1 Şubat 2021 Pazartesi

NEBİLE ATAÇ ‘IN Y A Ş A M I…

 

Chp’ nin ulu çınarı…   

 

         NEBİLE ATAÇ ‘IN

          Y A Ş A M I…

 

                            Abdulkadir Kaçar…

 

         ÖNSÖZ

         Bu kitabım 3 bölümden oluşacaktır; zira tek kitaba 3x25 artı 2 yaşıma kadar olan tüm anılarımı sığdıramazdım…

         Büyük Atatürk ten son mektup baskısı ile başlayıp; gençlik, pardon hala 25 yaşında dinç olmasa da genç beyinle sizlere hitap etmek istiyorum… Aynı zaman dilimi içinde tamamen gerçekleri görerek ve de bir insanın, hele genç bir kadın olarak dopdolu hayatımın sizlere gerçek yüzünü; almış olduğum  mektuplar, kartlar  çalışma sonuçlarındaki iniş çıkışları gösterecektir…

         Şimdi bu kitapta bana destek veren, çok sevdiğim mert, onur sahibi, yaşam mücadelesini yalnız sürdüren ve hayatını yeğenleriyle paylaşan insan; o ki mağrur, gururlu yüce insan, gazeteci, televizyon programlarında başarılı Abdulkadir Kaçar Bey’e bu yapıtın satışından yüzde 25 ini, diğer yüzde 25 ini Milli Eğitim de Atatürk ün kurumuna ve de diğer yüzde 50 nin yüzde 25 ini CHP Genel Merkezinin Kadın Kolları Gençlik kollarına yüzde 25 ini de CHP Genel Başkanlığına bırakıyorum, kabulünü rica ederim…

         Bu kitaptan bir nevi partili dostlar  ve de yeni herhangi partiye gönül vermiş insanlar; parti adabı, disiplini, hal ve tavırlarını bulup yararlanacaklardır..

 

 

                                                                      Çamlıyayla -2005

                                                                  NEBİLE ATAÇ

 

         1.BÖLÜM…

 

         Yıl 1928, ay Nisan  4…

         Bir hayat;  dünyaya gözlerini açan minik bir kız çocuğu… İsmini Nebile koyarlar… Sarı saçlı, beyaz tenli bu çocuğun sol koluna yağ dökülür ve feci biçimde yanar… Ama o çocuk haliyle yılmaz, yaşama sımsıkı sarılmıştır… Öyle kararlıdır, öyle azimlidir, öyle girişkendir ki çevresindekiler ona hep hayranlıkla bakarlar..

         İşte bunun içindir ki; 1936 yılında 8 yaşımda Tarsus taki Misak-ı Milli    İlkokula başladığımda CHP nin yan kuruluşu olan Yavru Kurtlar  isimli yönetime kabul edildim…

         1938 Öğretmenimizin gözetiminde kütüphaneye gidip gelirken CHP’ nin binasındaki altı oklu bayrağın yıpranmış olduğunu gördüm… Okula döndüğümde 29 kişilik sınıfımızdaki arkadaşlarıma durumu anlattım… Ve, harçlıklarımızdan para toplayıp altı oklu bayrağı Mersin Sümerbank tan aldım… Çünkü o yıllarda bayrakların belli bir ölçüsü vardı… Simetrik olarak ay yıldızlı ve altı ok amblemli bayraklar her yerde satılmıyordu… Hatta resmi dairelerde tatil günlerinde kapılara sağda ay yıldızlı, sol tarafta altı ok amblemli bayraklar asılırdı…

         Annemle birlikte Sümerbank tan aldığım CHP nin altı oklu bayrağını CHP İlçe Başkanlığına götürüp verdiğimizde çok duygulanan kaymakam bey yöneticilere bizi göstererek hangimizin öncü olduğunu sordu… Benim öncü olduğumu arkadaşlarım söyleyince daha da duygulanmıştı… Ve armağan etmek için getirdiğimiz bayraklardan birisini de bana vermişti…

         Neden Kaymakam Beye gittiğimizi sorarsanız; 1950 yıllarına kadar resmi dairelerdeki yöneticilerden isteyen parti yönetiminde görev de alabilirlerdi…Bu yıllarda Mersin Valisi de CHP nin  İl Başkanıydı…Tarsus İlçe Yönetiminde ise Belediye Ebesi annem ve arkadaşı yine Tarsus Ağır Ceza Hakimi Sabahat Hanım, orta okul öğretmenimiz Sabahat Taşan ve adını bilemediğim bayan ve erkek memurlar görev yapıyordu… İlkokuldan Ortaokula geçişte, Yavru Kurt İZCİ adını aldı…

         1938 yılı Mayıs ayının 23’ü veya 28’i benim için çok önemli bir gündür… İzcilik benim yaşıma aslında uygun değildi… Hem izci olmuştum, hem de folklor ekibinde yer alıyordum… Ve artık ben boyu uzun, saçı sarı incecik bir genç kız adayıydım… Sınıfta güzelliğim ve liderlik yönümle hemen göze çarpıyordum… Ailemden aldığım terbiye, her alandaki başarım, tüm gözlerin üzerime çevrilmesine neden oluyordu… Rahatsız olmadığımı söyleyemem… Hangi öğretmene bir şey lazım olsa;

         -Nebile gel buraya, diyorlardı…

         Dersleri anlatmam için;

         -Nebile haydi tahtaya kalk…

         -Nebile yazıları sen yaz, diyorlardı…

         Bir gün okulun bahçesindeki bayrak direğinin ipi kırılmış, bayrak indirilememiş direğin tepesinde kalmıştı;  öğretmenler düşünmüşler;

         -Bunu kim indirir, kim indirir?

         Akıllarına doğal olarak ben gelmişim…

         Teneffüse çıktığımızda beni matematik ve tarih öğretmenlerim yanlarına çağırdılar;

         -Nebile kızım, şortun üzerinde mi?

         -Evet öğretmenim…

         -Haydi şu bayrak direğine tırman da oradaki bayrağı aşağıya indir… Zaten senden başka kimse de bu işi yapamaz…

         -Peki öğretmenim, dedim…

         İtiraz edemezdim, hemen önlüğümü, çoraplarımı çıkartıp el ve ayaklarımı toprağa sürerek, direği kavradım, ayaklarımla direğe öyle sarıldım, öyle heyecanla tırmandım ki nasıl çıktığımı, bayrağı nasıl oradan indirdiğimi bir türlü anlayamadım…

         Aşağıya inip bayrağı öğretmenlerime verdiğimde teneffüs için bahçede olan tüm öğretmenler, öğrenciler beni uzun süre alkışladılar… Ben alkışlardan sıkılarak, koşup sınıfıma girdim, önlüğümü giydim yerime oturdum…

         Daha sonraki günler benim bu başarımdan dolayı arkadaşlarım diğer sınıflara hava atarlardı, ama ben rahatsız olurdum… Ancak, öğretmenlerimin gerek ders, gerek okuldaki günlük yaşam başta olmak üzere verdiği görevi dört dörtlük yerine getirmenin gururunu da her zaman yaşadım…

 

        


         Her geçen gün gelişip, serpilip, güzelleşerek büyüyordum, kendimin daha çok farkına varıyordum… Öğretmenlerimden birisi benim yanıma geldi;

         -Nebile, müdür bey seni çağırıyor, dedi..

         Kendi kendime korktum;

         -Eyvaah yine ne yaptım? Beni yapmadığım neyle suçlayacaklar? Diye korka korka müdür beyin yanına gittim…

         O dönemde öğrencilerin giydiği bir şapka vardı, öğretmenim o şapkamı da yanıma almamı söyleyince daha da heyecanlanmaya başladım… Çünkü ben itiraz etmeyen, saygılı, bir öğrenciydim… Müdür beyin kapısını çaldım, içeriye girmemi söylediler girdim… Disiplin kurlundaki tüm öğretmenler orada toplanmışlardı… Kafamın içinden yine geçiyordu ;

         -Bilmeden suç mu işledim?

         -Ben ne yaptım ki?

         Müdür Bey ilk sorusunu yöneltti;

         -Nebile, sen şapkanı neden doğru giymiyorsun?

         -Öğretmenim şapkamı bey böyle giyerim,  diye şapkamı başıma koyunca odada bulunan tüm öğretmenler birden gülüştü…

         Sadece matematik öğretmenim gülmüyordu; onun da evi bize çok yakındı…

         -Bakalım ne olacak? diye bekliyordum..

         Müdür Bey;

         -Çıkar şapkanı, dedi,çıkardım..

         Ancak disiplin kurulunun diğer öğretmenleri bakışlarından da alınıyordum;  hepsi bana tokat adıyordu sanki; fakat birden beni korur durumda şöyle dediler;

         -Bu çocuk maksatlı olarak şapkasını çapkınca ve yan giymez… Giyişinin nedeni saçının uzun oluşu, belikleri şapkanın düz durmasına engel olmasıdır…

         Kendi kendime;

         -Ohh be…

         Müdür;

         -Peki hadi şapka olayın normal, senin giyiniş şeklin de bu diyelim ama düzelttin diyelim ya öğretmenini gördüğünde neden selam vermedin bakalım?

         O anda aklıma geldi, kıvrak zekamı kullanarak kendimi savunma zamanı gelmişti ;

         -Öğretmenim ben böyle büyük bir suçlamayı hak etmedim...

         Müdür,

         -Bak şimdi de bana mı karşı geliyorsun?

         -Hayır öğretmenime karşı gelmek değil sizi aydınlatmak amacındayım, müsaade ederseniz o günkü durumu açıklığa kavuşturayım…

         Müdür,

         -Bana bak öfkemi arttırma, bak sen sevilen bir öğrencisin, annen de saygın birisi ama seni okuldan atarım…

         Söz gümüşse sükut altındır özdeyişinde olduğu gibi ben susmayı seçtim…

         O sırada dikiş öğretmenim devreye girdi;

         -Müdür bey Nebile böyle eften püften, sudan suçlamalarla sizi dolduruşa getireni bize tanıttı sanırım… Zaten benim sınıfımda 27 öğrenci var, o öğretmenin derdi liseden ortaokula atılışı ve iki sınıfı birleştirip bu sınıfı kendi sınıfına katıp, bizim hepimizin geçmişini, sevgisini, saygısını silmek çabasıdır…

         Nebile neden selam vermemiş çocuk inkar etmiyor,Hayırda diyebilirdi, öğretmenini yalancılıkla da suçlayabilirdi..

         Müdür,

         -Anlat bakalım Nebile, dedi, o sırada da beni suçlayan öğretmen de içeriye girmişti;

         -Sayın Müdürüm, kıymetli öğretmenlerim, iki elimde kovalarla eve su     götürmek için çeşmenin başındaydım… Ve de üzerimde şalvar vardı, öğretmenimle aramızda ırmak vardı… Kıyafetim uygun olmadığı için başımı önüme eğerek görmezlikten geldim… Amacım saygısızlık etmek değil, utancımdan başımı yere eğmekti… Şimdi herkese bir asker salamı veriyorum, dedim…

         Ama kapıdan nasıl çıktım, kendimi nasıl dışarıya attım bilemedim…

         Eve gelip anneme durumu anlattım; annem ertesi gün okula geldi, müdür beye birlikte gittik… İçeriye girerken şapkamı elime aldım; giysem bir türlü giymesem bir türlü… Müdür bey ayağa kalktı, annemin elini sıktı…

         Annem;

         -Müdür bey Nebile nin abisi de bu okuldan mezun oldu, başka orta okul da yok nedir bu selam olayı? dedi...

         Müdür;

         -Ebe anne ben de şaşırdım zaten… Nebile gereken savunmayı çok kibarca yaptı ve size de anlatması çok güzel bir olay, dedi.

         Annem;

         -Benim çocuklarım zaten asla yalan söylemezler; suç işleseler bile biz bunu isteyerek yapmadık derler…

         Bu olayı anımsadıkça hala o günkü cesaretim, meydan okuyuşuma kendi kendime gülerim…

 

        

 

         Mayıs 1938 Mersin garına ağır ağır gelen tren dünyanın takdirini, kazanmış Türk Milleti nin kalbi Cumhurbaşkanımız Ulu atamızı Mersin e  getiriyordu…

         10 yaşındaydım trenin arka tarafından askerlerin arkasından olayı seyrediyordum… İçimden bir ses;

         -Koş Nebile koş, Ata na koş diyordu…

         Kendimi ulu önderimizin indiği basamakların altından geçip atamızın yanında buldum..

         Çok heyecanlıydım, titriyordum; elini tuttum, dikkatle gözlerine bakıyordum ki;

         Atatürk;

         -Niçin öyle bakıyorsun gözlerime? Dedi.

         -Atam, babam gözlerinize bakanların bayıldığını söylendi…

         Atatürk,

         -Bu gözler yurdumuza göz diken düşmanları bayıltır, Türk gençliği ve çocuklarını asla bayıltmaz, onları severim ben, diyerek saçlarımı okşadı…

         -Atam ateşiniz var, dedim…

         Atatürk ;

         -Bak sen bu çocuğa bir zarf verilsin, emirlerinde bulundular ev üç beş adım atmışlardı ki yardım bana dönerek;

         -Sen milletvekili olsaydın, benden isterdin? Dedi

         -Atam babalardan yol vergilerin kaldırılmasını dilerdim…

         O ne haşmetti ki öyle aynen bana uzattığı işaret parmağını bu defa topluluğa uzatarak;

         -Efendiler, efendiler! İşte Türk çocuğu budur… İşte açık sözlü ve mert meclisten bana böyle bir teklif gelir miydi? Lütfen not alınsın ilk düşünülecek konu bu olsun, dediler…

         Yürüdüler; işte hala o seslenişle ve gözlerle dopdoluyum…

 

        


         Artık ortaokulda şapka olayı da tatlıya bağlanmıştı…

Öğretmenlerim beni böylece iyice tanımış oldular… Artık boyum bosum da tam      yerinde olduğu için ve hoş bir görünüm verdiğim için  resmi törenlerde, bayramlarda flama ve bayrağın taşınma görevi bana veriliyor, ben de gururla ve onurla bu görevi yerine getiriyordum… Anılarımı yazarken bile o hala heyecanlanıyorum… O şerefli anılarımı hiç şımarmadan, eve de övünçlük yapmadan hala taşırım…

         Günler, aylar, haftalar geçip gidiyor benim Atatürk’ le karşılaştığımı öğrenen günün Türkçe öğretmeni Sabahat Hanım benden büyük kurtarıcının verdiği zarfı getirmemi istedi… Açtı içindeki 10.yıl marşı, 6 oklu yaka bayrağı ve bir de Viyana da bastırılmış fotografı ama imzası altın kalemle atılmıştı; onuncu yıl marşını ayırarak bayrağı ve resmi iade etti…

         Yine bir sonbahar gününde dersimiz kompozisyon…

         Öğretmenimiz;

         -Sizden sonbaharı anlatan bir parşömenlik yazı istiyorum... Haydi bakalım kim en güzel yazı yazacak? dedi…

         Ben parşömenime adımı soyadımı yazdım, dışarıyı seyrederken, hafif hafif çiseleyen yağmur altında bir de cenaze geçiyordu… Sararan yapraklar uçuşuyordu… O andaki ruh durumumu yansıtmak için kalemi aldım elime bakın neler yazdım, hangi duyguları yaşadım:

         Sonbahar geldi, hoş geldi,

         Onca ömür sona mı erdi?

         Naçiz beden tabuta mı girdi?

         Bakalım çiseleyen yağmurdan

         Acaba haberdar olacak mı?

         Hani derler ya son yolculuk

         Arkanda ne bıraktın iyi kötü,

         Rahmet olsun bu gün sana yarın bana diye haykırıyor acı rüzgar uçuşuyor sarı yapraklar tabutuna 2.derste aynı öğretmen gelip kulağıma yapışıp;

         -Ben sizden şiir mi istedim demez mi? Ben de o güne kadar akrostiş konusunda fazla bilgim yoktu… Baş harflerinin alt alta gelişindeki dizelere hele biraz da kafiyeli olursa adı şiir olurmuş… Kendi kendime;

         -Ohhh be… Kulak çekildi ama akrostiş sözcüğünün anlamını öğrendim sayem de tüm sınıf olarak öğrenip sevindik, hatta şakalar yapıp gülüştük…

         Sınıfta bu konu konuşulurken odacı abi geldi;

         -Nebile Hakyemez, seni öğretmen çağırıyor..dedi..

         Hep bir ağızdan sınıftaki arkadaşlar;

         -Yine ne halt ettin? dediler… Arkadaşlarım bana karşı yapılan haksızlığa hep birden itiraz ettiler…

         Koşa koşa gittim, Türkçe Hocamı Sabahat Taşan arıyordum Adı GICIK olan  biçki dikiş hocam da oradaydı…

         -Kızım ne kadar duygulu yazmışsın bu şiiri? Bu kadar duygulu olma, dedi..

         -Yine ne yaptım? Galiba ben orta okulu bitiremeyeceğim diye  endişelenirken elimden tuttu panonun önüne götürdü;

         -Şunu oku bakim, benim boyum yetmedi, demez mi?

         O da ne, benim yazım okulun şeref panosundaydı; birden tüm üzüntülerim gitti yerini sevinç aldı… Ama ben onu kafiyeli değil normal okudum…Hocam ağlıyordu, çünkü annesi de böyle bir günde ölmüş, çok duygulandı… Şu anda da bu şiiri okuyanların ölenlerine rahmet, kalanlarına sağlık diliyorum…

 

 

        

 

         10 Kasım günü geldi çattı; Halkevinde benim sahnede seçkin davetlilere Atatürk’ün elini sıkmam ve yaşadığım ölümsüz anımı anlatmam istendi…

         Bu konuda baba annemden yardım istemeliydim… Mersin de istasyon civarında oturuyorlardı, amcamlar da trende makinist ve ateşçiydi… Çok saygıdeğer bir insanlardı… Baba anneme konuyu anlattım; beni dizinin dibine oturttu;

         -Bak yavrum, Yıl 1914 Selanik te çocuktum… Mustafa Kemal ilk önce Osmanlı Subaylarından olup kendi fikirlerine yakın olan aileleri Anadolu ya çağırmış… Benim babam Mehmet Sadık Efendi Yanya da kaymakam, dedeniz yani benim kocam BAĞDATİ Lakaplı Şamdan Selanik’e oradan Yanya ya gelmiş; Jandarma yüzbaşısı Selanik ve Yanya daki Ermeni ile Türk olan çoğunlukları arıtmak için, kan dökmeden görevini çok iyi biçimde yapmış… Bu başarı belgeleri, altın yazması, Osmanlıca Misket yazılı bu da üçgen akik taştan yapılı altın köstekli mührü,  diye sandıktan çıkartıp bana gösterdi…

         Çok duygulanmıştım… Ve sandıkta 50 kiloluk dokuma çuval baba annem;

         -İşte Mustafa Kemal çocuğumun ilk çağırdığı olan göçmenlerdeniz…

İzmir ‘e çuvalla sarı lira altın ile ve Türk Osmanlı Subay Sancağını da sararak, kundaklayıp, kucağımda bebek varmış emiyormuş gibi çarşafın altında saklayarak getirdim… O yıllarda İzmir kadın subayları, erkekler, çocuklar ve hayvanları getiren gemiyle geldik… Ben de üç kız kardeşimle İzmir Karşıyaka da bizlere ayrılmış bir eve konuk olarak yerleştik…

         Baba annem anlattıkça heyecanlanıyor, duygulanıyor, o günleri yaşıyor gibiydim… Devam etti anlatmaya;

         -Daha sonra deden bir gece bana hanım Kuvay-i Milliye kuruculuk görevi verildi, Maraş ‘a hareket ediyorum… Sizi önce Allah a sonra seni sana emanet ediyorum diyerek benimle ve çocuklarımla, yani halan Saadet, Baban Suphi ve Amcan Recep’ le gece vedalaşıp ayrıldı…

         Bu zaman dilimi içinde büyük ablam evlendi, ortanca kız kardeşimiz de evlenip yanında kaldı… Beni deden Maraş Döngele ye aldırttı…

         Şunu da söyleyeyim; Çocuğum Mustafa Kemal’in annesinin evliliğinde babam ile dedenizin rolü çoktur, tanıdıklık oradan gelmektedir…

         Ben yeni evlenmiştim ki; babam Cuma günü o zaman Müslüman memurlar bu kutsal günde tatil olurlardı… Zübeyde hanımın kardeşine konuk olarak gittik…  Seçkin, saygın insanlardı… Biz de öyle; Fransızca mürebbiyesi ile yetiştim… O günün modası zenginliklerin uyguladıkları bir şeydi; hali vakti yerinde olanlar mutlaka Fransız ile ilişki kurarlardı… Dönüşte deden bana:

         -Hanım nasıl sıkılmadınya… Seni çok yalnız bıraktım… Aklım hep sende kaldı… Hele şu dostluk içinde (haremli-selamlık) beni çok üzüyor… Bak Avrupalılara aile, eş, dost hepsi bir arada hoş sohbet edip, yeyip içiyorlar… Senin sıkıldığını düşündükçe ben çok üzüldüm, deyince;

         -Dedene; efendi hiç üzülme,(Atatürk ün annesi ) Zübeyde hanımla çok hoş sohbet ettik… Ud çaldık, işlediği nakışları bana gösterdi… Yani her Cuma günü gelmeyi isterim, izniniz olursa, deyince; babama döndü; Kaymakam Peder Beyzadem sizin memur(Atatürk’ ün babası ) Alirıza Efendi bekar, Pek de efendi bak Raziye Hanım da çok sevmiş, Alirıza ile Zübeyde Hanımı evlendirsek ne dersiniz? Babam;

         -Tastik ve tasvip buyurdular ve ilk ay içinde sade düğünle evlendirildiler… Protokol düğünüydü, önce yan yana oturdular, sonrada Selanik teki evi satın alıp oraya yerleştiler…

         Mustafa Kemal(Atatürk) Çocuğumun doğumunda ben de oradaydım ve Mustafa Kemal yüzü zarlı dünyaya geldi… Onun ebe annesi yüzündeki zarı salavatla yırttı ve bebeği bana uzatarak Mustafa’ yı alıver yıka dedi ve Salavatla yıkayıp kundakladım…

         İşte böyle Nebile… Tanışığız ama deden emekli oldu öldü ondan sonra da biz Adana da Sarıçam Çiftliğini babam satın aldı… Orada her şeyimizi yitirdik… Deden Mustafa Kemal’e çok benzerdi… Biraz daha uzunca boylu neredeyse ikiz gibiydiler…

         -Peki babaanne Mustafa Kemal Atatürk neden, dayısının çiftliğinde büyüdü?

         -Mustafa’lar 6 kardeştiler, bir hafta içinde dört kardeşin dördü de kuş palazından öldüğü için iki kardeşi dayısı doktor gözetiminde hemen çiftliğe götürdü...      

         Daha çok şey anlattı ama; önemli olanı Atamızın Mustafa adını ebesinden, Kemal ismini de öğretmeninden almasıydı…

        

        

 

         Baba annemden aldığım bilgilerle 1938 Mayıs ayında Atamızla karşılaşmayı anlatmak için bir parşömeni geçmemek koşuluyla yazdım… Benim için unutulmayan, yaşamımın en büyük en güzel dönemi… Öğretmenim yazımı görüp çok beğendi…

         -Hadi bakalım, bu yazdıklarını sade ve öz olarak sahnede anlatacaksın…. Yazıya bağlı kalmadan içinden geldiği gibi coşkulu ve heyecanla anlat… Sakın halka bakma; korkma, başka bir şey düşünme… Sadece beynini avuçlarının içinde fark et göster kendini kızım, ikinci kez bayrağı indirmek için direğe çıkıyorsun…

         -Yine mi bayrak takıldı öğretmenim?

         -Hayır hayır bu defa bayrak takacaksın…

         -Hemen mi?

         -Hayır hayır 10 Kasım da saat 9;05’ te…

         -Ama öğretmenim o saatte halkevinde olacağız…

         -Orada tam halk evi salonunda olacağız göster bakalım kendini…

 

        

 

         O gün gelip çattı; yeni dikilmiş siyah önlüğümü giydim yakamı taktım, siyah ayakkabım, siyah çoraplarımla, sarı saçlarımla havalandım gözüm aynaya takıldı… Hemen şapkamı kafama taktım…

         Annem,

         -Kızım şapkanı çıkart kapalı yerde şapka giyilmez… dedi…

         -Anne dokunma keyfime, bak bandana da ne kadar güzel yakıştı…

         Annem bu kez kızdı;

         -Yakıştı mı yakışmadı mı şimdi ben sana sorarım, dedi, üstüme yürürken ben şapkamı giymiştim çoktan sokağa çıkmış yolu yarılamıştım… Halkevinin merdivenlerini nefes nefese çıktım… Birden öğretmenim karşıma çıktı; annemin de korkusuyla biraz heyecanlandım ama beni rahatlatan şu sözleri söyledi;

         -Bak kızım şimdi senin elbisenin kollarına bu iki bayrağı sokacağız…

Konuşmanı bitirince bunları çekip iki yanındaki arkadaşlarınla uçlarından tutup sallayacaksınız anladın mı?

         -Evet öğretmenim anladım, dedim ama şapkam sandalyenin üzerinde duruyor, bana giymem için işaret ediyordu…

         -öğretmenim, şapkam nasıl oldu?

         Öğretmenim;

         -Bana bak, az daha unutuyordum sakın çapkınca takma kafana…

         Çapkınca sözünün ne olduğunu anlamaya çalışırken yanıma geldi  elleriyle şapkamı başıma koydu, çok sevindim;

         -Öğretmenim elinizi öpebilir miyim ?

         -Hadi hadi ben seni bilmez miyim, sahneye çıkarken giyecektin değil mi? Dedi... Demek ki; şapka giymem konusundaki ısrarımı, azmimi anlamıştı…

         -Öğretmenim öpeyim elinizi, dedim…

         -Marşlar çalmaya başladı, sahneye çabuk fırla, dedi…

         Kendimi birden sahnede buldum… Bando eşliğinde marşımızı okuduk, arkadan bir ses;

         -Hepinizin tanıdığı Tarsus un Ebe annesi Fatma Hakyemez in kızı Nebile Hakyamez sizlere Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk le karşılaştığını ve atayı anlatacak, dedi..

         Arkadaşlarımın arasından sıyrılarak ağır ağır sahnenin önüne yürüdüm asker selamı vererek hazır ol vaziyetinde durdum… Trenin geliş taklidini yaptım; çuf çuf dedim arkasından da tren gibi öttüm…

         Bando sustu ve her yer kapkara oldu, sahnede değil de Mersin Garı ndaydım sanki… Sesim titreyerek, baba annemden dinlediklerimle de birleştirip, Atamın elini nasıl sıktığımı, nasıl tanıştığımı anlattım… Herkes nefes almadan dinliyordu; önlüğümün kolunun içine yerleştirilen bayrakları çektim arkadaşlarımla sallarken alkış sesleri kulaklarımı patlatıyordu sanki…

         Ve yine sahneye girdiğim gibi halka sırtımı dönmeden geri geri adımlarla kulise geldim… Annemin elinde kolonya, öğretmenimin elinde bir bardak su vardı hemen bana sarıldılar…

         Bu sırada müdür geldi;

         -Ne oldu bu çocuğa? Dedi…

         Öğretmenim,

         -Yok bir şey korktuğun olmadı…

         Müdür bey

         -Aferin kızım kaymakam, vali beylerde göz yaşlarını tutamadılar…

         Öğretmenim;

         -Sahi Nebile neydi o tren gibi ses çıkartman? O tren taklidi yapıp yürüyüşün neydi?

         -Öğretmenim salonun ortasında hiçbir hareket yapmadan dursam bana deli derdiniz… Tren taklidi yapmayı, olayı dramatize etmeyi düşündüm…

         Bir aferin de oradan aldım… Sahneye çıkan küçük bir öğrenciydim, ama sahneden inerken kocaman bir insan olmuştum sanki… Arkadaşlarım beni kucakladılar bir sevgi yumağıyla sardılar beni… Sıra DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ marşını söylemeye geldi… Beni arkadaşlarım tekrar elimden tutup sahneye çıkarttılar… Marşlarımızı da başarıyla söyledik…


        


         Daha sonra sınıf atladım ŞEFKATLİ KIZ lakabı ile Fransızca dil sınıf B de ortaokula başladım… Bu bölümde de çok ilginç anılar yaşadım…

         Artık her şeyiyle genç kız olmaya adaydım; okulun en gözde öğrencisiydim boyum 1.70, kilom 40 ı bulmuştu… Okulun tartışmasız en güzel kızıydım…  Üstelik derslerimde de inanılmaz derece de başarılıydım…

Özellikle Tarih, Coğrafya, Yurttaşlık derslerim çok iyiydi ve mütalalar bendendi… Edebiyat Öğretmenimiz bize roman okumamızı öğütlüyordu… Bir gün derste;

         -Çalıkuşu Romanını kim okudu? diye sordu…

         Sınıfın en arka sırasında Fatoş la oturuyorum, parmak kaldırdım… Benden başka kimse okumamış, delişmen Feride nin romanını, utandım, parmağımı geri indirdim ama öğretmenim görmüştü;

         -Nebile gel bakalım tahtaya…

         Sıkılarak, yerimden çıkıp tahtaya kalktım;

         -Anlat bakalım…

         -Peki öğretmenim, diye öyle güzel anlattım ki…

         -Başka kitap okudun mu yavrucuğum?

         -Evet öğretmenim… Yabancı polisiye kitapları Nat Pinkerton’ u okudum, Pardalyanlar serisinin tamamını okudum… Namık Kemal ve kulağına Nazım Hikmet’ i okudum hala okuyorum, dedim…

         Öğretmenim şaşkın şaşkın bakıyordu…

         -Aferin, dedi…

 

       


         Yeni eğitim öğretim yılı yine başlıyordu… Okul açıldı yayladan dönmüştük… Yine 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı gelmişti… Bayrağını ben taşıyacaktım, akşam folklor oynayacaktık… Halkevinde heyecan doruktaydı sabah erkenden okula geldim yine siyah çoraplar, beyaz yaka, siyah ütülü önlüklerimle hani tam güzel bir öğrenciydim…

         Ta ilkokuldan beri her törende en önde bendim, yine bayrak taşıyacak bol bol halktan alkış alacaktım… Zaten Tarsus ta lise yoktu onun için önde biri ben bir de erkek arkadaş birlikte yürüyecektik… Bayrak takmak için beni çağıran jimnastik öğretmeni de çok şık giyinmişti ve bana farklı biçimde baktığı içinde   zaten gıcıktım… Yanımda duran kişi de son sınıf ta bir abi;

         -Haydi gel, deyip elimi tutup salona girdik…

         -Beni bu öğretmenle sakın yalnız bırakma diye fısıldadım…

         -Tamam bacım, dedi…

         Boynumun ve omuzdan takılan kuşağı yerleştirirken elini göğsüme sürmez mi?

         -Hadi kaza olarak değdi diye düşünürken iki eli de önüme uzanmaz mı?

         Abiyle göz göze geldim, öğretmenin arkasına geçmek için harekete geçmişti ki; öğretmen;

         -Çık dışarı ulan, demez mi öğrenciye…

         Ben birden kendimi öne atarak, yılışık yılışık gülen öğretmene öyle bir tokat patlattım ki; tüm oda inledi… Erkek arkadaşım olan abi yumruk atacaktı ki;

         -Sen şunun kollarına sarıl...dedim..

Bir  iki tekme da yerleştirdim ön bacaklarıyla göbeği arasına yere yıkıldı kaldı neredeyse… Hiçbir şey olmamışçasına abiyle dışarıya çıktık… Matematik öğretmenimiz abiden şüphelenmiş yanıma geldi;

         -Ne oldu kızım? Yüzün sapsarı olmuş? Korkma söyle…     

         -Yok bir şey öğretmenim…

         -Var var… Oğlan sana bir şey mi yaptı?

         -Hayır öğretmenim aksine bana yardımcı oldu…

         -Nasıl yani?

         Ben olayı anlattım; ikizin de jimnastik öğretmenini bir güzel dövdüğümüzü söyledim…

         Benimle bayrağı almaya gelen abinin adı Selim miş;

         -Selim bir de sen anlat olayı, dedi…

         Abi başladı ağlamaya Ben müdahale ettim;

         -Neden ağlıyorsun abi çekinme, zaten sen vurmadın ki, sadece öğretmenin elini tuttun, ben vurdum, dedim..

         Öğretmen;

         -Tamam tamam haydi yerlerinize, dedi…

         Bayrakları alıp, töreni tamamladık… Dönüşte bayrakları odacıya bıraktık, aynı odaya, abiyle bir daha girmedik… Sonra olay yatıştı, her şey normale döndü ama ben bu olayı anneme de anlattım; ertesi gün annem okula geldi,

matematikçiyle konuştu, jimnastik derslerinde yoktum, sağlığımın yerinde olmadığını gösteren birde raporum vardı…

 

        

 

         Üzüm hasat dönemi bağımızdaki üzümleri topluyor, pekmez, bandırma, pestil, yufka ekmek yaptığımız zaman; kesinlikle ciğer kavurması pişerdi evimizde… Bir sonbaharın ardından yeniden okulumuz açıldı… Sınavlar başladı… O yıllarda hiçte gereği olmayan eleme sınavı yapılırdı… Sınav günü geldi-çattı… Bayrak askısını takarken bana elle sarkıntılık yapan benim de hayalarına tekmeler vurduğum jimnastik öğretmenim;

         -Nebile sınava hazır ol, dedi…

         Sesimi çıkartmadan hazırlandım… Diğer tüm derslerimden başarılıydım, hiçbir sorunum yoktu… Jimnastik ten 4 ders kaldın mı Eylül de ikmale kalman gerekiyordu… Ama ağlama huyum yoktu, bahçenin içinde tahta sandalyeye oturup çiçekleri seviyor, okşuyordum, mor menekşeler, şakım şakım güller desen sanki beni teselli edercesine yapraklarını silkeledikçe avuçlarıma döküp;

         -Haydi haydi üzülme, diyorlardı ki :

          Aniden bir ses;

         -Ne o kız ağlıyor musun?

         Baktım jimnastik öğretmeni

         -Git başımdan öğretmenim…

         Öğretmen meydan okudu;

         -Seninle Eylül de görüşürüz…

         Nedeni de daha önce bayrak odasında attığım tekmelerdi… Ve bana kinlendiği için jimnastik dersinden bütünlemeye bırakmıştı ..

         -Bak muallim bey, şayet sınav için gelirsem ki geleceğim hazır ol tekme yediğin yeri keserim sen de temkinli ol…

         -Görüşürüz bakalım, diye yanımdan ayrıldı, zaten aramızda da bahçe çiti vardı…

         Eylül geldi çattı; ancak ben artık genç kız olmuştum… Annem hamileydi, beni takip edemeyeceği için, babam ve benden dört yaş büyük abim Tarsus dışında çalıştıkları için sınavı ertelemem gerekti, yine rapor alındı ve sorun çözüldü… O yıllarda Akşam kız sanat okulu açılmış, gazete ilanlarıyla öğrenci arıyordu… Annem ;

         -Haydi kızım sanat okuluna yazıl, deyince ben adeta havalara        uçmuştum…

         Tahsil hayatım akşam kız sanat okulunda devam edecek, evde oturmaktan kurtulacaktım… 1946 yılında Akşam Kız Sanat Okuluna başladım; okul tüm gereksinimlerimi karşılıyordu… Anneciğim benim iyi yetişmemi istiyordu, ben de aynı şeyleri istiyordum… Terzi olup, atölye açmak, yurt açıp okula devam edemeyen insanlara yardım etmekti tek amacım… Diğer arkadaşlarımdan çok başarılıydım… Birinci yılda sınıfta etek buluzu dikip öğretmenime hediye ettim… Sonra tanıdıklarıma, çeyizler hazırlıyordum, gecelikler dikiyor işliyordum, pijama dikiyor, çiçek, özellikle gelin duvağı çiçeği o zamanlarda çok modaydı… 7,5 liralık işi 5 liraya kiraya veriyordum… Bebek elbiseleri dikiyor, işliyordum ne verirseler onu alıyordum… Eşimiz,dostumuz çoktu..

         Sonra mutfaktaki inanılmaz becerilerim ve başarılarım da dilden dile dolaşıyordu… Pastalar, börekler, yemeklerin pek çoğunu da ücret almadan yapıyordum… Müdire hanım moda ve çiçek derslerimize giriyordu… Neriman Gülman hanımefendi, beni hep Avrupalı Nebile Hakyemez diye çağırıyordu… Acı Pirinç filminde oynayan Silvan Mangona ya benzetmesi  uzun saçımı  açıp taraması, okşaması içimi sızlatırdı… Kendisinin çocuğu olmadığı için kocası tarafından terkedilmişti… Bu kadar becerikli, pırıl pırıl tertemiz bir hanımefendiye erkek acımasızlığı beni çok etkiliyordu…

         Okulumu çok seviyordum; artık kendime güzel bir gelecek çizme zamanıydı… Hoş bir kızdım, artık sanat benim kurtuluşum olmuştu… Tarsus küçük bir yerdi; annemin ebe olması, yok yere bazı acımasızlarca iğfal edilip hamile kalmış, kader mahkumu kadınlar çare ararlardı;  evimizin herkese açık olması nedeniyle yok yere kurt düşüren dedikodular üretilmesine neden  oluyordu… Kadınlar hep ezilmiş, susturulmuş, sindirilmiş, korkutulmuş

kimliksizleştirilmişti… Ben tertemiz delişmen, şapkasını çapkınca giyen,hoş ve güzel hayaller kuran bu genç kız erkeklere cephe almıştım… Kimseyi arkamdan dolandırmadan, kimisine tekme attım, kimisini ikna yoluyla, kimisini de anneme anlatıp takip ettirerek kurtulmuştum…

 

        

 

         Akşam Kız Sanat Okuluna devam ederken; bir yandan da yaptığım işleri satarak para kazanıyordum… Okula sipariş geldiğinde Müdire Neriman Gülman hanımefendi mutlaka bana yönlendiriyordu… Çiçek, gelinlerin saçlarını, makyajını tıpkı kuaförler gibi yapıyor gelin duvağı, mumla limon çiçeği ile şifon veya tülden yaptığım duvakları satıyor aile bütçesine katkıda bulunuyordum… Bu işler beni hem mutlu ediyor, hem de aile gururlandırıyordu…

        

 

         Askerdeki Cabbar abimle sürekli mektuplaşıyordum; o da bana hemen her gün karşılığını yazıyordu… Tam abimin askerden döneceği sırada Kore savaşı çıktı, sadece biz değil, tüm Türkiye oraya askerlerimizin gönderilmesine karşı çıkıyordu… Gazeteden, radyolardan bu konulardaki haberleri izliyorduk… O sırada abim, süresiz izinle geldi, hepimiz çok sevinmiştik ama babam hoşnut değildi…

 

        

 

         Kız Akşam Sanat okulu yılsonu sergiler, sınavlar, diploma törenleri benim için büyük fotoğraflar, büyük puntolu harflerle yapılan gazete haberleri aileme, topluma, ülkeme karşı sorumluluğumu daha da arttırdı, halkımla bütünleştirdi… 1946 yılına gelmiştik; Cumhuriyet Halk Partisine üye olarak kayıdımı yaptırıldı… Çünkü Türkiye çok sesli demokrasiye geçiyordu… Partimizin yönetim kurulu üyelerini bürokrat kişiler oluşturuyordu… Annem de Tarsus Belediye Ebesi olarak yönetimdeydi… Ankara CHP de genç bayanlara gereksinim duyduğu yıllarda Tarsus İlçesi nde genç kızın partiye kayıt olması olanaksızdı… Ama annem beni partiye üye olarak kayıt yaptırdı…

         Bana verilen görevlerin başında da miting meydanlarındaki hatiplerin konuşmaları teybe kayıt etmek geliyordu… Parti içinde bize genç kızlara bir oda verilmişti… Haftada bir gün kaymakam, asker, subay, belediye başkanı hanımları da ziyaretimize gelirler, partimizin daha başarılı olabilmesi, daha büyük etkinlikler yapması konusunda görüş alış-verişinde bulunurduk…

         İşte o yıllarda merhum Başbakan Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik KORALTAN, gibi kişiler Demokrat Partisini kurdular… Adnan Menderes’ in Aydın da çiftliği olduğu ve atları çok sevdiği için partisine de DEMİR KIRAT partisi denildi… Ve Demokrat Parti ardık meydanlara inmeye başlamıştı… Benim de üyesi olduğum CHP ye rakipti… Ben meydanlarda, toplantılarda sırtımda iki makaralı teyp asılı, üzerine geniş palto giyilerek kolumdan mikrofon avucuma uzatılmıştı… Ve meydanda hoparlörlerin altında sesleri alacağım teybin fişi Ziraat Bankası na takılacaktı, ben hazırdım; aman allahım ne kalabalıktı anlatmak zor, yaşamak daha da zordu... Kürsüye çıkacak olan Adnan Menderes bile o yoğun kalabalığı görünce zangır zangır titremeye başladı… Deneyimli politikacı, komitacı ve siyaseti bilen kişi olan Celal Bayar Menderes’i koltuk altlarından yakaladı ve kürsüye çıkardı… Ben teybin ses alma düğmesine bastım, partideki ilk aktif görevim böyle başladı…

         Adnan Menderes çok heyecanlı olduğu her hareketinden belli  oluyordu… Bir ara dili dolaştı, konuşma yapamaz duruma geldi… Hemen imdadına Celal Bayar yetişti… Celal Bayar o günün genç, yakışıklı, beyaz gömlek, siyah tıkımlı şık mı şık Refik Koraltan ‘ın bir elinde ay yıldızlı bayrak, diğerinde kıratlı bayrakla kürsüden halkı selamlayıp, o zamanda İZMİR MARŞINI söylemesi ile Menderes ortadan kayboldu… O günün Demokrat Partisine destek veren merhum Kasım Ekenler ve Aile bireylerinden öğrendiğimize göre Kasım Eken in çiftliğine gittiği söylendi… Kasım Ekenler dokuma fabrikası kurmuş, Çukurova da varlığı ile anılan bu insan, adını Türkiye ve Avrupa ya duyuran zenginliği, olgun kişiliği ve yardımlarıyla işçinin dostu, sevecenliğiyle ün salmış bir dosttu… O ilk mitingden sonra oldu mu adım Partici Kız… İşte o günün zor koşullarında yeni de korkusuzca görevimi yerine getirip, her ses kayıt edişimde korkusuzca görevimi yaptım… Koruma maksatlı insanlara da zarar gelmemesi için atılan sözlere kulak asmaz sadece sert ve dik dik bakarak Anadolu kadın genç kız olarak mangal yüreğimi ortaya koymuş kimse yaklaşıp ta uygunsuz hareket edememişti…

         Ailemden aldığım cesaret, partimin yüce insanlarından gördüğüm saygı ve sevgiye layık olmak benim amacımdı… Alnım açık gezebilmek, evlenirsem karşıdaki insanın yanında gururla koluna girmek, yüz kızartıcı bir tavrım olmaması için kimseye gülücük dahi atmadım…

         Meydanlarda görevimi başarıyla, coşkuyla, heyecanla sürdürürken, bana yapılan sataşmaları hiç ama hiç önemsemiyordum, rahatsız da olmuyordum, üstelik Atatürk ün kurduğu Partimizin CHP nin yüce kalması, partimizin altı oklu bayrağın simgesi Kocatepe bayırında yatan 6 gencin anısını yaşatmak benim için gurur kaynağıydı…

        

 

         Seçim kampanyası bitmiş, seçimler başlamıştı… Ama yaşım küçük olduğu için oy veremiyordum… O günün ilçe başkanı kayıt için çektirdiğim vesikalık fotografımdan 6x9 büyüklüğünde yaptırdığı fotografımı da bana hediye etmişlerdi… 1950 yılındaki seçimi partimiz kaybetti… Radyolar bangır bangır bağırıyor, davullar çalınıyor, İsmet İnönü fotoğraflı tabutlar omuzlarda rahmet okunuyordu; Atanın kurduğu CHP ye gönül veren, savaş görmüş, emek vermiş insanlar üzgündü… İsmet paşaya Askeri Şurayı ziyaret ederken;

         -Paşam seçimi iptal edelim mi? Diye soruyorlar…

         İsmetpaşa sakin ve sevecen bir sesle tarihi bir laf söylüyor;

         -Biz demokrasiyi halka tanıtmak değil, yaşatmak için kurduk… Ve seçimler sonrası Başbakanlıktan istifa ederek yerini, yeni seçilen Adnan Menderes’e devretti, kendisi muhalefette kaldı…

         Bir ara İsmetpaşa nın CHP den istifa ettiği haberleri yayıldı…

Neden; çünkü CHP yi oluşturan, Cumhuriyeti kuran, 1.İnönü , 2.İnönü ve Sakarya daki savaşları canı uğruna çarpışmış Osmanlı Subayları, Atatürk’ le birlikte sırt sırta vererek ne olursa olsun Türkiye yi yabancı istilasından kurtarıp, mutlak cumhuriyet rejimine kavuşturmaktı amaçları…

         İsmetpaşa partisinden hiçbir zaman istifa etmedi ama Başbakanlıktan istifa etti… Bülent Ecevit partinin genel başkanı seçildikten sonra da CHP Genel Başkanlığından istifa etti… Yüce kumandan İsmetpaşa’ yı her zaman saygıyla, rahmetle anar, fatihasını okurum, ruhu şad olsun… Ve Ata nın kurduğu CHP kalıcıdır, kalacaktır, kalmalıdır…

         Demokrat Parti iktidarı devir aldıktan sonra kahvehaneler, mahalleler ayrıldı… Demokratların kahvehanesi, CHP’ li lerin kahvehanesi diye ayrıldı…

         1950 de bürokratlara partilere girme, yönetimde yer alma gibi konular yasaklandı… Hatta öyle bir hale geldi ki CHP li kızla DP li evlenemezdi, komşuluklar bozuldu, güzel günler ister istemez kötü günlere dönüştü…

 

        

 

         Demokrat Partinin iktidara gelmesi; CHP’ nin yeniden kendini sorgulamasına yol açmıştı… Örneğin Pazartesi günleri tüm CHP li yöneticiler salonda toplanırdık… CHP nasıl kuruldu? Amasya Tamimi, Sivas Kongresi,

Erzurum Kongresi ile Mustafa Kemal’ in emperyalizme ve kapitalizme karşı savaşı anlatılırdı; CHP’nin halkçı, devrimci,

milliyetçi olarak Cumhuriyetçi kişiliği, yaptığı kongrelerdeki konuşmaları, devrimlerini insanlara anlatırdı uzmanlar…

         Tarihçi Tahir Bey, siyasetçi Hasan Ali Yücel Bey, Tarsus Çetebaşı Mustafa Karaca aslan, Çolak Samet, Keşküllü Hasan Amca, Hammami Emmiler, babam bizlere düşmanla nasıl savaştıklarını, boğuştuklarını, Müfdafai Hukuk Gurubu Terakki Perver kuruluşu, Halk Fırkasının kuruluşu gibi konlarını uzun uzun anlatırlardı…

         Bu toplantıyı hemen tüm Tarsus’ lular dinlerdi ve hatta köylülerimiz bile izlerlerdi… Mersin den dahi gelirdi o gün insanları bize… Meğer bu güzel toplantılarda bize Atatürk ve İsmetpaşa nın önemini, değerini aşılamışlar… Neyi savunmamız gerektiğini, öğretmişler… Şu anda aklımda kalan tarihçinin sözü; Kurtuluş savaşında İsmetpaşa Subay olan dedeme;

         -Sadık efendi, biz halkın selameti için uğraşıyoruz ama bazı kapitalistler vatan topraklarına düşman çağıran ve ondan yardım bekleyenler var, demiş…

         Şimdi bakıyorum; Amerika içimize girdi, yabancı hayranı olanlar kız alıp, kız verdi; nerede kaldı geçmişteki yüce insanların çabası, al sana 1919 -1920 lere dönüş noktası… Amerika dan alınan Marshall yardımıyla yapılan yolların bir tek çakıl taşı bile kalmadı ama borçlar katmerlendi hala da artmaya devam ediyor…

 

        

 

 

         İkinci Dünya Savaşı çıkmış tüm hızıyla devam ediyordu… Her an Türkiye de bu savaşın içine girebilecek duruma düşürülmüştü… Bazı gazeteler savaşı körüklüyor, sol yazarlar bile İnönü yü korkaklıkla suçluyordu… Hiçte olay göründüğü gibi değildi… Sebebi savaşın nasıl acımasız olduğunu bilen Milli Şef İsmet İnönü ulu insan her şeyi en derinlemesine kadar düşünüyordu…

         İngiltere Başbakanı Churcihll Türkiye ye gelecek, İnönü ile görüşecek ve yardım isteyecekti… İsmetpaşa Tarsus Yenice İstasyonunu boyayıp, Yenice yerine ANKARA yazısı çakıldı… Çevrede, kör, topal, yaşlı, yalnız kadın, erkekler gurubu toplatıldı… O yenice deki görülen okaliptüs ağaçları fideydi daha… Kara tren haşmeti ile Kelebek İstasyonundan çıktığı haberi alındı… Milli Şef İnönü, aşağı indi, İskemleye çıkıp, şöyle bir etrafına bakıntı, oraya Karacaaslan ın Buıck marka arabası karayılan parlaklığındaydı…

         İsmetpaşa bir bağırıyor, bir bağırıyor;

         -Çekiiiin, o arabayıııı!!! Kimin o arabaaa?Götürün, örtün, yakın,yok edin…!!

         Araba birkaç saniye sonra yok oldu… Koza saplarıyla kümbet haline getirildi… İsmetpaşa

         -Kardeşim ben politika yapıyorum… El keyfine bu harbe girmem… Belki ki bizleri zor günler bekliyor dedi ve tren görünce yukarı çıktı…

         Churcill Trenden Ankara diye Yenice ye indi, yukarı çıktı, İsmetpaşa salonun ortasında karşılamış…10-15 dakika sonra pencereden Churcill le birlikte görüntüler, halk ne olduğunu bilmeden, yabancı başbakana sevgi, selam ve alkış tutuyordu… Paşa İngiltere Başbakanına şöyle dedi;

         -Ben Türkiye olarak savaştan yeni çıktım, sakat, yaşlı, hasta halkım yaralı, kadınları korumakla sorumluyum… Zira 10-15 tane çocuk yetiştirdim onları da yaban ellerinde şehit bırakamam… Ama, sana dostça, yiyecek, tahıl yardımı yaparım diye beraberce Trene binip Adana ya hareket ettiler…

         Benim de tanık olduğum bu olayda Churcill i bir kök koza çubuğuyla uğurladık… Belleğime kazınan, hatta çakılan şeyin dürüst politika yapmak, her zaman doğruyu bulmak uyarıyla-öfkeyi birbirinden ayırmak, samimiyeti suiistimal etmemektir diye yerleştirdim…

         Ama yaşım neydi ki tüm bunları düşündüm derseniz yanılırsınız… Politika doğuştan başlarmış; nasıl mı? Anne süt versin diye ağlarsın, yıkanırken sıcak su dökmesin diye ağlar uyarırsın, bunları hep beynimizle yaparız… Öyleyse yaşam politikadır, hem de ölünceye kadar… Politika ölünceye kadar insanın olgunluk çağında ve de hangi partiye gönül vermişse o bir bağlılık, fedakarlık, gönül işidir… Siyaset gururlu, iffetli, şahsiyet sahibi olmuş insanların işidir..

 

 

        

 

 

         1954 yılına kadar Demokrat Parti mitinglerinin seslerini Tarsus Mersin, Adana da kayıt etmeye devam ettim… Daha sonra seyyar teypler çıkınca ben de bu görevden vazgeçtim… Parti içi çalışmalarına devam ettim… 1950 de Kore ye asker gönderilmesinden, parti içi muhalefete, natoya girişe, Demokrat Partinin dış güçlere ödün vermesine kadar pek çok olayı anı anına, günü gününe yaşadım… O sırada halkın morali çok bozuktu…

 

        

 

         18 Haziran 1954 benim idamımdı… İşte bu gün ani bir kararla evlenmeye karar verdim… Bu kararımı evli ve bir bebeği olan abim abim Cabbar ın ısrarıyla gerçekleştim… Çeyize giden arkadaşım, Zehra adına imzalanmış, paketlenmiş KATERİNA NIN AŞKLARI kitabını benim dolabıma koymuştu… Abim, dolabımı karıştırmış, bunları bulmuş, bana sordu;

         -Abi, Zehra ya ait gidecek olan paket… Özel lütfen dokunma, dediğimde, bana o güne kadar yapmadığı bir şey yaptı… Yanağıma bir tokat attı…

         Oysa abim askere giderken benim saçımdan bir deste kesip elbisenin cebinde saklamıştı… Aramız çok iyiydi ve çok iyi anlaşıyorduk… Bu olay karşısında annemden bir tepki gelmesini bekledim o da;

         -Kızım karısına caka satmak için böyle davrandı, dedi…

         Sinirlerim iyice bozulmuştu;

         -Anne eskiden istediklerinde Parmak kadar çocuğu veremem  derdin… Ama ben şu anda 23 yaşındayım… Şu anda bana gelecek ilk görücüyü ret etmeyeceğim… Senin gönlün olmasa bile evet deyip, bu kapıdan gelinliğimle, al duvağımla çıkıp gideceğim… Sanki bu olay daha önceden hazırlanmış bir komplo gibi gelişmeye başladı… Eşim olacak Lütfi Ataç  bana talip olmaz mı? Ama görüşmeyi kim hazırlayacaktı? Ancak Lutfi nin küçük kız kardeşi Nurten;

         -Ben görmeden bu iş olmaz… demiş..

         Gelip beni gördü çok beğenmiş, abisine öve öve bitirememiş…

         Ancak benim de bir koşulum vardı;  görüşmemizi ayarlayan Saniye Teyzesi ne karşı kaya gibi serttim, fırtına gibi esiyor, tepelerdeki bulutlar gibi her an yağmura, doluya, kar’a dönüşecekmişçesine esen rüzgara karşı koyarcasına ;

         -Bak teyze ben CHP ye kayıtlı üyeyim…

         -Tamam kızım, biz de sülale olarak zaten CHP’ liyiz…

         -Bu sözler yeterli değil, önce kayıt numarası, kimliği önemli, dedim..

         Aile gerçekten CHP liydi, kayıt fişi bunu doğruluyordu… Nüfus kağıdım verildi… Nikahtan bir gün önce parktan temin edilmiş kocaman bir gül demeti, bir kutu tatlıyla Lutfi yle tanıştım… 28 Kasım 1954 günü 30 metre şifon kumaştan, tüy gibi gelinliğimi kendim diktim duvağımı kendim yaptım, saçlarımı tarayıp makyajımı kendi elimle yaptı, tıpkı bir peri kızı veya bir kuğu gibi olmuştum; İkinci gün, nişan, nikah, aile arasında sadece bir törenle benim idam günüm ve hürriyetimin ilk adımı ve anne kucağından kopuşumun ilk günüydü…

 

        

 

 

         1954 yılı evliliğimizin hoş sayılan günleri ile parasal sıkıntımızda başladı… Eşim Lütfi Ataç Ziraat Bankası Yenice Şubesinde memurdu aldığı maaş 110 liraydı bu para ikimizi geçindiremiyordu… İş bana kaldı, hemen Tarsus ta bir biçki-dikiş kursu açtım, öğrenci başı 5 liradan gelen kızlara dikiş, nakış öğretiyordum… Yine buradaki müşterilerime tayyör, manto, gelinlik siparişleri yapıyordum…  Bu çabam tam 2 yıl sürdü; Tarsus’ tan Adana’ ya taşınma fikri bende oluştu;  o gün Tarsus ta partiye uğradık, ilçe başkanı bir nakil kayıt föyü verdi… Adana İl Başkanlığına vermemi söyledi…

         CHP  İl Binasındaki arkadaşlarım beni çok iyi karşıladılar, yepyeni tanımadığım kişiler beni tanıdıklarını, parti çalışmalarımı takip ettiklerini anlattılar, iltifat edip yer gösterdiler…  Partinin İl Başkanı geldi ;

         -Kızım sen küçükken mi partiye üye oldun? Daha çok gençsin diyordu…

         İl Başkanına zarfı verince beni kayıt olduğum fotografımı görünce herkes çok şaşırdı… Hemen kayıt işlemim yapıldı… Amacım Adanada da Tarsus ‘taki gibi biçki-dikiş yurdu açmaktı, ancak yaz mevsiminde halkın tamamına yakını, denizlere, yaylarlara gittikleri için bu konuda müşteri bulmakta zorlandım… Kendime daha kalıcı bir iş aramaya başladım…

 

        

 

 

         6 Haziran 1956 yılında Bossa Fabrikasında santral memuresi olarak işe başladım… Aile terbiyem, ses tonum, diksiyonumla kısa sürede kendimi herkese kabul ettirmiştim… Eşim de İzinli gelmişti, o da Adana Çimento Fabrikası nda ambar şefi olarak işe başladı… Beraber sırt sırta verip, çalışmalar yapıyor, yazları ise anneme gidip Çamlıyayla da vakit geçiriyorduk…

         Ancak bu aşamada, karpuz ekmek veya su ile fabrikadan getirdiğim ekmekle karnımızı doyurup işe gidip geldiğim oldu… Yazlık ayakkabımın altı delikti, yazın beyaza, kışın siyaha boyardım… Altan su girerdi, bastığımda üsten şelale gibi su fışkırtırdı…Kooperatifle ev edinme işine giriştik…

 

 

        

 

 

         Daha sonraki yıllar da Bossa Fabrikasında santral memuru olarak çalışmaya başladım… Baba Hacı Ömer, Sakıp Sabancı Bey, Küçük Hacı Bey, rahmetli İhsan Beyler beni kız kardeş olarak kabullendiler, her türlü yardımı yapacaklarını, hatta eşimi de aynı işyerinde çalışmasını önerdiler ama eşim de ben de istemedik… İşyerimden, patronlarımın hepsinden memnundum… Ancak dışarıdan, üst düzey yöneticilerden gelen, telefonlar beni rahatsız etmeye başlamıştı… Akşamdan kalma bir sarhoş beni 09.da aradı… Olur/olmaz tekliflerde bulunmaya başladı… Kendisini Türkiye Tekstil Fabrikaları Genel Teftiş Müdürü olduğunu, kendisiyle olmasam işten attıracağını, hiçbir fabrikada iş bulamayacağımı söyledi… Bu sırada Müdür Bey aradı;

         -Beni arayan bürokratlara yerimde olmadığımı söylüyormuşsun, doğru mu?

         -Bir dakika müdür bey diye fırladım müdürün odasına, telefonun ahizesini söküp aldım… Koşarcasına santral odasına geri döndüğümde; ayyaş, telefon açan zıpır gülüyor

         -Odayı hazırladılar… Erciyes Otel de sizi karşılayacaklar dedi…

         Bizim aç zampara karısına söyleyemediği sözleri bana söyleme cesareti buldu…

         -Beyefendi ben evliyim ve bu konulardan hiç hoşnut olmadım ama yapınız öyle gösteriyor ki; aynada seks diyorsun, eşinizi getirin ve ben de eşimi getireyim sende aynada onların aşklarını, sekslerini izle…

         Konuşmaları öteki telefonumla müdür beye dinlettim… Sonra odasına gittim, biraz önce beni azarlayan müdür başını dışarıya çevirmişti, yüzüme bakamıyordu… Telefonun ahizesini yerine taktım ki; müdür beyin telefonu çaldı… Dışarı çıkmak üzereydim ki rahmetli küçük Hacı Bey hışımla içeri girdi;  kolumdan tutup telefonu bana verdi;

         -Ulan sen genel müdürsün diye namuslu olan insanları zorla mı orospu yapacaksın… Gelmeden oraya raporunu yaz, gelirsem sonun olur… Ve telefonu kapattı…Bana döndü ;

         -Ohh…İ yi ettin, dersini verdin bacım…

         Baba Hacı Ömer Sabancı ’da ;

         -O it gelirse içeriye almayın demez mi?

         Müdür Bey bana döndü;

         -Gördün mü yaptığını?

         Hacı Bey müdüre döndü;

         -Şerefli insanlar burada çalışamayacaklar mı? Kendine iş ara, dedi…

         Ve benzer bazı olaylar nedeniyle ancak 10 ay dayanabildim… Santralden ayrılmaya karar verdim, başladım iş aramaya… Hacı Beyden yardım istedim;

         -Bacım biz karar aldık, fabrikaya kadın işçi yalnız katlama servisine alacağız ama sen çok dürüst, onurlu, mert, yiğit bir kadınsın…Seni sevdiğimiz için santral senin için en uygun olanıydı, ama sen de haklısın…Gel bakalım benimle…dedi…

         Güney Sanayi Basma Fabrikasına telefon edip, personele almalarını söyledi… Ben de hemen işlemlere başlayıp, bu fabrikaya gittim… Personel şefi Faruk Misvaklı hemen işe başlamamı istedi ve ertesi gün Güney Sanayi Basma Fabrikasında işe başladım… 1957 Yılında şefim Faruk Misvaklı ile çok iyi anlaşıyordum… Hacı Sabancı da sık sık telefon açıp;

         -O bizim bacımız, yanlış anlamayın, Her konuda ona lütfen yardımcı olun, derdi…

         Mesleğimde yükselmeye başlamıştım, herkesten takdir alıyordum... Faruk Misvaklı şefim 506 sayılı İşçi Hukuku kitabını önüme atıp;

         -Nebile bunu ezberle, demişti…

         Gerçekten de o gün benim gerçekten yaşamın zorluklarını, anladım… Para kazanmanın ne kadar zor olduğunu, işçi hukukunu okudukça daha iyi öğrendim… İnsanların saat ücreti 750 kuruştu… Kendilerine ait sigorta, maliye, vergilerin dışında bile kesinti bırakmadan ödüyordum… Maaş dağıtırken çok dikkatli davranıyordum… Ve çantalarla gelen paraların kuruşu kuruşuna, işçilerin ad-soyadını yazdığım zarflara koyup dağıtma sistemini getirdim…

         Şefim patron Ahmet Sapmaz la çay içerken beni çağırdı;

         -Ahmet Bey, bakın jet memurumuz Nebile hanım, diye beni onore etti..Sözlerine de ;

         -Ama bana şikayet var, deyince sırtım dan kaynar sular dökülüp, ayak tırnaklarımdan çıktı sanki…Utancımdan yüzü kızarmış,ateş basmıştı… Halimi gören patron gülerek;

         -Hanımefendi siz paraları zarfla dağıtıp erkenden geldiniz… Şu anda işçilerin arasında çatışması yaşanmıyor… Bozuk para sıkıntısı nasıl çözdünüz?

         -Efendim, bordrolardaki bozuk para oranlarını toplayıp bankadan temin ederek çözümledim… Koskocaman bir teşekkür alıp ödüllendirildim…

         Yıllar akıp giderken sendika ile tanıştım… İşveren sendikaya sıcak değil, soğuk bile bakmıyor, işçi- patronlar için üreten, çalışmak için yaratılmış bir varlık ama sendikalar da işçi haklarını savunan bir örgüt... Bir birleriyle iyi geçinmeleri gerekir… Ama bir gün işçiler yemekleri beğenmedikleri için boykot ettiler… Patron, şefler, müdürler, bir telaş içinde… Dışarı çıktım ki işçiler toplanmış, yemekhaneye girmiyorlar… Temsilci bir genç var, ben yavaşçı ona yaklaştım…

         -Toplanmanızın nedeni nedir?

         -Yemek güzel çıkmıyor… İşçiler olayı protesto ediyorlar… Boykot ediyorlar…

         Patron da, müdürler de, şefler de bu olayın nedenini bilmiyordu… Ben durumu şefe anlattım, şef patrona bildirdi, temsilciyi çağırıp konuştular… İşçi temsilcisi Yediemin olarak beni önerdi, Sapmaz beyde beni önerdi; böylece işçiyle- patron arasında denge unsuru olarak görev yapma sürecim başladı…

         Mutfağa temsilci ile birlikte çıktık; gerçekten pırasa haşlanıp salata olsa daha da güzel olacaktı… Hemen haşlanmış pırasaların suyunu süzüp tavada yağı, salçayı kavurup üzerine döktüm… Pırasalar güzel bir görünüm kazandı… Et sulu pilav, Tenekelerde verilmeyen helvaları siniye koydum… 15-20 dakika içinde işçileri yemekhaneye aldık, işçiler yemeklerini yediler… Patronlar da işçilerle yemek yeyip helva ikram ettiler… Böylece işçilerle patronlar arasında harika bir diyalog kurdum... Mutfakta sistem yoktu, bir takım insanlara torpilli davranılıyordu, bunların hepsini yasakladım… Kendime dahi yarım domates verilmesini engelledim… Herkese eşit yemek, veriliyordu…

         Daha sonraki günlerde de yemek haneye sık sık gitmeye başladım… Denetim yaptım, pişirme dersleri verdim… Kapakları bile açılmayan, tahin, pekmez helvalar vardı;

         -İşçilere bunları neden vermiyorsunuz? Dediğimde

         -Abla bunlarla kim uğraşacak?Yanıtını aldığımda şaşırıyor, dehşete düşüyordum… Sonraki günlerde, yine yemekler üzerinde denetimim sürerken, güzel güzel tahinler, helvalar, pekmezleri işçilere verdirdiğimde, halay çekerek bana teşekkür ettiler… İşçiler de patronlarda, herkes memnun olmuştu… Herkesin çalışma şevki arttı… Üretim kapasitesi iki katına çıkmıştı… Ahmet Sapmaz işçiye pirim dağıttı, maaşlara zam geldi…

         İşçilerle patronların arasını kötü niyetli insanların bozduğuna inandım… Ne patronlar,ne de işçilerin art niyetli olmadıklarını,ama bazı olumsuz düşünce sahiplerinin bu sistemi bozmaya çalıştığını anladım…

 

 

        

 

 

          1959 yılının sonbaharında bir gün  kronik bronşitten eşim fena biçimde rahatsızlandı, tedavi için İstanbul ’a gönderildi ve benim için zor anlar başladı..

Bu sırada gazetede bir ilan vardı; Devlet Su İşleri iyi, deneyimli tahakkuk memuru arıyordu… Şefime gidip, ilanı gösterdim, izin istedim başvurumu yaptım… Sınava girip,10 gün sonra da çalıştığım işyerime yanıt geldi…         Şefim mektubu bana verdi;

         -Bunu siz açın, dedi…

         Bende kendisinin açması için rica ettim;

         -Hayır… Siz açın, diyordu…Elleri titriyordu…

         Büroda çalışan arkadaşlar da heyecanlandılar, bazıları da;

         -Sanki kazanacakmış gibi görüyor kendisini diye dalga geçiyorlardı…

         Mektup açıldı ;

         -Yüzde 99 üzerinden puan ile sınavı kazandınız…

         Ücret 400 liraydı, çok iyi paraydı… Bu arada patronlar benim ayrılmamı istemiyorlardı; maaşımı 300 lira yaptılar, bu kez de diğer çalışanlar huzursuzluk belirtisi olan itiraz seslerini yükselttiler… Ancak daha sonra D CETVELİ DEVLET MEMURU KADROSU İLE 100 TL de harç geldi artık ne patron, ne şef, ne de müdür benim gidişime engel olamazdı… Hepsiyle vedalaştım;

Öğle yemeği yakındı, aşçımız kuru fasulye ile koca bir tepsi piyazı kendi eli  ile  yapıp getirmez mi? Bir kızdım ki ona; o da bana;

         -Ohhh beee… Senden kurtuluyoruz… Bunun mutluluğu için yemeği hazırladım demez mi? Bir yandan da ağlıyordu… Çünkü ona işini ben öğretmiştim,çıkışını durdurmuştum….

         Artık ayrılma zamanı gelmişti, Ahmet Sapmaz Katlama Servisine kart yazmış, istediğim kumaştan 1’er top verilmesini emir buyurmuşlar, ayrıca arabasıyla gidip alıp eve kadar da götürecekmiş itiraz ettim… Şefim;

         -Haydi sen daha büyük güzelliklere layıksın, dedi…

         Tabi ben sayısız top olmasına karşın bir top mavi, bir top beyaz kumaş ve patiska aldım… Şoförde;

         -Abla, bir topta benim için al, dedi… 3 top kumaşla eve döndüm… Ertesi gün Dsi de görevime başladım…

 

 

 

        

 

 

         DSİ de işbaşı yaptığım sabah devlet memuru iş hukuku kavramım değişti…Personel müdürü beni Bölge Müdürü  Sancar Bey e götürdü..

         -Bakın Müdür bey, sizin için çok güzel bir referans geldi…Onun için sizi hemen personelde işe başlatmayı uygun bulduk…diye beni daktiloya oturtmaz mı?Ben daktilodan anlamam,ince ince düşündüm…Heyecandan karbon kağıdını ters takmışım ; parşömenle şefime gittim ;

         -Bu da ne, sen böyle memur musun? Dedi… Baktım kolumun üzerine kalemle bir çizik attı…

         -Şefim bunu iltifatınız olarak kabul ediyorum, Hacı Beyle konuşmanızı rica ederim, diye odadan ayrıldım…

         Şunu da öğrendim; yeryüzünde temiz insan yok; ne kadar yoz bir insandı… Yaptığı hareketi içime sindiremiyordum… Ne pahasına olursa olsun bu adamı dövmeyi kafama yerleştirdim… Zaman kolluyordum…

         Böylece işimde en acı dakikam başladı…İşimde çok başarılıydım ama çevremdeki insanlar, hatta insan bozuntuları bana aç köpekler gibi saldırmak istiyorlardı….Yapacağım tek şey vardı,çok dikkatli olup,servise önceden biniyor,gelenlerden benimle ilgili konuşmaları dinliyordum…
         -Yahu bu adam bu kadına iftira ediyor… Bakın aylardır hepimizden önce servise biniyor, bizimle birlikte iniyor…

         Bir Cumartesi günü servis boş geldi… Kaptana sordum;

         -Bu gün neden kimse yok?

         -Bu gün tatil abla, dedi.

         -Beni neden aldın o zaman?

         -Ben servisi  otobüsünü  tamire götürüyordum,belki bekliyorsun diye aldım,...

         -Tamam, dedim…Hele kardeş personelde cümbüş var,izlemeye değer…

         Şoför ne söylemek istediğimi anladı;

         -Abla boş ver  o herkese öyle asılır, anasına bile asılır, deyince servisten inerek personele gittim…

         İdari İşler Şefi oturmuş;

         -Merhaba Mülazım Bey, dedim…

         Adam beni o kiloyla, öyle şevkle karşıladı ki, akıllara durgunluk verir…

         -Ohh be kimse yok…deyip aldım koridora…Dar yere  çektim bastım sopayı,bastım sopayı…Kravatın ince yerini de sol elime dolayıp, başladım sıkmaya..

         -Seni it oğlu it… Sen benim adımı nasıl kötüye çıkartısın?

         Öyle bir giriştim, omurları boyun kenarı tahtanın köşe tarafına sıkıştı… Bağıramıyor, vur Allah vur,vur Allah  vur…Adam ölürse bana vız geliyor…Bir baktım arkamdan bir ses ;

         -Abla, adamın gözlerine bak, adam ölüyor, demez mi?

         -Gebersin alçak rezil adi, herif…

         Elimden zor aldılar… Yeminler ediyor, tövbeler ediyor şoför arkadaş

         -Ulan  p.z .k..Sen  arabada atıp tutuyordun, hadi şimdi konuşsana, diye bir tekme de o attı..

         Belediye otobüsüyle eve döndüm; o sırada eşim de İstanbul’ dan dönmüş… Eşim de giyinmiş, benim yanıma gelecekmiş… Kırılmaması için bahçesi olan bir tanıdığımın evine gittik…

         İstanbul Zehra Bilir SSK hastanesinde bronşit tedavisi gören eşime bronografi yapılmış… Bu arada hiç çocuğumuzun olmayacağı belirlendi… Eşimle karar alıp,bu konuyu kimseye açıklamama kararı aldık, yaşamımı sürdürmeye devam ettik…

         1974 yılında eşimi kaybettiğimde çok üzülmüştüm ama 2.evlilik bana ters düşen bir olaydı… Ve hala yalnız yaşamaya devam ediyorum…

         Tabi bunları yazmak çok kolay ama yaşamak var ya yaşamak; insanı anasından doğduğuna pişman ediyor… O zor iki saatlik olay benim yaşamımda en büyük acı duyduğum zamandır… Şunu da burada söylemek istiyorum; kadına göre 250 gram fazlası olan erkek ne olursa olsun erkek haysiyetini insan olarak muhafaza etmek zorunda… Öyle ki kadın hiçbir zaman kötü ve olumsuz görmek istemez, hep güzeli,doğruyu görmek ister,bu nedenle de saflığının kurbanı olur…

 

 

 

        

 

         1959 yılı sonuna doğru İnönü ye komplolar artıkça arttı…Diğer yandan  Amerika’ dan alınan Marshall yardımı olarak alınan yardımlar, Türkiye için yersiz ve kalıcı olmayan yatırımlara harcandığı için boşa gitti, borçlar katmerlendi… Örneğin o yıllar karayolları çok cazipti ama o yollarda   kullanılacak araba ve akar yakıt gerekliydi… İşte o dönemde Başbakan Adnan Menderes doğuya açılmaya, oradaki komşularımızdan petrol almaya karar verdi…Yine Amerika da kullanılmayan,hurdaya atılan MAN kamyonlar boyayıp cilalanıp Türkiye ye gönderildi…

         Borçları ödeme yerine o günün hükümetine boğazlarda gözü olan İngiltere, Fransa ve Amerika Lozan antlaşmasını yok edip boğazlarda hakimiyet    imzası atılmasına ramak kala 27 Mayıs  1960 da hükümete karşı  darbe yapıldı…

         O yıllarda  Dsi deydim; sokağa çıkma yasağı var ama  halk sabah radyoda olanı duymuş, buna rağmen sokaklar tıklım tıklımdı… Bende serviste öğrendim;

         -Kaptan kardeş madem çıktık yola hadi işyerine gidelim…dedim..

         İtiraz etmedi, tüm arkadaşlar toplanmıştı, müdür beyi de haberdar ettik… Müdür bey ;

         -Toplu olarak değil herkes kendi odasına gitsin,anonsu beklesin, dedi….

         O sırada benim aklıma Büyük Atatürk ‘ün şu sözü geldi;

         -ESASLI DEVRİM YAPAMAZLAR…

         İşte Türkiye 1946 da çok partili demokrasiyi yaratırken bazı yanlışlar, hem CHP sini yaralamıştı, hem de hükümet büyük yara aldı…

         Darbe gerekçesi de CHP ye mal edildi… Demokrat Partilileri daha da kızdırdı… Paşa CHP aracılığıyla halkı sükunete çağıran bildiriler yayınlıyordu ; halk ikiye ayrılmış, ne olacağını bilmeden bekliyordu…Herkes suskundu…

 

        

 

         1960 ihtilalinden sonra parti içi çalışmalarım daha net bir şekilde su yüzüne çıkıp,gözler önüne serildi…Bu arada CHP parti ocak ve bucaklar kapanıp yerine İl ve İlçelerle bağlantısı gerçekleşti…

         12 Haziran 1960 günü 1924 anayasasını değiştiren Kurucu Mecliste Chp sinin varlığını kendisini göstermiş oldu… Demokrasi yüzünü açık bir şekilde ortaya koydu… İşçi Sendikalarının kurulması, Askerlerin oy kullanması, Mahkemelerin bağımsızlığı, Anayasa Mahkemesinin kurulması ve benzeri pek çok konulardaki gelişimlerin yaşama geçmesi Chp nin yükseliş duruma geçmesine neden oldu…

         Başka bir deyişle; 27 Mayıs darbesi Anayasa değişikliği Türkiye de sosyal ve siyasal hayatın ufkunu açmış oldu…

         Yeni anayasa  9 Temmuz  1961 de halk oylamasına sunuldu… Oy kullananların yüzde 65’i EVET  oyu verince Chp de yepyeni bir kimlik, yeni dönemdeki kurallardan yararlanması gerekirken kendi yararına gelişen bu olaylardan yeterince yararlanamadı , fazla ataklık gösteremedi…

         İsmetpaşa o günlerde çok acı çekti… Radyodaki konuşmalarında

         - Anladın mı çocuk? Derken  sesi titriyor,ve de geçmişini bilmeyen, geleceğini yani önünü göremez, diyordu…

         Bu arada Adnan Menderes, Refik Koraltan,Celal Bayar, Fatin Rüştü Zorlu nun mahkemeleri devam ederken; altan alta dinciler de dini kalkan yapıp parti oluşturma çabası içine girdiler…

         CHP 14 kurultaya hazırlanırken  Kasım Gülek in yönetimde olması çok üye ve delegeleri üzüyordu… Basın da Chp’ deki huzurluluğunu öyle taraflı yansıtıyordu ki; Milliyet, Cumhuriyet Gazeteleri sanki birden CHP karşıtı olmuştu…  Kurultay günü geldi çattı; biz o günün gazetesi saat başı yayın yapan Yeni Adana yı okuyarak, Ankara’ yı izliyorduk… Bir ıslık, bir alkış bir kıyamet koptu anonsta… Kasım Gülek’ in Genel Sekreter seçileceğinin işaretiydi bu…

         -Kasım Gülek yine genel sekreter seçilecek, dedim…

         O yıllarda kurultayda kavgalar, baş göz yarmalar, olurdu; salon savaş cephesine dönerdi… Halk da bundan inanılmaz biçimde tedirgin olurdu…Ve Kasım Gülek o kurultayda Genel Sekreter oldu…

                 

        

 

         Ve seçimlere  dört partiyle gidildi; chp birinci oldu 173 milletvekili çıkarttı… Senatonun 36 üyeliğini de CHP kazandı… Mehmet Can, Hayri Öner Adana’  dan milletvekili olmuştu.. Daha sonra 3 senatör ve 5 milletvekiliyle çok güzel çalışmalar yapmıştık…

         1961  ve 1972 seçimlerinde parti yine  içten içe kaynıyordu… Kimse kimseye güvenmiyordu ta ti 1980 darbesine kadar bu böyle gitti… Bu arada Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan idam edilmişti… İsmetpaşa’ nın çabaları boşa çıkmıştı… Kasım Gülek’ in dediği gibi;

         -Politika insanların suyunu limon gibi sıkıp posasını atmak değildir… Politika yapan insan bu işte bir yerlere gelmek istiyorsa, bu insanın sağlıklı, sağlam sinirleri, sabırlı, dürüst ve şahsiyet sahibi olduğu gibi eline, beline, diline de sahip olması şarttı… Her insan düşüncesinde serbestti ama halkın tercih ettiği kişi kendini her zaman kontrol altında tutmalı, seçmene hesap verecek duruma düşünce de rahatlıkla konuşup karşı kişiyi tatmin edebilmeliydi…Politikanın ilk yıllarında acemilik olabilir ama milletvekili olunca,artık kendisine çeki düzen vermesi gerekir…

         Ne olursa olsun parlamenterlerin hepsi için geçerli icraatın başında oldukları,sözlerinin geçtiği  bir dönem vardır…Hangi partiden seçilmiş olursa olsun vekiller  kendi kentlerinin sorunlarıyla ilgilenmelidirler..Gelen seçmenlerin sorunlarını güçleri yettiğince çözmeye çalışmalıdır…Seçmenine,memleketine hizmet eden vekillerin tekrar tekrar seçilme şansı olduğu gibi ; hizmet etmeyenlerin de bir daha seçilme şansları yoktur…

 

        

 

 

         1961/72 arasında neler oldu, neler geçti? Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan 5 Mayıs sabahı idam edildiler… Uçak kaçırılma olayları, karakollara baskınlar, jandarma erinin şehit edilmesi hepsi aynı hafta içine rastlaması beni çok üzüyordu… Ve aynı sabah 5.Olağanüstü kurultay Selim SIRRI Tarcan Stadında yapılıyordu, delegeler salona sıkı bir arama ile alınmaya başladı… Kimsenin bu idamlardan haberleri yoktu ama hava gergindi…

         6 Mayıs Sabah 09 da başlayan olağanüstü 5.kurultayda divan seçiminin ardından konuşmalar başladı… Ancak chp’nin en önemli, en güvenilir isimleri dışarıda kalmış, kurultaya girememişti… Ve İnönü konuşmasında Bülent Ecevit içinde;

         -Ya o ya ben, demişti…

         Şimdi de Ecevit için söyledi ve delegeler suskundu, Milli şef öyle azametli konuşuyor du ki; anımsadığım kadarıyla partiyi kapatırım diyecek kadar öfkeliydi ama daha da ileri gidip;

         -Ecevit benim de listemde ama onu genel başkan seçerseniz ben onun emrinde çalışmam demesi ile alkıştan salon yıkılıyordu..

         Bunun üzerine divan başkanı da dahil herkes Ecevit e verdi ama ben oyumu paşaya verdim… Ama, buna rağmen kaybederse ne olur dediğini yapar mı? 

         -Yani seçimi fesheder mi?

         -Gücü buna yeter mi?

         Delegeler arasında bunlar konuşulurken ben şunu söyledim;

         -Demokrasiyi kendisi kurdu… Demokrat Parti kazanınca askerleri şura  –PAŞAM seçimi iptal edelim mi? Dediklerinde paşa–Hayır olmaz biz demokrasiyi kurduk şimdide işletmesi yine bize düşer demişti… Paşa olsa olsa genel başkanlıktan istifa eder, dedim

         8 Mayıs 1972 günü saat 15.00 te Ankara Genel Merkez binasındayım… Haşmetli, mağrur bir eda ile gelen İsmetpaşa genel başkanlıktan istifa etti; yanlış anlamayın partiden değil… Tıpkı Deniz Baykal gibi uzun süre sessiz kaldı; ölmeden son sözü;

         -Seçim sonunda hükümet kuruldu mu oldu?

         Büyük Atatürk ölmeden önce kendisine kim göründü ki; onun da son sözü;

         -Aleykümselam, olmuştu…

         Böylece 1972 olağanüstü kurultayı CHP ye yepyeni gelecek, ufukta yeni bir Türkiye siyasetinde yeni bir devir açılmış oldu…

         Ak günler vaat edildi; 14 Mayıs 1972 günü genel başkan seçimi yine zor ve acı başladı… Kemal Satır Bülent Ecevit e cephe almış, bölünen partiyi daha da ileriye giderek kurultaya ihtiyati tedbir konulsun demekle de hata yaptı… Çünkü mahkeme bu isteğini reddetti… Ecevit bunun üzerine puan topladı:

         -HALKÇI  ECEVİT, tempoları arasında CHP Genel Başkanı seçildi…

         İsmet İnönü elini öptürmedi çok insan duygusal olarak gözyaşlarını tutamadı… İşte o anı yaşayanlar bilir sanki CHP’ miz bitmiş gibi bir havadaydık ama Ecevit Teşekkür gezisinde Mersin e geldi oradaydım… l6.beyaz güvercinin kanatlarının altısını kırmızı oje ile boyayıp 6 oku uçuran kişi bendim… Ve güvercin CHP nin barış simgesi olmuştu… Şimdi ise

         -Kimse ne güvercin de beni tanımıyorlar dersem sitem ediyorsun, dersiniz…

         -Seni tanıyoruz, diyenler de vardır ama olmalıdır…

         Çünkü ben chp’ nin sanırım en eski kayıtlı üyesiyim… Hala da parti içinde kadın kolları yönetim kurulu üyesi olarak partime çalışmayı, her türlü yardımı esirgemeyen biriyim…

         Burada bir konunun altını daha çizmek istiyorum; parti içinde olmak, bir unvan, paye, peşinden koşanlara sesleniyorum;

         -Ben şuraya talibim, bunu verirseniz partiye kayıt olurum…

         Ya da,

         -Bana şu makam uygundur, isterseniz çalışırım, demek son derece yanlıştır… Bu kurum Parti olmasa bile her hangi bir kurumda canla başla çalışmak gerekiyor… İnsanlar özverilerini kanıtladıklarında bir yerlere kendiliğinden zaten geliyorlar…

         Bakın ben 1956 yılında Türk Kadınlar Derneğine üye olarak kaydımı yaptırdım ve o zamanki başkanımız hanımla el ele vererek Adana binasının mülkünü aldık…  Türk Kadınlar Birliğini kendi binasına kavuşturduk ve oldukça başarılı çalışmalar yaptık, ağırlığımız vardı Adana da… Şimdi bizim aldığımız binada arkadaşlarım hala icraatlarını sürdürüyorlar… Ancak bu arkadaşların başka derneklerin gölgesinde kaldıklarını görüyorum, bundan da acı duyuyorum… Bizler gönül verdiğimiz parti veya derneğe sıkı sıkıya sarılıp sahip çıkmış, çalışmış insanlarız…

 

 

        

 

         1972 yılı çok çalkantılı geçmiş, en önemlisi İsmetpaşa’ yı rahatsız eden delege ve parti içi kadınları yüzünden 5 Kasım 1972 günü hem parti genel başkanlığından ve hem de yıllardır sürdürdüğü Malatya milletvekilliğinden de istifa ederek senatoya geçmiş ve siyaseti oradan takip etmiştir… Bizler de bu olaylara hem üzüldük, hem yaşı itibarı ile saygımızı kendisine oy vererek zamanında ve yerinde kanıtladık, bir yöntemle şefkatimizi gösterdik…

         Milli şefimiz, Merhum İsmetpaşa’mız  seçimi kaybedeceğini ve Sayın Ecevit in 1977 kurultayında genel başkanlığı 225 oy farkla alacağını hesap ederek bunu Ecevit lere salonda ilettim… Kadın kolu başkanı Adana il delegesi olarak dönmeyip, ertesi gün parti binasına davet edildim ve Genel Başkanım  bana;

         -Bunu nasıl tahmin ettin? Diye sordu…

         Yanıtım;

         -Hesap Genel Başkanım hesap, dedim…225 delege çöküşümüzdür, diye binadan ayrıldım…

         Ortalık toz duman… 1976,77,78 ve 79 yılları CHP nin çektiği acıyı yazmakla bitirmek olanaksız… İl Başkanımız Ahmet Albay vuruluyor, Kulkuloğlu, gençler vuruluyor, kan gövdeyi götürür haldeydi; 1979’daki küçük kurultayda Kadın Kolu Başkanı sıfatı ile söz verildi ve ben mikrofonda;

         -400 küsur turlamada Cumhurbaşkanı seçilemiyor yuh olsun bu parlamenterlere;  ardından faşizim tepemize vura vura, omuzu apoletliler ihtilale hazırlanıyor… Bunun mimarı da Cumhurbaşkanımı seçemeyen milletvekilleri değil mi? Bu milleti ezen insanlara tekrar tekrar yuh olsun, deyip sahneden inerken iki kişi koluma girip beni havada dışarıdaki taksi ile otele getirildim…

         Sordum;

         -Bu da ne oluyor?

         -Belediye Başkanının emri, dediler…

         Beni salondan ve medyadan taksiyle otele kaçırırcasına getirenler Belediye Başkanı Selahattin Çolak ın korumalarıymış…      Bu gün hala görüştüğümüzde o günleri gülümseyerek anarız…

 

 

        

 

 

         1979 daki küçük kurultaydaki konuşmamın ertesi günü parti binasından arandım… Kapıda beni uzun boylu, az makyajlı, siyah tayyörlü bir hanım karşıladı,

         -Sizi çaya davet ediyoruz, buyurmaz mısınız? Dedi…

         İçime bir kurt düştü; bir an düşündüm ve ne olursa olsun gitmeye karar verdim… Van ve Kahramanmaraş Kadın Kolları başkanları kaş göz işareti ile gitmemi engellemeye çalıştılar fakat ben;

         -Hanımefendi neden olmasın, deyip aşağıya indim… Siyah renkli bir arabaya binerek Kavaklıdere de bir apartman dairesine gittik… Uzun L bir salon; 5 bayan  5 koltukta hepsi benim akranım şık ama sade giyimli… Birinin başı beyaz örtülü idi… Muazzam sofra hazırlanmıştı, oturup kahvaltı yapıldı… Saat 19.20 oldu beklediğim soru geldi…
         -Askeri darbe olacak dediniz kurultayda, sizin bu konuda duyduğunuz bir şey mi var, bir bilginiz mi var, dediler…

         Ben hemen hazır cevap;

         -Hanımefendi görünen köy kılavuz istemez… 400 turdan fazla oylama yapıldı ama parlamento Cumhurbaşkanını seçemedi… Cumhurbaşkanı seçilse en azından bu kan durur ve de yapılacak darbe ötelenir bu sorunu da böylece demokratik olarak ortadan kalkar…

         Kimseden ses çıkmıyordu, bir gözlüklü bayan;

         -Hanımefendi çok doğru söyledi…5 adaydan birisi Cumhurbaşkanı seçilecek olsa idi yine ideolojilerini yörüngesine oturtup, dışa dönük darbe değil, paşa seçimle gelmiş olurdu…

         Bana dönerek;

         -Hanımefendi bu darbenin mimarı dediniz kimi işaret ettiniz?

         -Önce Cumhurbaşkanı olmayan akademik kültüre sahip olmayan kişinin kini ve hırsı yüzünden bu bir; ikincisi parti İnönü paşamızı diskalifiye etti ama CHP bölük pörçük olmasının da mimarı o kişidir bu iki. Tahmin ettiniz sanırım?

         -Evet ama askeri darbenin olması Bülent Beye ne kazandırır ki; bu kadar desteklediğiniz insanı suçluyorsunuz…

         -Kimseyi desteklemem eğer o insan CHP sine zarar veriyorsa asla onaylamam…

         -Peki darbe hepimizi yaralar bu kişinin kazancı ne olur ki?

         -Kazancı şu olacak düşüncesindeyim; Sizleri tanımıyorum ama bu kadar bir duyarlı konu için aranızda olmaktan gurur duyuyorum… Bakınız isim vermeden konuşuyorum, çünkü oyumu yine vereceğim ve sanırım bu insanın isteği Atatürk eskidi darbe ile CHP si kapanır, yıllar sonra kendi adıma parti kurar iktidarlara sahip olurum, böylece de adım kalır düşüncesiyle sanırım ve ufukta görünen darbeyi kabulleniyor engellemek için çaba göstermiyor olması…

         Bu konuşmalardan sonra chp genel merkezine geri döndüm… Rahşan ve Neriman hanım pürtelaş beni sorguya çektiler, ama benden bilgi alamadılar... İşte o günkü konuşmam 1980 darbesi ve CHP nin kapanışı oldu… Partim için bakın ben ne yaptım; Bülent Ecevit Hazma Köy de parti başkanlığından istifa  edeceği haberini okur okumaz telgraf çektim;

         -Sayın Genel Başkanım istifa etmeniz yersiz, çünkü Atatürk ün vasiyeti var, bu parti kapatılamaz, dedim..

         Elimdeki belgeye dayanak TRT televizyonu(o zaman bir tek kanaldan siyah-beyaz yayın yapıyordu) konuyu haber yaptı…

         -CHP nin açılmasını bekleyenler hayal görüyor… CHP bitti artık Türkiye ye yeni ve taze kan gerekli, yeni politikalar gerekir…

         Çılgına döndüm ve Cumhuriyet Gazetesine kınama yazısı yağdırıyordum… Hatta o günlerde partide görevli doğu ve güneydoğu Anadolu ya o günün modasıyla sürgün olarak gezdim…

Hatay, Gaziantep, Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Diyarbakır, Elazığ ve diğer illere gittim… Şanlıurfa canım oldu, Kahramanmaraş can yoldaşım, Hatay da ters düştüm ama görevimi yaptım… Gaziantep bir hoştu ama ille de Şanlıurfa, Elazığ, Diyarbakır başka güzellikler mesajları verdiler bana…

         YSE deki işçi arkadaşlar, bir yumruk olmuş, çalışıyor, CHP sinin geleceği için konuşuyor, saz çalıp türküler söylüyor, gençler hoşça vakit geçiriyorlardı…

         Acı da olsa o günleri özlemle anıyorum… Adana ya dönüşte raporlarımı hazırladım, müdürüm bana teşekkür etti, genel merkezden gönderilen Yol, Su Elektrik Bölge Müdürü Ahmet Şahin imzalı bir sürü takdir ve 15/16 tane teşekkür mektubu almıştım… YSE Bölge Müdürüm Ahmet Beyin Hanımı daha sonra beni evine davet etti… Dünya tatlısı, emekli öğretmen hanım, çocuğu olmamış ama mutluluğu çocukta değil, eşinde bulmuş… Bu çay davetinden de ilginç bir durum çıktı ortaya… Hanımefendi gayet nazikçe;

         -Nebile hanım, Ahmet bey milletvekili adayı, sizden kendisi isteyemedi, iyi de etmiş, ben rica ediyorum, siz seçim talimatı vererek yönlendirmenizi, yardım etmenizi istiyoruz desem bana kızar mısınız?

         -Benim size kızmam olanaksız ama müdürüm hangi partiden aday olacak onu bilmek isterim?

         -Adalet Partisinden...

         -Hanımefendi bunu bana nasıl teklif edersiniz?1946 tan beri CHP’ liyim  müdürüme zarar veririm, olmaz böyle bir şey, olamaz…

         -Ama, Nebile Hanım bu işleri para karşılığı yapanlar var… Örneğin kişi A partili ama C Partisinin reklamını yapıp para kazanıyor…

         -Canım kardeşim onlar gerçek partili olup, partisine sadık kişi olsa kendi partisine çalışır, demek ki o kişi para için partili ve de idealist kişiliği yok…

         Bu sırada Ahmet bey girdi içeriye;

         -Hanım ben sana demedim ki? Nebile Hanım kemik gibi serttir diye… 6 oklu bayrağın ideolojisine bağlı ve Atatürk ün kurduğu-parti diyor başka hiçbir şey demiyor… Gittiği her ilde sonsuz başarısı ve ç alışması oldu… Yani dağın altına gönderdik ama Nebile Hanım inan o dağı eritti, düze çıkarttı ve o illere ışık tuttu öyle ki Şanlıurfa da bölge müdürümüzü dize getirdi… Bak anlatsın da dinle dedi ve bana dönüp hele anlat, Nebile Hanım senden duymak istiyorum, dedi..

         -Ahmet Bey önemli değil, dedim… Ama ısrar edince daha fazla dayanamadım; ne de olsa bölge müdürümdü…

         -Ve Şanlıurfa da olay şöyle olmuştu; Sendikamızın seçimi var ben kurucu üye sıfatı ile özel davet edilmiştim… Giderken tayyör falan giymedim, hava kuru ve soğuk olduğu, konuşma da yapmayacağım için sıradan birisi gibi uzun yün etek, kazak, palto, poşi bağladım başıma tam bir Şanlıurfa’ lı gibi…

         Beni divana önerdiler kıyafetimden değil, Şanlıurfalıları divan başkanı olarak bir tarafı tutarak incitmek istemediğim için kabul etmedim… Çünkü divan başkanlığı bana ters geldi teşekkür ettim, dostlara alkışlarla yerime oturdum… Kongreyi izliyorum kendine özgü kahvesi Mırra içiyorum adım birden anons ediliyor;

         -YSE sendika kurucusu Nebile Ataç, büyüğümüz, lütfen kürsüye gelsin…

         Divana öfkelendim; ama başkanlığı kabul etmememe karşın konuşma için kürsüye çıktım… Mikrofonu elime aldım;

         -Selam dostlarım… Aranızda bulunmaktan büyük onur duyuyorum…

         Ve konuşmamın bir yerinde;

         -Vay Benim garip Şanlıurfalım, dedim kıyamet koptu…

         Baktım kavgalar, gürültüler başladı guruplar birbirlerine girecek… Bu defa gür sesimle;

         -Bakın ben buraya niçin geldim biliyor musunuz?

         Ses yok herkes sustu, nefes almadan beni dinliyorlar, birisi;

         -Sürgün geldin, dedi…

         -Hayır sürgün değilim… Yol, Su Elektrik Bölge Müdürlüğü burasını pilot bölge ilan etti… Pilot bölge her şeyden yoksun,ama her şeyin yapılacağı bir yerleşim bölgesi demektir… Hizmet alacaksınız, burası imar edilecek, her şey çok güzel olacak… Pilot bölge olarak devlet burayı seçti; bölge kalkınsın  gelişsin istiyor… Ben 15 arkadaşınızla her gün çalışıyor, onlara iş öğretiyor, iki kişiyi amir, diğerlerini de daimi yapmak için bura geldim, burada onun için bulunuyorum… Haydi şimdi yuhalayın… Hoşça kalın, diyerek kürsüden ineceğim, bu sefer;

         -Abla bizi aydınlattın biraz daha konuş… Sorularımız var, onları cevapla…

         -Hayır mesai dışında odamda konuşalım, dedim, kürsüden ayrıldım…

         Ertesi gün YSE ye geldim kapı bekçisi beni içeriye almak istemiyor silah  da çekmiş;

         -Girmesin müdürün emri, diye bağırıyor…

         Ben  içeriye  girip binaya doğru yürüdüm baktım müdür pencerede, bekçi  arkamda ben yürüyorum, müdür Oktay Beyin odasına hışımla girdim ve;

         -Müdür Bey, Müdür Bey, burada neler oluyor?

         -Hiç dedi…

         -Nasıl hiç Müdür Bey?

         -Sizin gitmeniz gerekli…

         -Müdür bey burası ne sizin babanızın nede benim babamın çiftliği… Burası hepimizin koruma ve çalışması gereken yer… Ben tuttuğum dalı asla bırakmam… Bu kadar masraf yapıp arşivi düzenleme, dosya ve evrakları yerleştirme aşamasına geldim… Ben sizin keyfinize göre bu işi yarım bırakıp gideceğim öyle mi?

         Babanızın çitliğinden mi kovuyor sunuz beni? Bu iş benim işim eli keser burada bırakırım Oktay gider Ali gelir, bu işi tamamlarım ama şu var sizde Vali beyde gezdiniz gördünüz; Vali beyden Adana’ ya takdirim gitmiş… Nasıl olur benim işimi yarım bırakıp dönmemi istersiniz? Bir özdeyiş vardır Ayvaz yapar işi Köroğlu alır şanı diye… Ben dev bir iş kuruyorum burada… Ben geçip giderim, siz de gidersiniz ama adınız kalır burada… Bizler sel gider, kum kalır misali kalırız… YSE Bölge Müdürüm Ahmet Şahin ve hanımı da sessizce dinlediler…

         Ahmet Bey;

         -Ya işte böyle hanım; bak Nebile Hanım böyle birisi…

         Hemen atıldım;

         -Ne bileyim bela kadın demiştir benim için eşiniz öyle mi?

         Hanımefendinin de hoşuna gitti gülüştük;

          Daha sonra Vali Beyde şöyle demiş;

         -Nebile gitmeyecek, kalıyor Oktay sen gidersin, Nebile işçi o kalır..

         Ben de kendi kendime;

         -Nebile sen neymişsin be? Aferin kendime… Bak kızım mangal gibi yüreğini koydun mu ortaya böyle güzellikler çıkıyor…

         Bu arada çayım soğumuş hanımın sesi ile kendime geldim…

Çaylar yenilendi, sohbetler yapıldı, eve döndüm… Ve işime devam ederken Ahmet Bey Bakanlık, Genel Müdürlükten gönderilen elinde takdir belgeleriyle geldi bana verdi;

         -Bunlar bana değil, Şanlıurfa da bana acılı çiğköfte yediren, davet eden, yöre yemeklerini tanıtan, garip insanlara layık, diyerek çekmeceme attım…

         Keşke onları korusaydım şimdi kitapta olurdu… Hoş olsa da olmasa da önemli değil bu kitabı okuyan her kimse bunu böyle sorgulasın demek ki hala içimizde mangal yürekli Anadolu kadını var ne mutlu bize ışık tutan analara, ablalara, bacılara, teyzelere…

         Hiç doğum yapmadım ama okuttuğum oğlum, kızım, çok hani maddi ve manevi talebelerim çok fazla…

        

        

 

         Çamlıyayla dayım; Erkek Lisesi Aile Birliği seçimi yapılırken, İstiklal Mahallesi halkı benim ismimi de yönetim kurulu listesine yazmışlar… Müdür Yusuf Püsküllü ;

         -Onun çocuğu yok ki, demiş…

         Mahallelide;

         -Bizim çocuğumuz onun da çocuğu sayılır… İsterseniz çocuklarımızın velisi olarak Nebile Ataç ablamızı yazarız, demişler ..

         Yusuf Püsküllü hoca aslında beni tanıyordu… Yoksul öğrencileri sürekli giydiriyordum, kitap, defter, kalem alıp götürürdüm…

         Haberim olmadan seçilmişim tam 12 yıl dernekte Saymanlık görevi de üstlendim… Derneğe başkan olamazdım, çünkü CHP Kadın Kolları Başkanı  ve partinin müdürüydüm… İnanın öyle günlerim oldu ki 24 saati 12 saate sığdırmak zorunda kalırdım…

 

        

 

 

         Türkiye nin en karışık zamanlarıydı; MHP’ li gençler partimizin karşısındaki bir binaya makineli tüfek koymuşlardı… Bizim yani CHP’ li gençlerimizi asla balkona çıkartmıyorlardı…

         Eve giderken de gençleri birer ikişer kişi olarak sokağa çıkarıyor, onları korumak için en son da ben çıkıyordum… Hatta partide sürekli bulunan polis korumalardan bile chp’ li gençleri sakınıyordum… Çünkü MHP’ li gençlerin,  bir fikri karşılıklı olarak tartıştıktan sonra kabul ya da reddedip dost kalma gibi bir durumları yoktu, dost olamıyorlardı…

         Hele hele MHP Kadın Kolu Başkanın katledilişi bizde panik yaratmıştı o günleri asla unutamıyorum… İşte yeniliyorum; sayın Ecevit 1977’ de hükümeti kurarken mhp nin vekil sayısı chp’ yle birleştiğinde hükümet kurmak için bize yetiyordu…

         Sayın Deniz Baykal ve bazı milletvekilleri senatörler, CHP in Kadın  kolları Türkiye çapında imzalar toplayıp göndermemize karşın Lütfen MHP’ yle hükümet kurun dememize karşın; sayın Ecevit kendi inadı ve üniversite kariyerinin olmaması, Cumhurbaşkanı olamayacağı için ama kendinin partiye aldığı insanların tümünü kırıp döküp demokrat partiden 11 milletvekilini alarak hükümet kurdu… Kurdu ama Türkiye’ deki çatışmalarda akan kanı daha da fazlalaştırdı…

         Kahramanmaraş olayları ben YSE görevlisi olarak bu güzel kentimizde bulunuyordum… Aman Allah’ım o neydi? YSE müdürü kendini ve işçilerini korudu diye hapse girdi o ne kabustu öyle? Ama ben şimdi tüm partili arkadaşlarıma sesleniyorum ve diyorum ki:

         -Parti, dernek, ocak, bucak çalışmalarında görev alın inandığınız ilkelerinizi orada savunun, politikaya girin ve boş zamanlarınızı değerlendirin… Ama,birinci koşul dürüst, mert ve yürekli olmaktır… Eğer ki ben 25x3 artı 2 yaş gurubunun dolu dolu  sürdürüyorsam  bunu  tertemiz, pırıl pırıl günler geçirmiş olmam ve hayattan ders alıp kendimi yetiştirmiş olmam  nedeniyle bunları söylemeye kendimi yetkili görüyorum…

         Parti içinde önce partiye ilçe başkanlığı, gençlik ya da kadın ise kadın kollarında görev alın, gönlünde yatan hedefe adım adım ulaşman için partinin program, tüzük ve gelenek göreneklerini iyi bilmen gerek… Bunları öğrenme zorunda hisset kendini… Bir yerlere gelebilmen için önce parti çalışmalarında edepli, terbiyeli, dürüst olun…

         Diyeceksiniz ki: benim terbiyem bana yeter… Hayır yetmez; önce    gençlerden başlayalım;

         -Ey Genç!

         Önce atamızın sözü “adam gibi adam olmak”  için önce partinin resmi daire olduğunu düşün, kıyafetini ona göre seç… Büyük küçük kadın, erkek, hatta kapıcıya, yani partide çalışan tüm insanlara saygılı ol… Konuşurken asla argo kullanma… Arkadaşın partiye geldiğinde onunla çok samimi olsan bile laubali davranma, son derece resmi, kibar ol… Karşıdaki kişi de sana öyle davransın, seni saysın… Yüksek sesle asla konuşma… Toplu bulunulan yerlerde sigara içme… Telefonla konuşmak istiyorsan parti üst görevlilerinden rica ederek dileğini ilet… Konuşmanı kısa tut…

         İleride delege ve parti içi görevler alır ve beğenilirsen kendini İl Genel Meclis Üyesi, Belediye Meclisi Üyesi, Yönetim Kurulu üyesi, İl ve İlçe Başkanlıkları hatta milletvekilliğine kadar gidecek yolun açık olur… Ama kendi disiplin ve parti içinde aldığın, parti gelenekleri seni bir güzel pişirip kıvamına getirsin…

         Çeşitli örnekleri de var; başka partili olup kendi partisinden seçilemeyeceğini anlayanlar gelir, partiye yüzünü sürer, harcamalar yapar, sen bunu gerçek sanır ve o kişiyi seçersin… Ama o insan kompleksi için partiyi siler süpürür yok eder… Kendini satar, bizlere de hiçbir yararı olmaz… Ve o aşamada bizler de hiçbir şey yapamayız… Eğer istifa etme nedeni başka partiye gitmekse o kişi asla bir partiye girmemelidir…

         Partinin okulundan başarıyla mezun olan genç arkadaşlarımın böyle olgun hale gelip, yüce bir kişilik sahibi olmaması için hiçbir engel yoktur… Tıpkı benim 1946 da kayıtlı olarak 2005 yılına kadar o disiplini alıp, parti terbiyesini hala sürdürdüğüm gibi, karşılığını aldığım gibi…

         Gelelim hanım arkadaşlarıma;

         Sevgi dolu yüreğimle açık seçik yazıyorum; önemseyip önemsememek sizin gönlünüze kalmıştır… Bakın Tarsus ta 1946 yılında gencecik çok sesli bir partili dönemde biz gençlere hafta içi bir gün oda verilirdi… Bizler oraya toplanıp, kısık sesle konuşma yapar, işlerimizin işlerken gazete, dergilerdeki yazılanları gözden geçirir, tüzük, program, partiyi ilgilendiren broşürler okur vakit geçirirdik… Büyüklerimiz, deneyimli politikacılarımız bize özen gösterir, saygı ve sevgilerini verirlerdi…

         Genç kız olmamıza karşın kılık kıyafetlerimiz devlet memuru, öğretmenlerin giydiği; talimatlara uygun, tertemiz, çoraplı, etek boyu, diz altı şeklindeydi… Kimimizin başı örtülü, kimimizin başı açıktı… Odamızda herkes birbirine sevgi ve saygı eşliğinde davranırdı… Yönetimdeki Sabahat hanım bir de annem gelirler, bizleri sürekli denetlerlerdi… Bazı günler İçe Başkanı, Belediye Başkanın eşleri de aramıza katılırdı… Biz onları ağırlar ve hoşnut şekilde onlar da bizleri evlerinde ağırlarlardı…

         Bir kadın, bir genç kız parti içinde kendini devlet dairesindeki memur gibi hissetmesi, öyle davranması ve sürekli ciddi olması, gerekir… Göğüsleri yarısına kadar açık, omuzları düşük, daracık pantolon, dar ve kısa etek, aşırı makyaj veya aşırı parfümeri gibi ürünleri kullanıp, bacak bacak üstüne atıp çirkin bir oturuşla iç çamaşırını gösterip karşı cinsi tahrik edici harekette bulunmayın… Hiçbir parti için bu yakışık almaz… Hele hele CHP gibi bir parti, bir kurumda böyle davranışlar hiçbir kadına yakışmaz…

           Çünkü, bu şekilde davrananların çoğu bir süre sonra dışlanıyor, atılıyor, kendisini sokakta buluyor…

        

         Yaşam koşulları insanları sürekli zorluyor; işsizlik, hızlı nüfus artışı gibi konular erkeklerin daha çok çalışmasını zorunlu hale getiriyor…

         Bir lokma ekmek için kendini paralayan, etini satan, zulme uğrayan anneler yavrularını yurtlara verip devlet güvencesi altına almak istiyorlar… Orada da çocuklarımız çeşitli ruhsal sorunlar yaşıyorlar… Bu çocukları gücü olan koruyucu ailelerin yanlarına alması gerekir… İktidarda hangi parti olursa olsun, koruyucu aileler çocuklara bir şey veremezlerse bile iyi bir aile terbiyesi vermiş olurlar…

         Örneğin benim böyle bir kızım oldu; sevecen, hanım hanımcık, dünya tatlısı, can yoldaşım tatlı gülüşü, güzelliğiyle beni mutlu ediyor… Ömrüm vefa ederse gelin edip iç güveysi bir damat alacağım… Kızımı gözümden ayırmam, bazı ufak tefek sorunları var onların da geçmesini bekliyorum; inanıyorum ki geçecek… Onun istekleri beni mutlu ediyor, istemeden de çok şey yapacağım her şeyim onundur…

 

        

 

 

         Günler su gibi akıp giderken geçmişin tatlı acıları insan yaşantısının içindeki güzel olan her olay meyve veriyor… Mühendislikte gece okuyan  öğrencilere anne olmuştum… Hem işlerinde yardımcı olur, hem de oruç tutan veya tutmayan bu yavrulara yemeğe alırdım… Eşimde bu olaylardan mutlu oluyordu…

         -Çok akıllısın, bu çocuklar sana anne derken içlerinden bir sevgi, gözlerinde bir pırıltı oluşuyor… Acaba bizim kendi bebeğimiz olsa böyle mi olurdu? Derken hüzünle bakardı ama mutlu da olurdu

         -Sevgili kocacığım bak canım gelin olduğum gün Allah tan her şeyin hayırlısını istemiştim… Sen de amin demiştin… Okuduğum yasin-i Şerif dualarıma eşlik etmiştin değil mi? Doğurmak marifet değil, topluma iyi insan yetiştirmek bu kişileri sevgiyle büyütmek her türlü alt yapısını hazırladıktan sonra bu işe girişmek gerekir…

         Biz anne baba olamadık ama bizden yardım bekleyen, öğrencilere anne-oğul; baba- kız gibi davranmakta bizim insanlık görevimiz hayatım… Teselli ettiğim zaman çok rahatlardı, mutlu olurdu…

         Eşimdeki müzmin bronşit denilen illetinin tedavisi 1958 de başladı 1974  15 Mayıs saat 15.00 de Perşembe günü sona erdi… Yani eşime her türlü tedavi yaptırmama karşılık onun bu hastalıktan kurtaramadım… Ölümüyle birlikte çok büyük acılar çektim fakat yılmadım, bıkmadım, tek başıma hayatımı bu güne kadar devam ettirdim… Kendime hayat arkadaşları can yoldaşları olarak seçtiğim kişiler oldu; örneğin okuyan veya öğretmen olan kızlara evimi açtım, bende kaldılar uzun yıllar…

         1974 Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Kıbrıs Türk Kadınlar Derneği’nden üç kızım tıpta okudular… İskenderun’ dan üç kızım oldu, Ankara da emekli öğretmen İlhan Güleç şimdi evli bir oğlum var hala ailece görüşürüz ve de inanılmaz biçimde çok severim… Hele okuttuğum 16.cı oğlum var evli iki bebesi, birde dünya güzeli tatlı mı tatlı eşi, gelinim Zeynep… İstanbul Tapu Kadastro da memur olarak çalışan sevgili oğlum Sadık Küçük, işiniz düşerse uğrayın, selamımı söyleyin yeter…

         Benim yapımda şu vardır; kız çocukları evimde kalırdı; erkekleri yarı yurtta, yarı evde barındırıp yardımcı olurdum… Nedeni belli; eşi olmayan bir kadının her zaman duyarlı, tedbirli olması gerekir…

         Benim bir de oğlum var; gazeteci, televizyon yorumcusu, saygı duyduğum kardeşim Abdulkadir Kaçar, çok severim…   Şimdi ne mi yapıyorum? Tarsus’ un Çamlı yaylasındaki Sebil beldesinde yaşıyorum… Küçük küçük kardelen çiçeğiyle uğraşıyorum… Başına gelmedik kalmadı, ama ben onun koruyucusuyum; benden almak isteyenlere de vermiyorum,onun tomurcuklanıp, dünyaya yeniden gözlerini açacağı günü sabırsızlıkla bekliyorum….

 

 

 

 

 

 

 

 

 

         DENİZ BAYKAL BEYEFENDİYE MEKTUP

 

         Sayın Baykal siz bu mektubu aldığınız da belki ben ölmüş olabilirim ama sizler sağ olun ve Cumhuriyet Halk Partisine sahip çıkın… Çünkü partimiz bize ulu önder Atatürk’ ten yadigardır…

         Partimizin 6 oklu amblemi ise Afyon ili Sandıklı İlçesi bayırında yatan; altı Mehmetçik şehitlerin yatış şeklidir… Şehitlerin altının adının Mehmet oluşu en uzun boylu olan şehit Mehmet in künyesinin imam olması Atamızı öyle duygulandırır ki dizini çöker kaburgası kırık olduğu halde cebinden defterini çıkartıp o 6 ok şehidin yatış şeklini çizer: başı olmayanı da belirler, göz yaşları dökerek;

         -Mehmetçikler ben sizi ölümsüzleştiririm, der…

         Sakın beni yanlış anlamayın bu olayı babamdan dinledim; çünkü babam  Kocatepe deki taarruzda Atatürk’le berabermiş… Nedeni babam Atamızın yakın dostu jandarma yüzbaşısı Sadık efendi nin oğlu ve Selanik’ ten  tanıdığı arkadaşlıktan da öte dostlukları olan kişi… Ayrıca babam da Rumca, Fransızca, Arapça, Atamız kadar güzel bilen kişiliğinden olacak ki yanından ayırmamış ve bu olaya şahit olmuş… Bizler ailece Atatürkçü büyüdük ve 6 ok amblemli bayrağa ay yıldızlı bayrak kadar saygılıyız…

         Bu mektubu yazışımın nedeni ise 1980 öncesi size yaptığım haksız saygısızlığımı o günün duygusal olarak yanlışlığımı af ettirmekti, can kardeş sebebi ise Ecevit bizlere sizi hep yanlış tanıttı ama kendisinin 1980 ihtilalini geliştirip 400 küsur turda Cumhurbaşkanı seçtirememesi, solcu geçinip sağcı olduğunu açıkça ortaya koyamayan biz CHP lileri, Türkeş in adamlarına boğduran adam olduğunu 1976 seçim konuşması; yer İskenderun

         -Su kullananın toprak işleyenin sözü gençleri denize dökerken alkış ve sevinçten duyduğu haz gözleri yaşartmıştı… Ya ertesi gün Tarsus da aynı gençlere hitap ederken;

         -Komünist’ lere geçit yok kimse sevinmesin diyor…

         Parantez açıyor, dili sürçmüş olan oluyor tabi…

         Yüksek Çakmur un kafası kırıldı, ben gençlerin önünde bangır bangır bağırıyor;

         -Sakin olun, diyorum…

         Sayın Lütfi Doğan kürsüden sükunet çağrısı yapıyor, polisler, seyrediyor… İşte o zaman dağlara taşlara, Urfa Pirinçlik yollarına gece soğuklarda yazılar yazdığıma lanet ederek bürokrat çocuğu gazeteciden lider olmazmış diye düşündüm… Ama, heyhat çünkü akademik olmayışı hırsını yenemeyişi, oturduğu makamı hazmedemeyişini gördüm, yoksa yanılıyor muyum kader arkadaşım Sayın Baykal…

         Hele 1974 de hükümet kurarken sizin Ecevit e

         -Türkeş’le hükümet kurulursa bu ülkede kan durur önerinize rağmen sizin akılcı yürekli ve üniversiteli oluşunuzdan korkan bu kişi Başbakan olmak isteğiyle MSP yle hükümet kurup, Kıbrıs’ a çıkartma yapıp onca gençlerimizin şehit, gazi olmalarına sebep olması da sadece kendi çıkarları doğrultusunda ve kanaati taşımaktayım…

         Arkasından MSP kendi olanaklarını kullanarak Konya da ilk yeşil bayrak açması ile sönen irtica yı da hortlattı… Ne yaptı istifa edip seçime gidildi, on birlerle hükümet kurdu… Matara’cı gibi insanı Gümrük ve Tekel Bakanı, diğerlerini de bakan yapıp oraya oturdu… Mataracı nın yolsuzluğunda ona istifa teklif ettiğinde ise Mataracı;

         -Benim 250 milyon lira gelirim var siz de yararlanıyorsunuz… Bakanlıktan istifa edersem sizden de ayrılırım, diyerek Ecevit i tersledi...

         Ama Başbakan olarak kalsın da ne olursa olsun diyen bu insan Atamızı ve İsmetpaşa’ yı artı CHP yi silip kendisinin parti kurma düşünü gerçekleştirebilmek için 1980 ihtilalini gerçekleştirdi tabi ki…

         1980 İHTİLALİNDEN SONRA KENDİ ADINA DEĞİL, Rahşan hanıma parti  kurma imajına erişti… Ben kendilerine parti kurmayıp chp’ sinin mutlaka yaşama geçeceğini, partimizin kapatılmasının  mimarının kendisinin Hamzaköy de Parti Başkanlığından istifa etmesinin neden olduğunu belirten telgraf çektiğime TRT Televizyonunun haberlerinde CHP nin açılacağının hayal olduğunu izleyince de deli olmuşçasına kınamalar yazmıştım…

         İşte kader arkadaşım bunları sizden özür dilemek ve sizinle paylaşmak, sizin o parlak zekanızı bizim geri zekalıların anlamamış olmasını, o mangal yüreğinizi, yumuşak, Atatürkçü ve vatan severliğinizi 1980 öncesi göremediğimiz için sizden af diliyor, doğru yolunuzda devam etmenizi diliyorum. Bu nasihatim acizane ileride Cumhurbaşkanı adayı olduğun ki(olacağınıza inanıyorum, iç güdülerim beni yanıltmaz) listeyi tam çıkarınız muvaffak olacaksınız inanın…

         Daha bitmedi; eşinizi tanımıyorum ama hüküm yürütüyorum izninizle… İnancım odur ki Olcay hanımefendi çok zarif, ince, narin yapılı, yüreği sevgiyle dolu, sevecen ailesine sıcak bakan, ailesine düşkün ve politikanın ne kadar acımasız ikiyüzlü insanların ön planda olduğunu gören kişiliğe sahip bir insan olduğunu söyleyebilirim... Bu kişi vekil Baykal ın eşi değil, sevdiği insanın çocuklarının babası Deniz Beyin eşi olduğunu kanıtlayan bir hanımefendi…

         Kanaatim odur ki; politikaya sıcak bakmıyor, bunun için hanımefendiye saygı duyuyor, sevgilerimle kucaklıyorum… Kişiliğini koruyor, yanılmadığımı biliyorum… Bu mektubu aldığınızda ölmüş olabilirim her halde beni fatiha ile anarsanız ruhum şad olur sevgili dostlarım kader arkadaşlarım…

         Beni tanımazsınız ama tanıtayım;1946 CHP Tarsus İlçesine kayıtlı olarak (çok partili yaşama geçişte)başladım…1956 yılında Adana ‘ya naklen geldim YSE’ den 1976 yılında emekliye ayrıldım… CHP nin Adana İl Kadın Kolları Başkanlığını yaptım, parti müdürlüğü ve her dönemde aktif görevlerde bulundum…1980 ihtilali sonrası kurulan partilerden çok teklif aldım ama CHP nin açılacağına inancım vardı ve bu inançla ölürüm başka partiye geçmem demiştim… İnşallah CHP’ si bir gün dondurulduğu yerden başlayacaktır…

         Şu anda ev adresinizi bilmediğim için Meclise de bu günkü konumunuz ile gönderemediğim bu mektubu partimizin genel merkezi Cunta elinde olmasına karşın yine de inatla buraya gönderiyorum size ulaşacağı inancı ile… Belki bu mektubumu aldığınızda genel başkan ya da inşallah daha yüksek makamlarda olacaksınız… Sizin yolunuz açıktır Atatürkçü kardeşim, hoşça kal, sağlıklı ol, sevgiler, güzellikler senin yavrularının, hanımının olsun… Başarılar diler 2000 yılındaki Ufukta CHP sinin lideri Cumhurbaşkanı olmanız dileğiyle sevgiler saygılar

                                                                  4 Nisan 1986.

                                                                  Nebile Ataç

                                                                 

 

 

 

 

        

 

 

 

         Sayın Başbakan,

         Ecevit Beyefendi ye açık mektup…

 

         Başbakan oluşunuzu üzülerek kutluyorum… Nedeni mi? Siz Cumhuriyet Halk Partisi nin gözde şahsı idiniz ne oldu da 1979 yılından sonra 180 derece dönüş yaptınız? Sizi buralara kadar yücelten Atamızın kurmuş olduğu partiye hırs ve kininiz yüzünden 1980 yılı ihtilaline sebep oldunuz… Halbuki Erzincan Niksar, Konya konuşmalarınızda CHP nin erdem ve yüceliğinden söz ederken şimdi solda birliği bırakıp da sağ partilerin, yeni mafyaların, talancıların partisini birbirine bağlayıp bütünleştirme ve arınmalarına yardımcı olursunuz işte benim ve benim gibi düşünen Atatürkçü sosyal demokrat olan insanlar hayretlerle sizi izliyoruz… Acaba siz sol elinizle bizleri tutup sağ elinizle gözlerimizi kör mü etmiştiniz? Şaşkınlıkla izliyoruz…

         Acaba diyorum sayın Deniz Bey size karşı liste çıkardı diye mi ama biz CHP’ liler demokrasiyi savunan insanlarız, ya çile çiçekleri mebusları ihraç etmenize ne demeli yani? Sizin diktatörlüğünüze ne demeli?

         Sayın Başbakanım siz rahmetli paşamız o ki bu vatanın kurtarıcısı Atatürk ve Türk vatandaşlarını bağrına basan merhum İsmet İnönü gibi yüce insanı kapı kulu değiliz diyerek sizi destekleyen yine CHP sinin yurtseverleri buralara getirdiğini hatırlatırım… 1979 yılı olağan kongresinde;
         -225 oyla yine genel başkanımız olacaksınız üzülmeyin… diyen Adana Kadın Kolu Başkanı Nebile Ataç 1946 yılından beri CHP sine nefer olarak  çalışanları hatırlatır bu günkü tavrınızı kınıyorum…

                                                         20 Ocak 1999

                                                        Nebile Ataç…

 

         KIYMETLİ ANAMIZA

 

         Anam anam garip kimsesiz anam,

         Ağlayanım yananım yok sana anam,

         Bıraktın bir kuşu n kolu var ne kanadı?

         Ne yavrusu ne canı bir varsa o da Allahı..

 

         Anam bir Tarsus’ un ebesiydi,

         Şıhı Hacı Hazma Efendi,

         Hocası Sakine’ ydi

         Fakirlerin hem ebesi hemde anasıydı…

 

         Hasta yattı çok çektirme diye yalvardı,

         Allahını çağırdı durdu hem de pirine,

         Perşembeyi savdım yavrum bekleyin pazarımı

         Elveda sana kızım elveda kuzularıma…

        

         Anam tüm Tarsus’ un ebesiydi,

         Piri Hacı Hazma Efendi,

         Hocası Sakine ydi…

         Fakirlerin hem nenesi hem ebesi hem de annesiydi…

        

         Oldu Pazar geldi çattı tam saati,

         Yine dedi elveda saatin on ikisinde,

         Bir baktım uçmuş anam hem de solmuş gül yüzü,

         Güler yüzü kalmış sima da gözler kapalı…

                            27 Aralık 1966

                            Nebile Ataç…


         ÖLDÜĞÜM GÜN

         Gönlüm kırık , bahtım kara gelmişim dünyaya,

         Kara bahtlı insanım anadan doğduğumdan bu yana,

         Çileli günlerle dolu nedir bu çektiğim sorarım Allah ıma..

 

         Bomboş olan dünyamda acı çekmek,

         Varken benim gülmek neyime?

         Neden yaşar insan,niçin yaşar, emeli,için de yoksa?

        

         Bir gün ben de toprakta yatacağım,

         Mezarım çökmüş dümdüz olacak,

         Varlığım unutulacak,gelenim,gidenim hiç kimsem 

         olmayacak…

 

         Unutulmuş bir insanın varlığından,

         Kimin haberi olacak? Kim arayıp,kim soracak?

                  

         Yıllar geçecek…Kazmalayıp küreklenecek,

         Açılacak mezarım bir başkası için mezar hazırlanırken,

         Rastlanacak kemiklerime belki de lanet edecek mezarcı ;

         -Bu da kim? Diye…

 

         Toplayıp bir torbaya sürütecek yerlerde iskeletimi

         Götürecek atmak için bir çukura arayanım yok,

         Soranım olmayacak hayatta…

 

         İşte o gün gelmiş gibi hüzün kaplıyor içimi,

         İki damla yaş düşüyor  dizlerimin üstüne,

         Gelecektir elbette bir gün gelecektir o gün,

         Sefalet bitecektir öldüğüm gün…

                                      1965-Nebile Ataç..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder