem de hiç mi hiç üzülmeyeceğim… Çünkü benim şu özdeyiş denememde düşüncemi
daha somut biçimde anlatıyor ki ” ÖLÜM BİZİ SEVDİKLERİMİZ KADAR,
MUTSUZLUKLARIMIZDAN, YOKSULLUKTAN VE HASTALIKTAN, KORKUDAN, PANİKTEN, TÜM
OLUMSUZLUKLARDAN KURTARDIĞI İÇİN BİLE ONA TEŞEKKÜR ETMEMİZ GERER…”
20:45
Sevgili Günlüğüm,
Bu gün şeftali almak için
yanaştığım, sokaktaki tablacı, diğer müşterisi olan hanımefendiye şöyle
bağırıyor-azarlıyordu;
-Şeftalileri seçemezsin… Lütfen
karıştırma…
Hanımefendi;
-Neden bana şeftalinden
seçtirmiyorsun? Ben para veriyorum…
Sessiz duruyordu beni görünce
tablacı poşeti uzatıp şöyle diyordu;
-Sen seçebilirsin abi…
İstediğini alabilirsin…
Tablacının bana yaklaşımını
duyan kadın daha da hırçınlaştı;
-Neden başkasına seçtiriyorsun
da, bana seçtirmiyorsun? Benim param para değil mi?
Tablacı aynen şöyle dedi;
-Sen Abdulkadir abiyi tanıyor
musun? Her akşam televizyonlarda deprem programları yapıyor… Halkımıza yardım
ediyor… Adana ya yardımcı oluyor…
Kadın bir ara susar gibi oldu
ama kendi kendine konuşarak uzaklaşırken, ben de bir kilo şeftali yerine 5 kilo
almak zorunda kaldım…
26 Temmuz 1998
10:35
Sevgili Günlüğüm,
Öğütler boş değil… Ancak insan
için en iyi öğüdü yaşayarak aklıyla bulduğu dorulardır…
13:11
Yaşamımdan gerçek mesajlar
taşıyan günlüklerim; yalansız, hilesiz, politikadan uzak, erdemler ve
yiğitlikleri içinde taşıyan benim özel izlerimdir…
21;30
Yaşam ister uygar, ister ilkel,
hatta mağaralarda bile sürdürülse; ya da uzayda konuşlanmış bile olsa, hepsi
uzun yaşanmaya değer… Yaşamı çok seviyorum… Asla vazgeçemeyeceğim kadar güzel
ve beğendiğim sevgilim kadar ona değer veriyorum… Ancak şu anda ölsem bile buna
azla üzülmeyecek kadar ondan onurum ve sevgimle ayrılmayı en büyük erdem
sayarım…
28 Temmuz 1998
19:50
Sevgili Günlüğüm,
Bu gün tren vagonları gibi bir
birine ekli, Mısır, Kilis, Bağdat, Halep çarşılarında çektim… Program bitiminde
esnaflardan bazıları zorla çay ikram ettiler… İçtiğim çaylardan daha
dudaklarıma dokundurduğumda, vücudumdan ter olarak dışarıya fışkırdı… Ter
ayakkabılarımın içine, tırnaklarıma kadar girdi… Hem hava, hem de içtiğimiz çay
aşırı sıcak olduğu için bir an önce bu kapalı alanlardan sokağa çıkmaya
çalışıyorum… Hem sohbet edip, hem de etraftaki kişilerin sorularını
yanıtlıyorum… Bir esnaf şöyle dedi;
-Abdulkadir abim ben sizin her
programınızı izliyorum; ancak yaptığınız program adının sizi tam olarak
anlattığına inanmıyorum…
-“YAŞAMINİ ÇİNDEN…” güzel bir
isim değil mi? Peki programımın adının ne olması gerekirdi?
-İzin verirseniz bir isim
önereceğim…
-Peki söyle o zaman… İki
kişinin bir kişiden daha iyi düşündüğüne inanıyorum…
-Abi sizin programınızın adını
“ŞEKER KAPTANIN GEZİLERİ” olsun…
Çok hoşuma gitti, sevindim,
güldüm, teşekkür ettim…
-Ama neden? Diye sorduğumda da;
-Abdulkadir abi, sen şeker gibi
adamsın, ağzından her cümle bal tadında akıyor… Bundan daha güzel isim
olacağını da sanmıyorum…
Çevremizdeki kişiler de bu
konuşmaları başlarıyla onaylarken, ben kameraman arkadaşım Yücel Bayluk’a
sordum…
-Ne dersin Yücel can?
Gülümsedi;
-Abi sen daha iyi bilirsin…
Yücel centilmen, saygılı,
mesleğini en iyi yapmaya çalışan bir kameraman… Teşekkür ettim ve oradan
ayrıldık… Bu diyalog beni çok duygulandırdı, altını çiziyorum…
(Gazeteler; politikacı Veli
Andaç Durak depremi değerlendirdi; Hükümet adil değil…)
30 Temmuz 1998
09;30
Sevgili Günlüğüm,
Öğrenmenin, denemenin,
çalışmanın, okumanın, bilgiye ulaşmanın sınırının olmadığını bilen birisi
olarak her türlü yeniliklere, teknolojik aletlere açığım… Kendimi daha iyi
disipline ederek, mesleğimi, daha etkili biçimde yapmaya özen gösteriyorum…
Depremle ilgili programımda sesimi bir önceki programıma göre daha etkili
kullanmaya, insanları konuştururken daha samimi olmaya, onların ruhlarının daha
derinliklerine inmeye çalışıyorum… Bunu da büyük ölçüde becerebildiğimi
söyleyebilirim… Ve bu çabamın, başarımın altında yatan tek olay ve gerçek var;
bu çabamı çok seviyorum, mesleğimi çok seviyorum, kendimi çok seviyorum,
insanları, yaşamı, erdemli olmayı seviyorum… Bedenim ve ruhumla barış
içindeyim… Kendimi yeni ulaştığım bilgilerle baştan başa şekillendirerek çağın
ilerisinde yürüyen bir kişi olmaya özen gösteriyorum….
10;00
Sevgili Günlüğüm,
Kanal A Televizyonunda “YAŞAMIN
İÇİNDEN ÖZEL “ programımı dün Hasanbeyli, Büyükyarımca köylerinde çektik…
Evleri yıkılan, hasar gören, yakınları yaralı ve yasta olan, can kaybına
uğrayan vatandaşlar onurlu, bilgece, sessiz ve sabırlı biçimde devletin
yardımını bekliyorlar… Traktörleri, buzdolapları, çamaşır makineleri,
buğdayları, mısırları, inekleri, televizyonları, radyoları, giysileri, mutfak
eşyaları, aklınıza gelen her şeyleri yıkılan evlerin altında kalıp perişan olan
yurttaşlar haklı olarak sinirleniyorlar ve de şöyle diyorlar;
-Milletvekilleri bir daha
bizden oy istemeye geldiklerinde onları taşlayacağız, köyümüze sokmayacağız…
Devletimi, insanımı, politikacıyı
bu ülkenin yılanını, akrebini, kurdunu, kuşunu seven biri olarak onlara şöyle
dedim;
-Biraz sabırlı olun… Devletimiz
büyütür, güçlüdür, sizin yanınızdadır…
Çünkü köylü yurttaşları,
yatıştırmayı, onların devletlerine karşı saygısızlık yapmamalarını önlemeyi bir
yurtseverlik olarak önemsiyorum… İşin daha da ilginç yanı köylüler bana saygı
gösterip büyük ölçüde ikna oluyorlar…
20;00
Sevgili Günlüğüm,
Bu günkü programımı Adana’
mızın ünlü ‘BİT PAZARI’ nda çektim… Etrafımda 150-200 kişilik bir kalabalıkla
tüm pazarı dolaştık… Çekimlerimizi kare kare çekim anında izlediler… Dükkan
dükkan, bizimle dolaştılar, söyleyişimize katıldılar, konuşmak isteyen herkese
mikrofonumu uzattım… Ve hiç kimsenin adam yerine bile koymadığını söyleyen bu
esnaflarımız da bize son derece büyük saygı ve sevgi gösterdiler… Bir vatandaş
bizi dernek başkanının çağırdığını söyledi… Kameraman Yücel Bayluk’ la
Adana Eski Elbise Alım-Satın Derneğinin başkanı Naci
Sade bizi ayakta karşıladı, ve şöyle dedi;
-Abdulkadir Bey sizi her gün
televizyonda izliyorum saygıdeğer birisiniz… Bir politikacı gelmiş olsaydı
ayağa bile kalkmayacaktım… Devletimizin halkımıza yapmadığı katkıyı siz
yapıyorsunuz… İnsanlarımızı rahatlatıyorsunuz, binlerce kez teşekkür ediyorum…
Bu büyük bir hizmettir… Bu yönlerinizden dolayı sizi ayakta karşıladım ve bunun
değerini bilin…
Yücle’i ayağımla dürttüm,
gülüştük… Tabi, erdem ve övgü dolu sözler herkesin olduğu gibi benim de hoşuma
gider…
21:00
Sevgili Günlüğüm,
İnsan olarak ben de doğanın bir
yapıtıyım… Babacığımın 225 milyon spermi, annemin bir tek yumurtasını
dölleyebilmek için yoğun biçimde yarışmışlar, savaşmışlar, benim yaşam
sahnesine çıkmamı sağlayan sperm annemin yumurtasını delmekte etkili olmuş…
Doğa böyle şaheserler yaratırken, kendisini sil baştan düzenleyerek yoluna
elbette devam edecektir… Fırtınalar, depremler, yanardağlar, çığlar, tayfunlar,
hortumlar, seller ve diğer tüm olaylar doğanın kendisini düzenleyerek kusursuz
biçimde varlığını koruyarak yoluna devam etme isteğinin en somut ifadesidir… İnanıyorum
ki; ruhundaki depremleri dindirip, iç huzuru, dinginliğini sağlayan insan diğer
depremlerden de fazla etkilenmesi olanaksızdır… Bu huzura ulaşan insan dimdik
ayakta durur, yaşam süresini sevinç ve mutluluk içinde, coşkuyla sürdürür… Ve
yaşam sahnesinden ayrılırken iç huzuru bilgide arayan, bulan, kendini
değiştirebilme yeteneğinde bir insan olarak çağımın hep ilerisine koşmaya
çalışıyorum… Yaşam maceramda kozamı örmeye, zenginleştirmeye, kalıcı eserler
vermeye çalışalar erdemlerimi, doğrularımı arttırıp örnek insan olma
davranışlarımı, güzelliklerimi, üstün ideallerimi çoğaltarak yaşam yolumda
ilerleyeceğim… Ruhumu, bedenimi, yaşamı, dünyayı, evreni, canlı cansız tüm
varlıkları seviyorum…
ABDULKADİR KAÇAR… Adana,
Türkiye…