9 Ağustos 2017 Çarşamba

Gazeteci Erol Erk'in anıları 3





HERKES AĞLIYORDU
Helikopterle saat 15.00'te yeniden Kıbrıs'a döndüm,
tüm GİRNE ayaktaydı, liman Türk bayraklarıyla donatılmış,
bando çalıyor, onbinlerce vatandaş doğal limanı bayram
yerine döndürmüşler, hazırlıklar tamamlanmış, gelişimiz
bekleniyordu. Helikopterden inip Bedrettippaşa'nın yanına
gittim :
-Paşam, her şey tamam, istediğiniz saatte Girnedeyiz...
-Erol, Rauf Denktaş'ta gelecek, ayarlamayı iyi yapalım,
hiç bir aksilik olmasın..
-Tamam Paşam, saat 16.30'da biz GİRNE'deyiz...
Ama, halkın ve protokoldeki herkesin o gözyaşartıcı
manzarasından olağanüstü etkilenmiştim, helikopterle son
kez havalanıp motorun yanına gittim, Ersin Aydın’a vermem
gereken 2. mesajı da kağıda yazıp ağır bir maddeyle aşağıya
attım. Mesajım şöyleydi :
-Ersin, startı verdikten sonra yüzerek kıyıya ulaşa-
caksın...
Aşağıdan el salladılar, her şey tamamdı.
Burada bir şeyin altını çizmek istiyorum, Ersin'in geceleri
motora alınmış olabileceğini tahmin ediyordum, ama karaya
çıktığında Akdenizi yüzerek geçen bir yüzücününün görün-
tüsünü vermesi gerekiyordu. Söylediklerimde tamamen doğru
çıkmış, talimatlarım aynen uygulanmıştı. Saat 16.00'da
Ersin motordan atlayıp yüzmeye başladı. Kıyıda bekleyen
-120-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
onbinlerce kişi sevinçten çığlık çığlığa bağırıyor, kıyametler
kopuyordu. Protokolde Rauf Denktaş, Bedrettin Dalan, herkes
nefesini almadan bekliyordu. Doğal rıhtımda iki tane asker
ellerinde büyük bir Türk-Bayrağı, Beyazlar içinde Doktor
Binbaşı Sağlık Ekibi'nin başındaydı, Bende, denizden
çıktığında elini tutup çekmek için en uca kadar inmiştim.
Ersin'in bir millik yüzmesi 16.30 da tamamlandı, kendi
ellerimle onu tutup karaya çektiğimde, İnzibatlar ve doktorlar
hazır bekliyorlardı...
Zaman aşımına uğradığı için ilk defa itiraf ediyorum,
Ersin'i çok iyi tanıdığım için hemen ona sarıldım, öperken
kulağına söyle dedim:
-Ersin, burada hemen bayıl...
Sesini çıkartmadı, o muhteşem bayram yerindeki halkın
coşkusu artık zirveye ulaşmış herkes hüngür hüngür
ağlıyordu. Ersin benim talimatıma hemen uydu. Sudan çıkıp,
yerlere döşenen halıların üzerinde bir iki adım attıktan sonra
kendisini yere bırakıp bayıldı. O sırada inzibatlardan birisi
elinde tuttuğu Türk Bayrağını Ersin'in üstüne örttü. Ben
uyanması için tokatlar gibi yapıyordum, bir kaç dakika baygın
kaldıktan sonra:
-Erol, ben öldüm mü? Türk Bayrağını neden üstüme
örttüler ki?
-Hayır ölmedin, ama biraz sonra kalk, bir süre daha
bekle... dedim.
Beyazlar içindeki Türk Doktoru, Ersin'in tansiyonunu
falan ölçtü, gerekli tıbbi müdahaleler yapıldı... Ersin ayağa
kalkınca, hemen elinden tutup Rauf Denktaş'ın yanına çıktık,
bir selam verdim:
-Sayın Denktaş, Türkler'in Anavatan'dan Yavruvatan'a
yüzerekte geçebileceğini kanıtladık, Cumhurbaşkanımız
-121-



Abdulkadir KAÇAR
Sayın Fahri Korutürk'ün en iyi dilek masajlarını Adanın  en
büyük lideri olarak size iletmekten haz duyuyorum.
Rauf Denktaş'ın gözlerinden bir damla yaş aktı...
Bedrettin Demirel Paşaya da bir selam çaktım :
-Sayın Pasara, Türk Ordusunun ve Ulusunun mesajını
selamlarını şükran duygularını iletiyorum... dedim.
Hayatında hiç ağlamayan Bedrettin Paşa ilk defa hüngür
hüngür ağladı, bunları söylerken bende hıçkara hıçkıra
ağlıyordum. Herkes denizden yukarı çıkmıştı... 10 yaşındaki
Kıbrıs'lı bir öğrenci Ersin'in boynuna bir çelenk takıp, Kıbrıs
şivesiyle :
“Sayın Ersin Aydın, Anavatandan Yavruvatan'a hoşgel-
diniz, halkım adına size saygıları, sevgileri, minnetlerimizi
sunuyoruz.” dedi.
Bayram yerine dönen o karşılamada onbinlerce kişi
hüngür hüngür ağlıyordu...
Ersin Aydın omuzlara alındı, bir süre Girne'ye taşındı,
gündüz olmasına rağmen, havai fişekler atıldı, çok büyük
bir heyecan, sevinç, ağlama birbirene karışmıştı.
Daha sonra Orduevi'nde yüzme olayının nasıl gerçek-
leştigi konusunda Rauf Denktaş ve Bedrettin Paşa ve üst
düzey protokolün katıldığı her bir salonda brifing verdim.
Yüzme olayının nasıl oluştuğunu, nasıl gerçekleştiğini saat-
saat, dakika dakika anlattım, tutup-tutmadığını şu anda bile
kesin olarak bilemiyorum. Orada aklıma bir de jest yapmak
geldi.
-Bu büyük serüvenin anısına, köpek balıklarından Ersin
Aydın'ı korumak için yaptırdığımız özel tel kafesi Kıbrıs
Müzesine armağan ediyorum...
Büyük bir alkış kopmuştu... O kafes hala oradadır...
-122-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
İNGİLİZ GAZETECİNİN DEV TEKLİFİ
Yüzme olayı buraya kadar dörtdörtlüktü ama Kıbrıs
Rum ve İngiliz Basını peşime düşmüşler. Lefkoşe'de Barış
Harekatı  sırasında da uzun süre kaldığım otelde bir İngiliz
bayan gazeteciyle, Genç Türk Tercümanı beni yakaladılar.
Aslında onların amacı, bu organizasyonda yüzme konusunda
şüphe ediyorlardı. Tercüman aracılığıyla İngiliz Gazeteci:
-Bize bu olayı anlatırmısınız? dedi.
-Ben bu olayı Girne'de, Orduevi'nde iki defa anlattım...
Şüpheli şüpheli dediler ki :
-Peki, bu olayın başka bir yönü var mıydı?
-Yoktu kardeşim, Türkiye’de büyük bir gazeteyiz.
Organizasyon yaptık, amacımız Türklerin Anavatandan
Yavruvatana Kıbrıs'ı yüzerekte işgal edebileceklerini kanıt-
lamaktı, bunu da yaptık...
Resepsiyon sona erdi, olaylar bittikten sonra barlarda
buluştuk, o İngiliz Bayan Gazeteci, Tercümanla tekrar
yanımıza geldi, Tercümanı :
-Erol Bey, arkadaşım sizinle tanışmak istiyor...
-Buyursunlar, tanışalım.
-Sizin bu maceranızı yazmanız için, mensup olduğu
gazete adına size 30 bin paund öneriyor...
-123-



Abdulkadir KAÇAR
-Yavrucuğum, bunlarin neyini yazacağım, hepsini
anlattım zaten, bu milli bir davadır.
-Erol Erk, kafanı kullan, 30 bin paund bu çok büyük
bir paradır...
-Anılarım dünyanının ve Türkiye'nin hatta Kıbrıs'ın
gözleri önünde oldu neyini yazacağım.
Tercüman ısrar edince sordum, Peki, senin bundan bir
çıkarın var mı? Bocaladı :
-Şeey, yok, yani neden olsun ki.
Onların merakı, Ersin Aydın'ın yüzmesinden şüphe-
leniyorlar, bir hilenin olup olmadığını ortaya çıkartmak
istiyorlardı. Eğer, o günlerde ben vatanımı, milletimi satıp,
30 bin paund'u belki 50, 100 bin paundda yaptırabilirdim ve
bunu öderlerdi. Ama, aklımın ucundan en küçük bir ihanet
olmadığı, geçmediği için, onların bu isteklerini geri çevirdim.
Belki büyük bir para alabilirdim, ama bu bemim yapımda
olan birisinin bunu yapması zaten bahis konusu olamazdı.
Benim, vatanım, milletim, askerim, sivilim, o günlerde
inandığım vazgeçilmez değerlerdi. Şu ortaya koyduğum
olayda zaten her şeyi dört dörtlük biçimde açıklıyor.
Bu gün, latife, espiri olarak gördüğüm için yüzme
olayının iç yüzünü, bir takım hilelerini açıklarken pişman
değilim, bir üzüntü. duymuyorum. Şöyle ya da böyle bu
yüzme olayı gerçekleşmiştir, ama kötü hava koşulları
nedeniyle Ersin’in bu şekilde davranması da normaldir...
Bu maceranın Tercüman’a çıkartığı tüm faturası o günün
değeriyle sadece 250 bin liraydı. Kemal Ilıcaktan AFERİM
aldım, Necmi Tanyolaç, 'Büyük Erol’, "Ağa”, Erol dedi, bu
iltifatlar benim için parayla ölçülmeyecek değerde büyük
-124-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
şeylerdi. Meslek yaşamımdaki Ersin Aydın olayı benim
gururla yüz akım, saygınlığım, gerçekleştirmeyi başardığım
en büyük organizasyondur.
Bugün Erol Erk, için bir takım iddialar ortaya atılırken,
erkek, cesur, mert bir gazeteci olarak Tercüman'daki özelliğimi
kimse unutamaz. Bugün benim için bazı konularda ileri geri
konuşanlar, bu olayları yaratıp, merkezi olduğum yıllarda
henüz annesinin karnında bile değillerdir, ya da kısa
pantolonlarıyla okula gidiyorlardı. Adana'dan yetişen bir
gazeteci olarak Babıali'ye mal olmuş bir Kişiyim.
Tercuman'daki bu dev saltanat yıllarım, Güney Haberde de
devam edecekti...
-125-



Abdulkadir KAÇAR
ŞEHÎT OLDUĞUMA ADANA AĞLIYORDU
Kıbrıs Savaşının tam ortasında, Adana'ya şehit olduğum
haberi ulaşmaz mı? Benim hiç haberim yoktu, oysa her gün
gazeteyle temas halindeydim. Akşam üzeri telefonu açtığımda
Şahin Esen demir hüngür hüngür alıyordu.
-Şahin ne oldu yavrum? Neden ağlıyorsun?
-Baba, sen misin? Yaşıyorsun demek? Allaha şükürler
olsun...
-Ne oldu Şahin bana da anlatsana?
-Baba, senin şehit olduğunu herkes biliyor, Milliyet ve
Hürriyet Gazeteleri de biraz önce yayınlamak için fotoğrafını
istediler. Hatta Cenazenin Mersin Devlet Hastahanesi
morgunda olduğu söyleniyordu.
Olay şuydu:
Yine Kıbrıs Barış Harekatında Samsun'lu Metin İsimli
bir gazeteci, olaylar sırasında oradaymış. Yaralanarak ölmüş,
kalbi mi durmuş? Bilinmiyordu. Cenazesi Kıbrıs'tan Mersin
Devlet Hastahanesi'ne getirilmiş. Oradaki Gazete Bayii de
herkesin, dostu arkadaşı olan Mustafa Tekgüç, Morga gitmiş
cenazeye bakmış :
-Tamam, ölen Erol Erk... demiş.
-126-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Onun bu beyanı üzerine Adana ayağa kalkmış... Şahin
Esendemir'i nihayet susturdum.
-Ağlama yavrum, yaşıyorum, bak telefondayım.
-Tamam Abi, inandım çok sevindim.
-Hem tüm gazetelere haber ver böyle bir haber kullan-
masınlar. Senden şimdi önemli bir ricam var, gazetecilerden
en fazla ağlayan kim? Bana bir liste hazırla.
-Tamam Baba...
Eve telefon açtım, feryat, figan kızılca-kıyamet
kopuyordu...
-Yahu, ben yaşıyorum, ölmedim arkadaş, böyle bir
yanlışlık olmuş.
Haftalar sonra Kıbrıs Barış Harekatı yüzde yüz zaferle
sonuçlanmış, ben Türkiye'ye Adana'ya dönmüştüm. Şahin'den
en çok ağlayanların listesini istedim ve onları eğlenmeye
götüreceğimi söyledim. Meğerse en çok Şahin Esendemir,
sonra Keçi Nihat ve de hiç aklımın ucundan geçmezdi
İskender Ayvalık, saatlerce ağlamış. Dört beş kişi daha
gazeteci olarak ağlamıştı. Eğlenceye götüreceğim lafını
duyunca, Hamit Deste, kendisininde ağladığını yemin ederek
söyledi...
Bu da Kıbrıs olaylarının magazin yönüdür.
-127-



Abdulkadir KAÇAR
GÜL'E  SAVAŞTA AŞIK OLDUM
Ne olursa olsun, savaşla, eğlenceyi bir arada götürüp
zamanı iyi kullanan, bilgi toplayan adamımdır. Ne eğlenceyi
bırakmam, ne de büyük istihbarat kaynaklarından vazgeçmem
olanaksızdır. İşte Kıbrıs Barış Harekatı sırasında ve sonrasında
VATAN isimli bir restaurant vardı, pavyon gibi bir yerdi. Şefi
de Hasan Bora’ydı. Neredeyse Kıbrıs'ın efesi gibiy'di. Büyük
anılarımız oldu.
Her gece Vatan Restaurant'taydım, büyük saygı ve sevgi
görüyordum, içeriye girdiğimde garsonlar etrafımda pervane
oluyorlardı...
-Erol Ağa hoşgeldin.
-Erol Baba hoşgeldin... derlerdi. Bir gece saat 0l.00
oldu,  sahneye bir dansöz çıktı. Ama ne dansöz, sanki cennetin
hurilerinden birisiydi. Bembeyaz bebek gibi tenli, siyah uzun
saçları, diğer hiç bir kıza benzemiyordu. Playboy Dergi-
lerindeki kızlar gibiydi.
Her gece gidip, onun dansını izliyordum, dansı bittikten
sonra da orada oturuyordum. İlgisini çekmiş olmalı ki, bir
gün dans ederken kafasından çıkarttığı gülü masama koydu,
bu olay bana büyük bir heyecan yarattı.
-128-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Vatan Restaurant'ın Müdürü olan Cihan İşisağ'a sordum:
-Bu olay nedir? Bu Dansöz  kimdir?
Çihan'da,
-Aman Abi, karıştırma, Kıbrıs Mafyasa'ndan Ulusu'nun
özel dostudur. Kimseyle görüşemez, konuşamaz, hatta yanına
yaklaşamaz, aman dikkatli ol.
-Adı nedir?
-Gül.
Gerçekten de Gül gibi bir kızdı, zaten ilk gördüğümde
Hasan Bora'ya sorduğumda :
-Abi, çok tehlikeli, aman karıştırma... demişti.
Bütün kumarhanelerin, eğlence yerlerinin sahibi olan.
Ulusu'nun özel sevgilisi olduğunu anlatmıştı...
Ama, aklım GÜL'deydi.
Hiç bir şey benim gözümü korkutmuyordu. Bir gece
yine geç saatte sahne aldı. Biraz oynadı hemen yanıma gelip
oturdu. Tüm müşteriler ve garsonlar şoke olmuştu.
-Buyurun  Hanımefendi  ne emrederdiniz?
-Teşekkür ederim, hiç bir şey içmeyeceğim, yarın size haber
göndereceğim görüşürüz.
-Ciddi misiniz?
Evet, çok ciddiyim. Benim bardağımdan bir yudum içki
aldı, kalkıp yeniden dans etmeye başladı...
O günlerde ben Lefkoşe'deki Saray Otelden ayrılıp Vatan
Gazinosu'nun pansiyonuna yerleştim, eğlence çok büyüktü.
Hasan Bora ile bir elimiz yağda, bir elimiz baldaydı. Bu sıra
da Gül’den bana haber geldi :
-129-



Abdulkadir KAÇAR
-Erol Pansiyonu terk etsin, Girne’deki şu isimli otelde
kalsın. Uçarak gidip o otele yerleştim, biraz sonra Gül
ayağında kot pantolonu, üstünde kırmızı bir blüzla yanındaki
çocukla çıkıp geldi. Birlikte yemek yedik. Bu sırada bir film
şirketi Kıbrıs villalarında savaşın bıraktığı izlerin belgeselini
çekiyormuş. GÜL'de orada yansıtıcı manken olarak rol
alıyormuş. Gül dedi ki :
-Erol, önemli bir belgesel çekiyoruz, yarısı Türk yarısı
İngiliz bir film şirketi, yarın şu büyük Villa'ya gel orada
buluşalım.
-Tamam dedim.
Bende fotoğraf makinamla, gazeteci olarak, olayı görün-
tülemek için oraya gittim. Gül’le romantik bir arkadaşlığımız
başladı. Ancak, mesaisi bitince koşarak geri dönüyordu.
Bir gün Hasan Bora beni yakaladı.
Erol, dostu olayı duymuş, biraz tedbirli ol.
Boşveeer, ben Gazeteciyim, ne tedbiri kardeşim
röportajlar yapıyorum.
Erol abi, bunu yemezler, sen dediğimi yap, tedbirli ol.
Peki teşekkür ederim.
Herhangi bir olumsuzluğun olmamasına rağmen, tedbirli
olmaya başladım. Girne’deki Siyah Kaya isimli otelde
kalıyordum, bir telefon geldi. Baktım Gül, kendine özgü
şivesiyle :
-Nasılsın Hayatım?
-İyiyim, ya sen?
-Bende iyiyim, bir saatlik zamanım var, sana geliyorum...
dedi.
-130-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Sabırsızlıkla, yolunu dört gözle bekliyorum... dedim.
Bir süre sonra geldi. Oradaki dostluğumuz, arkadaşlığımız
gerçek anlamda başladı. Mafya sevgilisi Ulusu’yu da terk
ederek peşimden Türkiye’ye geldi. Arkadaşlığımız uzun süre
devam etti.
Hasan Bora ve Cihan İşisağ ve de Vatan Gazetesinin
sahibi Çetin, çok renkli kişilikleri olan bu arkadaşlar daha
sonra Türkiye’ye döndü. Her gece yüzlerce Fransız, İngiliz,
Arjantinli, dilberlerle ilişki kuran Çetin Tatar kızı Arzu’ya
aşık oldu. Ben de Gül’e aşık olmuştum. Hasan Bora da Jülyet’e
aşık olarak bileklerini keserek intihar etmek istedi. Ama
Hasan’ın hayatında 22 tane intiharın hepsi de şike intihar-
lardır...
-131-



Abdulkadir KAÇAR
KIBRIS BARIŞ HAREKATININ
GÖBEĞİNE DÜŞTÜM
Barış Harekatının ertesi sabahı bir teleks daha;
-Erol Erk, Kıbrıs Barış Harekatını izlemek için, ilk
gemiyle adaya gitsin, Kemal Ilıcak...
Güneş doğarken Adana’ya geldim. Alel acele hazırlık-
larımı yapıp, ilk çıkartma gemisine binerek Kıbrıs’a vardım.
Kolumda daktilo makinası, küçük bir valizle birlikte Girne
açıklarında bir savaş gemisinin uç güvertesinden karaya
attılar. Tüm Kıbrıs panik içindeydi. Bir karmaşa, bir panik
yaşanıyordu ki anlatamam. Kıbrıs’a girerken gemilerimiz,
Deniz Muhliplerimiz denizin içinde yılan gibi kıvrıla kıvrıla,
dans ederek, oynayarak suların üstünde kayak yaparak
Beşparmak dağlarını yerle bir ediyordu. İlk defa bir savaş
muhribinin savaştığını görüyordum. İlk defa böyle muhteşem
sözcüklerle ifade edilemeyecek biçimde suyun üstünde paten
yaparak savaştığına tanık oldum. O geminin heyecanla dans
ettiğini o kadar çok dalmışım, o kadar çok etkilenmiştim ki,
ne yapacağımı bilemiyordum. Oysa, elimde daktilom, fotoğraf
makinam, küçük valizimde biraz giysi, ne olacağını bilemi-
yordum. Bilgi alabileceğim hiç bir kimse yoktu. Benden sonra
10 gazeteci de başka bir gemiyle Ada’ya geldi. Ama bunlar
Girne’deki ganimet arabalarına binerek Magosa’ya
-132-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
giderken Rumlar’ın eline esir düşerek, başta Mete Akyol
olmak üzere 72 saat esir oldular.
Girne’nin bir köşesinde pantolonumun kayışı da
kopmuş, boynumda fotoğraf makinamla dolaşıp, sağa - sola
kaçışan insanlara soruyordum. Onlar da bilgi vermiyorlardı:
-Sen kimsin kardeşim?
-Ben Press’im, Basınım.
-Git kardeşim, kim şaapar Press’i, git işine...
Hedefim Bedrettin Demirel Paşa’nın yanına kapağı
atmak, oradaki iletişim imkanlarından yararlanmak, savaşı
askerlerle birlikte takip etmekti... Ama, ona ulaşmam için ne
yapmam gerktiğini bilemiyordum. Tam bu sırada yanımda
bir askeri jeep durdu. İçinden bir seksen boyunda kara yağız
bir Teymen belindeki kılıcından kan damlayarak indi :
-Kimsin sen, nesin sen?
-Teğmenim, ben gazeteciyim, Karargaha gitmek
istiyorum.
-Ne Karargahı, Karargah falan kaldı, hareket
halindeyiz hepsi birbirine karıştı.
Bir süre sonra :
-Bin bakalım arabaya... dedi.
Arabayla Girne Beşparmak Dağlarına yakın bir mevziye
geldiğimizde, havadan savaşan ilk komandoları indiren,
Kıbrıs’ı alan iki adamdan birisi olan Bolu Komando Tuğayı’nın
tek adamı Sabri Paşa isimli büyük bir komutanla karşı
karşıyaydım. Sivilden nefret eden bu paşa karşısında beni
görünce herkese bağırmaya başladı :
-Sen kimsin? Seni buraya kim getirdi? Niye getirdi?
Vuracağım ulan hepinizi, öldüreceğim!
-133-



Abdulkadir KAÇAR
Elim zangır zangır titriyordu, beni getiren Teğmen:
-Paşam, gazeteci bizden, Girne sahillerinde perişan
halde bulduk. Nereye gideceğini bilmediği, bizim gazetecimiz
olduğu içinde buraya getirdim.
Sabri Paşa kafasını sağa-sola salladı, bir kaç dakika
geçti, ne olacağını bilemiyordum. Bana dönerek:
-Oğlum, sende şeytan tüyü mü var? Kimsin?
-Paşam, Türkiye’den geldim, Tercüman Gazetesi’nin
temsilcisiyim.
-Gel lan buraya, bin arabama bak sana savaşın nasıl
yapıldığını göstereyim... dedi.
Birlikte cepheleri teker teker gezerek, Türk Koman-
dolarını nasıl yönettiğini izledim. O sıcakta elim, ayağım buz
kesmişti. Kafamızın üstünden mermiler ıslık çalarak
geçiyordu. Ama Sabri Paşa banamısın demeden dolaşıyordu
cepheyi yönetiyordu... Çok büyük kahraman bir paşaydı.
Uzun süre nefes almadan, panik halinde izledikten sonra,
-Paşam fotoğrafını çekebilir miyim?
-Çek haydi, çek...
Bir subayla cephede, başımızın üstünden vızır vızır
kurşunlar geçerken fotoğraflarını çekip, Tercuman’da
yayınladım.
Ovacık’tan getirilip indirilen 1600 Komandonun
Paşasıydı. Diğer tanıdığım Paşa da Kayseri’den gelen Adnan
Doğu’ydu. Kıbrıs’ı bu iki paşa almıştır. Gerisi hikayedir, ikside
eşsiz kahraman birer askerdir. İkisi de asla sivillerle
görüşmezlerdi...
Akşama kadar yanında Sabri Paşa’nın cephedeki
kahramanlıklarını hayran hayran izlemiştim. Zaten saat 19.00
-134-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
da harekat durdurulmuştu Magosa yakınlarında durduk, bu
arada Osmaniyi’den gelen Karaoğlanoğlu isimli Albay Şehit
Olmuş, ama birliği fazla zaiyat vermemişti. İşte Karaoğlan-
oğlu’nun da şehit olmasının verdiği öfkeyle Kenan Doğu
Paşa ve Sabri Paşa Komando birlikte Kıbrıs’ı yerle bir
ediyorlardı. Bu savaşın kazanılmasında Bedrettin Demirel
Paşa’nın da büyük ve inkar edilemeyecek rolü vardı. Eylemi
yaratan oydu, uygulayan da diğer paşalardı.
Kıbrıs Barış Harekatı’nda Özel Deniz Timleri’nin de
büyük katkısı vardı. Hepsi de birer kahramandı. Bunlar
gerektiğinde sivil, gerektiğinde polis, gerektiğinde asker
olan, son derece yakışıklı, düzgün fizikli Assubaylardır. Ova,
dağ, ateş, kurşun bunları etkilemez. Kıbrıs’ı çıkarken ilk
mayın tarlasını söküp, denizden 22 mt lik alanı Türk
Askerlerine açan, en büyük öncülerdir. Bunlar öncü olarak
askere alınırlar, öncü olarak devam ederler. Görevleri bitince
de bir kenara çekilirler. İşte o harekatta bu 26 kişilik özel
komando timiyle röportajlar yapmak istedim. Mümkün
olmadı. Savaş bittikten sonra halkın arasına karışanlardan
bir ikisini tanıyabildim. Fakat hiç bir şey öğrenemedim. Kıbrıs
mayınlarını temizleyen o kilit noktaları Türk Ordusuna açan
bu kahramanlar 1500 kişilik birliklerden sadece 16 tane şehit
vermişlerdir... Kıbrıs’ta ölenlerin büyük kısmı, piyadelerdir.
Bunlar armut gibi avlandılar. Türk Askerlerinin tamamının
komando olarak eğitilmeleri gerekir. Ancak o zaman rantabl
şekilde savaş kazanırız. Ordumuz, bundan sonra da savaş
kazanacaksa, bu kesinlikle komandoların katkısıyla olacaktır.
-135-



Abdulkadir KAÇAR
KIBRIS BARIŞ HAREKATINI
DÜNYAYA DUYURAN İLK GAZETECİYİM
Tercuman Gazetesi’nde görev yaptığım yıllarda yine
gurur duyduğum, alnımın akıyla çıktığım, büyük bir çalışma
yaptığım olay Kıbrıs Barış Harekatı’dır. O harekatın bizzat
içinde olan, ona katılan gazetecilerden birisiyim. Türkiye’nin
Kıbrısa çıktığını dünyaya ilk kez Tercuman aracılığıyla
duyuran gazeteciyim...
Kıbrıs’ta Makarios’a karşı darbe olmuş, ada kaynıyor,
Türkiye ayaktaydı. Müdahale ha bu gün, ha yarın olacak
diye hepimiz büyük bir beklenti içinde olduğumuz için
Mersin’e tezgahımı kurmuştum. Türk ve yabancı bütün basın
mensupları da daha sonra arkamdan oraya gelmişti. Foto
Muhabiri de  o zamanlar Nurettin Tezcan’dı. Ama benim
orada şimşek gibi çalışmamı, olayları birbirine bağlamama
en büyük cesareti veren de şoförüm Ramazan Gulle’ydi. Ve
Türkiye’nin Kıbrıs’a çıktığı haberini Türkiye ve dünyaya
duyurmamda en büyük yardımcım da Ramazan’dır.
Unutamam; Türkmen Oteli’ndeydik, Ankara Bürosu’nda
da Yavuz Donat’la sürekli irtibat halindeydik. Onlar da
Başbakan Bülent Ecevit’i adım adım izliyorlar, ne yaptığını
-136-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
hangi yönde karar vereceğini kolluyorlardı. 1974 yılında
barış harekatı önceki Türk Ordusu’nun Kıbrıs’a müdahale
edip etmeyeceği konusunda hiç bir belirti yoktu. Kimse
bilmiyordu. Bende de meslekle ilgili önceden sezinleme
dürtülerim vardır. Bu ayrı bir özelliktir. Kolay kolay kimsede
yoktur. Kıbrıs’a Türk Ordusu’nun müdahale edeceğini
hissediyordum. Ancak bu güne kadar üç-dört defa Türk
Ordusu yoldan geri döndüğü için Amerika dahil ihtimale
kimse inanmıyordu. Hatta Amerika’nın gizli haber alma
örgütü olan CIA’da hiç bir şey öğrenememişti. 19 Temmuz
gecesi kötü bir havaydı, Ramazan Gulle’ye talimat verdim.
-Ramazan, arabayı hazırla, havada değişik şeyler
duyuyorum...
-Tamam Baba... dedi.
Arabayı hazırladı, foto muhabiri Nurettin Tezcan’ı da
alıp doğru Silifke’ye gittik. Mersin-Silifke arasını Ramazan
 22 dakika gibi bir sürede almıştır.
Hükümetlerin, Devletlerin bazı temel kuralları vardır.
Eğer bu kurallar yerine gelmişse, savaş başlamış demektir.
Yaşamımda edindiğim en önemli deneyimlerden birisi de
buy du. Neydi bu kurallar-kaideler?
1-Savaş için harekat başladıysa, o yörenin tüm telefon
hatları görüşmelere kapatılır. Yöre enterne ediler, kimse
kimseyle konuşamaz, görüşme yapamaz. O bölge dış
dünyadan soyutlanır.
2-Yollar kesilir.
3-Daha önemli bir şık vardır, onu da burada açıklamak
istemiyorum...
-137-



Abdulkadir KAÇAR
Biz saat 22.00 de Türkmen Oteli’nde yemeğimizi
yedikten sonra yola çıkıp Silifke’ye 32 dakika gibi bir sürede
varmıştık, bu korkunç bir hız rekorudur. Bu gün o güzel
yollarda bile bu mesafeyi belirtilen sürede alacak şoför
göremiyorum. Bu kısa sürede Silifke’de olmamız büyük
avantaj sağlamıştı. Orada ki Askeri Karargahlarla irtibat
kurdum. Mersin’in Silifke ile tüm hatları ve yolları kesilmişti.
O sırada MİT Başkanı olan arkadaşım Albayı nasıl bulup
bulmadığımı bilemiyorum :
-Erol benimle görüşme kafanı kullan...
Bu onun bana verdiği önemli bir mesajdı. Silifke’de 25
dakikalık bir sürede tekrar Mersin Türkmen Oteline geldik.
Odama çıktım. Ankara’yı aradım, saat sabaha karşı 05.00’ti.
Yavuz Donat’a:
-Yavuz, Harekat başladı. Türk Ordusu Kıbrıs’a çıkıyor,
bu deniz harekatını biraz sonra uçaklar, helikopterler, asker
sevkleri izleyecektir.
Yavuz inanmıyordu.
-Olmaz böyle şey, biraz önce Başbakan Bülent Ecevit’le
görüştük, toplantı yaptı. Henüz böyle bir karar yok.
-Yavuz, bana inan, harekat başladı...
Bu sırada telefon kapandı, saat 06.00’ya doğru yavuz
yeniden beni aradı.
-Erol, bizde bir şeylerden şüpeleniyoruz, Ecevit bu
konularda hiç bir şey söylemiyorsa da konular ortada.
-Yavuz, ben Adana baskısını durduruyorum. 2. baskıya
TÜRK ORDUSU KIBRIS’ta diye yazacağım.
-Erol, bu senin insiyatifinde olan bir şey...
-138-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Hemen Adana’ya talimatımı verdim. Haberleri
yazdırdım. Kıbrıs Barış Harekatını dünyaya ve Türkiye’ye
ilk ben duyurdum. Saat 12.00 olduğunda Adana’daki diğer
gazetecilerin temsilcileri hala uyuyorlardı. Barış harekatı
oldu mu olacak mı diye terettüt içindeydiler. Hatta panik-
telerdi...
Onlar bu panikleme sürecini yaşarken Tercuman
Türkiye de ve Adana’da ikinci baskılarıyla yüzbinlerce
satıyordu. Adana’da ki temsilciler, İstanbul ve Ankara’dan
fırça üstüne fırça yediler . Hele Cumhuriyet’in temsilcisi Özer
Öztep, pepe olduğu için konuşamıyordu da... Saat 12.00’den
sonra Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet yıldırım baskı yaparak
harekatı duyurmuşlardı. Ben de, onların paniklediğine
kahkahalarla gülüyordum.
Bizim gazete sokaklarda satarken Başbakan Bülent
Ecevit’in  o davudi sesini hiç unutamıyorum. Radyolardan
şöyle diyordu:
“KIBRIS BARIŞ HAREKATI BAŞLAMIŞTIR, TÜRK
ORDUSU ADAYA SAVAŞ İÇİN DEĞİL, BARIŞ İÇİN
ÇIKMIŞTIR. ASKERLERİMİZE AÇILMADIĞI SÜRECE
ONLAR DA ATEŞ AÇMAYACAKLARDIR...
Bu başarımdan sonra Kemal Ilıcak teleksle bir teşekkür
mesajı geçti. Çok yorulmuştum biraz eğlenmemizi söylemişti.
Türkmen Otel’deki tüm gazeteci arkadaşlarıma bir eğlence
düzenlemiştim.
-139-



Abdulkadir KAÇAR
ÇİĞDEM’LE ÖLÜM YOLCULUĞUM
Gazino patronun salakça kardeşi, çiğdem, ben, şöfürmle
birlikte Gaziantep’in ünlü mesire yerine gidip yarım saat
kadar oturduk. Bu arabaya iniş-biniş, oturuş sırasında Çiğdem
James Bond çantayı bana verdi. Hemen gazeteyi sarıp
koltuğun altına koyması için Ramazan’a verdim…
Esas hedefim çantaya kavuşunca, bana verilen bilgilerin
doğruluğu birinci planda gerçekleşmişti. Sonucunu asla
tahmin edemeyeceğim serüvenin tam ortasındaydım.
Hep birlikte Kahramanmaraş’a doğru yola çıktık,
Çiğdem tedirgin, patronun salakça kardeşi çok sevinçli
görünüyordu, Bu kentimize vardığımda orada da çok iyi
tanındığım için harika biçimde karşılandık. Hatta gezmeye
geldiğimizi falan söyledim. Ancak, plak doldurmasına
yardımcı olmaya söz verdiğim Ayten de biraz sonra çıkıp
gelmez mi? Bana hep şişko derdi, hınzırca gülümseyip :
-Gene ne haltlar karıştırıyorsun Şişko? dedi.
Dost gezmesi yaptığımızı, söyledim, Kahramanmaraş’ın
ünlü sayfiye yerine gittik. Masalar kuruldu, Ayten, Çiğdem,
Patronun salak kardeşi, Ramazan Gulle oturup sohbete
başlarken, Ayten sık sık sorduğu için artık gerçeği anlatmaya
karar verdim :
-140-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Ayten, bu çocuğun kalbi temiz, Çiğdem’i seviyor bunları
evlendir. Ama Gaziantep’te patron olan büyük abisi duyarsa
durum ne olur bilemem… Adana’ya gitmek zorundayım .
Ayten çok mutlu olmuştu :
-Tamam şişko, bunu hallederim ama ya olaylar duyulursa
ne yapacağım.
-Orasını düşünme…
Benim aklım fikrim çantadaydı. Ayten’in söylediklerimi
yapacağından emindim. Ramazan Gulle ile 2 saatte Adana’ya
geldik. Ben gazeteye çantayla birlikte çıktım. Ünlü makamımı
da özlemiştim. Çanta şifreli olduğu için bir türlü açılmıyordu.
İsviçre yapısı ve son derece kaliteli bir şey olduğu için
kırmakta içimden gelmedi. Ama şifreyi de bulamıyordum,
sonra masanın altına teptim. Tam bu konularla uğraşırken
telefon çaldı, açtım. Ayten Kahraman Maraş’tan nefes nefese
arıyordu.
-Şişkom, olaylar Gaziantep’te duyulmuş. Didik didik
Çiğdem’i arıyorlar, patronlarda büyük panik var. Belki seni
öldürmek için oraya gelirler. Dikkatli olman için telefon
açıyorum.
-Peki, o salak aşık’la, Çiğdem nerede?
-Onlar otobüsle İstanbul’a kaçtılar, salak Çiğdem’i de
birlikte götürdü. Kızın üzerinde yüklü bir şeyler varmış.
-Tamam anladım, Ayten sen işini gücünü bırakıp doğru
Adana’ya gel seni bekliyorum.
Ayten Adana’ya geldi. Ertesi gün Ayten ve James Bond
Çantayla birlikte İstanbul’a uçtu. Ayten’in de plak kayıt işi
vardı, SONBAHAR RÜZGARLARI’nı Handan Kara’dan sonra
-141-



Abdulkadir KAÇAR
en iyi okuyan solistti. İstanbul’da Şişhane’de kimsenin aklına
gelemeyecek bir otel vardı, her zaman orada kalırdım.
Laz’ların işlettiği otel Unkapanı’na da yakındı. 10.
Katına yerleştik, ama Adana ile de sürekli temas halindeydim.
Bu arada Gaziantep’te Çiğdem’i arayan patronların iki araba
dolusu Adana’ya gazeteye geldiklerini öğrendim. Çok iyi
yetiştirdiğim, başarılı bir gece amiri olan Tamer Ünal her
şeyini bilen sağ kolumdu, Tamer’e :
-Tamer, Soğukoluk haberini tamamlamak için elinde
çok büyük belgeler var o nedenle İstanbula’a geldim.
Tercümana gideceğim, fakat şu anda otelde kaldığımı bile
kimseye sakın söyleme…
-Olur abi, merak etme, emrin olur.
Gaziantep’li patron Çiğdem’i soracak olursa.
-Sensin salak kardeşine aşık olmuş kaçıp gittiler dersin.
-Peki Abi… dedi.
Ben bu şekilde Çiğdem olayından sıyrılmıştım…
Ertesi gün, gazeteci esnekliği, ince zeka ve politikası
isteyen bir olayla karşı karşıya geldim. Soğukoluk
Şebekesi’nin Familyasını, adres, telefon, ad soyadlarının
bulunduğu James Bond Çantanın bende olduğunu bildiğini
öğrendim. Üstelik şebekenin benim izimi bularak peşime
düşeceklerini de biliyordum, ama beni ve çantayı bulacak-
larını, nerede bulacaklarını, onlarla nasıl karşılaşa-cağımı
tahmin edemiyorum. Otele gizlenmemin tek nedeni de buydu.
İşte gazetecilik hem macerayı seveceksin hemde olayları
yaratarak önlemini alacaksın. Bu prensipler meslek
yaşamında sürekli birinci planda yer aldığı için sitemim
-142-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
çökmüyor, en zor anlar da bile olayların içinden sıyrılmayı
başarıyordum…
Ayten Unkapanı’na gidip, planını doldurup gelmiş.10.
kattaki odamda kayıdın nasıl olup olmadığını tartışıyorduk
ki, konuşmamızı telefon sesi böldü. Açtım, resepsiyondaki
görevliydi.
-Erol Bey, sizi görmek istiyorlar…
Benim burada olduğumu kimse bilmiyor. Adana daki
Tamer Ünal bile hangi otelde olduğumun bilincinde değildi.
Şaşırdım, bir süre heycenlandım, hatta yüreğim ‘Gümm!! ‘
etmedi desm yalan söylerim. Çünkü, benim orda olduğumu
Tercüman gazetesinin patronu bile bilmiyordu. Santral
memuruna sordum;
-Şeey, nasıl birisi ?
-Efendim, esmer, uzun boylu, yakışıklı, sizin askerlik
arkadaşınızmış…
Kimse benim yerimi bilmiyordu. Asker arkadaşımın
bilmeside olanaksızdı çünkü, 15-20 yıl olmuştu askerlik
biteli… Beni burada nasıl bulur? Santral memuru terddüt
ettiğimi iyice öğrenince bu kez devam etti :
-Abi, beyaz bir chevrolet arabayla geldi, balkondan
bakarsanız aşağıda arabayı görebilirsiniz.
Telefon açık kaldı, balkona çıktım, gerçektende harika
bembeyaz güvercin gibi bir chevrolet’ti. Hala hayalimdedir.
Bir kısa tereddütten sonra devam ettim:
-Oğlum yukarı gönder, gelsin bakalım.
Bu sırada Ayten hayli telaşlandı:
-Şişko, burada olduğumuzu kimse bilmiyor bu neyin
nesidir?
-Asker arkadaşım olduğunu söylemiş:
-143-



Abdulkadir KAÇAR
Ayten panikliyordu:
-Haydi gidelim, kaçalım buradan, arkadaşın olduğunu
söyleyen kişi beklide mafyadır.
-Ayten yavaş ol, sakin ol, bana güven ve beni izle, ne
istersem onu yap.
Tam bu konuşmalarımız sürerken kapı çaldı, açtım,
esmer, uzun boylu, yakışıklı, kara kaşlı-kara gözlü, gerçek-
tende Tarsus’lu Mehmet Ali’ydi ve askerliğimizi birlikte
yapmıştık…
Öyle şaşırdım, öyle şaşırdım ki :
-Yahu Mehmet Ali, senin burada ne işin var?
Sarıldı öptü, gayet samimiydi.
Erol yerin kulağı vardır, senin gibi kıymetli bir dostum
İstanbul’a gelmiş, benim haberim olmayacak haaaa… Haydi
toparlanın sizi Bursa’ya götüreceğim, benim esas işim
Bursa’da.
Mehmet Ali Pepe olduğu içinde tutuk tutuk konuşu-
yordu. Bende heyecanlandım, ve:
-Yahu Mehmet Ali, lan oğlum, sen buraya neden geldin?
Bursa’ya beni neden götüreceksin? Şu anda sen ne iş
yapıyorsun? diyemiyordum arkadaş.
-Olur Mehmet Ali, gidelim, Ayten hemen toparlan
dedim…
Ama, bu arada da kafamda ışık hızıyla planlar, prog-
ramlar yapıp, Mehmet Ali’den kaçmaya çalışıyordum. Ayten
itiraz etti :
-Erol akşam programımız falan...
-Sen boşver programı, hemen hazırlan, toparlan
gidiyoruz.
-144-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Mehmet Ali de:
-Eeerrrol Aaaağa geeelmiş bee Yeeen geeee…
Kırk yıllık arkadaşım. Bursa Taylaaad Otelde’de sizi
eğlendireceğim… Erol’u görmeyeee ve götürmeye geldim,
İstanbul’da hiiiç bırakırmıyım.
Böyle diyor, ama gözleri fır fır odayı radar gibi tarıyor,
James Bond çantayı arıyordu…
Aklıma bir fikir geldi, şimşekler çaktı, hemen odadaki
telefona sarıldım, Resepsiyona :
-Oğlum bana tercüman Gazetesi’ni bağla hemen acil..
dedim.
Bir süre sonra telefon çaldı, gazetenin bağlanıp bağlan-
madığını da bilmiyorum, parazitli bir gürültü geliyordu:
Ben basbas bağırıyordum :
-İstihbarat Şefi Fuat’ı bağlayın.
Orasıda bağlandı mı, bağlanmadı mı bilmiyorum. Şöyle
diyordum :
-Fuat, İstanbul’a dün akşam geldik. Şimdi Canım Bursa
ya gidiyoruz, sana dönüşte uğrayacağım.
Mehmet Ali:
-Niye arıyorsun kardeşim Erol, boooş veeer…
-Olur mu, bir emanet var, onu bırakmam lazım, yoksa
benim dumanımı attırırlar…
Böyle heyecanlı, heyecanlı konuşuyordum ama çok
samimi söylüyorum, karşı tarafla bağlantı yapılıp- yapılma-
dığını bile bilmiyordum. Yalnız aşağıdaki santral sık sık,
ABİ”,”ABİ” falan sesler geliyordu, devam ettim.
-Şu anda askerlik arkadaşım Mehmet Ali ile sen nerden
tanıyacaksın, tanımazsın, o şimdi burada bir bayan arka-
-145-



Abdulkadir KAÇAR
daşımla birlikte Bursa’yaaa gideceğiz, bir emanet var, sana
bırakacağım…
Karşıya mesaj veriyordum. Gidip gitmemesi önemli
değil değildir, o zatın etkilenmesi önemliydi, o sırada Ayten
hazırlığını bitirdi. Mehmet Ali bu telefon konuşmamdan çok
rahatsız olmuştu; Daha fazla duramadı:
-Eeeeroooool, ben aaaşağıdaaa bekliyorum… dedi.
Odadan kaçarcasına çıktı. Ben 10. Kattan kartal gibi
aşağıyı gözlüyorum. Mehmet Ali arabaya yaklaştı. Şoför
çıkıp, kapısını açtı, geri bindi, araba hızlaaa otelden
uzaklaştı… Daha sonraki yaptığım araştırmalardan Mehmet
Ali’nin bu Soğukoluk Şebekesi’nin İstanbul sorumlusu
olduğunu anladım. Çanta için de her yolu kullanıp, benden
almak istediğini anladım. Şebeke tamamen çözüldü.
Aralarında ünlü bir büyük hakim, İstanbul yeraltı dünyasından
bazı liderlerin de Soğukoluk örgütünün elemanları olduğu
ortaya çıktı.
Fakatt üzülerek belirtilmeliyim ki; ıstranca orman-
larından, iki gün sonra Çiğdem’in cesedi bulundu. İstanbul
basının da tek sütunnnnn olarak yer alan haberde “KİMLİĞİ
BELİRLENMEYEN BİR KADIN CESEDİ BULUNDU”
deniliyordu. Yüzü tanınmaz haldeydi. Ama çantası ve
ayakkabıları Kahramanmaraş’ta kullandıklarıydı. Cesed’in
Çiğdeme aitt olduğunu sadece ben biliyordum. Şebeke
tarafından öldürüldüğünü daha sonradan kendi özel kanal-
larından öğrendim. Fakat polise bilgi veremedim, poliste
bana gelip sormadı. Ama, çantayı gerekli yerlere, gerekli
-146-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
biçimce sundum. Burada açıklamak istemiyorum çantanın
sırrını ve esrarını bazı nedenlerden dolayı muhafaza etmek
istiyorum…
Tercüman’daki büyük maceralarımdan birisi de buydu.
Ancak, bu olayı tek satır olarak yazmadı, çünkü bazı olaylar
meslek sırıdır,  iyi korumak gerekir, yoksa gazetecilerin
başına büyük sorunlar gelir.
Soğukoluk’a gelince, benim baskınımdan sonra iflak
olmadı…
-147-



Abdulkadir KAÇAR
SOĞUKOLUK BATAKLIĞINA
İLK BASKINI YAPTIM
Tecrüman Gazetesinde beni sivrilten, ünlendiren, ülke
genelinde tanıtan olayda benim ilk defa fuhuş ve bataklık
yuvası olan Soğukoluk’u basmakla orada yarattığım
sansasyonel haberlerdir…
Benim yaptığım baskında yıllar sonra, Uğur Dündar
ikinci büyük baskın yaptırarak, Soğukoluk bataklığının
içyüzünü televizyonda halkın gözleri önüne serdi, ama o işin
ilk kahramanı yazılı basında bendim…
Soğukoluk hafızalarda yer ettiği şekilde küçük ya da
büyük otellerin, çamların arasına yerleştiği, Türkiye’nin zevk
sektörünün çalıştığı yöreydi. Bu oteller Fransız’lar tarafında
yapıldığı için altında büyük demir parmaklıkları mahzenlerle
doluydu ve bu parmaklıkların arkasında İstanbul, Samsun,
Ankara, İzmir gibi Türkiye’nin her yanından kaçırılan,
ailelerinden kopartılan 15-20 yaş arası kızlarla doluydu. Ve
bu kızlar erkelere zorla satılıyor sabahlara kadar otellerde
eğleniyorlar, daha sonra otellerin ve evlerin altındaki mahzen-
lerde demir parmaklıkların arkasında tam bir tutuklu yaşamı
sürdürüyorlardı.
O yıllarda bu fuhuş ve bataklık merkezine girmek her
babayiğidin harcı değildi! Çünkü merkezi Beyrut’ta bulunan
-148-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
uluslarası bir mafya örgütü tarafından yönetiliyordu. Bu gün
düşündüğümde ben böyle bir çılgınlığa nasıl giriştiğimi hala
anlamıyorum. O zamanlarda basın kamyonlarının kahraman
şoförlerinden olan Adana’lı Gulle Ramazan’ın kullandığı
benim Siyah konsolos tipi chevrolet marka arabam vardı.
Yaşamımda tanıdığım en büyük profesyonel şoför olan
Ramazan Gulle ile bu arabaya bindiğimizde bizi kimse
tutamıyor, Kilometreler metrelere dönüşüyordu. Bu günkü
lüks Jeeplerin farklı tipi olan arabam, altımdaki bir Arap Atı
gibiydi…
Sık sık şikayetlerin geldiği Soğukoluk, evden kaçan,
ya da kaybolan kızların ailelerin yüreğini yakan bir korkunç
bataklıktı. En çokta İki çeşmelik, İstanbul Zeytinburnu’ndaki
fakir aile kızları, ya da küçük yaşta evlenip ayrılan genç
kızları bu örgütün kadın avcıları tarafından yakalanıp buraya
getiriliyordu. O yıllarda değil oradan kız almak, bu duyguyla
giren kişiler bile bunun bedelini yaşamlarıyla ödüyorlardı…
Tercüman yıllarımda yoğunluğum itibarıyla kolay kolay
boş zamanım olmuyor, ancak randevulu biçimde görüşü-
yordum. Ağabeylerini tanıdığım Samsunlu bir ünlü aile bana
ulaşmayı başarmışlardı. İki gözü iki çeşme ağlayan kadının
hıçkırıkları bu gün bile gözlerimin önünden gitmez:
-Erol Bey, Erol Bey, tek umudumuz sensin. 18 yaşındaki
kızımı kaçırıp Soğukoluğa sattılar. İskenderun’a gittik almaya
teşebbüs ettik bizi yukarı almadılar, ölümle tehdit ettiler.
Kızımızı aradığımız için bizi İskenderun’dan da kovuldular…
Sana Eyalet Valisi diyorlar, noooolur bize yardım et.
Üzülmüştüm, tepkim büyüktü. Ama olayın ciddiyeti ve
boyutlarının tehlikesini bildiğim için fazla ümit vermekte
istemiyordum. Sadece şöyle dedim :
-149-



Abdulkadir KAÇAR
-Üzülmeyin, her şeyin bir çaresi vardır, biraz düşünelim
bakalım.
Evden çıktım, olaya konsantre olmak için Adana da bir
otele yerleşip, kafamda planlar kurmaya başladım. Şoförüm
Ramazan Gulle de bana engel olmak istiyordu :
-Abi, bu iş olmaz. Soğukoluğ’a girmenin faturasının ne
olduğunu sen benden daha iyi biliyorsun…
Bir çıkar yol geldi aklıma, ilişkilerim iyi olan, hatta
arkadaşım sayılan İskenderun Jandarma Komutanını telefonla
arayıp olayı kendisine anlatınca, bir süre durdu :
-Erol, sana yardımcı olmayı elbette isterim, fakat bu
çok büyük bir bela, Soğukoluk’a girersek, o kızın çıkmasını
beceremeyecek olursak, hepimiz yanarız. Hem yerel
politikacılar orasını koruyor, hem de mafyanın uluslararası
bağlantısı var. O bakımdan hükümetle de başımız derde
girebilir, oradaki heriflerle kötü oluruz… Ama, madem sen
istiyorsun, yarın atla İskenderun’a gel…
Sabahleyin erkenden İskenderun’a gittik, oradaki
ünümde fazla olduğu için gazeteci arkadaşların yardımıyla
birlikte götürdüğüm Samsun’lu aileyi de otele yerleştirdim.
Benden haber almadan dışarıya çıkmamalarını söyledim.
Jandarma Binbaşısıyla oturup planlar yaptık. Şikayetçi ailenin
ifadeleri ve şikayetleri alındı, rapor hazırlandı, bunların bir
kopyasını da ben Cumhuriyet Savcılığına götürerek baskın
için izin istedim.
Ve gece saat 24.00’ te iki cemse dolusu tam techizat
askerlerle birlikte Soğukoluk’taki otellere baskın düzenledik…
Demir Parmaklıklar arasındaki o feryadları, figanları
görecektiniz, Dünya basının orada olduğu görüntüsünü
veriyordum.
-150-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Kısa zamanda Samsun’lu kızı bulup ailesine teslim ettik.
Ama 40-50 tane yaşları 15-20 arasındaki kızı da kurtarmıştık
onlarda ailelerine teslim edildi. Bu haberi bir hafta sürecek
biçimde Tercümanda seri ropörtaj olarak yayınladım. Daha
sonra İstanbul, İzmir, Ankara’dan diğer ailelerden de şikayetler
gelemeye başladı. İkinci bir baskınla 102 genç kız daha
ailesine teslim edilmişti.
Oradaki mafyanın elemanları Ankara’da devreye girip
feryad ettiler.
-Yerli turizmi öldürüyorlar, bizleri mahfediyorlar.
Bölgeninin tek gelir kaynağı olan halkın rızkıyla
oynuyorlar…dediler.
Hiçbir kimse ve kurumda aldırmadı.
Yaklaşık 4-5 gün süren bu serüvenden sonra Siyah
arabamla ve Ramazan Gulle ile birlikte Adana’ya döndük.
Marmara Bar’a gittim, kafam estiğinde her şeyi yapan bir
kişi olduğumu herkes biliyordu. Bize masalar falan ayrıldı.
Ramazanla otururken önümüzdeki masada iki kişi konu-
şuyordu :
-Lan o Allahsız Erol Erk varya, onun hakkı 2,5 liralık
bir kurşun, onu ilk gördüğümüz yerde temizliyeceğiz…
Bu konuşmaları duyunca moralim çok bozuldu.
O gün orada hemen karar verip, Ramazan Gulle’ye
dedim ki :
-Ramazan doğru İskenderun’a gidiyoruz.
Şaşırdı:
-Baba şimdi geldik İskenderun’dan…
-Olsun, kimseden korkmadığımı dünyaya göstere-
ceğim…
-151-



Abdulkadir KAÇAR
SAYFALARDA DEVRİM YAPTIM
Adana’da matbaalar kurulmuştu ama sayfa kalıpları
İstanbul’dan uçakla geliyor, daha sonra Yazıişleri Müdürleri
telefon açarak talimat veriyorlardı.
-Aynı gazete basılacak sakın sayfalara dokunmayın,
sakın haberlerle oynamayın, aman bizden habersiz başka
haber girmeyin… derlerdi.
İşte, İstanbul Babıalisinin bu direktiflerini Adana
basınında ilk defa bozan kişi benim. Özellikle sporda bunu
yapıyordum. O dönemde Gaziantepspor, Adanaspor, Adana
Demirspor, Mersin İdmanyurdu, İskenderunspor tanınmış,
halkla bütünleşmiş kulüplerdi. Biz maçları daktilo sayfasıyla
ikişer-üçer satır yazıp, yama diye tabir edilen biçimde
sayfalara koyuyorduk. Ancak bu şekilde davranmamız yöre
sporu ve spor severleri tatmin etmemeye başladı.
Aldım elime makası, İstanbul’daki yöneticilerin yüzünde
bir tokat gibi patlamıştı. Önceleri uzun süre şaşkınlık yarttı,
daha sonra talimatlarda sıklaşmalar, geliyordu.
-Erol Erk, sen bunu nasıl yaparsın ?
-Erol Erk, çıldırdın mı ?
Onlara şöyle diyordum :
-Ben değil, çıldıran sizsiniz. Madem ki gazeteyi
buralarda satmamı istiyorsunuz, o zaman halka sevdirmeme
-152-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
de ses çıkartmayacaksınız. Bölgenin takımlarının haberlerinin
manşetten verilmesi ve onlar için sayfa hazırlanması şarttır…
Bu konuşmalardan sonra aşırı tutkularını bildiğim için
Gaziantepspor için özel sayfalar hazırladım, gazeteyi gören
halk şaşırıyordu, onların yöresel diliyle şöyle diyordu :
-Vaay Yuuurum, Gaziantepspor ne kadar büyük bir
takım mış ki koskaca gazetenin yarım sayfasında bizim takım
yer alıyor.
Gazetelerin daha sonra gideceği kentlere göre spor
sayfalarının hazırlanmasını sağlıyordum. Antakya sayfası,
İskenderun sayfası, Malatya, Kahramanmaraş, Diyarbakır,
en son Adana sayfası. Bu kandırmaca diyebileceğimiz sayfa
düzeni uzun süre devam etti. Tüm bölgede büyük puanlar
aldık, trajımız da bir hayli arttı. Bir süre sonra bu hile çözüldü
ama, yine de Gaziantepliler bizim gazeteden vazgeçmediler.
Hatta öyle bir hale geldi ki, maçlarını galip geldiklerinde
küçük verdiğimizde telefon açıp, ya da mektup yazıp hakaret
ediyorlardı. Bu çalışmalarımı Hürriyet ve Milliyet taklit ettiler.
Bu çalışmalarım olurken Bölgesel İlancılığı keşfederek
İstanbulla uzun süre aramızda tartışmalar çıktı. Hatta beni
Genel Merkezden çağırarak, yaşamında bir kez bile Adana’ya
gelmeyen, Ankara’ya gitmeyen Genel Yayın Yönetmeni
Saadettin Çulcu’ya yoğun biçimde tartıştık. Kemal Ilıçak’ın
önünde yaptığımız bu tartışmada, Çulcu şöyle bağırıyordu:
-Erol, nasıl olurda Türk Milletinin öz malı olan,
Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş Kulüpleriyle ilgili haberleri
keserek yerine başka takımların haberlerini koyarsın. Bunlar
milletin öz takımlarıdır.
-153-



Abdulkadir KAÇAR
Bende aynı ses tonuyla,
-Sayın Çulcu, kabul ediyorum. Üç büyük takım Türk
milleti’nin öz malıdır. Ama bir Gaziantep, Hatay, Adana,
Mersin, Kahramanmaraş, Malatya, Diyarbakır takımları da
oradaki insanların malıdır. Ben bu şekilde davranarak gazeteyi
satmak zorundayım ve benden istediğiniz trajı tuturmam
gerekiyor…
Saatlerce süren bu tartışmalardan sonra Kemal Ilıcak
bana hak vermiş ve çalışmalarımı sürdürmemi istemişti.
Daha sonra bölge spor sayfaları, Bölge haberleri de girmeye
başlamıştım. İstanbul’a da hiç bir şey sormuyordum. Gerek-
tiğinde ilk sayfayı bile baştan sona kadar değiş-tiriyordum.
Onlarda cesaret ederek bana bir şey soramazlardı…
İşte bu çalışmalarımla İstanbul gazetesi olan
Tercüman’ın sayfalarını bölge gazetesi havasına sokmuştum.
İstediğimi, istediğim biçimde yazıyordum. Diğer temsilciler
İstanbul’a sormadan bir santim bir şey koyamıyorlar, hatta
tuvalete bile gidemiyorlar, oradan aldıkları talimatla yönetili-
yorlardı. Şu andaki bölge temsilcileri de bundan farklı
değildir… Bir defa 2. patron Nafiz Ilıcak telefon açıp bağırıp-
çağırmıştı.
-Erol sen kendini Eyalet Valisi mi sanıyorsun ?
-Evet, ben bölgemin eyalet valisiyim…
Kemal Ilıcak’ın ağabeyi olan Nafiz Bey’in küfürlerine
alışmıştık. Ama hiçbir zaman incitmeden, dozojını iyi
ayarlardı. Anadolu insanının bilge tipi, babacan tavırlarıyla
bayilerin de gönüllerinde taht kurmuştu.
-154-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Malit Yolaç ve Pepe Cemal ile birlikte Anadoluda gazete
bayiciliğinin yayılmasında örnek olan Nafiz Ilıcak, zaman
zaman Adana’ya geldiğinde, dağıtım kamyonlarıyla birlikte
seyahate çıkardık. Hiç unutmam, bir  gün bir kamyonla
Antakya ya gitmiştik. Güneş henüz doğmamış gazete
tomarlarını omzumuzda taşımıştık bayii daha açılmamıştı.
Nafiz Beyle isteyenlere de gazete satışını başlattık. Sonradan
gelen barutçu isimli bayii bundan çok utandı ve ömrü boyunca
hiçbir zaman bayisine geç kalmadı. İşte bunlar bu işi yürütmek
isteyenlere büyük örnektir…
-155-



Abdulkadir KAÇAR
SOĞUKOLUK MAFYASININ
LİSTESİ VE JAMES BOND ÇANTA
İskenderun’dan dönecektik ama karnımız aç olduğu
için paça içmek için bir lokantaya girdik. Ramazan’da dışarıda
beklediği için olayları bilmiyordu:
-Ne oldu baba şimdi ne yapacağız?
-Adana ya geleceğiz oğlum, ama önce karnımızı
doyuralım…
Lokantaya girip masaya oturmuştuk ki; Genç, düz siyah
ceketinin altında kırımızı kareli gömleği vardı, sarı benizliydi
masamıza yaklaştı, fısıltı şeklinde sordu:
-Erol Erk siz misiniz ?
Oradaki arkaşalarımı hep tanıdığım için tanımadığım
bu kişiye ne yanıt vereceğimi bilemiyordum, bocalarken
Ramazan Gulle girdi:
-Evet, Erol Abi, Erol Ağa bu işte…
Genç sağına - soluna baktı, yavaş bir sesle:
-Siz Soğukoluk olayının tamamını çözmek, devamını
getirmek istiyor musun?
O sırada biraz tedirgindim ya beni vurmak için gelen
bir kişiyse, ya bu konulardan sonra beni kurşun yağmuruna
tutacaksa, ama gazetecilik yanım ağır bastı.
-Evet istiyorum tabi, elbette.
Sağına, soluna kuşkuyla baktı, fısıltı gibi benim
duyacağım bir sesle :
-156-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
-Öyleyse 15 dakika sonra Atlantik Oteli’nin lobisine
gel, otur senin yanına geleceğiz, bizim kahvemizi de içersin…
Ramazanla göz göze geldik, bir yandan serüvenin
tehlikesi, bir yandan mesleki tutkuların dürtmesi ile çelişkide
kalıyordu. Ancak, beni rahatlatan bir düşünce de şu olmuştu;
Beyrut tan Soğukoluğu yöneten örgütün bir de karşı tarafı
bulunuyordu. Derin bir nefes alıp bir süre sessiz kaldım. Ve,
üstelik İskenderun’da hiç ummadığım kişiler bu örgütün
elemanı olarak karşıma çıkmışlardı. Genç benden yanıt
bekliyordu :
-Git oğlum, biraz sonra geliyorum…
Gerçektende 15 dakika sonra Atlantik Oteli ne gittik.
Giriş kapısının lobisinde oturduk. Garson ne içeceğimizi
sorunca teşekkür ettik, şöyle dedi:
-Abi bir şey içmek istiyorsan, size viski ikram edeceğim.
Çünkü başarılarınızı gazetelerden okuyorum. Sizi tanıyorum,
ünlü gazeteci Erol Erk Abi, Soğukoluk’u bitiren adam değil
misin?
Bu sırada ikinci bir Garson geldi :
-Sizinle görüşmek isteyen birileri var…
-Gelsinler bekliyorum… dedim.
O sırada aniden, değişik bir tip çorapları ayağında
boğulmuş, ayağı fırlamış tık nefes biçimde şişman bir kadın
yanımıza gelip, masamıza oturdu :
-Nasılsın yavrucuğum ? Çünkü ben sizden yaşlıyım bu
şekilde davranmama izin verin.
-İyiyim bacım siz nasılsınız ?
Uzunca bir süre birbirimize karşı olan güven bakış-
ması yaptık. Ramazan söze başladı,
-157-



Abdulkadir KAÇAR
-Nerelisin Abla?
-Ahh ah İstanbul’luyum yavrum, buraya geldim, keşke
gelmez olaydım.
Yine kızı kaçırılan bir kadınla karşı karşıya olduğumu
sanmıştım, doğru çıkmıştı. Kadın fısıltı şeklinde benim
kulağıma:
-Erol yavrum, bu işi yapanların aradıkları bir James
Bond çanta var.
Şaşırdım !
-Nasıl ! Kimde ! Neler var içinde ?
Kadın sürdürdü :
-Üstü Beyrut’ta olan uluslararası mafyanın tüm
üyelerine, familyasının tüm kollarını adı, soyadı, kod adı,
adresleri telefon numaraları hep onda... O çanta da benim
kızımda.
-Kızınız nerde ?
-Gaziantep’te çok ünlü bir gazinoda çalışıyor. Sizi
buraya çağıran otelin komisiydi, benimde hemşehrim olduğu
için yardımının dokunmasını istiyor, burada bulmam büyük
tesadüf oldu, yoksa Adana’ya yanına gelecektim.
-Kızınızın ismi ne ?
-Çiğdem.
-Haaa, şu sarı saçlı, mavi gözlü, 20-25 yaşlarında,
-Hah tamam…
-Onun çalıştığı gazino benim arkadaşımın, çok iyi oldu.
-Ama, Çiğdem korkuyor, bana telefon açtı, sakın gelme,
hem senin, hem de benim sonumuz olur dedi. Şimd korkudan
ölüyorum. Eğer, o çantayı ele geçirebilirsen tüm bilgiler
orada bulunuyor, Türkiye’ye yardım etmiş olursun, kızları
kaçırılan tüm anne babaların hayır dualarını alırsın yavrum.
-158-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
-Peki, sen merak etme, Adana’ya dön, beni orada bekle,
istersen ben arabamla geri götürürüm.
-Yok evladım, senin arabanla gidersem hakkımda iyi
olmaz, beni öldürürler, en iyisi otobüsle gidelim…
Otel Atlantik’den ayrıldıktan sonra şoför, Ramazan’a
döndüm.
-Oğlum, sür Gaziantep’e…
İskenderun’dan ayrıldığımızda saat 24.00 ‘tü. İslahiye
üzerinden 1,5-2  saatte Gaziantep Pavyonları kapanmadan
Çiğdem’i bulmak istiyordum…
Düşündüğüm gibi oldu, Çiğdem’i sordum tüm tanıdık
kızlar etrafımı sardılar:
-Yengeye söyleriz, yengeye söyleriz.
-Yahu, Çiğdem benim kızım onunla önemli bir şey
konuşacağım…
-Doğru zaten patronun kardeşi ona yanık.
Patronun salakça bir de kardeşi vardı kızları başımdan
uzaklaştırdıktan sonra masama gelip oturdu:
-Çiğdem nerede ?
-Konsümasyonda abi
-Hakkında ne düşünüyorsun ?
-Yanıyorum abi, yanıyorum
Patronun salakça kardeşinin bu özellkiklerini sapta-
dıktan sonra kaçırmaya karar verdiğim Çiğdem konusunu
başka türlü çözecektim. Doğruca Çiğdemin kaldığı otele
gittik.
Biraz sonra o da geldi, sarhoş olduğu için yukarıya
çıkarttılar.
Patronun salakça kardeşiyle aşağıda konuştum:
-159-



Abdulkadir KAÇAR
-Erol Abi n’olur bana yardımcı ol, Çiğdem benim
derdimden içiyor abi, öleceğim yardım et.
-Kaçırmak ister misin ?
-Tabii Abi, ama nasıl olacak ?
-Vallahi iyice düşün- taşın ben gece buradayım, gel
konuşalım…
-Tamam Abi, yarın gelip, sana planlarımı anlatacağım.
Ertesi sabah telefon çaldı, uyandım, gelen Patronun
kardeşiydi, beni aşağıda bekliyordu:
-Ben planı kurdum Erol Abi... Çiğdem’i Kahraman-
maraş’a kaçıracağım…
-Aşağıya geliyorum konuşalım.
Aşağıya indim, Çiğdem’i uyandırmalarını istedim, banyo
yapıp aşağıda beklediğimi söyledim. Çiğdem geldi. Bir ara
baş başa kaldık, annesini gördüğümü söyleyince ayağıma
bastı, salakça aşığını lahmacun yaptırmaya gönderince şöye
dedi.
-Erol Abi, James Bond çantayı mı arıyorsun ?
-Evet, çok iyi bildin.
-Abi, o çanta, yukarıda odamda, yatağımın altında içinde
ne olduğunu da bilmiyorum. Zaten şifreli olduğu içinde
açamadım Soğukolukta bir hafta süreyle çalıştığımda birisi
elime tutuşturmuştu, açarsam yanacağımı söylemişti, onuda
tesadüfen anneme anlattım.
-Çiğdem, bu salak seni Kahramanmaraş’a kaçıracakmış
onunla evlenir misin ?
-Abi, bu hayattan bende kurtulmak istiyorum, ama bu
salak beni nasıl besler? Abisi sonradan ne der?
-Orasını bilemem.
-Erol Abi, olay bildiğin gibi değil, benim peşimi ölsem
bile bırakmaz…
-160-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
PATRONİÇE ALTINLARI
ÖNÜME YIĞDI...
İskenderun’a vardığımızda, hem ulusal bir gazetenin
oradaki muhabiri, hem de bir yerel gazetenin patronu olan
arkadaşımla karşılaştık:
-Ooooo Erol, gelip-gelip gidiyorsun, bir kahvemizi
içmedin. Gel Allahaşkına otur şöyle, Türkiye’yi sallayan
adam…
İş yerine girdik, olaylardan falan konuşurken, o arkadaş
bir olay daha anlattı :
-Yahu geçenlerde bir İstanbul gazetesi’nden muhabir
geldi. Burada yedirdik içirdik, kadınlarla da yattı, fotoğraflarını
çekti. Burası Türkiye’nin Turizm cenneti olacak dedi ve gitti...
Ama sen böyle yapmıyorsun.
Ben çok özel eğlenirim, bu türlü konularda kesinlikle
ilişkiye girmediğim için çok dikkatliyim. Türkiye’nin sayılı
çapkınlarından olmama rağmen kadın konusuna çok dikkat
ederim.
İşte biz böyle konuşurken, içeriye ayağı şalvarlı,
üzerinde bir bluz, başında yeni bir eşarp olan 35-40 yaşlarında
bir kadın girdi. Gazete patronu saygıyla ayağa kalktı. Hanımın
elini öptü, benimle de el sıkıştı. Soğukoluk’un önemli
patronlarından birisiymiş… Gazeteci arkadaşım beni tanıttı.
-Erol Erk geldi, onu ağırlamayacak mıyız?
-161-



Abdulkadir KAÇAR
Kadın bana baktı:
-Eveet, Erol Erk, sizsiniz. Demek ki, bizim ocağımıza
incir ağacı diken kişi… Demek bu muymuş Erol Erk ?
Sesimi çıkartmadım, saygıda kusur etmedim, sohbet
koyulaştıkça koyulaştı… Kadın o sırada şalvarın cebinden
kocaman bir mendille bağlanmış, altınlarla, pırlanta ve değerli
taşlı takılarla dolu olan mendili masaya, ‘Şangııırrr’ diye
döktü… Ben tuhaf oldum. Şaşkınlık içinde bocalarken kadın
şöyle dedi :
-Biz dostlarımızı severiz, ve dostlarımızla varız.
Şaşkınlığım iyice artıyordu.
-Dostluk başka, alış veriş başkadır ama… dedim.
Masada, kendisine yakın olan altınları, zümrütleri,
pırlantaları takılar yığınını iki eliyle bana doğru iterken de:
-Erol Bey, bunları sana Soğukoluk patronları olarak
veriyoruz… Hepimizde senin yiğitliğini, Adana’dan bildiğimiz
için seviyoruz… Sez bize baskın yaptırdın, Türkiye’ye tanıttın.
Bütün kızlarımızız gitti, üzerlerinde milyonlarca senetleri de
birlikte götürdüler. Ama sana yine de saygı duyuyoruz…
Elini erkek gibi masaya vurdu:
-Dikkat et Erol, hiç birimizden hiçbir ses çıkmıyor…
Bunları sanaaaa hediye olarak veriyoruz…
Tepemden kaynar sular dökülüp, tırnaklarımızdan
çıkıyordu, gayet rahat bir şekilde İskenderun’lu gazete
patronu da:
-Al Erol al, n’olacak canıııım …
Ama asıl korkuları benim tekrar tekrar bu baskını
yaptırmamdan korktukları için beni durdurmak için bunları
kullanıyorlardı, belki almak istesem fotoğraflayıp suçüstü
yaptıracaklardı…
-162-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Aslında baskın yaptırmadan bu hediye sunulsa farklıydı.
Ama olay oryata çıktığı için, Ankara’da hükümet duyduğu,
bataklığı kurutma yönünde adım atıldığı içinbu şekilde
davranmalarını çözemiyordum. Ben bu konuları düşünürken
içinden çıkamıyordum. Şimdi bile kafamdaki ekrana tekrar
tekrar getiriyorum, çözemiyorum.
Bu olay devam ederken kimsenin beklemediği biçimde
kahkahalarla gülmeye başladım herkes aptallaşmıştı sonra
şöyle bağırdım:
-Ey gazetecilik sen nasıl bir mesleksin beee ?
Ramazan dışarıda bekliyordu…
Masanın üstünde bana doğru itilen bugün milyarları
bulan ziynet eşyalarını toparlayıp, mendile geri doldurdum.
Birde güzel gemici düğümü atarak kadının önüne iteledim.
-Bacım benim bacım, bunu al al bunu… Bu mesele artık
kapandı. Söz veriyorum en kısa zamanda gelip yukarıya
çıkacağım, buz gibi rakımızdan içeceğim, sohbet edeceğim,
dertlerimizi, sorunlarımızı Turizm Bakanlığına ileteceğim…
Bu şekilde davranmamın çok özel bir nedeni de, onların
hiddetini, kinini, daha fazla üzerime çekmememin politikasını
yapıyordum. Bu meslekte biraz esneklik, soğukkanlılık,
hoşgörü olması gerekiyor. Nitekim ellerindeydim, başıma iş
getirip beni orada gazete bürosunda ya da İskenderun’daki
herhangi bir sokakta vurup öldürebilirdi… Gelişen olay
karşısında bu tip politika izlemem gerekiyordu. Hislerim
bana bunu böyle yapmam gerektiğini söylüyordu.
İskenderun’lu patron gazeteci de bir daha üstelemedi şöyle
dedi:
-Erol Ağa Türkiye’nin en büyük zamparasıdır ama bu
türlü şeyleri sevmez.
-163-



Abdulkadir KAÇAR
TERCÜMAN’DA EYALET VALİSİYDİM
Hayri Berkay isimli arkadaşın ayrılmasıyla benim
Tercüman’a temsilci olarak gelişim aynı günlere rastlıyordu.
Kısa bir devir teslimi yapıldı. Hürriyet’te uzun yıllar birlikte
çalıştığımızı arkadaşım Kemal Özbayrak’ın tavsiyesiyle beni
aldıklarında Tercüman’ı yeri Edirne Pasajı’nda tek odalı bir
yerdi. Üstelik bitişiğinde Cumhuriyet vardı, temsilcisi de
Özer Öztep’ti. Kader bizi orada da yan yana getirip koydu.
Tercüman Gazetesi’ne temsilcisi olarak girdiğim
dönemler, benim en görkemli, en saltanatlı günlerimin de
başlangıcıdır. İlk Güney Haberi’in kuruluşuna kadar devam
edecek olan bu süreç beni bölgemde ve Türkiye de gazeteci
olarak doruk noktaya getiren bir dönemdir. Aslında biraz da
çılgınlıklarla doludur. bugün İstanbul Gazetelerinin Bölge
Temsilciliklerini yapanlar ile, benim yaptığımın arasında
dağlar kadar farklar vardır. Öyle ki o zamanlar kendimi
eyalet valisi gibi hissettiğim, yöneticisi ve olayların odak
noktası olduğum günlerdi, ve mesleğiminde reform yıllarıydı…
Ben sürekli bir kalkınmaya yöneldim, Çakmak
Caddesi’nde ki Ramazan Atıl’ın fabrikasının boş alanlarının
Tercüman’ın tesislerini kurdum. Çünkü o dönem İstanbul
Basınının Anadolu’ya geçiş günleriydi. Hürriyet ve Akşam
bunun öncüsü sayılırdı.
-164-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Tercüman Gazetesin’ndeki günlerime geçmeden önce
İstanbul Babıalisi’iyle ilgili bilgiler vermek istiyorum.
1960’lardan önce İstanbul basını Marmara ve Ankara’ya
uzanan sınırlar çerçevesi içindeydi. Gazeteler, kara trenle
Adana’ya 2, 3 gün sonra gelir, Van’da bir hafta sonra
okunurdu. Malik Yolaç, Anadolu ufkunu açan basının en
büyük lideriydi. Hiç bir patronun programında-planında
başkent yokken Ankara’ya matbaasını kurmuş, Akşam
Gazetesi’ni karayoluyla Adana’ya, aynı gün de Güneydoğu’ya
gönderiyordu.
Akşam’ın TAŞ isimli köşesindeki sürükleyici dili ve
üslubuyla Çetin Altan’ın sosyalizmi yazması, Türk basınına
ayrı bir hava, renk olmuştu. Diğer yazarlar, manşetlerde
Türkiye’nin, ekonomik, siyasi, sosyal, politikasını belirliyordu.
1960 ihtilaliyle giren aşırı sol Akşam’ın öncülüğünde
daha da yaygınlaştı. Öyle ki, Akşam Gazetesi Adana şehir
içinde 22 bin satmaya başladı.
Akşam Gazetesi’nden sonra Hürriyet Ankara da da bir
matbaa kurdu, sırada adana vardı. Çünkü buradan Güney-
doğuya ve Doğuya açılmak istiyorlardı. O dönemde Gazeteler
Amerika Fort 350 - 550 kamyonlarla sistemli biçimde
dağıtılmaya başlanmıştı. Ancak bugünkü E – 5 in yerine kışta
kıyamette kapanan, Ama oraları geçmek zorunda olan
kahraman şoförler Hürriyet, Akşam, Tercüman’ı dağıtı-
yorlardı. Cumhuriyet ve Milliyet, Hürriyet’te bazen
Terciman’da basılıyordu. İşte bu zor doğa koşullarında
gazeterleri okurlarıyla buluşturan kahraman şoförler arasında,
Mucurlu Fikret, Abaza Hikmet, Ankara’lı yakışıklı Haluk,
-165-



Abdulkadir KAÇAR
Tayfur, Trakonyalı Necmi, Rüzgar Selami, Adana’lı Ramazan
Gulle ve şu anda isimlerini anımsayamadığım pek çokları
vardı. Gazeteler daha önceleri kendi olanaklarıyla dağıttıkları
ürünlerini birleşip güçlerini ortaklaşa kullanmak için
GAMEDA’yı kurdular. İşte bu geçiş dönemlerinde ve
sonlarında yıllarca gazeteyi ezberi bir biçimde yönetti. Bir
ara Tercüman ve Milliyet ekibi olarak aynı anda yola çıkardık.
Fakat Patron GAMEDA’da olduğu için bazı aksaklıklar
yaşanıyordu. Kadere bakın ki, Alaaddin Kutlu ile birlikte
takışma-kapışma birbirimizi atlatma heyecanı, bu kezde
nakliyede başlamıştı özellikle maç günlere kalıp değiştiril-
diğinde gazetelerin baskısında gecikme oluyordu. Zaman
zaman Tercüman olarak biz, zaman zaman da Aladdin’in
Milliyet’i erken bitirirdi. Milliyet erken gitmeye kalkarsa
Kürt Onbaşının aynısı olan Feke’li İsmail bunu engellerdi,
ya lastiklerini patlatır, ya da kamyonunun önüne yatarak,
-Beni öldürmeden geçemezsiniz… derdi.
-166-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
İSKENDER AYVALIK
Çoban Yurtçu’nun bir başka değişiği olan İskender’in
farklı bir yapısı vardır. Dostluğu ayrıdır, çalışma yapısı ve
şartları farklıdır.
Adana’ya geldiğinde, İstanbulda telefonla haber
yazdırdığım arkadaşım yüzde yüz değişmişti, benimle konuş-
muyordu. Hatta her zaman yan yana bitişik oturmamıza
rağmen benimle ilişki kurmuyor, yapılacak çalışmalar
konusunda Necdet İşler kanalıyla bana talimat gönderiyor,
ya da ona söylettiriyordu. Bir gün, iki gün çok dayanılmaz
boyutlara ulaşan bu soğuk ilişkilere çok sıkılmıştım, yanına
girdim :
-İskender Bey, sen benim arkadaşımsın, İstanbulda
yazıcıydın, ben sana haber geçiyordum. Şakalaşıyor,
konuşuyorduk, aramızda hiçbir şeyde geçmedi. Adana’ ya
sen temsilci oldun, ben de yardımcınım, bu suskunluk neden,
büyük planlar yapalım, çalışmalarımızı daha da geliştirelim…
Yine hiç ses çıkmadı, yüzünde en küçük bir ifade
değişikliğide yoktu, ısrarla konuşmuyordu. Bu suskunluk
bir hafta daha sürdü, Necdet İşler’e sordum :
-Yahu İskender’in bu hali nedir, biliyor musun ?
-167-



Abdulkadir KAÇAR
-Erol bende bilmiyorum, benimle de konuşmuyor…
Bazen beni haberlerden de kesmeye, önüme set
çekmeye de başlayınca artık bana karşı bir kastınının
olduğunu anladım. Bir gün yine bir büyük olay oldu. İskender
Muhabir Necdet’i ise gönderdi, beni göndermedi. Meslek
yaşamımda her zaman kuyruğum dik gezmiş bir adam
olduğum, kimseye taviz vermediğim, özgürlüğü tattığım
içinde her zaman bu yönümle gurur duyuyorum. Bu gün
pinekleyen salla başı al maaşı olan bir kişi olsam bir gazetenin
hala temsilcisi olabilirdim. Ama bendeki, fırtına, iffilak,
haksızlığa olan kızgınlık hiçbir zaman kimliksiz kalıba
sokmadı. İskender’in bu davranışına dayanamıyordum, hızla
odasının kapısını açtım, birazda sert biçimde azarlar ses
tonuyla :
-İskender, benimle alıp-veremediğin olay nedir ?
Benim deneyimlerimi, beni neden kullanıyorsun ? Varsa
bir şey çeker giderim…
Uzunca bir konuşma yapmama rağmen ağzından yine
en ufak bir söz çıkmadı, hiçbir hareket yapmadı, yüzüme
donuk donuk baktı. Sanırım biraz hırçın davrandım, kapıyı
vurup çıktım, Muhabir Necdet’in yanına gittim onu da biraz
hırpaladıktan sonra çekip gittim…
-168-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
ADANA’YA
TEMSİLCİ OLARAK DÖNDÜM
Gazeteciliğe bir daha dönmeyeceğim konusunda
verdiğim karardan sonra İstanbul’da tam Hayat Sigortası
bir gazeteye vediği tam sayfa ilanla yetiştirilmek üzere
elemanlar arıyordu. Hemen müracat ettim, kursları birincilikle
bitirerek üç ay bir süreyle elimde James Bond çanta kapı
kapı dolaşarak İstanbul’da sigortacılık yaptım.
Ailem İstanbul’da olduğu için o sıralar orada kalmak
zorundaydım. Tam bu sırada Kemal Kınacı’dan önce Adana
Hürriye Bürosu’nda temsilci konumnda birlikte çalıştığım
Kemal Özbayraç Tercüman İstanbul’un Yurt Haberleri Şefi
olmuştu. Beni günlerce aradıktan sonra bulmayı başarmıştı.
İlk sözü şu oldu:
-Erol, kesin olarak bu mesleğe döneceksin, bu işler
sensiz olamaz sensiz olmaz. Gazeteciliğe dönmeme kararını
sen veremezsin, bizim sana ihtiyacımız var.
-Düşüneyim Kemal Bey… dedim.
Uzun aylar boyunca kabul etmedim, direndim ama
teklifin Adana Tercüman Gazetesi’nin Temsilcisi olarak
dönme yanı hoşuma gitmiş, damarlarımdaki gazetecilik kanı
ağır bastığı için de bunu kabul ettim.
-169-



Abdulkadir KAÇAR
1967 yılında Tercüman Gazetesi’nin Bölge Temsilcisi
olarak geri döndüm Enidre Pasajı’nda göreve başladım.
Büromun karşında beni Apdi İpekçi’ye şikayet eden, ihbar
eden Özer Öztep Cumhuriyet’in Temsilcisi olarak oturuyordu.
İstanbul Lobisiyle çarpışarak Adana’da temsilcilik
makamını elde eden tek adam bendim. Oysa temsilcilik
denince İstanbul ve İstanbul lu Gazeteciler düşünülürdü.
İstanbul Ankara’lı Gazetecileri bile hazmedemezdi. Benim
çabamdan sonra Adana’lıların da gazeteci temsilcileri
olabilecekleri düşünülerek kapılar açıldı.
Adana’da gaztecilikte yetişmem İstanbul’dan gelen
Kemal Kınacı, Özer Öztep gibi birkaç kişi daha var onların
adını da anmıyorum, bir türlü kabullenemedi. Beni uzun süre
hazmedemediler. Arkamdan sürekli kuyular kazıp, Toroslar’ı
aşmama engel olan zihniyeti lanetliyorum. Ben bugün
zamanında İstanbul’a geçiş yapmış olsaydım, çok önemli bir
yerde olacaktım, mesleğimin onur ve haysiyetini çok daha
iyi muhafaza edebileceğimi söyleyebilirim.
-170-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
ÖZER ÖZTEP’İN İSPİYONU
Hürriyet Gazetesi’nin İstanbul Müessese Müdürü
kendisine yardımcı ararken Adana Büro Sorumlusu, Kemal
Kınacı’yı önermişler, o da bu gazetenin kaosunu bildiği için
kısa sürede parlayan bir personelin bir anda söneceğini
bildiğinden bana danıştı:
- Erol İstanbul’a gitmek istemiyorum, çünkü bilmiyorum
önce parlak, sonra da yok olurum. Babıali beni harcan,
bitirirler.
Saatlerce ikna etmeye çalıştı:
-Kemal sen başarılı bir kişisin, orada da bunu sürdüre-
ceğine inanıyorum, hem belki sen İstanbul’da olursan buraya
daha çok yararın olur. Belki ben senin yerine geçerim,
bizlerede bir kapı açılı.
Ama, bir türlü ikna olmuyordu, sabahlara kadar ikna
turlarım sürerken, alkole karşı dayanıklı olmadığı için bir
gün yarım şişe rakıyı içtikten sonra ağlayıp şöyle dedi:
- Erol, ben Adana’yı ve seni nasıl terk ederim.
Bir hafta, 10 gün kadar süren iknaa turlarım etkili
olmuştu, İstanbul’a göndermeyi başarmıştım.
Burada şunun da altını çizmek istiyorum:
Hürriyet’ten önce İstanbul’da büyük bir ekol olan Sefa
Kılıçoğlu’nun YENİ SABAH’ı kapanınca, bu gazetedeki
-171-



Abdulkadir KAÇAR
elemanlar Hürriyet’te geçmiş, Hürriyet 1960’larda kadrolaş-
masını tamalamıştı.
O yıllarda teleks, faks henüz olmadığı için haberler
akşamları İstanbul’a telefonla yazdırırdım, ve haberleri
İskender Ayvalık daktilo ile yazardı. Onparmak daktiloyu
onun kadar hızlı yazan başka bir kişide tanımıyorum. İşte
Kemal Kınacı’nın İstanbul’a gitmesiyle temsilci olmayı
beklerken yardımcısı olmuştum.
Milliyet Alaaddin Kutlu’nun adı dahi geçmediği dönemde
İstanbul’daki Milliyet Camiası benim ısrarla bu gazetenin
temsilcisi olmamı da istiyordu. Çünkü, Hilmi Kürklü görevden
alınmış, yerine beni istiyorlardı. Çünkü, Hürriyet’teki
performansımı İstanbul Babbıali konuşuyordu. Bir gün Telgraf
çeken Milliyet’çiler beni İstanbul’da görüşmeye davet
ediyorlardı, hemen uçağa atlayıp sabahleyin Milliyetin
Cağaloğlu’ndaki yerine gittim…
Haber Müdürü Dinçer Beyin yanına çıktım.
Beni ayakta karşıladı, muhabbetle öptü, fakat yüzünde
hafif bir tedirginlik hissettim. Konuşmaya bir türlü başla-
mıyordu, ben söz aldım:
-Dinçer Bey, telgraf çektiniz görüşmek istediniz, işte
geldim…
Çok üzüntülüydü:
- Erol Bey seni Apdi İpekçi’ye öneren benim, yalnız
bazı şeyler oldu, bunu sana söylemek zorundayım.
- Hayırdır
Çekmecesini açtı, daktiloyla yazılmış iki sayfalık mektup:
- Bunu Abdi İpekçi’ye yazmışlar.
- Ne mektubu yahu ?
-172-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Okumaya başladı, şöyle diyordu:
- Sizin Adana Milliyet’e temsilci olarak tayin etmek
istediğiniz Erol Erk, iyi bir gazetecidir, fevkelade yeteneklidir.
Ancak gece yaşamına aşırı düşkün olduğu için iş disiplini
yoktur. Bu da sizin gibi mazbut ve ideal bir gazeteye yakış-
mayan bir arkadaştır vs…
Mavi-kırmızı daktilo şeridiyle yazılmış bu mektupla
ilgili yıllardır konuşmadım, anımdır açıklamak istiyorum.
Mektubun altındaki imza Özer Öztep’indi. Kendisi de o
yıllarda Cumhuriyeti’in Adana temsilcisiydi,  İstanbul’da
çalıştığı için Abdi İpekçi Beyle arkadaşlık ilişkileri vardır…
Ayağa kalktım:
-Dinçer çok teşekkür ediyorum, mektubun devamını
okumana gerek yok, ben Adana’ya dönüyorum…
Adana’ya tekrar geldim, o zaman bana duyduğu gizli
kinin ilk kopyasını Özer Öztep, mektupla ele vermişti…
Ama, gün gelecek, Özer Öztep Adana da işsiz kaldığında
ilk Güney Haber Gazetesi’nde kendisini özel bir yere
getirecektim. Bu mektupla ilgili gerçeği hiçbir zaman yüzüne
vurmadım. İlk defa açıklıyorum. Eğer Milliyet Gazetesi’nin
temsilcisi olsaydım yaşamım daha başka olacak, o kadar
değişecek ki, bunu sınırlarını tahmin bile edemiyorum…
İşte bu olay, çalışmakta olduğum Hürriyet Gazetesi’nde
duyulunca, bana biraz kızgınlık, öfke oldu. Sanırım sırf bu
nedenden dolayayı İskender Ayvalık’ı benim üstüme temsilci
olarak gönderdiler bende yardımcısı oldum…
(Merhum Özer Öztep bu iddayı ret etmişti).
-173-



Abdulkadir KAÇAR
KEMAL KINACI
ARKAMDAN HANÇERLEDİ
Hürriyet'teki bu olaylardan sonra tutanak tutmuşlar,
İstanbul'a göndermişler, bir hafta sonra da beni çağırıp elime
bir mektup verdiler şöyle diyordu :
"Bugüne kadar gösterdiğiniz başarıdan dolayı sizi
kutlarım, çalışkan bir gazetecisiniz, ancak görülen lüzum
üzerine görevinizden alıyoruz..."
Mektubu alıp, hiç bir tepki göstermeden en küçük bir
renk atması olmadan tebellüğ ettim, yasal haklarımın
verilmesini istedim.
Erol Simavi'nin burs verip İstanbul Basın Yayın Okulu'nu
da bitiren kardeşim Erhan'ı da alıp doğru Hürriyet Genel
Merkezine gittim. Ben, yazıyı değil, kovuluş nedenimin
arkasındaki gerçegi öğrenmek istiyordum. Sabahın seher
vakti Kanlıca'ya gittik, puslu bir gündü. İstanbul'un harika
bir sabahında martılar, gemiler tablolardaki gibi görünüyordu.
Tam Erol Simavi'nin kapısını çalmak üzereyken, açıldı. Büyük
Patron sakallıydı, bitişikteki berberine gidiyormuş, beni
görünce gülümsedi :
-Oooo Adaşım, hayrola...?
Okuttuğu için Erhan'ın da hatırını sordu.
-174-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Kıyıdaki yürüyüş bandında bir süre Kanlıca Yoğurdu'
nun yapıldığı imalathaneye doğru giderken bir süre suskunluk
oldu, ilk sözü ben aldım :
-Erol Abi, ben sizden iadei görev istemiyorum, böyle
bir talebim yok, üstelik ahlak anlayışıma da terstir. 7-8 yıl
birlikte çalıştık, ama az çok birbirimizi tanıyoruz, bana
haksızlık yapıldığını biliyorum, bu olayın arkasındaki gerçeği
anlatırsanız tatmin olacağım.
Erol Simavi gülümsedi:
-Erol, bunun adı Babıali Kanunudur.
Yine sessizlik oldu:
-Ben Babıalide çalışmıyorum, Adana'dayım ve bu
kanunları bilmiyorum. Sizden görev talebim yok, sadece
nedenini öğrenmek istiyorum. Hatta benim ne yapıda ve
nasıl bir insan olduğumu bilen daha önce beraber çalıştığımız
Müsessese Müdür Yardımcısı Kemal Kınacıya da sorun.
Onun raporuda benim için önemli, uzun süre içtiğimiz suyu
paylaştık, çetin bir müadahaleden başarıyla çıktık. Hürriyet'in
Hürriyet olmasındaki katkımızın sadece Adana alanında
kalmadığını siz de biliyorsunuz...
Konuşmalarımı uzun uzun dinleyen Erol Simavi, bana
yaşamımın en büyük dersini verdi, gülümseyerek omuzumu
tuttu :
-Erol işte Babıali Kanunu bu. Yaşamak için adamı
öldürürler. Sen Kemal Kınacı'yı İstanbul'a göndererek bu
konu da büyük çaba harcadın. Bu senin ona yaptığın en
büyük iyiliktir, hizmettir. Ama o buraya gelir gelmez hançeri
senin sırtına vurdu...
-175-



Abdulkadir KAÇAR
O sözleri duyduktan sonra buz gibi oldum, hiç bir şey
söylemedim :
-Teşekkür ederim Erol Abi, beni tatmin ettiniz, sağolun...
Elini sıktım:
-Sağol Erol bir gün yine görüşürüz...
-Teşekkür ederim, görüşmeye hiç niyetim yok, çünkü
yollarımız burada ayrıldı, hadi Erhan gidelim... dedim.
Bu olayda yıllarca içimde sakladığım, Adana Babı-
alisin'den İstanbul Babıalisine uzanan bir olaydır. İki
Babıali'ninde birbirinden hiç farkı yoktur.
Hançeri Kemal Kınacı' dan yemiştim çünkü benim
kabiliyetlerimi, niteliklerimi çok iyi biliyordu. Şayet benimle
ilgili olumlu bir rapor verseydi, bir iki ay sonra bende
İstanbul'da olacak, gazete'nin en üst düzeyine kadar fırlayacak
niteliklerim vardı. Hem idareci, hem gazeteci, hem nakliyeci,
hem de uluslararası istihbarat kaynaklarına sahiptim.
Meslekte komlpe yetiştiğimi Kemal Kınacı keşfetmişti.Ve
vurulan damga olan gece yaşamına düşkünlüğüm beni hiç
bir zaman üzmedi. Çünkü, gece yaşamım bana yaşamın
gerçek yüzünü, üniversitesini öğretti. Türkiye'nin şu anda
bile en büyük istihbarat kaynaklarına sahip gazeteci benim,
Türkiye'nin şu anda bile en büyük ver-kaçlarını en iyi bilen
kişiyim. Ama, o günler, kuyruğum dik, kimseye taviz
vermedim fakat yaşamımdan ve gazetecilikten nefret ettiğim
günlerdi. Hatta kendi kendime şu sözü de verdim:
-GAZETECİLİĞE BİR DAHA DÖNMEYECEĞİM
-176-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
EŞKİYA KOÇERO’YU YARATTIM
İşte coşkulu, heyecanlı, başarılı geçen çalışma ve başarı
tempom arttıkça artıyor, başarı grafiğim yükseldikçe
yükseliyor ulaşılamaz sanılan bilgilerim yoğunlaştıkça
yoğunlaşıyordu.
Hürriyet gazetesi’nin Adana Bürosu kurulduktan sonra
sıra Diyarbakıra’a gelmişti, ancak oralar bize bağlıydı,
haberlerini telefonla veriyorlar, bizde İstanbul’a aktarıyorduk.
Bir gün Diyarbakır muhabiri basit bir cinayet haberi verdi.
Buna göre namus uğruna cinayet işleyen Mehmet Kilit isimli
kişi, olaydan sonra dağlara kaçmıştı. Muhabir haberin
sonunda bir tek cümle ekleyince şimşekler çaktı:
 - Erol Abi bu kişinin nam-ı diğer KOÇERO’ dur..
Koçero, Koçero, Koçero !
Bu cümle zihnimde yankılandı, yankılandı, çok ilginç
bulmuştum. Bugünün Türkiyesi için önemli sayılır ya da
sayılmaz ama, muhabirin bu şekilde yaptığı tarif sonradan
yaratacağım ünlü Eşkıya Koçero’nun ilk kıvılcımı olacaktı.
Magazin haberini çok seven, Türk basınında bir akım olan
Hürriyet, Koçero’yu benim sayemde işlemeye başlamıştı.
Basit bir bekçi, doğunun en azılı eşkiyası olup-çıkmıştı.
İşlenmiş ve işlenmemiş ne kadar cinayet varsa hepsi KOÇERO’
ya yıkıldı. Bugünkü gibi PKK falan olmadığı içinde o zaman
-177-



Abdulkadir KAÇAR
büyük yankılar uynadırdı. Hürriyet gazetesi olarak  Koçero’yu
manşetten verdikçe diğer basının da doğuya olan ilgisi
artmıştı, herkes onunla röportaj yapmak için girişimde
bulunuyordu. Ama yine bu olayın yıldızı ben olacaktım, işin
kaymağını ben yiyecektim. Çünkü yerel muhabirlerimiz
aracılığıyla KOÇERO’yu dağda bulup söyleyişi yapmayı,
fotoğraflamayı başlatan tek gazeteciydim. Hakımda bu
görüşme Jandarma soruşturma açtı. Ama gazeteci olarak
verilen randevuya sadakat göstermek zorunda olduğunu
söyleyerek Koçero’yla görüşme yerimizi açıklamamıştım.
Savunmamdaki tek cümle şöyleydi:
- O eşkıya, kanun kaçağı olabilir, ama yerini bildirmek
bana düşmez, arayıp bulmak Jandarmanın asli görevidir.
Günlük olarak yazdığım uzun söyleşilerden sonra efsane
haline gelen Koçero devlete ait bir kurumu basıp paraları
gasp etmiş, kaçarken çatışmada öldürülmüştü. Cenazesine
gittiğimizde vahşi, silah kullanmasını bilen karısı, benim
alnıma tüfeği doğrultmuş tetiği çekmek üzereydi. Yanımdaki
arkadaşlarım benim Koçero’yla yaptığım söyleyişide,
hakkımda dava açılmasına rağmen onun yerini bildirmediğimi
falan anlatınca kadın rahatlamıştı. Beni elimden tutp çekerek
mezarın başına götürüp, Kürtçe türküler söyleyip ağlarken
fotoğraflamayı başarmıştım.
Koçero Tarihe gömüldü yok olup gitti. Koçero’yu
yükselten suçlarda, bazı cinayetlerde karabelde kayboldu,
kimin işlediği hiçbir zaman öğrenilmedi…
Benim tırmanışıma hayran olmuşlardı. İşte bu
haberimden dolayı gazete yönetimi beni 100 lira ikramiye
ile ödüllendirmişti.
-178-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
O günkü gançlik, meslek heyecanı nedeniyle gazetecilik
merakı içinde gördüğüm, manzara benim mesleğimde
gördüğüm ilk facia idi. Uçak çarpınca öyle parçalanmış, öyle
ufalanmış ki, cesedlerle demirler bir macun gibi olmuştu.
Ben sadece uçağı bir tek kanadından tanımıştım. O dönemde
ölen ünlüler arasında en tanınmışlardan Gazinocu Ahmet
Delibalta, Adana’nın en güzel kızı kızlarından Rengin Arda
da vardı. Rengini’i beyaz karlar üzerine yayılan bir metrelik
sarı saçlarından tanımıştım ve vücudundan kalan tek parça
olarak o saçları bir mukavva kutuya koyarak aşağıya
indirmiştim. Daha sonra cesetler torbalarla taşınarak indirildi.
Hatta bir Yahudi işadamının cesedi Gazinocu Ahmet
Delibalta’nın mezarına gömüldüğü kanıtlandı. Şikayet üzerine
tekrar kazılan mezardan Delibalta’nın cesedi bulundu, Yahudi
İşadamının cesedi de İstanbul’a gönderildi.
Uçak kazası haberini takip ederken oklarlar da
Osmanlılar döneminde işeltilen altın-gümüş-kurşun madenleri
olduğunu, ama bunu kimsenin bilmediğini saptadım. Bu
haberim de Hürriyet’te manşetten giren ikinci büyük
arzumdur.
Zaten olan ünüm, uçak kazası ve altın madeniyle daha
da doruklara tırmanmıştı. Hatta çalışma alanım da
genişlemişti. Örneğin Yurtdışındaki istihbarta kaynaklarımdan
bana bilgiler yağıyordu. Suriye’deki ihtilal yapılacağını olay
olmadan önce öğrenip gazeteme yazmıştım. O yıllarda
Hürriyet Personelinin başarılarını anlatan Personel
Gazetesi’nde sırada benim fotoğrafım vardı, dünyaca  ünlü
AP ajansını bile atlatan adam diye duyurmuşlardı…
-179-



Abdulkadir KAÇAR
TOROSLAR'DA DÜŞEN UÇAK
İLK FACİA HABERLERİMDİ
Dolu dolu yaşadığım gazetecilik serüvenimin en renkli
dönemi 1960-75 yılları arasınde cereyan etti. Gençlik,
yaratıcılık ve heyecan döneminde doruklara ulaştı. Bu yıllarım
Hürriyet ve Tercüman Gazetesi'nin arasında pay edilmişti.
1952-60 yılları arasında yetişme dönemim olan BUGÜN
Gazetesi'nden sonra 1960'ta Anadolu Ajansı'na, 1966' da
Hürriyet Gazetesi'ne giriş yaptım. O dönemde ulusal
gazetelerin Adana da büroları bile yoktu. Abidinpaşa'da şimdi
yıkılan Reno İşhanı'nın  4. katında Hürriyet'in bir temsilciliği
vardı. Diğer gazetelerde temsilci düzeyinde bulunuyordu.
Örneğin Çoban Yurtçu Yeni Sabah, Vatan, Cumhuriyet gibi
üç-dört ulusal gazeteyi birden idare ediyordu. Erol İlpars'ın
babası DERVİŞ İlpars'ta aynı şekilde üç beş gazetenin birden
temsilciliğini yürütüyordu. Zafer, Adalet gibi sağ basını da
Yusuf Ayhan temsil ediyordu. İsmet Yoğurtçuoğlu da yerel
basında önemli bir isimdi.
İstanbul basını iki-üç arkadaş arasında pay edilmişti.
1960 ihtilaliyle birlikte gazetelerin Anadolu'ya geçişli ve
yapılanmasıyla birlikte bu temsilcilikler bir bir ortadan
kaldırıldı. Ancak Çoban Yurtçu mesleğinde çok kıskanç
-180-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
olduğu için kendisine rakip olabilecek kişilerin yetişmesini
istemezdi.Bizde korkumuzdan İstanbul basınıyla direkt temas
kuramazdık. Ancak yetişme tarzım, bölgeye olan hakimiyetim,
performansım nedeniyle adım İstanbul' a çoktan gitmiş ve
herkes tarafından biliniyordu. Anadolu ya yayılan İstanbul
basınında Adana Hürriyet Bürosu'nun başında arkadaşım
ve dostum Kemal Özbayraç atanmış, İsmet Yoğurtçuoğlu da
beni ona tavsiye etmişti. Tanıştık, ve ben Hürriyet'te göreve
başladım, o zaman büromuz Abidinpaşa Caddasi'ndeki
Küçüksaat'in yanında bulunan Kristalpalas'a taşınmıştı.
7 yıl süren Hürriyet Gazetesi'ndeki çalışmamda gençliğin
verdiği heyecan, yetenek, cesaret ve coşkuyla parlak bir
dönem yaşadım. İşte bu coşkulu ve başarılı dönemimde
olaylar öyle gelişti ki, gazetenin sahibi Erol Simavi'yle özel
dostluklar kurmaya kadar dönüştü. Hürriyet'in temsilcisi
konumundaki Kemal Özbayraç gitmiş, yerine bu kez Kemal
Kınacı gelmişti. İki temsilcinin döneminde de yaptığım
çalışmalar beni yıldızlaştırmıştı. Yaptığım gazetecilikte adım
Türkiye çapında duyuluyordu artık. Çünkü, o yıllarda
Adana'dan gazeteye yama haberler girme-sayfa değiştirme
şansımız olmadığı için verdiğimiz her haber Türkiye genelinde
yayınlanıyordu. Haftanın en az üç-dört günü manşet, ya da
sürmanşet haberim yayınlanmadığı zaman krizlere
giriyordum.
Öyle ki; Erol Erk ismi diğer gazeteciler arasında
ayrıcalıklı bir hale gelmişti. Yine o dönemde çok önemli
olayların yaratıcısı olmuştum. Örneğin, İstanbul'dan
Ankara'dan Adana'ya pervaneli uçaklar inip-kalkıyordu. Bir
Kop uçağı Adana Havaalanına inmek için Toroslar'ın üzerinde
-181-



Abdulkadir KAÇAR
erken alçalmaya başlayınca Bolkar Dağları'nın tepesine 100'e
yakın yolcusuyla çakılmıştı. Ben İngiliz Dağcılarla Bolkar
Dağları'nın zirvesine tırmanarak enkaz, uçağı ve cesetleri
ilk görüntüleyen tek gazeteciydim. Üstelik, uçağın düştüğü
kış, son 40 yılın en acımasız olanıydı. Pozantı Çiftehan arasını
geçebilmek için yollarda tam 6 saat süreyle yüksekliği 4-5
metreyi bulan karlarla mücadele vermiştik. Kıbrıs'tan gelen
İngiliz Dağcılar bile beni
-182-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
EROL SİMAVİ’YE HAYRANDIM
Hürriyet Gazetesi Adana Bürosu’nda Kemal Özbayraç’ın
yerine gelen Kemal Kınacı ile büyük olaylar yarattık. Büyük
haberleri Hürriyet’in manşetlerine yerleştirdik. O dönem hiç
unutmam Adana belediye başkanı Ali Sepici’nin bir dansözle
yaşadığı skandal vardı. Aslında onlar skandalı yaratmışlar.
Ortaya çıkartıp yazan kişi ben olmuştum.Gazetemde günlerce
Türkiye’yi çalkalamış bir olaydı. Aylarca, yıllarca manşet-
lerden düşmedi.
O dönemde olaya adı karışan Celal Serin’de daha
sonradan yakışıklılığıyla Yeşilçam’dan film teklifi bile almıştı.
Ancak Celal Adalet Partisi kökenli olduğu için yöneticilerde
rahatsızlık yaratınca eski patronum Nihat Oral ve günün
ileri gelenleri beni Hürriyet’in sahibi Erol Simavi’ye şikayet
ettiler. Hatta benim eski bir CHP’li ve İsmetpaşa’cı olduğum
için sağ bir parti olan AP’ye zarar verdiğimi söylediler. Erol
Simavi de beni şikayet edenlere:
-Peki, siz Erol’u şikayet ediyorsunuz, bu olay doğru mu
değilmi dedi.
Masada bulunanların bir kısmı başıyla.
-Doğru doğru dediler.
Bir kısmı da sessiz kaldı.
-183-



Abdulkadir KAÇAR
Erol simavi çok sevdiğim, saygı duyduğum kişi olarak
şöyle dedi.
-Patron benim ama muhabirimin yazdığı habere
karışamam...
Bu dürüst erkekçe davranışından sonra Erol Simavi’ye
büyük hayranlık duydum ve muhabbetimiz daha çok artmıştı.
Erol simavi Adana’ya her gelişinde beni yanına alır
Çakmak Caddesinde garajın içindeki Suphi Usta’dan kebap
ve şiş ciğer yemeye giderdik. Hiç unutamam bir yemek
sırasında şöyle dedi:
-Erol, gece hayatına düşkün olduğunu söylüyorlar,
Doğuya, Koçero’yla buluşmaya ya da diğer haberleri izlerken
sıkıntı çekmeyesin diye Van’a bir pavyon kurdurmayı
düşünüyorum.
Kısa bir gülüşmenin ardından şöyle dedim:
Efendim, ben gece yaşamını sevdiğim için değil,
haberciliği kontrol etmek için serüvene meraklı olduğum
için oralarda bulunuyorum. En büyük istihbarat kaynakları
oralarda bulunuyor çünkü.
-184-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
MESLEKİ ACIM
40 yılı aşan meslek yaşamımda çok kişinin canını
yaktım, çok kişiyi makamından ettim, ama pek çok kişilerinde
hak ettikleri önemli makamlara gelmesini sağladım. Çünkü,
hırçın, yırtıcı bir gazetecilik üslubum vardı, ve benimle
uğraşmak her zaman zordur. Ama bilmeden yaptığım bir
hatanın, bir kusurun acısını yüreğimin ta derinliklerinde bile
şimdi duyuyorum…
Gazetecilik mesleğimin İsmetpaşa döneminde rastlayan
günlerinde Kıbrıs konusu patlak vermiş, Başbakan olarak
paşanın emriyle uçaklarımız Kıbrıs’a bir hava saldırısında
bulunmuş ve geri dönmüştü. Her an bir savaş çıkma
olasılığında söz edildiği içinde Deniz Kuvvetlerine ait
donanmamızın bi bölümü Mersin Limenına demirlemişti.
Yapılacak olan Kıbrıs Harekatının temelleri ve yapılanması
o günlere rastlıyordu. Ben Kıbrıs olaylarını yansıtmak için
Mersin’de bulunuyordum. O sırada donanmaya ait bir Türk
Denizaltısı da rıhtımdaydı ve onun Komutanlığını yapan
Binbaşı Necdet’le çok samimi arkadaş olduk. Türkmen
Oteli’nkedi sohbetimizde sordum;
- Necdet Binbaşı, donanmayı halka gezdirecek misiniz?
-185-



Abdulkadir KAÇAR
O yıllarda silahlı kuvvetlerde denetim çok sıkıydı, halka
temaslar yok denilecek akdar azdı, hatta yasaktı. Türk
donanmasının Denizaltı Subayı olan Necdet Binbaşı:
- Erol Bey, gemimizi halka açalım, sen de bir eğlence
düzenle, Amerikan usulü bir gün yaşayalım...
- Emrin olur Binbaşı… dedim.
Adana da pavyonlarda, barlarda otellerde çalışan ne
kadar dansöz,şantöz, varsa hepsini Mersin Limanına yığdım
ve bu denizaltının göbeğinde de kadın oynattık. Bu olay
Hürriyet Gazetesi’nde “DENİZALTINDA KADIN OYNATAN
GAZETECİ” diye yayıldı ve bomba etkisi yaptı. Ben haber
niteliğinde ordu-halk yakınlaşmasını düşünürken, Necdet
Binbaşının teklifini de yerine getirmiş gazeteci olarak tüm
basını atlatmıştım… Tercüman Gazetesi’nin temsilcisi
olduğum o yıllarda, tüm gazetelerin Adana ve Mersin
temsilcileri ve çalışanları İstanbul’dan ve Adana’dan fırça
üstüne fırça yediler. Olay böylece kapandı gitti…
Aradan geçen 5-6 yıl sonra 2. Kıbrısa Harekatı
başlayacaktı. Donanmanın adayı vuracağı, Türkiye’nin
müdahale edeceği dedikodusu yayılıyor, yerli ve yabancı
basın Mersin’de karargah kuruyordu. Bizde boşluktan
yararlanarak eğleniyorduk. Hatta Murat Dalman kahramanını
yaratan dünyaca ünlü, çok samimi arkadaşım gazeteci Ümit
Deniz’de oradaydı. Ankara’dan gelen foto muhabiri bir
arkadaşımız için yaş günü düzenlemiştik. Otelin lobisini
hemen hemen kapatmıştık. Dışarıda büyük bir soğuk vardı.
Kapı hafifçe açıldı, içeriye elinde baston, lacivert pardesülü,
hafifçe topallayan birisi girdi. Sima bana hiç yabancı
gelmemişti.
-186-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
İçim birden kaynadı, kendi kendime soruyorum:
- Nerden tanıyorum !
- Nerden tanıyorum !
 Bu sırada yanımdaki arkadaşlarım tanıttılıar
- İşte bu kişi, birinci Kıbrıs müdahalesi yapılacağı sırada
Türk Deniz Kuvvetlerinin Denizaltısındaki Necdet Kaptan…
Yüreğim ‘ cızzzzzzzz ‘ etti. Beni gördü, yanına koşarak
gittim, öpüştük:
  - Beni tanıdınız mı kaptan ? deyince:
 Başını hafif yukarıya doğru kaldırdı.
- Erol tanımaz olur muyum ?
 Necdet Binbaşı,  ‘DENİZALTINDA KADIN OYNATAN
GAZETECİ’haberinden sonra, görevden alınacağını anlayınca
onurlu bir asker olduğu için istifa ederek özel gemilere
geçmişti. Aradan yıllar geçtiği için eski ve yeni siması arasında
büyük değişiklikler, yılların yüzünde oluşturduğu derin
çizgiler onun içinde bulunduğu duruma ne kadar çok
üzüldüğünü gösteriyordu. Ben de üzüntülü sesle:
- Abi senden özür diliyorum, ben böyle bir olayın
olacağını hiç beklemiyordum. Aklımın ucundan bile
geçmiyordu. Daha ötesi, ben sizi Deniz Kuvvetlerinde çok
üst rütbelere geldiğinizi düşünüyordum, bir daha izinize
rastlamayacağım içinde soramamıştım…
Biraz üzüntülü ama belli etmeyen bir ses tonuyla:
- Sıkma canını Erol, bunlar kader, senin hiçbir kusurun
yok. Onu isteyen, seni teşfik eden kişi bendim. Reformist bir
subay olarak Amerikan filmlerindeki olayı yaşatmaya çalıştım
o kadardı. Sende gazeteci olarak görevini yapmıştın…
-187-



Abdulkadir KAÇAR
Bir süre sessiz kaldık, ama Necdet Binbaşı Kıbrıs
savaşına bu kez ticaret yapan bir geminin kaptanı olarak
mühimmat taşıyordu. Tekrar  istedik olmadı, meslek
yaşamımda bana büyük acı veren, olayı tüm izleriyle
belleğinde hala yaşıyorum, vicdanımın sesinden bir türlü
kurtulamadım. Ama, inanın kesinlikle bir kasıt, suçlama, art
yoktu. Gazetecilik heyecanının o gün kü ortamda beni bu
habere koşullandırmıştı. Ama farkında olmadan bir facianın
nedeni olmuştu…
-188-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
EROL SİMAVİ'NİN
SEKRETERİNİ BULDUM
Erol Simavi ara da sırada Adana'ya gelip kalır, işleri
takip ederdi. Yine bir geldiğinde, beni çağırdı.
-Erol seni severim, sana özel bir işim düştü.
-Buyurun efendim,
-Bizim huysuz ve yaramaz bir sekreterimiz vardı,
pavyona düşmüş, aradık araştırdık Adana da olduğunu
öğrendik. Şunu bana bir buluversene, sen bu işlerin
uzmanısın.
-Emriniz olur Erol Bey.
Kısa bir istihbarattan sonra Adana'nın en renkli eğlence
yeri olan Çakmak Caddesi'ndeki İGS civarında Yıldız
Pavyonda sekreteri buldum. Erol Simavi'yle birlikte gittik,
bize yakın davrandı, içki ikram etti. Yaşam hikayesini
sorduğumda da :
-Abi, ben eğlenceyi seviyordum ve artist olmak
istiyordum. Sekreter olarak Erol Simavi'nin yanında çok
mutluydum ancak beni artist ajansları kandırdı, gözümü
açtığımda Adana'daydım...
Erol Bey geri dönmesini, kapısının her zaman kendisine
açık olduğunu söyledi, ama sekreter:
-Ben yaşamımdan memnunum... deyince fazla da
üstelemedi.
Zaman zaman konuşmasında,
-Olur abi, tamam abi... demesine karşın bir daha da
göremedik. Hafifçe şişman, tatlı bir kızdı. Sonra da izini
tamamen kaybettik...
-189-



Abdulkadir KAÇAR
KAÇAKÇILIK ŞEBEKESİNİ YAKALADIM
Hürriyet Gazetesi'nde çalıştığım yıllarda Ankara büroları
ve matbaası açılmış, orada basılan gazeteler Adana'ya geliyor,
buradan dağıtılıyordu. Ankara-Adana arasını üç saatkırkbeş
dakikaya indiren kahraman şoförlerin öyküleri  filmlere konu
olmuştu. O zamanlarda çok büyük şoförler, usta şoförler
yetişti. Ama sık sıkta şehitler veriyorlardı. Bu serüvene kapılan
şoförler uzun süre kendilerini kurtaramadılar. Matbaaların
Anadoluya yayılmasından sonra bu serüven güneyde
Adana'dan Gaziantep, Malatya, Diyarbakır hatlarında devam
etti. O büyük ve kahraman şoförler bu kezde aynı coşkuyla
gazeteleri okura ulaştırmanın savaşını veriyorlar, inanılmaz
rekorlar kırıryorlardı. Ancak, özveriyle coşkuyla çalışan
şoförler olduğu kadar onların arasına bazı kötü huylular da
sızmıştı.Gazete dağıtan kamyonların geçiş üstünlüğü olduğu
için durdurulmuyor, basın olduğu için polis ve jandarma
müdahale edemiyor.İşte kötü huylu bazı şoförler bunu fırsat
bilerek kaçak eşya ticaretine karışıp büyük paralar
vuruyorlardı. Bu jandarmadan bize intikal etmiş, bu şekilde
iddia ortaya atılmıştı.
Adana Büro Sorumlusu Kemal Kınacı bir gün beni
çağırdı, bu istihbaratı anlattıktan sonra da :
-190-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
-Erol, kurban olayım, gözünü seveyim, bu işi çözsen
çözsen sen çözebilirsin...
Kemal Kınacıya da o derece inancım ve güvenim vardı
ki, hiç düşünmeden kabullendim.Gençlik, cesaret,ataklık
hepsi bir arada olduğu, olaylara gözümü kırpmadan atladığım
için kahraman kamyon şoförlerinin anasına karışan kaçakçılık
şebekesini ortaya çıkacaktım.
Yaptığım kısa araştırmadan sonra kaçakçılık merkezinin
Gaziantep olduğunu saptayıp, gece oraya gittim.Kendimi
gazeteci değilde bir tüccar gibi tanıtarak temas kurdum.Büyük
bir parti yabancı sigaranın Adana üzerinden Ankara'ya
götürülmesi gerektiğini söyledim, nakliyatın nasıl olacağını
sorduğumda;
-Abi, sen hiç merak etme, elimizde özel ruhsatlı servisler
var.Yolcu otobüsleri sık sık kontrol edildiği için, bu şekilde
taşıtıyoruz.
-Nasıl olacak ?
-Abi, Gaziantep'ten malını ver, Ankara'da teslim
al...dediler.
Paranın temin edilemesi için Kemal Kınacı’yı aradım.
İlk önce Parayı ödemek istemedi sonra kabul etti teslim
ettiğimiz malı taşıyacak olan da basın kamuoyuydu. Olay
artık kötü boyutlara ulaştığı için suçüstü yaptırarak, şebekeyi
yakalamıştım
Bu şaibeli olayı çözdüğüm için Kemal Kınacı, beni
ayakta karşılayıp, tebrik ederek yanaklarımdan öperken;
- Hem gazeteyi, hem de beni büyük bir beladan kurtardı
Erol… dedi.
-191-



Abdulkadir KAÇAR
Hemen patronlara telefonla bilgi verdi rapolarıda
sonradan göndereceğini, bir nüshasını da bana vereciğini
söyledi. O günlerde sadece gazetecilik başarını düşünen
birisi olduğum için bu görevi yapmıştım. Başkası da yapmış
olsa fazla umrumda değildi. Ama , günlük yaşamımda içtiğim
suyumu bile paylaştığım, ailece görüştüğüm Kemal Kınacı
içinde en küçük bir endişe taşımıyordum.
Ancak, burada üzüntümü ortaya koymak, kamuoyuna
iletmek isterim ki;
İstanbul’a giden raporlardan birisini elime geçirdiğimde
bu olayın ortaya çıkartılmasının tamamen Kemal Kınacı’ya
ait şekilde düzenlendiğini öğrendim. Adımdan en küçük
biçimde söz edilmediği gibi, birazda yeriliyordum. Bu da
beni sonradan çok üzmüştü, ama o günlerde bu konuyu bir
daha hiç irdelememiştim…
-192-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
MİLLİYET ELİMDEN KURTULAMIYOR
KEÇİ NİHAT YİNE KÜSTÜ
Kristal Palas’taki Milliyet’le ortak kullandığımız katın
uzunca koridorunun sonundaki tuvelete sık sık giderken
Alaaddin Kutlu, muhabirleriyle 5-6 saat süren toplatılarında
gazeteye ertesi gün verecekleri haberlerin tartışmasını
yapardı. Seri olmadığından da haberlerin notları sürekli
ceketinin göğüs cebinde taşırdı. Bir gün yine kapılarının
önünden geçerken içeride çok ateşli bir tartışma yapılıyordu
hafifçe dinledim, Alaaddin Keçi Nihat’a soruyordu:
-Kardeşim, o haberi bu gün vermeyelim, geciktik.
İstanbul’a yarın göndersen; senden başka bilen var mı?
Keçi
-Yok efendim, yinede verelim, Erol Erk gelip duyar, yine
başımıza iş açar.
-Hayır hayır, bekletelim, hem nereden duyacak. Bir
kere sana kazık attı diye her zaman aynı şeyi yapmaz. O
salağın tekidir ve her şeyi duyacak kulak nerededir?
Her şeyi dinliyordum ama haberin ne olduğunu son
saniyelerde çözdüm. Adana’lı bir hamal, o günkü ülke
şartlarında raslanması mucize olacak 132 lira vergi ödemişti.
Habercilikte zaten birkaç satır bilgi yettiği için hemen
büroya koştum, Kemal Kınacı’ya anlattım. Haberi İstanbul
-193-



Abdulkadir KAÇAR
Hürriyet’e geçtik, ve Milliyet’çilerin beklettiği haber
ertesi gün bizden 8 sütuna manşetten çıktı.
TÜRKİYE’DE BİR HAMAL İKİ DEFA 132 LİRA VERGİ
ÖDEDİ…
Aynı katta bulunduğumuz komşumuz Milliyett’en
yükselen feryad, figanlar Hürriyet’e kadar geliyordu. Uzun
süre Alaaddin’in yüzüne bakamadım, ama bana da fırça attı.
Keçi Nihat’a gelince o da benimle küstü…
Zaten yıllarca en büyük keyfim, Milliyet’i atlattığım
haberlere sabah bakarak kahve içerek bu işin tadını
çıkartmaktı. O yıllarda gazetecilik ruhuma işlediği içinde
başka hiçbir şey düşünemiyordum. Olanak olsa Hürriyet’in
o dönem ki arşivleri açılıp taransa Adana Bürosu’nun
başarıları zevkle izlenirdi.
-194-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
ALAADDİN KUTLU’YU ÇILDIRTTIM
NİHAT GEVEN’İ ATLATTIM
Hürriyet Gazetesi’nin Küçüksaat’teki Kristal Palasta’ki
Bürosu’nun aynı katının yarısında da Milliyet Bürosu yer
alıyordu. Milliyet’in Adana Bürosu’na atanan Alaaddin Kutlu
da İstanbul’da yıllarca muhabirlik yaptığı için Adana
koşullarına fazla uyum sağlayamamıştı. Oysa bildiği en basit
haberi uzun süre tartışmadan geçiren tatbikata çok geç koyan
ama çok sevdiğim bir arkadaşım olduğu için onları haber-
lerimle sık sık atlatmaktan büyük mutluluk duyuyordum.
Adana’nın genç ve bekar olan ünlü doktoru ürolog
Eşref Göksel evlenmek istiyor, ama kulakları büyük olduğu
için ameliyatla küçültmesi gerekiyordu. Bu konuda da doktor
Göksel Keçi Nihat’la anlaşmış, ameliyatı yaptırırken ilk
haberin ona verecek, haber Milliyet Gazetesi’nde yayın-
lanacaktı. Tesadüf bu ya Büro’dan Kristal Palas’ın resep-
siyonunda sohbet ediyor.Gır gır geçiyordu, kısa bir sigara
molası vermiştim. Bu arada doktor Eşref Göksel merdiven-
lerden çıktı, bana yaklaştı:
-Milliyet Gazetesi’nin yeri nerede ?
Aklıma hemen bir cinlik geldi, hiç bozuntuya vermeden
-Burası beyefendi,
Siz. Dr. Eşref Göksel siniz…
-Evet Nihat beyi aramıştım,
-195-



Abdulkadir KAÇAR
-Biraz sonra kendileri gelecekler, oturmaz mısınız?
Birkaç dakika oturduk, ama içimde bir dürtü vardı,
Nihat’ın haber kaynağı olduğumu bildiğim içinde bir süre
sonra Hürriyet’in Bürosu’na götürdüm, kahveler, çaylar içildi,
Dr. Göksel;
Nihat Bey ile anlaştığımız bir konu vardı, ben yarın
sabah 10’da ameliyat olacağım bilgi verecektim.
- Doktor Bey, ben kendisine bilgi veririm, birazdan gelir
- Benim fazla zamanım yok, ona söyleyin operasyonun
izleyebilir, fotoğraf çekebilir. Saat 10’ da hastaneye gelsin.
- Peki efendim…
Ama, ben sürekli sıkıntı duyuyorum, biraz etrafa baksan,
gazete küpürlerini falan incelese orasının Milliyetle Değil
Hürriyet Gazetesi olduğunu anlayacaktı…
- Tamam Eşref Bey, en kısa zamanda, Nihat’la temasa
geçeceğim, durumu bildiririm, siz merak etmeyin…
Ertesi sabah saat 10.00’da ünlü foto muhabirim Necdet
İşler’le olay yerindeydik, Necdet’te sevinçliydi.
- Erol haydi yine kıyak bir işe düştün… diyordu.
Ameliyatı izledik, fotoğrafladık, doktorun kulakları
küçülmüştü. O dönem için Hürriyet’te yayınlanacak en büyük
magazin haberdi. Hemen İstanbul’a gönderdik, ertesi gün
haber hiç beklemeden 8 sütuna manşetten verilmiştir…
ADANADA BÜYÜK OLAY
DOKTOR AŞK UĞRUNA KULAKLARINI
KÜÇÜLTTÜRDÜ
Tabi, o gün Hürrüyet Gazetesi’ni eline alan Milliyetçi’leri
durumun feryat, figanını siz düşünün. Sonra bana küstü
uzun süre konuşmadı. Ama, uzun süre dedimse, bir süre en
fazla bir haftaydı. Keçi’yi daha sonra pavyon’a götürüp
barıştım.
-196-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
ECEVİT LİDER OLAMADI
Türkiye’nin anlam kargaşası yaşadığı yıllarda CHP
Genel Sekreteri olan Bülent Ecevit, partinin yapısını daha
da bozdu. Ancak, bunu bilinçli olarak yapmadı, kendisinin
de, kendisinin ne olduğunu bilemiyordu. Grevensky miydi?
Aşırı solcu muydu? Kominist miydi? Kimliğini hiçbir zaman
kendisi de belirleyemedi, ama bazı konuşmalarıyla halkı
sokağa dökmek istedi ve bu konuda da başarı oldu. Ama
Bülent Bey hiç bir zaman bilinçli particilik yapmadı.
Bunu anılarımla kanıtlamak istiyorum:
Türkiye’nin tüm aşırı sosyalistleri, koministleri Malatya
da bir araya geliyorlardı. M. Ali Aybar, Behice Boran, Çetin
Altan ve daha bir çokları. Bu olay basına kapalı bir toplantıydı.
Bende gazeteci olarak değilde, bir büyük ulusal gazetenin
temsilcisi olarak orada bulunuyorum. Malatya’lı dostlarımın
aşırı ısrarı nedeniyle bu toplantıyı izleme şansını yakaladım.
Oradaki konuşmaları ömrüm boyunca unutamadım. Aşırı
sosyalist ve koministler aynen şöyle diyorlardı :
-Bülent Ecevit bizim için bir araçtır, hedefimize ulaştıktan
sonra zaten otomatik olarak bitecektir. Şimdilik geniş halk
kitlelerini galeyana getiren bir coşkudur, bir liderdir.
Kulaklarıma inanamamıştım, çok şaşırtmıştım demek
ki, sosyalistler ve koministler Bülent Ecevit’i bile kendi
bünyelerine kabul etmiyorlardı. Ecevit’te ne gariptir ki, kimi
kabul ettiğini, kiminle birlikte yürüdüğünün farkında değildi.
Sadece tarihi iki konuşmasında bu gerçeğin altını çiziyordu.
-197-



Abdulkadir KAÇAR
ABD’nin Washington kentindeki Büyük Elçiliğimizde
ve Tarsus’ta şöyle demişti:
-Ben ne yaptımda bu adamları peşime taktın?
Ama, Bülent Ecevit’in bunları söylemekte geç kalmış
olduğunu herkes biliyordu. Koministler ve sosyalistler CHP’yi
çoktan ele geçirmişlerdi. Ecevit, Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde Atatürk’ten sonra halktan gelen lider Menderes’te
sonra en büyük coşkuyu yaratmayı başaran karizmatik bir
kişidir. Demirel’de bu guruba dahildir. Ancak, dağın-taşın,
çayın-suyun Karaoğlan diye bağırdığı, tüm devlet kurumlarını
kayıtsız şartsız kendisini yanında ve desteği olduğu bir
dönemde maalesef lider olamadı.
Eğer, Bülent Ecevit, seçildikten sonra lider olmayı
başarabilseydi, Eşi Rahşan’ın etkisinde kalmayıp kişiliğini
korusaydı ya da bilgisini – becerisin bir tek noktada birleş-
tirebilseydi Türkiye bugün çok ileride, farklı ve gelişmesini
tamamlamış bir ülke olurdu.
Ben Ecevit’i büyük bir orkestrada bateri, saksafon, gitar
ve tüm aletleri çalan, ama tek başına hiç birisini çalamayan
yeteneksiz bir müzisyene benzetiyorum. Bu tarafı iktidar
olduktan sonra daha iyi anlaşıldı. Rahşan Hanımın etkisi ve
gölgesi altında sadece güzel hitap tarzının verdiği avantajla
kendisini bir yerlere kadar yükseltti. Türkiye’de CHP
boşalıyorsa, sağa-sola doğru parti parçalanıyorsa, eriyorsa
hepsinin altında yatan gerçek neden Rahşan Hanım
sıkıntısıdır. Ama Ecevit bugün olgunlaşarak devlet adamlığına
doğru geldi. Ama, Rahşan olduğu sürece maalesef başarısı
gölgelenmeye devam edecektir. Ben 45 yıllık gazetecilik
yaşamımda gözlerim tanığı olduğu olayları anlatıyorum.
Bunları ben yaşarken de şu anda ki genç nesil henüz annesini
karnında bile yoktu…
-198-



Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
DEMİREL KENDİSİNİ
BASINA KABUL ETTİREMEDİ
Türkiye 27 Mayıs 1960 ihtilaline doğru hızla gelirken
kominizm ve sosyalizm sinsice ülkemize sızarak “DEVRİMCİ”
adı altınca CHP’ye motive oldu. Sosyalizm ve kominizm Türk
basınına da kök saldı. Bugün medyanın yüzde 10-20 hatta
daha fazlasında kominst ve sosyalistle örgütlenme vardır.
Bu örgütler zaman ve fırtısını kollayarak ya pusuya yatar ya
da öne fırlayarak gerekeni yaparlar. Sinema, Tiyatro, Basın
yoluyla aramıza giren ve yerleşen bu örgütleri Türkiye hiçbir
zaman tam olarak silemedi ve bilmenizde bu aşamadan
itibaren olanaksızdır. Ancak, azılılık, devrimci hamleler
taşıyan o nitelikte CHP’ye yerleşen faktörler gizli güçlerin
oluşumudur. Aslında CHP’nin kökeninde kominizm ve aşırı
sosyalizm yoktur. Sadece altı ok prensibi vardır. Atatürk’ün
devletçilik anlayışı da bugün bile hala geçerliliğini koru-
maktadır.
27 Mayıs’a doğru Türkiye hızla koşarken CHP kendisini
yeniliklere açık, yenilikleri savunan bir görünüm verdi.
Demokrat Parti ise gericilğin kendidi aşmamanın yapısı
konumundaydı. Çok sevdiğim Fuat Doğu isimli MİT’ çi bir
albay arkadaşın, sonradan da general olmuş, uzun uzun
sohbet ederek benim yanımda sansürsüz konuşurdu ve, şöyle
dert yandı:
-199-



Abdulkadir KAÇAR
- Erol, Türkiye bir kaosa doğru hızla akıp gidiyor,
Başbakan Menderes’i sürekli uyarıyoruz, fakat bir türlü
uyanmıyor, uyanma belirtileri bile göstermiyor. Ordudaki
hareketleri CHP için sızmaları sürekli bildiriyoruz. Fakat
herhangi bir önlem yok, kendilerinde tek taraflı, bir şartlanma
var. Bir Ordu olarak ihtilal istemiyoruz ama yapmak zorunda
kalsak bile aşırı kominstler ve sosyalistler Türkiye’ye
girecektir, bunun etkileride 15-20 hatta daha fazla yıl olumsuz
etkilerini yaşayacağız. Türkiye sırf bu nedenle büyük
sarsıntılar geçirecektir.
Haklısınız Fuat Albayım… demiştim.
Doğupaşa ile konuştuğumuzda 1960 ihtilaline ya altı
ay yada üç ay, belki daha az bir süre vardı. Söyledikleri teker
teker çıktı, ihtilal oldu, kominizm ve sosyalizm Türkiye’ye
Sinema ve Tiyatro kanalıyla, basın cephesinden hücum etti.
Tüm köşe yazarları aynı havaya girip, aynı idealist görüntü
içindeydi ve Türkiye ‘ye bu akımı kabullendirdiler. Akşam
gazetesinde ki, “TAŞ” isimli köşe yazarları yazılarıyla halkı
ihtilale doğru sürükleyen, hatta koşturan Çetin Altan bugün
kapitalisttir.
İşte tüm bu olumsuzluklar Adalet Partisi’nin doğmuş
sancılı biçimde ortaya çıkmasını hazırladı. Ancak Süleyman
Demirel gerek Adalet Partisini kurduktan bu yana, gerekse
Başbakan olduktan sonra hiçbir zaman Türk Basınına ve
Türk yazarlarına kendisini kabul ettiremeyeceği için büyük
sıkıntılara, hatta zaman zaman büyük bunalımlara girdi.
Türk Basını en aşağılayıcı deyimleri Demirel için kullandı
“ÇOBAN” , “GERİCİ” ve dediler…

-200-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder