9 Ağustos 2017 Çarşamba

Gazeteci Erol Erk'in anıları 2


Abdulkadir KAÇAR
Bende ona karşı aynı duygularla doluydum:
- Rozy’m, bende bilemiyorum, iyice şaşırdım.
Bir keresinde de Rozy’m şöyle demişti :
- Erol, olur ya, bir gün ortadan kaybolacak olursam,
beni arar mısın ?
- Tabi ararım sevgilim, hem de nasıl ararım ?
- Ama, bizim yaşantımızın nerede başlayıp biteceği pek
belli olmaz. Sana şimdiden bir adres veriyorum, ola ki, bir
gün ortadan kaybolursam.
O anda içim,
- Cızzzzz !!! diye yanmıştı:
- Eee ? Ağzından yel alsın.
- Beni, Beyoğlu’nda Kont Oteli’nin sokağında Madam
Olga’ya sorabilirsin. Ben eğer orada olmasam bile sana
kesinlikle bir not bırakacağım, notumu bulursun.
İkimizinde gözlerinden birer damla yaş düşmüştü.
O gün sanki ayrılacağımızın işaretini veriyordu. Neden
veriyordu, nasıl veriyordu, bilemiyordum. Çünkü, biz sadece
aşkımızı yaşıyorduk. Gece alemine açılan penceremdeki bu
en büyük aşkı tadıyorduk. Hiç bir art düşüncemiz yoktu.
Birbirimizle ilişkimiz bile yoktu. Sadece fayton arabalarıyla
dolaşıyor, sinemaya gidiyorduk. Semra’ yla buluştuğumuz
İstasyon Lokantası’nda birkaç defa da yemek yemiştik. Fakat
izlendiğimizi, her hareketemizin kontrol edildiğini hisse-
diyordm. Sanki bir gölge bizimle geziyordu. Hatta sonradan
beni aramazda olmuştu. Şüphelerim iyice artmış sinirlerimd
boşalmıştı. Rozy’ede bir şeyler anlatmak istiyor, ama anlata-
mıyordum.
-66-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Bir hafta sonr ne olduysa olmuştu. Yine Alsaray
Sineması’na gitmiş, yan yana oturuyorduk. Önümüzde,
arkamızda, sağımızda, solumuzda da oturan kişiler farklıydı.
İlk defa gördüğüm tiplerdi. Çok ilginç bir kuşatma altındaydık
sanki. Sinemanın her zaman ki havası yoktu. O ünlü GONG
sesi vurmuştu. Salon kararmıştı, perde aydınlanır gibi oldu
ama, film oynamamıştı, bir ara elektrikler kesildi sanki, perde
açılıp film oynar gibi olmuş, sonra yine kararmıştı. Bu sırada,
ön sırada oturanlar arkaya dönmüştü, ellerinde bir paret mi
vardı, bir şeyler oldu ama bir türlü anlayamamıştım. Bir
elektriklenme, alış-veriş olmuş, hareketler yapılmıştı.
Karanlıkta ne olduğunu, insanların neden böyle dalgalandığını
falanda anımsayamıyordum, şu anda da zaten anımsamak
istemiyorum. O sırada arkamdaki koltukta oturan kişi
karanlıkta, sert ve emir veren bir ses tonuyla :
- Erol Erk, ayağa kalk.
Karanlıkta ne olduğunu anlamadan kalkmıştım.
Aynı ses bu kez:
- Hiç etrafına bakma, dosdoğru çıkışa doğru yönel.
Bu arada sesleniyordum:
- Rozy, Rozy…
Kimseden ses çıkmıyordu.
- Rozy nerdesin ? Rozy
Aynı ses bu kez:
- Onu merak etme Rozy burada…
Korkarak çıkış kapısına doğru yürürken, benimle birlikte
dışarıya iki dizi adam kordon altında beni sürüklüyorlardı
sanki. Ama ne olduğunun da o anda farkında değildim.
-67-



Abdulkadir KAÇAR
Rozy yoktu, yer yarılmış yerin dibine girmişti.
Ama, ben bağırmaya devam ediyordum,
- Rozyyyyy !!!
- Rozyyyyy !!!
- Rozyyyyyyyy !!!
Bu arada film başlamıştı, ben yine ona seslenirken birisi
arkamdan dürtmüştü.
- Hadi git, dışarıya doğru git, senin görevin artık burada
bitti…
Bu görevin ne olduğunu, nerede başlayıp bittiğinin
bende bilemiyordum. Sinemanın her tarafında Rozy’i yeniden
aramaya koyulmuştum. Kapıdaki görevlilere soruyordum.
Bize bilet veren gişeciye, kapıda bileti kesenlere.
- Rozy’i görmediniz mi ?
- Ne Rozy’si kardeşim ?
- Biraz önce leopar kürklü bir kadınla içeriye girerken
siz bilet vermiştiniz, biletimizi siz kontrol etmiştiniz ya.
- Git kardeşim, bizimle alay mı ediyorsun ?
- Çık dışarı…
- Öyle kimseyi görmedik.
- Yahu biraz önce hani buradan içeri girmiştik, lambalar
söndü çıkıp gitti mi acaba ?
Ne olduğunu anlayamamıştım. Rozy ortada yoktu.
Ağlaya ağlaya eve dönüyordum. ‘ERKEKLER AĞLA-
MAZ’ sözünün boşuna söylendiğini bu olayda anlamıştım.
Hüngür hüngür ağlıyordum, hıçkırıklarım birbirine
karışıyordu sanki… O gece artık benim için yaşanmazdı.
Hem ağlıyor, hıçkırıklara boğuluyor, hem de alkol alıyordum.
Sabahın olmasını bekliyordum. Yine gazeteye gidecek, Çoban
-68-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Yurtçu’nun masasına oturacak, Rozy’nin ya da hiç tanıma-
dığım birisinin beni aramasını bekleyecektim. Bu duygularla
uyuyup kalkmıştım, gözümü açar açmaz koşarak gazeteye
gitmiştim, duramıyordum, çıldıracak gibiydim. Hemen Yıldız
Gazinosu’nun Kadınlar Pansiyonunu aramıştım. Santral
memura:
- Rozy’i bağlar mısın ?
Telefondaki ses,
- Ne Rozy’si kardeşim ? Burada öyle birisi kalmıyor.
- Nasıl olur ?
- Sana yalan mı söyleyeceğim yok dediysem yoktur.
- Ben Erol Erk’im, daha dün birlikteydim.
- Erol Erk, seni tanıyoruz ama Rozy çoktan buradan
ayrıldı…
- İsterseniz yarın yine arayın… Belki bir yerlere gitmiştir.
Yapabileceğim hiçbir şey yoktu, ‘YOK’ larla baş başa
kalakalmıştım, telefon elimdeydi. Bu arada Nihat Oral Abiyi
bekliyordum. Bir süre sonra gelince de, sıkıla sıkıla makamına
sokulmuştum:
- Nihat Abi, sizinle bir şey görüşebilir miyim ?
- Otur bakalım çapkın, sende mi gece aleminin tadına
vardın ?
- Abi, birkaç defa masumca gitmiş, Rozy’le tanışmıştım,
o beni çok seviyordu.
Nihat Abi, sözümü keserek:
- Tabi o da seni seviyordu, sana aşıktı.
- Nereden bildin abi ?
-69-



Abdulkadir KAÇAR
- Bu işler böyledir. Ama, dün gece gazinoda Rozy yoktu.
Garsonlar da nereye gittiğini bilmiyorlardı, sanırım kayıp
olmuş.
Nihat Abi’nin bu sözleri üzerine yığılıp kalmıştım. Kime
sorsam hep ‘YOK’, ‘KAYIP’ sözleriyle karşılaşıyordum. Benim
için her şey bitmişti, yaşamak istemiyordum. Karasevdanın
kara sularında boğulmak üzereydim, bir ışık, bir minik haber
arıyordum. Pansiyonu ikinci kez aradığımda.
Santraldaki ses:
-Kardeşim, biraz öncede aradın Rozy isimli birisi yok
burada…
- Ama, şeyyy
- Müşterisiyle gitmiş olabilir.
- Nasıl gider, her gün telefonla görüşüyorduk.
- Evet görüştürüyorduk ama şimdi yok, böyle ısrarla
neden arıyosun ? Bize inanmıyor musun ? Belki çıkar gelir,
fazla canını sıkma.
Bu kız müşterisiyle gitme sözü kafamda yankılanmıştı,
hemen aklıma Kozan’lı Avukat gelmişti. İsmi de Kemal olan
Avukatın Kozan telefonunu 03’e yazdırmıştım, kendi kendime
de:
- Acaba, bu zengin avukatla mı kaçtı ?
- Kozanda mı acaba ?
- Ne zaman geri dönecek ?
- Kozan’a gitsem mi ?
Bu düşünceler kafamdan geçerken, santral memuru
Kozandaki Avukat Kemal Bey’in telefonun hazır olduğunu
söylemişti. Çıkan kişiye:
-70-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
- Avukat Kemal Bey yok mu ?
- Hayır kardeşim, o çoktaaan gitti.
- Nereye gitti ?
- Bilemiyorum… Bizde izini arıyoruz, görürseniz haber
verin.
Yine tepemden kaynar sular dökülmüş, tırnaklarımdan
çıkmıştı… Kendi kendime nasıl bir işe düştüğümü düşünüp
kızıyordum. Oysa Rozy’i sorabileceğim tek önemli kişide
avukattı. Çünkü Rozy ona değil ama Avukat Kemal ona aşık
olmuştu. Telefondaki ses yine de şöyle demişti :
- Kemal Bey ararsa, gelirse kim aradı diyelim ?
- Adana’dan Erol Erk aradı dersiniz, gelirse lütfen beni
arasın.
- Peki… Geleceğini sanmıyorum ama gelirse söyleriz.
Tam kara sevdaya tutulmuş, perişan olmuştum… Çocuk
gibiydim. Çakmak Caddesi’nde ipil ipil yağan yağmurun
altında günlerce tek başıma ağlayarak ellerim ceplerimde
dolaşmıştım. İliklerime kadar ıslandığım da sayıklıyordum:
- Rozy’mmm
- Rozy’m, güzel Rozy’m…
- Hadi gel, gel bir tanem .
- Gel sevgilim…
- Rozyyy !!!
- Rozyyy !!!
O arada gazinoya bir uğramıştım, Garson Yahya’yı
buldum:
- Yahya Rozy’den haber yok mu ?
- O çoktaaan ayrıldı.
- Ne zaman ?
-71-



Abdulkadir KAÇAR
- Abi çok oldu hatta sana bir de mesajı vardı…
Tüylerim diken diken olmuştu.
- Nee ? Mesaj mııı ?
- Erol’umu benim yerime yanaklarından öpün demişti.
- Gerçekten mi ?
- Öyle, bizde diğer garsonlarla birlikte çok merak ettik.
Ama, bir ara seninle gittiğini düşünmüştük. Ama, izine
rastlayamadık. Eşyaları da pansiyonda. Nüfus cüdanı bizdeydi
onu da alıp götürmüş…
Rozy’mden tam olarak ümidimi o zaman kesmiştim.
Nasıl yağı bir tavaya koyduğunuzda,
- Cazzz !!! diye yanma sesi çıkartırsa, yüreğimde aynı
öyle yanmıştı…
Her şeyin bittiğini, izini kaybettiğimi, onunla bir daha
asla görüşemeyeceğimi anlamıştım. Rozy artık yoktu. Semra
ve Naci’den de haber çıkmıyordu. Kendilerine ulaşabileceğim
telefonlara çıkan kişiler, yüzüme kapatıyordu. Notlarıma
yanıt vermiyorlardı…
Çoban Abi’den izin alıyordum:
- Abi, ben çok rahatsızım, n’olur biraz idare et.
O da şöyle diyordu :
- Erol, sen çalışmayı çok seven bir kişisin, bu günlerde
değişik haller yaşıyorsun. N’oldu sana Erol ? Rengin soldu,
gözlerin şiş, yoksa uyumuyor musun ?
Kenan Gedikoğlu da:
Erol Ağa herhalde çapkınlığa başladı ?
- Yok be Kenan, çapkınlık falan yok ortada.
- Erol öyle diyorsun ama yazı da yazamıyorsun artık.
-72-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Gerçektende tüm duygularımı, düşüncelerimi yitir-
miştim. Aklımda Rozy vardı, karasevdalım, aşkım, büyük
sevgilim, karasevdam. Ondan başka hiçbir şeyi düşüne-
miyordum. Günler su gibi akıp geçiyordu. Bir gün Çoban
Abi’nin masasında oturuyorken telefon çalmıştı. Tanıdığım
isimlerden birisi değildi, Rozy’nin kaybolduğunun 11.
günüydü ve çok heyecanlanmıştım. Koşarak telefonu elime
aldığımda ;
- Erol Erk orada mı ?
- Evet, benim, Erol Erk benim, kim arıyor, yoksa Rozy
mi ?
O ses,
- Biraz bekle…demişti.
Biraz sonra metalik bir erkek sesi, hiç duymadığım  bir
ses tonuyla şöyle demişti :
- Erol Bey kusura bakmayın, bazı gelişmeler oldu, ama
biz o kadar gaddar değiliz. Sen tarihi görevini başarıyla
tamamladın. Bugün saat 17.00’ de Havaalanına gelip bizi
orada bekle…
Saate baktığımda 17.00’ye geliyordu. Hemen
muhasebecimiz Muzaffer Abi’ye koşarak:
- Abi, bana acil para ver.
Ne yapacaksın Erol’um .?
- Sorma Abi, çok önemli
- Nasıl ?
Hemen parayı almıştım, o dönemin eski model
taksilerinden birisine binmiştim. Şoföre bağırıyordum:
- Biraz daha hızlı, Biraz daha hızlı…
-73-



Abdulkadir KAÇAR
Havaalanının kapısında taksi durur durmaz parasını
hızlı verip içeriye dalmıştım. Üzerimdeki beyaz pardesünün
yakalarını da kaldırmıştım. O yağmurun altında uçağa doğru
hızla koşuyordum, koşuyordum ama bir türlü gidemiyordum.
Demirden iki pençe arkamdan beni sarmıştı, kımıldaya-
mıyordum.
- Dur bir dakika bekleee… diyordu.
Kımıldamak, Rozy’i belki orada görebileceğimi sanı-
yordum, nerede olduğunu merak ediyordum. Onu görmek
için bir mucize bir mucizeye doğru koşuyordum… Anonslar
yapılmış, yolcular çıkış kapısına doğru yönelmişti…20-30
kişilik yolcu kafilesinin arasında üzerinde beyaz pardesü
olan, saçları toplanmış Rozy vardı, beni görünce o bana, ben
ona doğru koşuyorduk... Gelip boynuma sarılmıştı,
ağlaşıyorduk karşılıklı.
- Erol’um, Erol’um…
- Rozy’m Rozy’m…
- Ben gidiyorum Erol, ama seni çok seviyorum.
- Böyle habersiz gidilir mi ? Rozy’m aşkım.
Parmaklarını dudaklarıma bastırmıştı:
- Sus Erol, artık dönemem… Sana daha önceki verdiğim
adresi unutma… Belki o adreste İstanbul’da beni bulabilirsin.
Benim ne olduğumu, nereye gittiğimi, hiç sorma, sormana
gerek kalmadı…
Hem onun arkasından, hem de benim arkamdan demir
pençeler tutarak zorla ayırmıştı. Rozy de bende ağlıyorduk.
Onu zorla uçağa bindirmişlerdi. Yağmur şiddetini arttırmıştı,
uçak motorlarını çalıştırmış, beş dakika sonra da kapıları
kapanıp büyük bir homurtuyla gökyüzüne doğru yükselip,
-74-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
bulutların arasında Rozy’mi de alıp kaybolmuştu… Onu
görmem artık olanaksızdı, çünkü, ne olduğunu hala
bilemediğim rolüm bitmişti. Ama, onunla birlikte bende
bitmiştim. Rolümün ne olduğunu hiçbir zaman anlayama-
mıştım, işime gelmemişti…
Havaalanının dışında Naci’yle karşılaşmıştım, hemen
yakasına yapışarak:
- Naci, Naci, neydi bana yaptığınız ? Neydi bu işkence?
Rozy’mi benden nasıl koparttınız ?
Naci soğukkanlı ve kararlı bir ses tonuyla:
- Erol, her oyun kuralına göre oynanır. Ne sen bir şey
sor, ne de ben bir şey söyleyeyim. Yalnız şunu iyi bil ki, artık
oyun bitti. Sen görevini yaptın, Rozy şu anda gidiyor. Belki
yıllar sonra fısıltı halinde sana nasıl bir rol verildi, nerede
oynadın, nerede oynamadın. Bunları sana anlatabiliriz. Ama,
bu işin gizli tarafları çok fazla, Semra da görevini yapıp
bitirip gitti…
- Naci Rozy’den haber alabilmek için seni arayabilir
miyim ?
Arabasına binerken bir yandan da:
- Belki, belki.
Havaalanından simsiyah bir cadillac marka arabaya
binip kaybolmuştu… Gözlerimde şakır şakır yaşlar akıyordu,
ama beni orada tek başıma bırakıp gitmişlerdi. Tekrar
gazeteye dönmüştüm. Sabahlara kadar içmiş, içmişti.
Kendimden geçmişim. Neyin ne olduğunu bilemiyordum
artık…
Aylarca Semra’dan Rozy’den haber gelir diye
beklemiştim ama hiçbir bilgi yoktu. Onun:
-75-



Abdulkadir KAÇAR
- Erol bir gün seni arayabilirim… sözleri beynimin
içinde yankılanıyordu… Ne arayan, ne de soran vardı.
Patronum Nihat Oral’la dertleştiğimizde:
- Erol kafanı yorma, canını sıkma. Bu yaşamın kadınları
böyledir. Bilki birisiyle gitmiştir. Ama sana itiraf edeyim ki,
Rozy seni çok, çok ama çok seviyordu. Senin aşkından kız
sabahlara kadar hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, buna defalarca
tanık olmuştum. Sende para pulda yoktu, oğlum ama seni
çok sevmişti. Bak sende onun aşkıyla sararıp soldun,
yaşamdan koptun, artık kendini toparla, daha önünde
yaşanacak uzun yıllar var…
Artistlerin birisi gelir, birisi gider.
İşte bu olay benim gece yaşamına geçişimi oluş-
turacaktı…
Günlerce kimseden haber gelmeyince artık tek çıkar
yol İstanbul’a gidip Rozy’imin verdiği adreste Olga’ya ulaşmak
olacaktı. Paralarımı biriktirerek bir ay sonra İstanbul’daydım,
verilen adresteydim. Ama, her adımım sanki Rozy’e beni
daha çok yaklaştırıyordu. Adrestekilere sormuştum:
- Olga burada mı ?
- Evet, bir Olga var.
O günlerde saçları beyazlamış, kömür mangalının
başında bir kadın elinde bir yün yumağı, gözünde gözlükler
iş işliyordu.
- Olga siz misiniz ?
Titrek sesle:
- Hangi Olga ?
- Vallahi, bilemiyorum, Olga’yı arıyorum bana burayı
tarif ettiler. Burası Kont Sokağı değil mi ?
-76-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
- Evet.
- Siz Olga mısınız ?
- Evladım benim adım Olga
Uzun süre beni süzdükten sonra:
- Rozy’mi gördünüz mü ?
- Hangi Rozy ? Rozy kim ?
- Rozy’m, bana bu adresi vermişti. Eğer kendisi yoksa
bile bir mesajını bulabileceğimi söylemişti. Bana not bırakmadı
mı ?
Olga tekrar yüzüme bakmıştı, ellerini omuzlarıma
koyarak:
- Oğlum, not bırakan olmadı, yalnız burada çok Rozy’ler
var… Rozy’i artık, unut beni dinlersen unut…
O günlerden bu güne kadar Rozy’nin ne yaptığını, adını
sanını bilemediğim ama o günkü koşullarda inşa edilen
İncirlik Hava Üssü’nden bilgi toplamaya gelen bir Rus Casus’u
olduğunu daha sonraki araştırmalarımda anlamıştım…
-77-



Abdulkadir KAÇAR
-78-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
İKİNCİ BÖLÜM
ILICAK VE SİMAVİ
DEMOKRAT PATRONLARIMDI
Tercüman ve Hürriyet Gazetelerinde çalıştığım
dönemlerde, iki kurumunda sahipleri olan patronlarımla çok
samimiydim.
Rahmetli Kemal Ilıcak Tercuman'ı Türkiye'de sağın
öncüsü yaparak dev trajlar almasını sağladı, kendisi milliyetçi
bir kişi olmasına rağmen, çalışanlarının büyük bir kısmı
solcu, Ecevit'çiydi. Ama, bir gün bile onların düşüncelerine
etki yapmak istemedi, değiştirmeye kalkmadı.
Daha da ötesi, sağın tek temsilcisi olan Tercüman
Gazetesi'nde Bölge Temsilcisi olduğum dönemde yerel
seçimlerde CHP'nin adayı Av. Eğe Bağatur'u destekleyerek,
onun Belediye Başkanı olmasını sağlamıştım. Heyetler halinde
karşı görüşteki kişiler İstanbul'a beni Kemal Ilıcak'a şikayet
ettiklerinde de şöyle demiş:
-Erol Erk, benim temsilcimdir, yetkilidir, onun yaptık-
larına karışmam...
-79-



Abdulkadir KAÇAR
Aynı biçimde Hürriyet Gazetesi'nde bir skandalı ortaya
çıkartmıştım, Türkiye'yi günlerce etkilemişti bu skandal.
Yine şikayetler kendisine gittiğinde Erol Simavi de:
-Ben Erol'un yazdığına karışmam... yanıtını vermişti..
Çağının en büyük demokrat patronları, en iyi gazetecileri
olan Sayın Ilıcak ve Simavi'yi saygıyla anıyorum.
Onlardan aldığım terbiyeyle de ileride yetiştireceğim
öğrencilerime hep örnek oldum.
Gerek Sayın Ilıcak, gerek Simavi'nin yakınlarının da
onların yolundan gitmelerinden büyük bir haz duyuyorum..
-80-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
TÜRKİYE'NİN SOYGUN HARİTALARI
TBMM'NİN NEMLİ MAHZENLERİNDE
Topladığım bilgilerle, inanarak söylüyorum ki, Türkiye
 Cumhuriyeti Devleti son 30, 35 yılda inanılmayacak biçimde
soyuldu. Gerek Devlet Bankaları, gerek Kamu kuruluşlarının
uğradığı  soygunlar, bu günkü, paraya çevrilecek olursa,
katrilyonlara ulaşarak devletin bütçesinin 4, 5, 6  katına
ulaşır. İşte bunların belgeleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
altındaki  arşivlerin tozlu raflarında, rutubetli köşelerinde
yer alıyor.
Türkiye Büyük, Millet Meclisi Başkanı Sayın Mustafa
Kalemli'ye sesleniyorum:
Lütfen, Mahzenierdeki arşivleri ciltler dolusu yolsuzluk
zabıtlarını kamuoyuna açıklayın. Temiz devlet, temiz toplum
için bu şarttır. Ancak geçmişi iyi bilirsek geleceğe güvenle
bakabiliriz...
Hiç unutamıyorum, Dönemin İçel Milletvekili Ali İhsan
Elgin Fikri Sağlar, Adana Milletvekili Cüneyt Canver daha
bir çok kişi bir dönem parlamentonun yaramaz çocuklarıydı.
Özellikle Sayın Ali İhsan Elgin sık sık meclise soru önergeleri
vererek yolsuzluklarla ilgili iddialarda bulunuyordu. Örneğin:
-81-



Abdulkadir KAÇAR
-Falan kamu kuruluşu nasıl soyuldu?
-Şu banka neden soyuldu?
-Bunları yapanlarla ilgili neden işlemler yapılmıyor.
Televizyondan ve yaygın basından da çok yakından
izlediğim Ali İhsan Adana'ya geldiğinde sordum:
-Aziz Dostum, bu kadar yolsuzluk iddialarıyla ilgili
belgeleri, bilgileri nereden buluyorsun?
Gülümsemişti:
-Erol Abi, Ankara'ya geldiğinde bana uğra, bu kaynak-
ların kuyusunu göstereceğim, gözlerine inanamayacaksın...
Bir süre sonro Başkente gittiğimde yanına uğrayıp, çay
ve kahvesini içtikten sonra, forsunu kullanarak, sivillerin
girmesine asla izin verilmeyen TBMM mahzenlerine beni
indirmişti... O tozlu raflardaki arşivlerde, nemli ortamda cilt
cilt kitaplar, dosyalar, belgeler duruyordu. Birisini  alıp
hafifçe karıştırdığımda gözlerime inanamıyordum:
O mülkiyemin saygıdeğer müfettişleri,
O Devleti Denetleme Kurulunun saygıdeğer yetkilileri
Bakanlığın saygıdeğer denetçileri, mülkiyeliler...
-82-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
27 MAYIS 1960 İHTİLALİNİ
MİT ÖNCEDEN BİLİYORDU
Albay rütbesiyle Mit'in Adana Bölge Başkanı olan Fuat
 Doğu'yla dosttum. General ve MİT Müsteşarı olduğunda da
bu dostluğum artarak devam etti. 27 Mayıs 1960 ihtilaline
adım adım yaklaştığımız günlerde Fuatpaşa ile sık sık
tartışıyorduk, bana şöyle diyrdu:
-Erol, yukarıyı (Başbakan Menderes'i) sürekli
uyarıyoruz, basının üstüne gitmesinin, sansür yapmasının
hatalı olduğunu anlatıyoruz, ama vesveseye kapılmış,
dünyanının kendisinin düşmanı olduğunu düşünüyor...
Türk Basını 1950, 60 yılları arasında uygulanan sansürle
çok bunalımlı bir dönem geçirdi, bunun sonucu ortaya çıkan
FISILTI GAZETESİ de aslı astarı olmayan iddiaları ortaya
atınca, 27 Mayıs ihtilali oldu, ve bunu çok aylar önceden
Fuatpaşa anlatmıştı...
Gelmiş-geçmiş en büyük istihbaratçı olan Fuatpaşa
ihtilalin olacağını biliyordu, MİT'te biliyordu, ihtilal olmadan
Fuatpaşa İran'a gitmişti, sanırım ya oradayken ya da
döndükten sonra ihtilal olmuştu;
-83-



Abdulkadir KAÇAR
LİDERLERİN EN BÜYÜK HASTALIĞI
SEPTİZM (ŞÜPHECİLİK) TİR
Türk Siyasi tarihinde liderleri bekleyen bu konuda
başbakan Adnan Menderes'i bile kaybettiğimiz hastalığın
nedeni 'SEPTİZM' (şüphecilik) halk deyimiyle vesvese
hastalığıdır... Bu hastalığın ilk kurbanı olan -Menderes tedavi
olamadan yaşamını yitirdi. Çünkü, onda öncelikle İsmetpaşa
fobisi  vardı. Daha sonra da tüm basının aleyhinde olduğunu
düşünüyordu. Bu nedenle de sansür yasalarını çıkartı, ama
şüphecilik hastalığını tedavi ettirmediği  içinde, hem iktidarını
hem de yaşamını yitirdi.
Çok tehlikeli olan bu hastalığa günümüzde Erbakan ve
Çiller yakalanmış durumdadır, çok acele Kayaş Rehabilitasyon
Merkezine giderek tedavi olmaları gerekir, Ne zaman
televizyonu açsam, aynı şeyi tekrarlıyorlar
-Basın yalan yazıyor,
-Basında çıkan haberlere  inanmayın,
-Basın sabaha kadar hükümet aleyhine yazacaklarını
düşünüp, sonra  gelip yazıyor, diyorlar.
4-5 yıllık meslek yaşamı olan birisiyim ve bu konuda
çok samimi olarak söylüyorum ki, basın yalan yazmaz, ancak
 abartabilir. Bende aynı şeyleri yazdım. Yazdığı yerde mutlaka
-84-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
bir şeyler vardır ve kesindir... Bu nedenle, 'SEPTİZM'
hastalığına yakalanan devlet büyüklerininin yeni bir basın
yasasıyla, medyayı sansüre teşebbüs etmeleri çok tehlikelidir;
Bugün erdemliliğe erişerek, halkı ve  silahlı kuvvetlerle
hükümetin arasında denge olan Aydın Menderes, bu konuda
kesinlikle bir ölçüdür, acıyı babasını kaybederek yaşamıştır.
Sayın Aydın Menderes'in Erbakan'ı ve Çiller'i ikna  etmesini
istiyorum.
Çünkü biliyorum ki; eğer hükümet, basın ve medyayı
susturmak için bir takım sansür yasaları çıkarırsa o zaman
ne mi olur? Rotatiflerde sayıları 10'larca milyona ulaşan
FISILTI GAZETELERİ devreye girer, ve o da askeri kışlasını
rahatsız eder... Yaşadığım için biliyorum, bir kaç  generaldan
başka dostu olmayan rahmetli Adnan Menderes, bu yanlış
politikası nedeniyle fısıltı gazeteleri kulaktan kulağa
yayılıyordu.
“DEMOKRAT PAHTİNİN İLE GELENLERİ
MİLYARLIK YOLSUZLUK YAPIYORLAR”
YÜZLERCE KİŞİ HER GÜN ÖLDÜRÜLÜP KUYULARA
ATILIYOR.
Halk, asker, Türkiye'nin her taşı-toprağı artık huzursuz
olmuştu, bir tek kişininin bir tek damla kanı dökülmeden
yapılan 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra, Menderes ve
Bakanların hepsi mahkemelerde hesap verdiklerinde ne
kimsenin öldürülüp kuyuya atıldığı, ne de Demokrat Parti
ileri gelenlerinin devletin kör  kuruşunu bile zimmetlerine
geçirmedikleri, yolsuzluk yapmadıkları anlaşıldı. Ama, normal
gazetelere uygulanan sansür FISILTI GAZETESİ'nin bu
şekilde şok başlıklar bularak askeri kışlasından çıkartmıştı.
-85-



Abdulkadir KAÇAR
İşte bu 'SEPZİZM' hastalığı ve şüphe sonunda hem demokrat
partininin iktidarı kaybetmesine neden oldu, hem de ülkeninin
geleceğine farkında olmadan farklı bir yön vermesini  zorunlu
hale getirdi.
O yıllarda yaşı küçük  olmasına rağmen Aydın Menderes
olayların içindeydi, ve acılarını yaşadı, bu gün yaptığı konuş-
malarında bunu sezinliyorum. Liderler Tansu Çiller ve
Erbakan'ın, babasını şehit veren kişi olan Menderes'e fikir
sormalarını öneriyorum...
Sayın Erbakan ve Çiller sakın ola ki, basına sansür
uygulamasınlar, bunu akıllarından bile geçirmesinler, Adnan
Menderes örneğini iyi degerlendirerek, ders alsınlar! Tüm
dünyada olduğu gibi Türkiye de de basınla uğraşılmaz, bu
maceraperestlik DONKİŞOT’luktur...
-86-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
LAİKLİĞİN BEKÇİSİ
HARBİYEDİR...
Gözlerim görmese bile televizyondaki siyasi haberleri
günü gününe dinliyorum, bazı parti liderleri ekrana çıkıp,
iri iri laflar söylüyorlar:
-Laikliğin teminatı benim.
-Laikliğin bekçisi bizim partimizdir.
-Ölürüz de laiklikten taviz vermeyiz...
Bunları düşünürken, 45 yıllık deneyimlerime dayanarak
söylüyorum ki;
Türkiye’de laikliğin tek koruyucusu, kollayıcısı ve
uygulayıcısı Harbiye’dir... O değişmez bir güç, vazgeçilmez
bir bekçidir.
Ne Tansu Çiller,
Ne Mesut Yılmaz,
Ne Deniz Baykal,
Ne Bülent Ecevit,
Ne o, Ne de bu?
Siyasi partilerin liderleri elbette, Atatürk ilkelerine
sahip çıkacak, demokrat Türkiye’nin haklarını savunacak-
lardır, bunun için kurulmuşlardır. Ama Laikliğin bekçiliğini
yapamazlar.
-87-



Abdulkadir KAÇAR
Eğer Harbiye korumamış olsaydı, 1960 ihtilalinden
sonra, Şeriatçılar daha meydanda yokken Türkiye kominist-
lerin eline  geçecekti...
Burada bir anımı anlatmak istiyorum:
Bu gün Türkiye de İslamiyetin en yoğun, koyu gerçek
biçimde  yaşandığı il Konya’dır. İster yerel basın, ister yaygın
basın olarak kim giderse gitsin, yaşları 65, 70, 80 olan kişilerle
konuşsun. Onlara Mustafa Kemal’i sorsunlar. Bu güzel
Konyalılar, her birisi dünya tatlısı olan insanlar, büyük Atatürk
için bir tek söz söylerler:
BETON MUSTAFA...
Onun Kurtuluş Savaşında verdiği mücadeleyi,
kahramanlıkları övgüyle, saygıyla anarlar. Başbakan
Necmettin Erbakan’ın seçim bölgesi olan Konya işte böyle
bilir Atatürk’ü...
O Beton Mustafa ki, yani Atatürk Harbiye mezunudur...
Harbiye öyle bir betondur ki, onun ilkeleri, devrimleriyle
öyle bir kıvama gelmiştir ki, çağın en güçlü silahı bile, onu
delemez, ona zarar veremez. İşte bu zırh, şeriat güçleri, solcu,
kominist, Marksist, Leninistler ve her türlü fanatikler
tarafından Harbiye ele geçirlmediği sürece kesinlikle laiklik
yaşayaçaktır, devam edecektir... 1968'liler kuşağı Koministler
Malatya'da yaptıkları toplantıda:
-Harbiye'yi ele geçiremediğimiz sürece, Türkiyeyi ele
geçiremeyiz... demişlerdir.
Politikacılar dua etsinler, iyiki, harbiye var...
Son yıllarda erdemliliğe erişen Devlet adamlığının
verdiği rahatlıkla Atatürkçü neslin sesini duygularını,
-88-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
duşüncelerini rahatlıkla ifade eden Süleyman Demirel de,
Erbakan'da bu gerçeği biliyorlar..
Atatürk'ün de annesi abdestli-namazlı dindar bir insandı,
Başkomutanın çeşitli camilerde verdiği hutbeler vardır...
Atatürk'ten sonra laikliğin ikinci simge ismi de İsmet
İnönü'dür. Eşi, Mevhibe İnönü beş vakit abdestli namazlı
oruçlu iyi bir mümindi. Ama, İsmetpaşa, dini hiç bir zaman
politikaya alet etmedi; Genç, çubuk gibi bir gençken izlediğim
Atatürk'ün silah arkaşa İsmet İnönü'nünün şöyle konuştuğuna
kulaklarımla tanık olmuştum:
-Allahın lafını ağzıma alarak hiç bir zaman sizleri kandır-
madım...
İnönü'den sonra tüm liderler, yerel ve ulusal politikacılar
laikliği hep çiğnemişlerdir... Hatta öyle ki, dindar çevrelerin
oyunu alabilmek için, çeşitli zamanlarda Cuma namazları
kılanlar, insanları kandırmaya kalkışanlar oldukça fazla.
Kimse dine karşı değil, ama dini alet edip, memleketi bu hale
sürükleyenlere karşıdır, bu günkü aydınlar!...
-89-



Abdulkadir KAÇAR
“EROL ERK'İN
TIRNAKLARINI, ÇEKECEKLER...”
Gazetecilik mesleğimin en yoğun, stresli, zevkli günlerini
askerlerin döneminde icra ettim, Sıkıyönetim zamanında,
askerlerle çekişe çekişe gazetecilik yapmayı başardım...
Günümüz de bile askerlere kafa tutmanının olanaksız olduğu
dönemlerde Güney Haber Gazetesi'nde vurucu başlıkları
atmak olanaksızdı, her babayiğidin karı değildi...
Çalışma arkadaşım, dostum, rahmetli Kenan Gedikoğlu,
Sıkıyönetim Komutanlığından her telefon geldiğinde eli ayağı
titrer, Sekreterim Ayşe'ye eliyle işaret ederdi:
-Ben yokum, Ben yokum, Erol'u Bağla, Erol'u... derdi.
Her haberden sonra 6. Kolorduya gidip-gelmekten
oranın gediklisi olmuştum, oraya gidip-gelirken, yayın-
larımdan rahatsız olan bazı çevreler:
-Erol Erk'in tırnaklarını sökecekler..
-Erol Erk, artık çıkamaz, gidişi olur-dönüşü olmaz,
diyorlardı.
Tüm paşalarla dost ve arkadaş olmuştum, Her gün
çaylarını, kahvelerini, hatta daha ileri aşamalarda rakılarını
içtiğim paşalar bana saygı duyuyorlardı. O dönemin Adana
Belediye Başkanı olan Albay Nuri Korkmaz:
-90-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
-Kardeşim, ben Erol Erk'ten korktuğum kadar hiç bir
şeyden korkmuyorum... diyordu...
Kurmay Başkanı Albay Turgut Nasun'un karşısında
titremeyen yoktu... Çok yumuşak görünümün arkasında katı
ve çok sert olabilen Burhanettin Bigalı Paşa bir gün beni
tebrik etti:
-Erol seni kutluyorum, elinden ne uçan, ne de kaçan
kurtulmuyor...
Mümtaz Ün Paşa yakın arkadaşımdı...
Aslında sivil kıyafetler, şeytanı temsil eder, askerler
elbiseleri içinde masumdur. Ve askerin en önemli bir yanı,
eğer yazdıklarını kanıtlarsan sana bir şey yapmaz...
Yavuz Sultan Süleyman'ın Hazineleri yüzünden,
işkenceyle yaşamlarını yitiren üç gariban çoban olayından
sonra Mersin'de seri operasyonlara giriştim, oraları titrettim.
Valileri devirdim, Çukobirlik Genel Müdürünü görevden
aldırdım. O dönemde en az 100 kişi Güney Haber’in yayınları
nedeniyle tutuklanmıştır, Toplumu bu yasadışı davranışlarda
bulunanlardan temizlemeyi başardım.
Bu arada Adana da tutuklu olan ve kaçırılma teşeb-
büsünde bulanacağını daha önceden öğrendiğim, Hollanda
da hapishaneden helikopterle kaçırılan Gaziantepspor'un
Başkanlığını da yapan kişiyle ilgili çeşitli bilgilerim vardı,
hepsini teker teker değerlendirmiştim...
Çukobirlik'in tarihinde en büyük ve seri yolsuzluklarını
ortaya çıkartmıştım, işbaşına gelen paşalar, sivillerin
yolsuzluklarını çıkartıyoruz derken, onların yaptıkları
kusurları da ortaya çıkarttırdım...
-91-



Abdulkadir KAÇAR
Bölgemizde Sıkıyönetimin ortaya çıkartamadığı pek
çok yasadışı olayları, 'DEDEKTİF SALİM' olarak bir bir ortaya
çıkarttım...
Tüm bunları neyle yaptım? Yerel gazetem olan Güney
Haberle... inanmış kadromla, arkadaşlarımla, sahip olduğum
bugün bile açıklamayı istemediğim çok büyük ve özel
kaynaklarımla bunları başardım... Yerel Basında çalışan
arkadaşlarımızda bu güçlerini iyi bilmelerini, kullanmalarını
öneriyorum...
-92-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
İŞTE YEREL BASININ GÜCÜ
Yerel basının gerektiğinde ulusal basından daha çok
etkili, olayları daha çabuk izleyip süratlendiren, çözümünü
sağlayan en önemli sektör olduğumu söylemiştim. İster
günlük, ister haftalık, hatta isterse aylık ve tek yaprak olsa
bile yerel basınımın gücünü ve etkisini tüm arkadaşlarımın
iyi bilmesini istiyorum. Meslektaşlarımın kendi gazetelerinin
sayfasının azlığı, baskı sayısının az olması nedeniyle bir
psikolojik duyguya kendilerini kaptırmamalarını, aksine en
büyük gücün kendi ellerinde olmalarını öneriyorum. Bunu
da yaşadığım bir örnek vererek yerel basının gücünü anlatmak
istiyorum.
İlk Güney Haber Gazetesi'nin yeri Ziyapaşa Bulvarında,
eski MİT binasının yanında, Yüzme Havuzunun da karşısında
bulunuyordu. Benim danışmanı olduğum gazeteye Yeni
Adana da çalışan Oğuz Baytok'u Genel Yayın Yönetmeni
yapmak istedik, fakat nazikçe teklifimizi geri çevirmişti. Ama
bu konuda sağ kolum olacak Şahin Esendemir'le çalışmaya
başladım. Gazetenin Yazı İşleri Müdürü de Nejat Çorap-
çıoğlu'ydu. Kalemi Türkiye çapında olan, rahmetli Kenan
Gedikoğlu’yla birlikteydik. Yayın yaşamına yeni başladığı
için Güney Haber Gazetesi kendisini kanıtlamanın peşindeydi.
-93-



Abdulkadir KAÇAR
Bir gün sabah kahvesi içerken, elinde Hürriyet
Gazetesiyle Şahin Esendemir koşarak ve heyecanla yanıma
geldi.
-Erol Abi, Erol Abi, şu habere bak, çok ilginç buldum.
Haber, gazeteninin üçüncü sayfasına dört satır ve tek sütun
olarak kullanılmıştı şöyleydi:
“MİSİS'TE YAVUZ SULTAN SELİMİN DEFİNELERİNİ
ARAMAYA ÇIKAN ÜÇ GARİP ÇOBANININ DEVLET
HASTAHANESİ KAPISININ ÖNÜNDE CESETLERİ
BULUNDU... Haberi okuyunca şimşekler çakmıştı ve Şahin’i
bu dikkatinden dolayı kutladıktan sonra şöyle dedim:
-Aferim, dört satırlık ama büyük ve cinayet kokusu
aldığım bu haberi çok deyatlı araştır. Üç garip çobanının
macerasını çok iyi hazırlayarak bana getir...
Ve, bir süre sonra Şahin araştırmasını bitirip geldiğinde
olayı şöyle anlatmıştı:
-Abi, Üç Çoban köylerinde hayvanlarını otlatırken, Nur
Dağlarının eteklerinde Roma ve Bizans döneminden, kalma
çanak-çömlek bulmuşlar ve yine bu kişiler kahvehanede
otururken, birisine Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethe giderken
gömdüğü muhteşem hazinesini bulduklarını söylemişler...
Bu dedikoduya herkes inanmış, çoban şakası olduğunu
bilmediği içinde kulaktan kulağa, yayılmış...
Olayı Yakapınar Jandarma Karakolu’na birisi ihbar
etmiş, orada günlerce sorguya çekilmişler, sonra da cesetleri
Devlet Hastahanesi'nin önünde bulunmuş...
Yerel Gazetelerde çalışan meslektaşlarım çok dikkatli,
ama bir'tek satır atlamadan bu vahşeti iyi okusunlar, ellerinde
tuttuğu gücün anlamını öğrensinler...
-94-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Gerçekten de üç kişiye Yakapınar Jandarma Kara-
kolu'nda günlerce işkence yapılmış :
-Yavuz Sultan Selim'in Hazinelerini nereye gömdünüz?
diye sorulmuş..
Onlarda, ısrarla, yemin ederek :
-Biz hazine bulmadık, çanak-çömlek bulduk, bir
arkadaşımız şaka yaptı, bulsak yerini söyleriz demişler.
Bunlar gerçeği anlattıkça dayak yemişler.
Gerçeği anlattıkça dayak yemişler, daha sonra artık
işkenceye dayanamayınca, kafalarından yalan uydurmaya
başlamışlar.
-Evet, hazineyi bulduk, dağın yanındaki dut ağacının
altına gömdük...
Gidip jandarmalar orayı kazmış yok.
Tekrar dayak yemişler. Yine yalan söylemişler, hayali
yerleri söylemişler... Daha sonra da :
-Vallahi Billahi Komutanım, Başçavuşum, yapmayın,
bizi öldüreceksiniz, biz hazine bulmadık, bu kadar işkenceye
rağmen bulsaydık söylerdik... demişler. Ama, anlatamamışlar.
ve susuz bırakılmışlar, ama artık kendilerinde
değillermiş. Yakapınar Jandarma Astsubayı zavallı üç çobanı
Adana Merkez Jandarma Komutanlığında Yüzbaşı Agah'a
teslim etmişler... Agah Yüzbaşı da. Edremitli'ydi, benim
annem tarafımda oradandı, ama bu olayın üstüne giderken
hiç etkilenmemiştim. O nedenle şimdi vicdani rahatlık içinde
konuşuyorum...
Üç zavallı çobanı eski vilayet binasının arkasındaki
Jandarma Komutanlığının ağaçlarına ayaklarından başaşağı
asmışlar, üçünü de gece gündüz dövmeye, konuşturmaya
devam etmişler :
-95-



Abdulkadir KAÇAR
-Yavuz Sultan Selim'in Hazineleri neredeee?
-Bilmiyoruz komunatım.
-Sizi konuşturmasını bilirim... diye işkenceler devam
etmiş...
Yakapınar Karakolu'nda olduğu gibi, burada da hayali
yerler söyleyip, dayaktan kurtulmaya çalıştıkça daha çok
işkenge görmüşler, daha çok acı çekmişler...
Zavallı Üç çobanının yakınları bu arada vilayete dilekçe
vererek :
-Bizim yakınlarımızı, jandarma göz altına aldı, bir
haftadır haber çıkmıyor, yaşanlarından endişe ediyoruz, bu
konu da gerekli işlemlerin yapılmasını ve tarafımıza bilgi
verilmesini arz ederiz... demişler.
Bu olayda vilayetin tasarrufunda olduğu için, dönemin
valisi dilekçeyi gündeme getirmemiş veya bekletmiş.
Buradan sonrası daha vahimdir, daha ilginçtir. -Dönemin
Hükümet Tabibi ve renkli kişisi olan Dr. Nebi Ziya Akan,
koyu bir CHP'liydi ve tek amacı da milletvekili olabilmekti.
Üç zavallı kişiyi sorgulayan Agah Yüzbaşı, Hükümet Tabibine
resmi bir yazı göndererek soruyor :
-Biz, Hazineleri bulan üç köylüyü günlerdir jandarmada
sorgulayoruz, Üstlerinde her türlü tasarrufu denedik, ama
konuş turamadık acaba sizin hükümet Tabibi olarak bir
müdahaleniz, konuşma yönteminiz olabilir mi?
Koskoca Merkez Komutanı Yüzbaşı Agah bu yazıyı
yazabilme yanlışlığına düşmüş, İşte çok önemli olan bu
belgeyi de ortaya çıkarttım Dr. Nebi Ziya Akkan da ona şöyle
yanıt vermiş :
-Komutanım, siz hiç merak etmeyin, onları konuş-
turmasını çok iyi bilirim...
-96-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Önce Adana'lı olarak üç çobanı gördükleri işkenceden
dolayı üzüldüğünü konuşmalarının kendilerinin yararlı
olacağını, yoksa, çok farklı yöntemler uygulanacağını
anlatarak konuşturmaya çalışmış... İkna edemediği çobanlar
da yalvarıyormuş.
-Doktor Bey, Komutanım, Astsubayım, valiahi-bilahi
biz hazine falan bulmadık, içinde altın olacağını sandığımız
çanak ve çömlek bulduk, köyden bir arkadaşımız yalan
söyleyip, Yavuz Sultan Selim"in Hazinelerini bulduğumuzu
söyledi... Bize acıyın, çolumuz-çocuğumuz var, nolur
yapmayın...
Ama, kimseye bunu dinletememişler... Dr. Ziya Akkan,
Bunları Yakapınar’a götürün, orada konuşturmasını bilirim...
demiş.
Ve kimsenin aklına gelmeyecek biçimde bir işkence
yöntemiyle koskoca bir kazana tuzlu su yapmış, üç garip
çobanı başaşağı ayaklarından asarak, Dr. Akkan, bardak
bardak tuzlu suyu saatlerce çabanlara içirmiş.  O gariplerin
iç organları parçalanmış, sabahlara kadar inileyip, yalvar-
mışlar. İşkence yapanlardan birisini bir korku almış,
ayaklarından ipleri kesip, mideleri parçalanan, ağızlarından
salya akan üç kişiyi.
-Eyvaah, başımızı derde soktuk, bunları Devlet Hasta-
hanesinin önüne atıp, canımızı kurtaralım demiş. Jeep'in
içine konulan zavallı üç köylününün cesedi Devlet Hasta-
hanesinin önüne atılmış...
Bu olay Ulusal basın olan Hürriyet'te üç satır verilmiş,
cesetler daha sonra yakınlarına teslim edilmişti...
Bu konuda beni uyandıran Şahin Esendemir’di. Bu gün
bile kendisine teşekkür ediyorum, ama o dönemde bu haberi
yazmak kolay değildi. Çünkü karşımızda Asker, Vilayet ve
-97-



Abdulkadir KAÇAR
Hükümet vardı, üstelik bunun kanıtlanması da çok zordu.
Olayı adım adım bilip-yaşayanlarda konuşamıyor, hiç kimse
zavallı üç kişiye tuzlu su içirildiğini işkenceyle öldürüldüğünü
söyleyemiyorlardı...
Vilayette adi bir olay gibi konuyu örtbas etmişti,
dosyalarda kapanmıştı. Adliye harekete geçemiyor, savcılar
ve hakimler görev yapamıyordu...
Herkesin her zaman girip-çıktığı, kapımın açık olduğu
uzun masada bir toplantı yapıp, Güney Haber'in yeni bir
gazete olması nedeniyle vurucu haberlere ihtiyacımızın
olduğunu anlattım, sonucunun ne olacağını bilmeden,
başladım. Vurucu başlıklarla, herkesi titreten haberi
duyurmaya :
“ÜÇ ÇOBANININ KANI YERDE KALMAYACAK”
“KORKUNÇ İŞKENCE”
“TÜYLER ÜRPERTEN CİNAYET...”
Bu riskli başlıkları atarkende bir yandan gelen ihbarları
değerlendiriyordum, Çoban Aileleri gazeteye geldiler, konu
hakkında vilayete dilekçe verdiklerini söylediler... Bu
dilekçeninin örneğini ele geçirip, yayınladım fırtınalar koptu.
İhbarların ardı arkası kesilmiyordu, Dr. Nebi Ziya Akkap'ın
Agah Yüzbaşı'ya yazdığı konuşturma yöntemlerini sorduğu
belgeyi yayınladım depremler oluyordu... Ve en son olarakta
bu işkencenin ilk basamağını yaratan astsubayın bir
yakınından bana ihbar mektubu gelince, orada olay en ince
biçimde anlatılınca, doğru adliyeye gittim ve Cumhuriyet
Savcılığına teslim ettim... Bu yayınlarımız ve belgelerimiz
üzerine Cumhuriyet Savcıları zorunlu olarak soruşturma
açmak durumunda kaldılar. O dönemin savcılarını da bu gün
-98-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
bile tebrik ediyorum. İlk olarak Hükümet Tabibi Dr. Nebi
Ziya Akkan tutuklandı.
Lüzumu Mahkeme kararı alındıktan sonra Yakapınar
Jandarma Astsubayı tutuklandı, Peşinden Agah Yüzbaşı da
tutuklandı...
12 Eylül'e doğru adım adım giderken, yerel basın olarak
garip üç çobanın işkenceyle öldürülmesi olayında yavaş
yavaş intikam alıyorduk...
Bu kişiler Ağır Cezada yargılanmaya başlayınca suçu
birbirlerinin üstüne atmaya başladılar. Olay artık tüm
berraklığıyla gözler önüne serilmişti...
Sonraki Günlerde Sıkıyönetim beni sorguya aldı:
-Erol Erk, sen asker düşmanı mısın?
-Hayır efendim, benim babamda askerdi, kesinlikle
asker düşmanı değilim, açın dosyalarıma bakın, o zaman
benim kim olduğumu göreceksiniz... dedim.
Dosyalarım teker teker ortaya konulduğunda, devlete
verdiğim hizmetten övgüyle söz ediliyordu. Gurur belgelerimi
görünce beni tebrik ettiler. Çünkü, hiç bir hatam olmamıştı,
devletin yanında ve onunla olmuştum, yasaların hükmünü
uygulanması için sağlamıştım...
Adana'da artık bu olay çok büyük depremler yaptığı,
fırtınalar koparttığı, herhangi bir kamu olayına neden
olabileceği hesap edilerek İzmir Ağır Ceza Mahkemesi'ne
alınmıştı...
Duruşmaların sonunda, Mahkeme Hükümet Tabibi Dr.
Ziya Akkan'ı, Agah Yüzbaşı'yı, Yakapınar Jandarma Karakol
Komutanını 36'şar yıl hapis cezası verdi...
Dr. Nebi Ziya Akkan cezaevinde rahmetli oldu.
-99-



Abdulkadir KAÇAR
Agah Yüzbaşı ve Astsubayın izlerini de kaybettim.
Ama, bugün anılarımı anlatırken, bir gazeteci olarak
pişmanlık duymuyorum ve vicdan huzuru içinde anlatıyorum.
Yüzlerce olay çıkarttım ortaya, bazılarından pişmanlık duymuş
olabilirim belki, ama bu olaydan asla ve asla pişmanlık
duymuyorum.
-100-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
GÜNEY HABER EFSANEDİR
Yerel basında yaşamak bir üniversiteye gitmek kadar
hatta daha da önemlidir. Çünkü, yerel basın kolluk kuvvet-
lerinin yapamayacağı şeyleri bile yapabilecek bir güçtür.
Toplumun arasındaki uçurumları yok eder. Hatta çok liyakatli
kişileri politik alanda da yükseltecek güçtür...
Yerel basının Adana tarihine bakacak olursak, bu süreç
çok büyük bir dev niteliğindedir. 1918 yılından beri, Türkiye
Cumhuriyeti'nin kurulmasında önemli görev alan Yeni Adana
Gazetesi bir simgedir, bir ayrıcalık taşır. Ancak, bu güzel
gazete, ekonomik sıkıntıları nedeniyle toparlanamadığı,
istenilen güce ulaşamadığı için olduğu yerde kaldı, yani başka
deyişle, emekleme aşamasını yürümeye çeviremedi. Bu
haldeyken Adanamızda mantar gibi yeni gazeteler çıkmaya
başladı, bu konudaki bir efsane isim GÜNEY HABER'dir...
Bugün benim anılarımı yayınlayan Güney Haber, ilk Güney
Haber'in bir yerde torunu sayılır... Gerçektende ilk Güney
Haber Doğu ve Güney'de bir efsane isimdi, Zaloğlu Rustem
kadar güçlü, Tarih yaratan Köroğlu destanı gibi korkusuzdu.
Bu efsanenin doğuşu, benim Tercüman'dan emekli olduktan
sonra orada kader birliği yaptığım çok değerli dostum-
arkadaşım İsmail Okuroğlu'yla işbirliği yapmamız ve rahmetle
-101-



Abdulkadir KAÇAR
andığım Kemal Ilıcak'ın bize verdiği olanaklarla mümkün
olmuştur. 12 Eylül ihtilalininin olduğu dönemlerde fırtınalar
yaratan bir dev, şaheser, bir efsaneydi o... Bütün ulusal basın
askerden korkup zangır zangır titrerken Güney Haber
destanların üstüne destanlar yazdı, arşivlerde bu başarıları
görmek olanaklı.
Danışmanı ve Genel Yayın Yönetmeni olduğum Güney
Haber Gazetesi cesaretin simgesi olarak girdiği her yerden
ses getiriyordu, ve aynı dönemde hiç bir İstanbul gazetesi
onun kadar vurucu, etkili, değildi olamazdı, olamadı. Bugün
aktif olarak çalışan pek çok gazeteci arkadaşım, o gazetede,
gerçek basın mensubu olmanın zevkini tatmışlardır... Biz o
zaman ne yaptık? Halkı haraca mı bağladık? Hayır, Masumları
mahkum mu ettik? Hayır, Zavallıları ezdik mi? Hayır. Yerel
basın olarak, gaddarları, soyguncuları, yasadışı olanları dize
getirdik... O dönemde yasaların dışında hareket edenler,
Güney Haber Gazetesi'nin karşısında buz gibi eriyip, zangır
zangır titriyorlardı...
Güney Haber'in öncülük ettiği yerel basın atağında
meslektaşım Alaaddin Kutlu,  Ekspres'i yarattı. Eksperese
önücülük eden Güney Haber sonradan kapandı, haha küçük
ama en az onun kadar etkili olan YENİ GÜNEY HABER
Gazetesi'ni çıkarttım. Pehlivan fıkralarındaki Arnavutoğlu'nun
Kel Aliço'ya meydan okuduğu gibi biz o küçücük boyumuzla
dev yolsuzlukların karşısına dikilerek meydan okuduk. İyi
mi ettik, kötü mü ettik? Bunu tartışmıyorum, fakat Güney
Haber Gazetesi'nin adını Yerel  Basının silinmez simgesi
haline getirip, bölgemizin ve Türkiye'nin kaderine altın
harflerle yazdık...
-102-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Daha sonraki yıllarda, bizden güç ve cesaret bulanlar
da yerel basın konusunda faaliyete başladılar. Bölge, Toros,
Haftalık Haber bunlardan bazılarıdır. Ama, devletin ve halkın
katkısı olmadığı için, biz nasıl battıysak, şu anda da Adana'daki
yerel basın çırpınmaktadır. Devletin resmi ilanla verdiği
parayla Çalışanların maaşını ancak ödeyebilmekte, resmi
vergilere bu para yetmemektedir.
Burada bir gerçeğin daha altını çizmek istiyorum;
Birinci Güney Haber'de her şey çok iyiydi, ama ikinci
YENİ GÜNEY HABER, de para bulabilmek, personelin
maaşını ödeyebilmek için, zaman zaman 50, 100 abone için
teslim oluyorduk. Ve yine çalışanların maaşlarını ödeyebilmek
için, olmadık zenginlerin önünde 50 kere takla atıyorduk.
Bunu yapmak zorunda kaldık. İyimi ettik, kötü mü ettik? Bu
da tartışılacak bir konudur. Ama, ekonomik özgürlüğü
olmadığı sürece yerel ve ulusal "basın içi kof olan koskoca
bir hikayedir. Benim bu alanda çalışan ve yatırım yapmak
isteyen arkadaşlarıma ricam şudur. Ekonominizi kesin olarak
dengelemeniz  gereklidir. Aksi takdirde sonu hüsran olur,
teslim olmaktan başka çareniz kalmaz... Ekonomik özgürlüğü
olmayan gazete kafa tutamaz, boynu hep eğiktir.
Benimle ilgili şunu-bunu söylediler, ama asla haram
yemedim. Zaten ben bu gün o şekilde davransaydım, trilyoner
olurdum, kirada oturmazdım... Yerel basındaki gibi yerel
televizyonlarda da aynı sıkıntılar yaşanıyor ama orada
uyanıklarda yer alıyor. Çaresizlik içinde idealizm peşinde
koşan arkadaşlarım da var. Uyanıklara helal olsun, çaresizlere
de Allah yardım etsin. Ben hiç bir zaman uyanık olamadığım
-103-



Abdulkadir KAÇAR
için bu işi beceremedim. Uyanık olmak, yapay olmak ayrı
bir kabilyet gerektiriyordu oyunu kurallarına göre oynayan
arkadaşlarımda belli bir sayıda vardır...
İdealist olan gazeteci arkadaşlarıma şunu söylemek
istiyorum:
Lütfen, yerel basının gücüne inanın, etkinliğinizi
arttırmanın çabası içine girin. Bazen idealist olmaktan
vazgeçin ve toplumun istedikleri güzelliklerini bulmaya,
yazmaya ve yansıtmaya çalışın. En büyük olayları, 45 yıllık
meslek yaşamımın yerel basında olan bölümünde gerçek-
leştirdim.
Bazı odaklar :
-Amaaan canım, Güney Haber Gazetesi yazmışta ne
olmuş? diyenlere aldırmayın.
Bu şekilde davrananlara geçmişte dünyayı zından
etmiştim.
Dahasını söyleyeyim :
-Güney Haber ne yazarsa yazsın... diyen pek çok kişide
hapise girdi...
Gerçek gazeteciyi hiç bir olay, hiç bir kişi bozamaz
Gerçek gazeteci katıksız bal gibidir, zaman geçtikçe kıymeti
daha çok anlaşılar...
-104-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
IŞIK YURTÇU ELİMDE BÜYÜDÜ
Gözlerimi henüz kaybetmeden televizyonlardan
birisinde, Işık Yurtçu'yu, saçı-sakalı birbirine karışmış, tutuklu
bir gazeteci olarak izlediğimde çok üzüldüm. Çünkü, Işık
benim elimde buyüyen, küçücük bir çocuktu o dönemlerde
kısa pantalonlu çocuktur. Babası Çoban Yurtçu ile çalışırken,
sürekli gazeteye gelip-gider, dizgi-baskı işleriyle yakından
ilgilenir bu mesleğe aşırı ilgi duyardı. Benim Ustam olan
Çoban Yurtçu da onu çok sever üstüne titrerdi... Ama, Işık'ın
yaşamımın bir bölümü yurtlarda geçti daha sonra da büyük
bir adam olunca fanatik bir dünyaya, şu anda HAKİKİ; sosyal
adalet sınırlarını aşan fanatik bir ileri uca gönül verdiği içinde
başı dertten derde girdi. Zaman zaman  yazı işleri Müdürlüğü
yaptığı çeşitli gazetelerdeki haberler nedeniyle de büyük
cezalar yedi...
Işık kendisini hala düşünce suçlusu olduğunu söylüyor,
savaşını haklı buluyorum, katılıyorum, basın ve her konuda
ülkelerin alabildiğince özgür olması, düşünceninin suç
olmaması şarttır. Bu düşünce öyle bir pınardır ki, tadına
doyum olmaz. Ama düşünce özgürlüğünün sınırları toplumun
yararlarının dışına çıktığında o özgürlük geri tepen silah
gibidir.
-105-



Abdulkadir KAÇAR
Sevgili Işık'ın idealinde pek çok gazeteciye yanımda iş
verdim, neredeyse denetlenemez olan sağcı-solcu gazeteeilere
müdahale etmeden onlarla aynı masaya oturma becerisini
gösterdim. Benim bu düşüncemde özgür düşünceye verdiğim
önemden kaynaklanır. Demek ki, bende sosyal adaleti ileri
ucuna kadar savunuyorum, ama bir yerde duruyorum. Eğer,
o sosyal adaletin ileri ucunda, cemiyeti tahrip edici, illegal
yollara sapma olayı varsa, ben onda yokum. Rahmetli Çoban
Yurtuçu yani Işık'ın babası da solcuydu. Bunun ekolünde
yetişen herkes solcuydu, ama solcu olmak ayrı, bir illegal
tarza dönüşüp cemiyetlere ters düşecek, konularda zıtlaşmalar
anlamsızdır..
Anılarımı okuyanlara şu konunun altını iki defa çiziyor
rum... Geçenlerde televizyonda 1968'lilerin kuşağının
tartışmalarını dinledim. Aslında Kominizmin Türkiye de ilk
kez patlaması, koroinistlerin özgürlük istemiyle sokaklara
dökülmesi, vurucu ve kırıcı olmaları o dönemlere rastlar. Bu
yolda idam edilenler vurulanlar, yaşamını yitirenler oldu.
Ama istedikleri yere varamadılar. Bu sorun o zamandan bu
zamana kadar geldi ama hala, kapanmadı. Sağda da solda
da ölenleri rahmetle anmak görevmizdir. Sorunu insani
açıdan ele almak istiyorum. Bu yerel basın açısından çok
önemlidir. Ben insanı insan olarak kabul eden bir kişiyim.
İster kominist, ister sağcı olsun, o kişi insansa bir zarar
gelmez.. Ama, o içindeki fırtınaları, kötülüğe, eyleme
dönüştürünlerde yasaların önünden kaçamayacaklardır.
-106-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
EŞEK  ARILARININ
DELİĞİNE ÇOMAK SOKTUM
Dünyada bile gücü tartışılamaz boyutta olan Yerel
Basının en somut örneği Amerika ve Avrupa'da görülür. Bu
ülkeler uygarlıklarını yaratırlarken, yerel basınla kol kola
yürümüş, onun hep güçlü ve etkili kalabilmesi için her türlü
desteği, yardımı, işbirliğini yapmıştır. Gerek okur, gerek
devletler bu uygar ülkelerde yerel basının önünü hep açık
tutup, teşvik etmişlerdir.
Dünyada bu kadar güçlü olan yerel basın ülkemizde,
iyi organize olamadığı için ekonomik sıkıntılar nedeniyle,
çaresizlikler içinde, çalışanı ve patronlarıyla birlikte olumsuz
ve kötü bir kaderi paylaşmaktadır. Bu nedenle gücünü tam
olarak kanıtlayamadığı içinde, layık olduğu yere ve hedeflere
ulaşamamıştır. Yerel basının yerini son 5-6 yıldır Görsel basın
diye niteleyebileceğimiz yerel televizyonlar aldı, onlarda aynı
kültür ve olumsuz kaderi yaşamak zorunda kaldı.
Devlet politikalarında yerel basına ayrılan tahsisatlar
hep çok çılız, yetersiz, olduğu için yerel basın can çekişircesine
debelenmekte, canını kurtarmaya çalışmaktadır. Oysa, yerel
-107-



Abdulkadir KAÇAR
basına gösterilecek ilgi yaygın basından daha da etkilidir.
Yerel basında yetişen ve mesleklerini orada sürdüren
arkadaşlarım, üzülerek belirtmeliyim ki, karınlarını doyur-
manının çabası ve mücadelesi içindedirler. Bunu yaparkende
demokratça davranış biçimi gösterememektedirler. İdeal
peşinde koşma yerel basında önemli bir ölçü, bir hedef
olmasına rağmen, bunun peşinde koşupta toplamak,
istedikleri ve layık oldukları yeri bulamazlar. Çünkü, ideal
ölçülere sığındığında menfaat guruplarının birlik oldukları
yuvalara girmek zorunda kalacaktır. Bu guruplara karşı
çıktığı sürece de onlar gün gelip gazeteciyi boğacaklardır.
Başka deyişle, Eşek arılarının olduğu deliklere çomak
sokmadığıdın sürece, cebinde basın kartın, kokteyllerde,
elinde içki bardağınla, kuş sütünün eksik olduğu sofralarda
kahkahalarla gülebilir, Başbakanlar, Bakanlar, Milletvekilleri,
Valiler, Emniyet Müdürleri, Belediye Başkanlarıyla kahkaha
atabilirsin. Ama, o gazetecilik değil, sadece bu mesleğin
renkli, özenilen, ama içi kof dünyasıdır...
Bu tipler, toplumun sevdiği, ilgi gösterdiği kaleminin
ucunu sivri tutmayan, gerek kişisel, gerek devlet çıkarları
için eğriye doğruya karışmayan, köşesinde oturan,
BEYEFENDİ kılıklı heriflerdir. Bu işin içinde rahatlıkla
yaşayabilirler, halktan kopuk yaltakçılardır...
Ama, gerçek gazeteci halkı sortmlarla birleştiren
adamdır, halkın gözünü açan, doğruları ortaya koyan kişidir.
Ve çıkar gurupları ise halkın gözünün açılmasını asla istemez.
Çünkü, büyük halk yığınları bir şeylerin farkına varırsa, gözü
açılırsa, yolsuzluklar, vurgunlar, rüşvet, talan yağmalar ortaya
-108-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
çıkacağı için, kimse bu şekilde, aktif gazetecilik yapan kişileri
sevmez... Üzülerek belirtmeliyim ki, bu gazetelerin ne
patronları, ne de çalışanlar pek sevilmezler, ben bunu yıllarca
yaşadım. Bunun aksini idda eden bir kişi varsa ğörsel
medyanın önünde tartışmaya hazırım, onlara HODRİ
MEYDAN diyorum.
Ama buna cesaret edebilecek, benimle bu konuyu
tartışacak kişilerin olduğunu sanmıyorum. Çünkü, 45 yıla
varan gazeteciliğimin tarihsel deneyimimle, mesleğimin her
aşamasında yıllarca çaba harcayan birisi olarak bu konuyu
benden daha iyi bilenlerin olacağını sanmıyorum.
-109-



Abdulkadir KAÇAR
ERSİN AYDIN'LA
ANAVATAN'DAN YAVRUVATANA
Tercüman Gazetesi'nde 9 yılı aşkın süren çalışmalarımda
beni doruk noktaya çıkartan, adımı Türkiye'ye dünyaya
duyuran en önemli, bir olay da ünlü maratoncumuz Ersin
Aydın'ın, Anavatan'dan Yavruvatan’a yüzerek gitmesidir.
İngiliz basının da peşimden koştuğu bu olay yaşamımın en
heyecanlı, en unutulmaz serüvenidir,
Kıbrıs Barış Harekatı henüz yapılmıştı. Ancak biz
Türkler yüzerek de Türkiye'den Kıbrıs’a çıkacağımızı
kanıtlamak istiyorduk. Bu konunun projelendirilmesi seviğili
dostum, spor yazarı Necmi Tanyolaç ile İslam Çupi’ye aittir.
Adana'da yetişmiş, çeşitli, madalyaları olan, Kısa boylu,
tıknaz, esmer bir arkadaşım olan Ersin Aydın bir süre önce
Manş Denizini geçerek, Avrupa'dan İngiltere'ye yüzmüş ve
dünyada adından söz edilmişti. Tercüman'ın bu fikrini
benimseyen Ersin'in Anamur'dan Kıbrıs'a yüzme olayını
kimin gerçekleştirebileceği düşünülürken, İstanbul'da
tartışılırken benim adım geçmiş :
-Erol Erk, biraz deli doludur, ama olayları değişik
boyuttan ele alan, farklı yöntemler kullanan ve Adana
Temsilcimizdir. Bu projeninin gerçekleşmesi ona bağlıdır...
demişler.
-110-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Bu planlar yapılırken beni İstanbul'a çağırdılar. Kemal
Ilıcak’ın odasına gittik. Düşünce henüz hamdı, ve yapılacak
çalışmaları tartıştık, sonuç olarak Kemal Ilıcak şöyle dedi.
-Erol, bu büyük planımız Türkiye'de değil, dünya da
büyük yankı uyandıracak, sansasyon yapacak, gazetemizin
trajını da arttıracaktır... Senin, bu işi yapmanı istiyorum.
-Emrin olur abi, Ersin'i Anavatan'dan Yavruvatan'a
yüzme işi başarıyla uygulanacaktır, en küçük bir şüpheniz
olmasın.
-Sağol Erol Sana güveniyorum... dedi.
Dönemin parasal değeri ve Tercuman'ın bütçesine göre
Kemal Ilıcak, hiç bir şey esirgemedi, para sınırı koymadı.
Plana göre Ersin Aydın, Anamur'la Girne arasındaki
mesafeyi yüzecektir. En büyük faktör, köpek balıklarıydı.
Bunun için bir demir kafes planladım. Mersin'de boyu 10x5
metre olan büyük bir demir kafes yaptırdık.
Bu organizasyonun patronu bendim, İslam Çupi ile
dönemin en büyük foto muhabiri olan Mahmut Küçük, gemi
ya da motordan olayı takip edecek, ben de helikoplerle bu
maratonu Kıbrıs'a kadar sürdürecektim. Ancak, planlar
düşündüğüm biçimde kolay olmamıştı, bir takım zorluklar
vardı. O günlerde bu yüzme de kullanacak motoru
bulamamıştık. Kadere bakın ki, Mersin ve İskenderun'da
bulamadığımız motoru, benim "Soğukoluk’ta bastığım
Muhteşem Otelin sahibi Bahriyeli Emin'in kardeşinde bulduk.
Durumu anlattığımda şöyle dedi Emin Ağa.
-Erol, zamanında sen bize büyük kötülük yaptın, ama,
biz sana iyilik yapacağız, bu milli davaya motorumuzla
katılmak istiyoruz ve ücret talep etmiyoruz...
-111-



Abdulkadir KAÇAR
Çok sevinmiştim, büyük bir balıkçı motoruydu. Görkemi
falan harikaydı, ama ne bir telsizi, ne de radarı yoktu.
Serüveninin ikinci boyutuda havadan benim olayları
izlemem, olayı İstanbul ve Kıbrıs'a anında bildirmemdi. Yine
kendi insiyatifimi kullanarak Konya'daki 2. Ordu Komutanı
General Gemal Turan'a önce dilekçe verip, sonra da kendisini
 ziyaret ederek, bu milli  davada havadan izlemem için adıma
bir helikopterin tesis edilmesini istedim.
Mersin'e yerleştirdiğim İslam Çupi ve Mahmut Küçük
endişeliydiler.
-Erol, bu işi nasıl becereceğiz?
-Siz kafanız'ı yormayın, sadece izleyici olarak
gözlemleyin, sonucu görün.
İslam Çupi :
-Erol sana Şeytanı bile baştan çıkartır diyorlar, bakalım
bu konularda ne yapacaksın?
İkisi de Mersin'de benden talimat bekliyorlardı...
Bu işin üstesinden gelmemin tek koşulu ordunun bir
helikopter tesis etmesiydi. Aksi takdirde günlerdir yayınlanan
haberlerimiz fos çıkacaktı. Tercuman olarak yarattığımız bu
heyecanlı eylemin etkisi Kıbrıs halkını, Rauf Denktaş'ı, orada
görev yapan büyük asker Bedrettin Demirrel'i de sarmıştı,
herkes bekliyordu. Esas olayın kahramanı olan Ersin Aydın
da günlerdir, haftalardır bu yüzmeye hazırlanıyordu...
Bir süre sonra Mersin'de yaptırdığım, demir kafeste
törenle Anamur'a getirildi, motorumuzun kaptanları da hazır,
benden START bekliyorlardı. Bu arada beklenen son gelişme
de olumluydu. 2. Ordu Komutanın Erol Erk adına tesis ettiği
helikopter iki yüzbaşı pilotla birlikte Mersin'e gelmişti. Kıbrıs
-112-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Barış Harekatına da katılan, birisi kıdemli iki yüzbaşı
şöyle'dediler:
-Erol Erk, Şu andan itibaren senin emrindeyiz. Ancak
bize 24 saat süre verildi, bu süre içinde görevimizi tamam-
lamak zorundayız..
Canım çok sıkılmıştı.
-Vallahi, bu süre yetmez, ama merak etmeyin ben uzat-
tıracağım...
-O halde 2. Ordu Komutanlığıyla yeniden temasa
geçmeniz gerekecek..
Yüzbaşıları da Türkmen Oteli'ne yerleştirdim.
Benim kadim dostum, arkadaşım olan Kel Hasan
Mersin’de WHİTE HORSE isimli enternasyonal bir gece
kulübünü işletiyordu. Yıldızların hepsi İngiliz, Fransız,
Amerikalı, Perulu, Kanadalı, Venezuellalıydı. Kel Hasan kel
kafasıyla beyaz ceketi, lacivert pantolonuyla kızılderilileri
andıran o muhteşem tablosuyla nevi şahsına münhasır bir
patrondu. O kadar güzel arkadaşlığımız vardı ki, benim ve
benim adıma gelen bütün konukları White Horse’de
ağırlamayı kendisine birinci görev sayıyordu. Tercuman gibi
muhafazakar bir gazeteninin temsilcisi olarak eğlence ve
gece yaşamından uzak durmam gereken bir dönemde
Kelhasan'ın bana yakınlığı, arkadaşlığı hiç bir zaman
değişmedi. Oysa ben onun ne reklamını yapıyor, ne gazetede
haberini çıkartıyor, ne de dolaylı bir yardımım olmuyordu.
Kelhasan'la olan dostluğum tamamen benim emrimdeki bir
platoydu. O gece benim pilotları kandırmam ve 24 saatlik
süreyi kesinlikle uzatmak gerikiyordu. İslam Çupi, Mahmut
Küçük ve büyük ekip show programı içerisinde ne
-113-



Abdulkadir KAÇAR
yapacaklarını şaşırdılar. Dünyanın dört bir yanından gelen
kızlar show yaparken yüzbaşılarda keyifleniyorlardı. Hiç
unutamam pilotlar bir ara, alkolün bolluğuyla.
-Yahu Erol Erk, sen büyük adamsın, kardeşim istersen
merkezden izin al, istersen alma, biz senin emrindeyiz.
Bu benim için büyük başarı, hatta süper gelişmeydi.
Anamur'daki gemiye erzakları yığmaya başladık,
yolculuğun ne kadar süreceğini bilemiyorduk, 30 - 40 - 50
saat gibi laflar dolaşıyordu. Motoru tepeden tırnağa, kuş
sütüyle donattım. İslam Çupi ve Mahmut Küçük içinde bir
kaç koli rakı koydurdum. İstanbul’la da sürekli temas
halindeydik, yaptığım her çalışma için, Necmi Tanyolaç abim
sürekli İstanbul'dan bağırıyordu :
-Aferim Erol, fevkalade güzel, fevkalade güzel.. kafanı
yorma abi, bu iş kesinlikle olacak...
-Erol sana güveniyorum, inanıyorum, hiç bir hata
yapmayacağına inanıyorum... Senden adım adım kazanılmış
dev bir zafer bekliyorum...
Planımıza göre motor akşam Anamur'dan hareket
edcek, ertesi gün saat 16.00'da Girne’de olacaktı. Ama, o gün
gördüğüm deniz, hırçın, dev dalgalarla dolu, korkunç, fışkıran
bir görünümdeydi. Motor bile, Ersin'i alacağı iskeleye yanaşa-
mıyordu. Ama start vermek zorundaydım. Ersin Aydın'da
havasındaydı.
Artık hareket saatini beklerken, Anamur'da bir
lokantada son yemeklerimizi yeyip, sohbet ettik, Pilotlar
Mersin'de beni bekliyorlardı. Anamur'dan start vermek için
her şey gözden  geçiriliyordu, motorun kaptanları, bir tehlike
altında, ne bir telsiz, ne bir radarları yoktu. Ama, yine de
-114-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
tüm kaptanlar ve personel motora bindi. Azgın Akdeniz
suları da susmak bilmiyordu. Ersin'i göndermenin riski de
vardı. Ama, mutlaka start gerekiyordu. İslam Çupi ve Mahmut
Küçük'te biraz alkolle rahatladıkları için :
-Erol Abi, gidebiliriz..
-Korkmuyoruz abi, bize bir şey olmaz dediler.
Motordaki kamaralarına yerleştirdim. Onları yolcu
ederkende:
-Arkadaşlar hiç canınızı sıkmayın, sucuklar,  peynirler,
pastırmalar, turşular, aklınıza gelen gelmeyen yiyecekleri
gemiye doldurdum...
Ersin biraz tereddütlüydü :
-Erol ben denizde nasıl yüzeceğim?
-Kafanı yorma, Manş'ı geçen adama Akdeniz çerez
gibidir. Hem tel kafesle yüzeceksin, artık köpek balıklarının
da sana hiç bir zararı olmaz.
Ersin soyundu, yağlandı, kafesine girdi, saat 22.00 de
iskelede toplanan binlerce halkın yoğun katılımıyla star
verdim. Yerel yöneticiler, coşkulu kalabalık saatlerce alkış-
ladılar, hatta bir kaç pare de top atıldı... Onlar açıldıktan
yarım saat sonra şoförüm Ramazan Gülle'ye dedim ki:
-Ramazan arabanın yönünü Mersin'e döndür...
Kısa sürede Mersin'e geldiğimizde pilotlar eğleniyorlardı.
Bende o guruba katıldığımda, herkes soruyor.
-Noldu? Noldu?
-Bizim kahramanlar yola çıktı sabahın seher, vaktinde
kontrol edip, Sayın Denktaş'a ve askeri yöneticilere bildire-
ceğim...
-115-



Abdulkadir KAÇAR
ERSİN AYDIN’I GÖTÜREN
MOTOR KAYBOLDU...
Sabahleyin erkenden kalktık. Gümrük alanındaki
helikoptere binip Anamur’a doğru uçmaya başladık. O sırada
kıyıdaki muz bahçelerinin ne kadar güzel olduğunu gördüm.
Kıbrıs Barış Harekatına da katılan birisi kıdemli Yüzbaşılara
sordum:
-Kıbrıs barış Harekatını nasıl başardınız?
-Biz Allah’a sığınarak yaşıyoruz, Akdeniz’e düşsek
köpek balıklarına yem oluruz, bu konuda karşı hiç bir
önlemimiz yok. ALLAHUEKBER diyerek yola çıkıyoruz.
Çok şaşırmış, korkmuştum da.
-Şimdi denize düşsek ne olur?
-Yine köpek balıklarına yem oluruz.
Hem Amerikalı pilotlar, bizim Akdeniz’i böyle aşmamızı
bir türlü anlayamamışlardı. Çünkü onların köpek balıklarına
karşı özel korunma yöntemleri vardır...
Hem konuşup, hem de Anamur Girne arasını helikop-
terle gidiyorduk, ama bu güzergahta, ne bir gemi, ne bir
tekne, ne de akşam 22.00 de yolcu ettiğimiz arkadaşları
göremeyince iyice telaşlanmıştım. Motorun ne telsizi, ne de
-116-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
radarı olmadığı için şüphelerim arttıkça artıyor, pilotlar da
aynı tedirginliği yaşıyorlardı.
-Ya battılar, ya da kayboldular... diyorlardı.
Girne’ye kadar uçuş yaptık ama bir ize raslamadık.
Muhafızlardan haber almak için Mersin’e geri döndüğümüz
de saat 16.00’ydı. Oysa bu saatte motorun ve Ersin Aydın’ın
Girne’de olması gerekirdi. Bir türlü haber alamıyor, çırpınıyor,
çırpınıyorduk.
Ertesi gün çıkan tüm gazeteler, bizim bu planımızın
fiyasko ile sonuçlandığını belirtiyorlar, şöyle manşet
atıyorlardı:
-ÜNLÜ MARATONCU ERSİN AYDIN AKDENİZ’İN
SULARINDA KAYBOLDU.
-ERSİN’İ KIBRIS’A GÖTÜREN MOTORDAN HABER
ALINAMIYOR.
-ERSİN’İN YAŞAMINDAN ENDİŞE DUYULUYOR.
Tüm dünya aynı şeyleri söylüyordu, gazeteler, okurlarına
ve dinleyicilerine duyuruyorlardı... Ben akdeniz’in üzerinde
dolaşıyordum. İstanbul beni bulamıyor, büyük panik
yaşanıyordu.
Necmi Tanyolaç’ı bulduğumda o da bağırıyordu.
-Yahu Erol koskocaman motoru nasıl kaybettin?
-Abi, Vallahi, yolcu ettim, yarım saat arkalarından
baktım. Ama motorun radarı, telsizi olmadığı için ALLAHU-
EKBER” diye yola çıktılar...
O kritik geceyi Mersin’de biraz telaş, biraz heyecan,
korku ve panikleyerek geçirdim. Pilotlar aynı telaşı, paniği
 paylaştılar, o sırada Kel Hasan’ın WİHİTE HORSE’unda
-117-



Abdulkadir KAÇAR
oturuyorduk, ama diken üstündeydik. Vazgeçilmez dostum
Kel Hasan beni teselli etmeye çalışıyordu.
-Erol, kafanı yorma, o motorcuların hepsi profesyoneldir.
Akdeniz’i karış karış bilirler, canını sıkma, bir akıntıya kapılıp
ters yöne gitmiş olabilirler, rotayı şaşırmış olabilirler...
Söylenenlerin hiç birisi beni teselli  etmiyordu. Sabahın
erken saatlerinde yeniden havalandık. Pilotların oysa 24 saati
iki defa geçmişti. Onları teselli etmeye çalışıyordum.
-Arkadaşlar, bu bir milli davadır. Kafanızı hiç bir şeye
takmayın, size komutanlarınız hiç bir şey diyemez, deseler
bile bu olayın organizatörleri olarak sonuna kadar sizi
savunacağım, kesinlikle endişe duymayın.
Sabahleyin ikinci seferimizde Akdeniz’in üzerinde
yaklaşık iki saat aramamızdan sonra Anamur’dan yolcu
ettiğim motoru Girne’ye çok uzaklarda bulduk. Yavaş yavaş
Kıbrıs’a doğru yol  alıyorlardı. El salladık. Onlar da rahatlayıp,
bize el salladılar. Ben show yapmamız gerektiğine inandım.
Çünkü Rumlar motorun gelmemesine, kaybolması haberlerine
çok seviniyorlar, nara atıyorlar, Rauf Denktaş ise eziklik
duyuyordu. Bu konuda Bedrettin Dalan Paşaya mesaj iletmem
gerektiğini düşündüm. Kalemle beyaz kağıda, motorla Kıbrısa
yaklaşan İslam Çupi’ye bir not yazdım:
-Girne’ye bir mil kala demirleyin, benim talimatımı
bekleyin...
Saat 11.00 - 12.00 olmuştu, alçaldık, alçaldık bu notu
sert bir madde ile motora atmayı başardım... Onlar da elleriyle
işaret ettiler, söylediklerime aynen uyacaklardı. Helikopterimiz
Girne’nin küçük bir platformuna indi, herkes peşimizdeydi.
Benimle birlikte yürüyorlardı ve soruyorlardı:
-118-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
-Ersin Aydın nerede?
-Ersin ne zaman geliyor?
Elimde James Bond çanta, siyah gözlüklerimle, hiç
renk vermeden Adana’dan tanıdığım Bedrettin Demirel
Paşa’nın yanına gittim, selam çaktım, Kıbrıs Barış Harekatında
kahramanca büyük mücadele veren Paşa beni görünce sarıldı:
-Paşam saat 16.00’da motorumuz Girne açıklarında
olacak.
Bedreddin Paşa daha da rahatlayıp, kalkıp beni bir
daha öptü, hemen telefona sarılıp Rauf Denktaş’a bilgi verdi.
Motor iki gün gecikmeyle adaya ulaşacaktı.
-Paşam, yeniden Helikoptere binip, motoru izleyip,
rotayı takip edeceğim, proğramı ayarlayacağım.
-Peki Erol, seni bekliyoruz.
Tekrar havalandık, bizim motor Girne’ye bir mil kala
demirlemişti. Verdiğim talimat aynen uygulanıyordu. İki
kruvazötörde bizim motoru bekliyordu.

-119-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder