Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Bu olumsuzluklarla birlikte artık sağ Türkiye
de basında
kalmamıştı, Sağ Basın gerici basın diye
nitelendiriliyordu.
Sağcı basınla geri zekalı eşit düzeyde
anlaşılıyordu.
1960-1970 yılları arasında sağcıyım demenin
Atatürk’çüyüm
demenin suç sayıldığı bir dönem yaşadık.
Tiyatro,Sinema
Basının saygısı olmak suç sayılmaya devam
ediyor. Bu akım
günüzümde bile varlığını hala sürdürmektedir.
Yazarların,
sanatçıların, tiyatrocuların büyük bir
bölümüde bu anlayış
yüzünden diğer partilere doğru yönelmek
zorunda bırakıldılar.
İsmet Paşa o dönemde CHP ‘nin kominist
ve aşırı solcu
olmadığını devamlı vurgularken şöyle diyordu:
- Fransa da Halk Meclisi’nde bir parti sağda,
bir parti
solda oturur.
Sağda oturana sağcı, Solda oturana solcu denir…
diye espiriler yapmıştı.
İsmet Paşa o yıllarda
CHP ile aşırı sol arasında bir
emniyet sübabı görevini üstlenme gereği
duymuştu.
-201-
Abdulkadir KAÇAR
MENDERES’İN HATALARI
Demokrat Parti kurdu. Vatan Cephesi’yle
kendisini
zedelemeyi başlamıştı. Öyle ki, mezarında ki
ölülerin isimleri
bile, “VATAN CEPHESİ” ne “UYUYORDU” diye
radyodan
ilan ediyor bu da rahatsızlık yaratıyordu.
Aynı Partinin basına koyduğu gereksiz, yersiz
ve keyfi
sansürde biz
gazetecileri oldukça üzüyordu.
O dönemde
entertiple dizilen gazete tam baskıya
gireceği zaman bir kara
geliyor, Manşet Haberi çıkartılması
isteniyordu. Başka bir
haberin dizgisi de saatler aldığı bugün kü
gibi bilgisayar
sistemi olmadığı için olanaksızdı. Bu nedenle
sansüre giren
haberlerin dizgisi çıkartılıp, yeri bembeyaz
kalarak çıkardı.
Menderesin
basına sansürüyle İsmet Paşa Fobisi partiye
büyük zararlar vermeye başladı. Bir de
ayrılmaz ikili olan
Adnan Menderes’le Celal Bayar’ın ilişkileri
de gün geçtikçe
soğuyor hatta kopuyordu. İşte bu olumsuzlukta
Menderes’
in dış politika da aciz bir dönem geçirmesine
neden olmuştu.
Bir defa yüzde yüz Amerikan
Emparyalizmine bağlı dış
politikamız nedeniyle de Cezair’in
kurtuluşundaki olaylar
da, ne de Mısır’daki siyasi gelişmelere
diyalog katkımız bile
olmadığı için bu iki önemli İslam ülkesinin
dostluğunu
kaybettik. Hiç unutamıyorum, Cezair devlet
başkanı Habip
-202-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Burgaba Türkiye’ye ziyarete geldiğinde
TBMM’de bir
konuşma yapmış, şunları söylemişti :
-Biz, bağımsızlık destanımızı Atatürk
posterleri, Türk
bayraklarıyla kazandık. Bu destanda
Atatürk’ün önderliği
ve Ay-Yıldızlı bayrağın önderliği vardır.
Ama, ne yazık ki
birleşmiş milletlerde Türkiye
bizi tanımadı, Fransa’nın
yanında yer alarak yalnız bıraktı…
Bu konuşma şu anda bile beni etkilemeye devam
etmektedir.
Menderes’in dünyada tuttuğu kişi, hatta tek dostu
Suikastte öldürülen Irak kralı Faysal’dı.
Zaten Irak ve ABD
ile olan ilişkilerin dışında dünyada başka hiçbir ülke ile
bağlantımız yok gibiydi. Düşünebiliyor
musunuz, Türkiye o
dönemde 200’den fazla devletin olduğu bir
dünyada yalnız
ve tek başına kalan küçük bir devlet
konumundaydı. Ama,
Menderes’in dış politikası başarısız olmasına
rağmen yurt
içinde de yurt dışında sirkülasyon yaratmış,
belki de reform
yapmış, Türkiye de bereket dönemi yaşıyordu.
Amerika’nın
Marshall planıyla bu olay gerçekleşiyordu.
Bize o dönemde
ABD’nin yağdırdığı ama ileride acısını
çıkaracağı paranın
olumsuz etkileri günümüzde bile hala
sürmektedir.
Yıllarca Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın
politikasını
sevmesem de o şöyle der :
-Amerika bizi unuttu,
motor yaptırmadı, montajını
yaptırdı, motoru üretemeyen bir devlet,
millet, ülke büyü-
yemez, gelişemez ve dünyanın ekonomik devleri
arasına
giremez.
Necmettin Erbakan’ın
ABD ile ilgili söyledikleri de
teker teker çıktı. ABD Türkiye’yi montaj devleti haline
getirmiş, bunu yaparken de Başbakan
Menderes’i kullanmıştı.
Bu nedenle Menderes’in yaptığı bu hatayı
affetmiyorum.
-203-
Abdulkadir KAÇAR
Tüm sanayi kuruluşlarında hep montajla
uğraştık, önce
ABD’nin sonra dünyanın
pay kapmak için birbirleri ile
yarıştığı at koşturduğu açık bir pazar haline
geldik. Türkiye’yi
kalkınamamışsa, belirli yerlere gelememişse Demokrat
Parti’nin yanlış politikası neden olmuştur. O dönemde direnip
motor almak yerine motor sanayi, silah yerine
silah sanayisine
girebilseydik, Avrupa’nın ve dünyanın
önemli en güçlü
sanayileşmesini tamamlayan bir ülke
olacaktık.Bugün bile
Türkiye de üretildiği söylenen sanayi
ürünlerinin yüzde 40-
50’sinin yurtdışından getirilip monte
edildiğini herkes biliyor.
Üstelik montaj sınırında uyumaya devam
ediyoruz. Prof. Dr.
Necmettin Erbakan’ın dışında hiçbir lider
çıkıpta bu konuda
bir şey söylemiyor. Çok sevip takdir ettiğim
Özal bile bu
konuda hiçbir şey söylemeden gitti. Ancak Necmettin
Erbakan’ın parti anlayışı yönünden
kabullenemediğim bir
lider sıfatı göremediğimizden de haklı çıkışını
bizde
savunmuyoruz.
Menderes’in eksik yönlerinden birisi de
İspanya’nın
Faşist diye aşağılanan devlet başkanı
Franko’nun başarılı
turizm konusuna girememesidir. Sadece Menderes değil
Demirel’in
birinci hükümeti de turizm sihirini
keşfede-
memişler. Bir çığır açamamışlardır. Eğer bu kişiler ileri
görüşlü olsalardı, bu konuda bir başka ülke
olurduk dünya
turizm devi haline gelirdi Türkiye. Turizm
gelirleri Faşist
denilen Franko’nun İspanyasına dört-beş kat
geçerdi. Bazı
liderlerin uzak görüşlü olmadığına tanık
olarak onlara iyi
puan veremiyorum. Türkiye de Turizmi gören
tek liderde
Özal’dır,
burada onun çağdaşlığını taklit etmek zorunluluğu
vardır.Petrolümüzün olmadığına göre bizi kalkındıracak
motorun turizm olduğunu Özal saptıyarak bu
konuda da
gerekli girişimler de bulunmuştur.
-204-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
ŞEREF BEY’İN ŞOK EDEN HAREKETİ
Mehmetali Bey gidince
Demokrat Parti, Bursa’dan
senatör seçilen, daha sonra da senatörlüğü
kaybeden Şeref
Bey’i Adana Emniyet Müdürü olarak atadı…
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın uçağı Irak’tan
dönüyor,
Adana’da çeşitli önlemler alınıyordu. Dönemin
tüm kuvvet
Komutanları da havaalanındaydı. Demokrat
Parti İl Başkanı
alanda ağzında piposuyla sağa-sola talimatlar
yağdırıyordu.
O sırada Galip Avşar, Emniyet Müdürü Şeref Bey’e ne ismini,
ne de sıfatını kullanmadan,
-Zabıta Müdürü buraya gel… dedi.
Şeref Bey hızlı ve koşar adımlarla sinirli
biçimde geldi,
Galip Bey’e bir metre uzaklıkta durdu, ama
Osmanlı döne-
minden kalma bir şekilde kendisine
hitap edilmesinden
hoşlanmamıştı. Ben de olacakları heyecanla izliyordum.
Galip Avşar’ın bileğinden yakalayıp, boğuk ve
sert azarlar
bir ses tonuyla :
-Sen kimsin beeeee ?
Galip Bey’in bıyıkları indi indi kalktı, sesi
çekildi, dili
tutuldu, güçlükle,
-Been Şeey Beeen miii? Demokrat
Partinin İl Baş-
kanıyım… diyebildi.
Emniyet Müdürü daha sert ve azarlar bir
tonla:
-Bey bey hangi sıfatla benim işime
karışıyorsunuz ?
Ben Cumhurbaşkanınızım emniyetle karşılanması
için gerekli
önlemleri alıyorum, siz ne karışıyorsunuz ?
-205-
Abdulkadir KAÇAR
Galip Avşar’da,
-Ben de Cumhurbaşkanını karşılamaya gelen bir İl
Başkanıyım…
Emniyet Müdürü,
-Beyefendi, Beyefendi sizin sıfatınız özeldir, politiktir,
ve siz devlet adamı değilsiniz, bürokrat değilsiniz, polis
müdürü değilsiniz, lütfen önümden çekilin
ve işime
karışmayın, ben gerekli önlemleri alıyorum…
Bu sert tartışmaları ve sözleri ömrümün
sonuna kadar
unutamam.Çünkü, Demokrat Parti iktidarı
döneminde bir
valinin, ne de bir Emniyet Müdürü’nün her
biri militarist
kafayla yetiştirilen Ocak-Bucak-İş
Bakanlarına karşı böyle
konuşabileceğini düşünüyordum.
Tabi, bu olay orada kalmadı, Adana Emniyet
Müdürü
Şeref Bey, Bursa’dan
gelen günlerce telgraftan sonra
memleketine geri dönmüştü. Kendisinden önce
Adana da
Asayiş’i sağlayan Efsane Müdür Mehmetali
Bey’in mezarına
sık sık gidip,
-Senin bıraktığın yerden ben görevime devam
ediyorum
rahat uyu… dediğine defalarca tanık olmuştum.
O da
Adana’nın salaş düzenine bir sistem
getirmiş,
geniş halk yığınlarının sevgisini kazanmıştır. Biraz hırçındı
ama, çağ onu gerektiyordu.
Şu cümlelerin altını çiziyorum : Vatanı’nı milletini,
seven, tarafsız hizmet veren, devletini
ayakta tutan görünmez
kahramanlar
olan Bürokratlar sayesnde Osmanlı
610 yıl
ayakta, kalmayı başarmıştır.
Bu şekildeki cesur, mert, karalı bürokratlar
devletin
devamlılığı içinde gerekliydi, ama bu bazen
de kilitlenmelere
neden oluyordu…
-206-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
MENDERES BÜYÜKTÜ
Türkiye çok partili
sisteme geçişle birlikte
dev bir
politikacı yetiştirmişti, bunun adı Adnan
Menderes’ti… Bir
yerden başka bir yere giderken
peşinden yüzbinkişiyi
sürüklerdi. Bugünkü politikacılar meydanlara
4,5 bin kişi
topladıklarında göbek atıyorlar… Devletin
omurgasını
oluşturan,
onu ayakta tutmuştur. Menderes, başarıdan-
başarıya koştu ama, yaşamı hiç kimsenin
istemediği biçimde
sonlandı.
O yıllarca BUGÜN Gazetesinin sahibi olan
Nihat Oral’ın
kardeşi Cavit Oral Tarım Bakanı olunca gazete
ve gazeteciler
olarak hükümetle
ilişkilerimizde oldukça yoğunlaşmıştı.
Ancak, ne var ki BUGÜN Gazetesini yöneten
Çoban Yurtçu
CHP’li olan Yurtçu hiçbir zaman fanatik bir sosyalist
değildi.
İçinde her zaman bir hüsran olarak
kaldı.Alkol alıp, sarhoş
olduğunda da sürekli
bu kinini açığa vurmasına karşı,
gazetenin başından asla kopmadı.
Aslında Demokrat Parti bugün politikanın okulu
sayılabilecek bucak-ocaklar kurdu. Sonra
ocaklar bucak
oldu. Bu örgütler partililere militarist bir
yapı kazandırdı.
Pek çok Ocak ve Bucak İl Başkanlarının
devlete müdahaleleri
Demokrat Partiye İhtilale kadar uzanacak
zararlar verdi.
-207-
Abdulkadir KAÇAR
Üstelik İl Başkanları öyle güçlü, öyle
güçlüler ki, bir
valiyi, Emniyet Müdürü’nü
istedikleri anda değiştire-
biliyorlardı. Dönemin en popüler İl
Başkanlarından birisi de
kısa dönem Belediye Başkanlığı yapan Galip
Avşar’dı. Ağzında
piposu, başında İngiliz Fotr şapkası,
bıyıklı, Şarlok Holmes
tipinde bir adamdı.
(İşte anılarımın bir bölümünde, bürokrasiyle
- politika-
sının zaman zaman nasıl çeliştiğine tanık
olduğum bir olayla
anlatacağım. Böylece geçirdiğimiz dönemin
özelliklerinin
bugün daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmak
istiyorum)
Demokrat Parti iktidarlarından önce CHP’nin
son Adana
Emniyet Müdürü Mehmetali Bey efsane bir
kişiydi. Makamına
kapıyı çalmadan gelen, tekmeyle açan ağaları,
böylelerini,
çekmecesinden sürekli bulundurduğu kızıcık
sopasıyla
pataklaya pataklaya dışarıya atan, her şeyi
mum gibi yapan
bir Emniyet Müdürü’ydü. Ötedekiler gibi
değildi, beli büküldü,
ama attığı dayaklar yanına kar kaldı gitti.
Onun zamanında
hiçbir kötü olay olmuyordu. Mehmetali Bey
gittikten sonra
Adana da, yeniden başı boş, aşayisizlik
olayları tırmanmaya
başladı…
-208-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
YILMAZ GÜNEY ARKADAŞIMDI
1952-60 yılları arasında çalıştığım Adana
daki BUGÜN
Gazetesi’nin Türkiye’ye ve dünyaya hediye
ettiği ünlülerden
birisi de Yılmaz Güney’dir. O zamanlarda soyadı PÜTÜN
olan Yılmaz, donuk, kara-kuru sopa gibi sessiz sedasız
oğlandı. Üstelik hiç de konuşmazdı. Asri
Sineması’nın taş
merdivenlerle inen sokağında; film
şirketlerinin yazıhane-
lerinden film taşır, dönüşümlü film oynatan sinemalar arasında
bisikletiyle sırtına bağladığı film
kutularına bir oraya-bir
buraya götürürdü. Sokakta
görüşür ama konuşmazdık.
-Erol, sen beni tanımazsın, ama ben seni
gazetedeki
yazılarından tanıyorum, okuyorum, ve
beğeniyorum.
-Teşekkür ederim.
-Acaba, yazdığım öykülerim sizin gazetede
yayınlanabilir
mi ?
Biraz düşündüm, Yılmaz’ın
sonradan ne olacağını
bilmediğim, yüz ifadesinin de esprili tarafı
olmadığı içinde
fazla önemsemiyordum… Ama, bana verdiği
öykülerin de
gazeteye götürüp, Çoban Yurtçu’ya göstereceğim konusunda
söz vermiştim.
Gerçektende o tanışmamızdan sonra Yılmaz’ın
en yakın
arkadaşlarından birisi de ben olmuştum. Bir
yıl süreyle her
Çarşamba günü, BUGÜN GAZETESİ’nde birlikte
sanat
-209-
Abdulkadir KAÇAR
sayfası hazırlamıştık. Yılmaz beğeniliyor, dikkat çekiyordu.
Gazetenin koleksiyonlarına bu gün bakılırsa
YILMAZ
PÜTÜN’ün olarak birlikte
hazırladığımız sayfalar hala
durmaktadır.
Çakmak Caddesi’nden geçerek Türkiye’ye ve
dünyaya açılan ünlülerden bazılarıda İstanbul
Barosu Başkanı
Av. Turgut Kazan’dır. O günlerde ayağında kot
pantolon,
bugün ODUNCU dediğimiz gömleğiyle pancar gibi
kızaran
yüzüyle heyecanlı bir tip olarak hep
yanımızdaydı. Ayrıca ,
sanat sayfasında yer alan yazılarını bol bol
yayınladığımız
kişiydi.
Ayrıca, İş Bankası Genel Müdürlüğü’ne kadar
yükselen
Tekin Batur’da değerli edebiyatçı ve sanat
sayfamızın sürekli
yazarlarından birisiydi.
Çakmak Cddesi’nden her biri dev gibi olan pek
çok
ünlü yetiştirmiştir…
Aradan yıllar geçmiş Yılmaz PÜTÜN, ‘GÜNEY’
soyadını
alarak ünlü olmuş ve Adana’ya uğramıştı.
Özgün biçimde
halkı selamlayan, peşinden koşanları
derleyip-toparlayıp bir
ideoloji aşılamak isteyen yapıya kavuşmuş,
eski Yılmaz’dan
eser kalmamıştı. KOZA Oteli’nin lobisinde
karşılaştığımızda
beni çok samimi biçimde karşıladı:
-Ooo Erol Ağa, gel hele geeel… dedi, öpüştük.
-Maaşallah
Yılmaz aldın başını gidiyorsun, seni o
dönemden sonra bir daha gören olmadı.
Bana candan sarıldı:
-Ah Erol’um ah, o anılarımızı, o günleri unutmak
mümkün mü? Çakmak Caddesi Bugün Gazetesi benim
kafamdan asla silinemez. Çünkü, benim vatanım
orası. Senin
gazetede bana bir yıl süreyle sanat sayfası
hazırlatma olanağı
-210-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
vermeni, bu iyiliğini asla unutamam. Ama,
benim şimdi sana
asıl sormak istediğim gerçek olay şu: hala
benim yoluma
girmedin mi ? Siyasi olarak fikrini hala
değiştirmedin mi ?
-Yılmaz sen benim canım-ciğerimsin, kardeşimden
yakınsın, ama artık yollarımız ayrı ki, ben
özgürlüğüme çok
düşkün bir adamım…
Kendine has gülüşüyle yüzü aydınlatırken:
-Erol Ağa, bizden ne kötülük gördün ki böyle
konuşu-
yorsun ?
-Kötülük görmedim Yılmaz,
sen şu an yere bağdaş
kurmuş viskisini yudumluyorsun, oysa ben
bağdaş kuramı-
yorum, çünkü çalışmaktan bacaklarım ağrıyor…
…Toprak Ana, Vatan Baba…
Uzun süre sohbet ettik… O dönemde Yeşilçam’da
mücadele eden ama Yılmaz Güney gibi olamayan
Demir
Görgün’den söz açılınca, beni bir köşeye
çağırıp Demir’le
ilgili bazı şeyler söyledi. Ona karşı çok
sinirliydi. Bu bir sırdır
ama, karşı
taraf bu sözlerin ne olduğunu
soracak olursa
açıklama yapmaktan çekineceğim.
-211-
Abdulkadir KAÇAR
ÇUKURKAVAKLI KOMÜNİSTTİR
Çakmak Caddesi’nin ve BUGÜN GAZETESİ’nin
yetiştirdiği, ortaya çıkarttığı Türkiye ve
dünyaya hediye ettiği
bir başka ünlü şairde Kemal Bayram Çukurkavaklı’dır.
Kemal’in ne anası, ne babası belli değildi.
Dörtyolağzı’ndaki
ünlü politikacı Kerim Ulusçutürk’ün piyango
sattığı sokağın
ilerisindeki damı akan bir kulübede tek
başına yatıp-kalkardı.
Elinde sazı, şiir defterleri, kitapları Adana
sokaklarında ve
özellikle de Atatürk Parkı’nda herkese bedava
saz çalıp türkü
söyler,
şiirler okurdu.
Uzaktan tanıdığım Kemal ile bir gün sokakta
ayak üstü
tanıştık. Bana yazdığı şiirlerini gösterdi,
gazetede oraya yakın
olduğu için bu dostluk devam etti. Bana bir
gün sordu:
- Erol, acaba yazdığım şiirlerimi gazete
yayınlar mı ?
- Neden yayınlanmasın? Sen çalışmalarından
beğen-
diklerini bana ver, Çoban Abi’yle görüşüp, durumu anlatırım…
Çocuklar gibi sevinmişti bana bir tomar şiirini
verdi.
Çoban Abi, yani hocam, BÜGUN GAZETESİ’nin her
şeyi çalışmalarını çok beğendi, hemen yayınladı. Daha
sonrada Kemal Bayram Çukurkavaklı’ya iş
vermek istedi.
Bu düşüncesinin doğru olup-olmadığını sorduğunda
doğruluğunu
söyledim ve Kemal Bayram Çukurkavaklı
gazetede çalışmaya başladı.
-212-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Aradan kısa bir süre geçmişti ki, bir sabah
dört-beş
sivil polis gazeteye
geldiler, bende Çoban Yurtçu’nun
yanındaydım. Polislerden birisi:
- Yahu
Çoban Bey bunu nasıl yaparsınız ?
Çoban Abi şaşırdı:
- Neyi ? Neyi nasıl yaparız ?
- Canım, Kemal Bayram Çukurkavaklı dediğin
adamın
sicili bozuk.
- Nasıl nasıl yani ahlakından mı söz ediyorsunuz ?
- Hayır ama, o bir koministtir…
Çoban Yurtçu
başını kararlı biçimde iki yana salladıktan
sonra:
-Yahu kardeşim, bu adam
Allahın garibi kimse istemiyor,
sokakta yatıp kalkıyor, ben onu topluma kazandırıyorum,
lütfen işinize gücünüze bakın…
Polisleri daha sonra kapıya kadar yolcu
etmişti.
(İleride gerek gazete yöneticiliğinde gerek
patronluğum
süresince büyük cesaretler, kahramanlıklar göstereceksem,
Çoban Yurtçu’dan
aldığım terbiye ile olacaktır. Bende
Çoban
gibi birkaç tane kominist yazarı Adana
Basınına hediye ettim,
onların isimlerini şu anda açıklamak
istemiyorum ama,
kendilerini iyi bilirler.)
Daha sonraki yıllarda
aramızda paralar toplayarak
Kemal Bayram Çukurkavaklı’yı askere
gönderdik, teskere
aldıktan sonra da Ankara’ya yerleşti.
Tercüman’ın Adana
Matbaasında ki, Rotatif makinaları gelip
benden 500 bin
liraya alıp, Ankarada kendi adına büyük bir
matbaa kurdu.
Kısa süreli kapitalist olduysa da
koministliğini hiçbir zaman
bırakmadı. Ayakları aşırı koktuğu için
gazetede uyurken
yüzünü boyayıp, ayağına teneke bağladığımız
Çukurkavaklı
sonradan Türkiye’nin en önde gelen
şairlerinden birisi oldu,
yaşamını kitaplaştırdığında da bizlerden sık
sık söz etmişti…
-213-
Abdulkadir KAÇAR
YAŞAR KEMAL
BUGÜN’ÜN ARMAĞANIDIR
BUGÜN Gazetesi’nde çalışmaya
başladığım 1952
yıllarında Yaşar
Kemal de gazetemizin karşısındaki Ramazan
Atıl’ın Fabrikasında katiplik yapıyormuş.
Kadirli-Osmaniye
arasındaki Hemite Köyü’nden çıkıp, orta okulu
da bitirememiş
olduğu için, fabrikada hem yarı katiplik
yapıyor, hem de
harallara pamuk basıyormuş. Ama, bir yandan
da geceleri
mum ışığında öyküler yazıyormuş. ‘TENEKE’
isimli öyküsünü
BUGÜN Gazetesi’nin sahibi Nihat Oral’a
getirmiş, o da eşi
Süreyya Hanım’a göndermiş, Süreyya Hanımda
okuyunca
çok beğenmiş.
Bura bir gerçeğin altını daha çiziyorum :
Oral’lar o yıllarda İstanbul sosyetesinin ilk
sıralarında
yer alıyorlardı. İstanbul Valisi yakın dostlarıydı. Cumhuriyet
Gazetesi’nin sahibi Nadir Nadi’ler, Hürriyet’in sahibi Erol
Simaviler sık sık Adana’ya gelirler, onlarda
sık sık İstanbul
sosyetesinin
etkinliklerine katılırlardı. Yaşar Kemal’in
öyküsünü çok beğenen Süreyya Hanım
Cumhuriyet’in sahibi
Nadir Beye ondan söz etmiş ve öyküsünü
okumasını istemiş.
O da beğenince
Yaşar Kemal’i İstanbul
Cumhuriyet’e
çağırdılar.
Bir süre düzeltmenlik yapan Yaşar Kemal’in
İstanbul’a
gitme nedeni, benim de çalıştığım BUGÜN
Gazetesi’dir.
-214-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
ADANA BAB-I ÂLİ’Sİ
ÇAKMAK CADDESİ
Adana’nın Bab-ı Âli’si Çakmak Caddesi’nde o
dönemde
birbirinden değerli gazeteciler, yetişti.
Kenan Gedikoğlu,
Selahattin Canka, Kardşim Erman Erk, Keçi
Nihat (Nihat
Geven). Yalnız burada bazı konuların altını
çizerek okuyu-
cunun dikkatini çekmek istiyorum. Kardeşim
diye söylemi-
yorum, çözemiyorum, ama gerçeği söylüyorum
ki, Erman
tam bir erkek güzeliydi. Çok yakışıklı,
artist gibi genç kızların
gönlünü çalan kişiydi. Kalemi, yalın,
coşkulu, sivri ve yaşamı
dört dörtlük seven, ona yürekten
bağlı birisiydi. İddia
ediyorum, Adana da ki hiçbir gazeteci
Erman’ın kalemine
hala yetişemedi. Bunu Keçi Nihat daha iyi
bilir, çünkü uzun
yıllar birlikte çalıştılar.
Keçi Nihat’a gelince o da incecik, gepgenç
bir çocuktu,
kısa pantolonuyla İnönü Parkı’nda bilye oynardı. Nihat
mesleğe başladığından beri
saygınlığını-kişiliğini he zaman
koruyan birisidir.
Ve Milli Mensucat
Fabrikası’nda çalışırken basın alemine
hediye ettiğim, sonraları ünlü bir spor
yazarı ve renkli kişi
olan Mustafa Kaya’dır, o da sonradan
Ankara’ya yerleşti.
Yine o dönemin şöhretlerinden birisi de
Türkiye’nin
büyük koministlerinden Burhan Şahin’di.
Sonradan ülkemizi
-215-
Abdulkadir KAÇAR
terk ederek İsviçre’ye yerleşti ve bir daha da dönmedi.
Türkiye’nin en büyük sendikal
devrimcilerinden birisiydi.
Yan yana çalıştığım en iyi,
en başarılı, süper zeki olan bir
kişiydi beni de çok severdi.
Adana Babıalisi’nin şöhretlerinden birisi de benim
yanımda kurşunla dizilen
entertipte çırak olarak alıp
çalıştırdığım Halil GENÇ’tir. Sesi guguk diye
kumru gibi
çıkardı. Aslında Halil’in babası Zabıta
Müdürü Osman Genç,
Belediye Başkanı Ali Sepici’nin süslü
elemanlarından iri yarı
birisiydi. Türk filmlerindeki gibi, sevimli
bir halk çocuğuydu.
Adana’lı kendisini çok severdi. Halil Genç,
daha sonradan
ünlü bir kabadayı oldu, gazinocu oldu, ama
onun gençliği
de çocukluğu da yanımda geçti…
-216-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
MUAZZEZ ABACI’YI
KEL HANEFİ’NİN
PAVYONUNDA DİNLEDİM
Yaratılışım gereği, haksızlığa sürekli isyan
eden, bir
kişiyim. Magazin dünyasında da tanığı olduğum
bir takım
olayların günümüzde çarpıtılarak anlatılması beni çok
üzmekte, gerçeğin, doğrunun, mazlumun yanında
yer almama
neden olmaktadır.
Özellikle Türk Sanat Musikisi’nin büyük ismi
Muazzez
Abacı Hanımefendi, televizyonlardaki konuşmalarından
geçmişiyle ilgili bilgiler verirken, bazı
şeylerin üstünü ustalıkla
örtüyor, yok sayıyor. Geçmişinde tanık olduğu konuları da
bildiğim için çok üzülüyorum. Çünkü, Muazzez
Hanımın
yükselişini
adım adım izleyenlerden birisiyim. Benimle
birlikte, Gazeteciler Necmi Tanyolaç, İslam
Çupi, Erkan Yiğit,
Türk Sanat Musikisi hayranı Rauf Tamer, Spor Spikeri Orhan
Ayhan ve eşi daha niceleri tanıktır. Yaşasaydı
Kemal ve Nafiz
Ilıcak’ta bu konuları çok ince ayrıntılarına
kadar biliyorlardı…
Muazzez Abacı’nın bu güne kadar yaptığı konuş-
malarında, velinimetleri sayılan iki kişiden
kesinlikle söz
etmesi gerekirdi. Bunlar, Afyon’lu eski kocası Atilla Kurtbaş’ın
hemşehrisi
olan Tercüman Gazetesi’nin eski müsessese
-217-
Abdulkadir KAÇAR
Müdürü Atilla Kurtbaş
ile onun saygıdeğer eşi, Osmanlı
Hanedanından gelen Hayret Hanımdır. Arif Bey’in zerafetini,
asaletini, giyimini, kuşamını herkes çok iyi
bilmektedir. Eşinin
ayrı bir zengin dünyası, günümüzde
hiçbir kimsede eşi
benzeri bulunmayan bir mücevher birikimi
bulunuyordu.
Bakioğlu Bey’in Bostancı da bir yalıları
vardı. Tüm sanatçılar
bu yalıda meşk etmeden, beğenilmeden,
piyasaya sürülmezler,
Maksim Gazinosu’nda sahneye çıkartılmazlardı.
Başka bir
deyişle, müzik dünyasında gerek saz, gerek
ses sanatçısı
olarak adlarını yazdıranların tamamı Emel
Sayın da buna
dahildir, bu yalıdan gelip geçmişlerdi…
Arif Bey bir süre sonra bu meşk alemlerini
Çınar Oteli’ne
taşımıştı. Bizde Tercüman’ın üst düzey
yöneticileri olarak bu
eğlence dünyasının içindeydik. İşte Çınar
Oteli’nin orkestrası
da Ferdi Özbeğen’di… Meşklerin yapıldığı
sırada, gerek Arif
Bakioğlu’nun yalısında, gerek bu otelde,
üstünde basma
elbisesi, ayağında sabo ayakkabılarıyla Muazzez
Abacı
oturuyordu. Bana da sık sık:
- Erol bende bir gün Emel Sayın gibi
olabilecek miyim?
diyordu.
Emel, Ankara Radyosu’nda yetişip, İstanbul’da
programlar yapıyordu o yıllarda .
- Canını hiç sıkma Muazzez, bak göreceksin,
sen çok
ünlü bir ses olacaksın… diyordum.
Çünkü, yıllar önce onu Gaziantep’ teki Kel
Hanefi’nin
HAREM PAVYONU’nda izlemiştim. Konsimasyon
yapmıştır
demiyorum ama ilk sahneye çıktığında kendim
gözlerimle
tanık olmuştum. Bugün orada yaşayanların
hafızalarından
silinmeyen bir olaydır. Radyodan izin alarak turne sırasında
-218-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
15 gün program yapmıştı. Muazzez Hanımı
birlikte
izlediğim ünlü bayan solist arkadaşım da:
- Erol, göreceksin bu kız ileride
büyük bir ses
olabilecektir… demişti…
Sanat dünyasına açılanların, önemli bir eşiği
olan Arif
Bakioğlu Beyin yalısında
ve oteldeki meşklere
katılan
Muazzez Hanımla, Maksim’in kapıları neden
açılmıştır biliyor
musunuz ? Arif Bey’le, Fahrettin
Aslan’ın samimiyeti
nedeniyledir.
Üstelik, Muazzez Hanım, Maksimde ilk defa
sahneye
çıktığı gece, Arif Bey’in eşi, Hayret
Hanım’ın mücevherlerini
ödünç takarak şarkılarını söylemişti. Bu
dünyaya eşleri bir
daha gelmeyecek karı- koca, İstanbul Sosyetesini bir ay
boyunca Maksim Gazinosu’na gelmeleri konusunda
kampanya yapmışlar, Muazzez Hanımın
programlarını dolu
dolu göstermeyi başarmışlardı…
Muazzez Abacı Hanımefendi mazisini anlatırken
bunlardan neden söz etmiyor ? Arif Bey ve
Hayret Hanımın
isimlerini bir kez olsun ağzından duymadım.
Oysa, bu dünya
tatlısı insanların ( Arif Bey öldü – Eşini
bilmiyorum ) ruhlarını
yüceltse olmaz mı ? Anılarım
kendisine ulaşacak olursa
Muazzez Hanımefendi kendisini biraz
zorlayarak Arif Bey
ve Hayret Hanım’a dua etmelidir, böylece bir haksızlığı da
ortadan kaldırmış olacaktır.
Kendileri sinirlenip kızabilirler ama gerçek budur.
Muazzez’in
şöhret olmasını Arif Bey ve Hayret Hanım
sağlamıştır.
-219-
Abdulkadir KAÇAR
AJDA PEKKAN’I
ADANA YARATTI
Dünyada ve Türkiye de zirveye çıkan tüm
şöhretlerin
başlangıç ve yükseliş
çizgilerinde fırtınalar, tehlikeler,
tesadüfler, suçlar yatar.
1959 - 60 yılları arasında Ajda Pekkan’ın da
zirveye
yürümesinde Adana en önemli katkıyı
yapmıştır. O yıllarda
Ajda tıpkı bu günkü gibi Fransızca - Türkçe,
İngilizce - Türkçe
kırması konuşan, siyah - beyaz filmlerde yeni yeni görünmeye
başlayan bir kızdı. Henüz her tarafına
ameliyatla değiştir-
memiş, ama şöhrette olmamıştı.
Adana’da dönemin en kişilikli, dürüst,
gazinocularından
olan KEPÇEKULAK SÜREYYA,
kentin sosyal yaşamını
canlandıran, neşelendiren kulüpçüydü.
İnsanlar Süreyya’yı
el üstünde tutuyordu, o da zaman zaman
İstanbul’un yeni
şöhretlerini getirtip burada Kulüp 99,
Santral Palas Oteli,
Kristal Palas Oteli’nin Rooflarında
programlar yaptırıyordu.
Adana’nın en gözde yerleri de o yıllarda
Küçüksaatin yanın-
daki Kristalpalas’ın Roof’uydu. Dünyaca ünlü
orkestralar,
piyanistler gelip orada aylarca programlar
yapıyordu. Hürriyet
Gazetesi’nin Bürosu’da o otelin giriş
katında, Resepsiyon’un
karşısındaydı. Kemal Kınacı gazetenin
temsilcisi, bende
-220-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
yardımcısıydım. Kemal Urfalı’ydı çok özgün eğlence
ve
dinlenme sistemleri olduğu için gece yaşamını
pek sevmezdi.
Bende aksine, bu işleri seviyor, sanat dünyasıyla yakından
ilgileniyordum. Bu dünyadan büyük
istihbaratlar topluyor,
gazeteciliğin zirvesinde haberler
hazırlıyordum.
Kepçekulak Süreyya bir gün Hürriyet’te yanıma
gelmişti:
- Erol, Adana’ya
yine büyük bir değişiklik yapmak
istiyorum ne dersin ?
Biraz düşünmüştüm:
- Nasıl bir değişiklik Süreyya ?
- Hani şu filmlerde yeni yeni oynayan,
şarkılar söyleyen
esmer bir Ajda Pekkan var ya işte onu
Adana’ya getirmek
istiyorum…
Bende onun sadece filmlerde görmüştüm, hoş
bir kadına
benziyordu. Şuh dönemin ölçeklerine göre
etkili, genç, kıpır
kıpır hali vardı.
- Süreyya, peki bu artistin sesi falan var mı
? Sen bunları
biliyor musun ?
- Herhalde varmış, filmlerde de zaten okuyor, onu da
biliyoruz.
- Ama, o dublaj falan olabilir.
- Erol şu anda insanlara en çok hitap eden
bir kişi…
Onu kafama taktım ve bu işi, halledeceğim.
- Sen bilirsin… Peki Finansörün kim ?
- Müteahhit Kazım Turna, bana o peşin ödeme
yapacak,
bu iş için gözden 20 bin lirayı çıkarttım.
O dönem, süper ve ulaşılamaz bir paraydı…
-221-
Abdulkadir KAÇAR
- Üstelik bu otelin Roof’unda, dünyaca ünlü
sanatçılar
da bulunuyor,
orkestra kusursuz iki konser verdirsem Ajda’ya
elime şu kadar para geçer…
- Peki girişimde bulundun mu ?
- Her şey tamam.
Burada çok samimi olarak söylüyorum ki,
Adana’ya
Ajda’yı ilk getiren
Kepçekulak Süreyya’dır, Sponsor
da
müteahhit Kazım Turna’dır.
Bir süre sonra Ajda iki konser vermek için geldiği
Adana’da muhteşem biçimde karşılanmıştı…
İnsanlar onu
görebilmek
için günlerce önceden
biletler almışlardı,
hazırlıklarını tamamlamışlardı…
Bizde gazeteci olarak onu izlemek istiyorduk,
konser
gecesi Kemal Kınacı Ajda’nın haberini
hazırlamak için beni
görevlendirmişti.
- Erol, bu haberi çok dikkatli izle, güzel bir haber
hazırlayalım tamam mı ?
- Tabi, hayhay…
Foto Muhabiri Abdullah Yakar’la birlikte Süreyya’nın
konserdeki
konuğu olmuştuk, çünkü bize de bir masa
ayırmıştı. Adana’nın ne kadar sosyetesi,
zengini, ileri geleni
varsa o gece Kristalpalas’ta bir araya gelmiş
Ajda’yı dinlemek
istiyorlardı. Hanımlar - Beyler çok şık
giyinmişlerdi, salonda
muhteşem orkestra Ajda gelmeden önce güzel
bir program
sunmuş, dinleyicileri, ona hazırlamışlardı.
Saat 00.30’da keten kıyafetleriyle sahneye
gelen
Kepçekulak Süreyya beklenen anonsu yapmıştı :
-222-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
- Dostlarım, Adana’ya ilk defa Ajda Pekkan’ı
getirip
sunmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Bu
olay bizlere
nasip oldu. Bu güzel yıldızı hep birlikte
alkışlayalım…
Salonda depremler oluyordu:
- Ajdaaa Ajdaaa Ajdaaa…
Biraz sonra orkestranın davet müziği
eşliğinde sahneye
Ajda gelmişti. O da ne ? Üzerinde uzun bir
tuvalet, ayağın
dda Sabo ayakkabıları şapşal bir görünümü
vardı. Henüz
ameliyatsız naturel bir Ajda’ydı
karşımızdaki. Ama, tuvaletinin
boyu uzun olduğu için, ayaklarına dolaşıyor, üstüne basıyor
sık sık tökezliyordu. İstanbul’da bir iki kez
belki sahneye
çıkmış olabilirdi, ama Adana’da ilk defa
sahneye çıkıyordu.
Adana’lıların hepsi hayal kırıklığına
uğramışlardı. Çünkü
bekledikleriyle- düşündükleri Ajda’yla, gördükleri çok
farklıydı…
İlk şarkısının ortalarına doğru geldiğinde sözleri
unutmuştu. Bir arada durdu, orkestradan
geride kaldı, ileri
gitti söylemeyi bir türlü başaramıyordu. Hemen parça
değiştirmişti, şarkısını tamamlayamamıştı.
İzleyiciler arasında
uğultu başlamıştı. Abdullah Yakar bol bol fotoğraf çekiyordu.
Salonda birden Kepçekulak Süreyya’ya:
- Senin getirdiğin kız bu muydu ?
- Şarkı söylemeyi bile unuttu ?
- Böyle sanatçı mı olur ?
Ama, ona eşlik eden orkestra o kadar
profesyoneldi ki,
hatalarını gidermeye çalışıyor, arkadan onu adeta destekliyor,
programını bitirmesini sağlamaya çalışıyordu.
Tahminen üç
yada dört parçanın sonunda salonda bir
gürültü, proteste
kopmuştu…
-223-
Abdulkadir KAÇAR
- Yuuuuuuh !!!!
- Yuuuuuuh !!!!
Bu sesler artık durdurulamıyordı, Ajda ne
yapacağını
şaşırmıştı. Gözlerinden iki damla yaş
süzülüyordu. Orkestra
onun en iyi bildiği şarkıya
yeniden girmişti, bir daha
söylemeye çalışmış ama başarılı olamamıştı. Neredeyse
sahneye yığılıp kalacaktı. ‘Yuh’ sesleri
arasında mikrofunu
sahneye koyarak kulise ağlayarak kaçıp
gitmişti…
İşte bu kaçış onu öyle bileyecek, öyle
bileyecekti ki,
ileride Süper Star olmasına neden olacaktı.
Ben hemen Otelin Hürriyet Bürosu’na inmiştim,
skandalı
anlatınca, Temsilci düzeyindeki Kemal Kınacı
da:
- Erol, notlarını bana ver, bu haberi izin verirsen ben
yazacağım…
Abdullah Yakar fotoğrafları tab ederken, notlarımı
kendisine vermiştim. Kemal’in
oturup yazdığı haber
Hürriyet’in 1. Sayfasında çok büyük olarak
yer almıştı. Başlık
şöyleydi :
“ADANA’DA İLK DEFA SAHNEYE ÇIKAN AJDA
PEKKAN YUHLANDI …”
Bu olaylardan ve haberden sonra Ajda odasına
kapan-
mıştı. Adana’dan ayrılmıyor, ama içeride sürekli ağlıyordu.
Tam iki gece iki gündüz hıçkıra hıçkıra
ağlamıştı. Kimseyle
görüşmediği gibi gelen kahvaltıları,
yemekleri reddediyordu.
Süreyya otelin koridorlarında elleri
ceplerinde dolaşıyor,
Ajda onu da kovuyordu:
- Bu senin yüzünden olduuu…
Aynı otelde olduğumuz için olayları saniyesi
saniyesine
yaşıyorduk… Bir ara Kemal Kınacı’ya:
-224-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
- Kemal, biz hata yaptık galiba ?
- Öyle mi Erol ?
- Verdiğimiz haber ters etki yaptı.
- Ne yapalım ?
- Yapılacak
şu, onun gönlünü alacak başka bir haber
daha hazırlayalım istersen.
- Peki o zaman git, kapısını çal, benim adıma
kendi-
sinden özür dile. Biz bu haberi düzelteceğiz
dersin… Gönlünü
almaya çalış.
Hemen Ajda’nın odasının kapısını çalmıştım.
- Ajda Hanım, kusura bakmayın, bir hata oldu…
Bunu telafi edeceğiz…
Kapıyı açmıyor, ama odasındaki masaları
yumruk-
layarak saatlerce bağırmıştı:
- Benim hayatımı yıktınız, beni bitirdiniz.
- Hanımefendi, Kemal Bey rica etti, sizinle
görüşüp
olayı telafi edeceğiz.
- Defolun ben hiçbir şey istemiyorum.
Şu sözlerini herkes duymuştu :
- Kulaklarınızı iyi açın gazeteciler. Eğer ben Ajda’ysam
İstanbul’a,
Gazinocular Kralı Fahrettin
Aslan’ın yanına
gideceğim, gereken her şeyi yapacağım, çok
ünlü bir yıldız
olacağım, bunu size göstereceğim…
Tabi, burada kullandığı o mahrem sözleri,
küfürleri
söylemek istemiyorum…
Bu arada Kepçekulak Süreyya, otelin
koridorlarında
iki eli cebinde gidip - gidip geliyordu:
- Tüh, gitti 20 bin lira.
-225-
Abdulkadir KAÇAR
- Ben ne yapacağım ? Battım, Bittim ?
İlk konser fiyasko ve skandal olduğu için
ikinci konserde
zaten yapılmayacaktı…
Ajda Pekkan apar – topar İstanbul’a dönerek,
Yuhlan-
masını da reklam gibi kullanarak Fahrettin Askan’la
görüşmüş, ne gibi ilişkisi olduğunu da
bilemiyordum. Uzun
süre haber çıkmamış, ne yaptığı bilinmemişti…
Ama, Ajda’nın
o hırsını, sinirlerini, küfürlerini bugün
gibi anımsıyorum…
Kemal Kınacı böyle bir haberi benim notlarımdan
hazırlamasaydı böyle hırslanmayacak, kinlenmeyecekti.
Bunlar olmayınca da günümüzün Megastar’ı Ajda
Pekkan
olmayacaktı. Onun kadar hırslı, kindar insana
rastlamamıştım.
Bir süre sonra söylediklerini fazlasıyla
yapmıştı.
Sonuç olarak Ajda’nın bu gün Megastar
olamasının
nedeni Adana’dır. Kepçekulak Süreyya’dır.
Kemal Kınacı’dır.
Benim, Abdullah Yakar’dır.
Güney Sanayi’nin sahibi Ahmet Sapmaz’ın
oğlu
Adnan’la evlenmesi de ikinci skandal olan
Ajda’nın Adana’ya
girişi yasaklandığı içinde bir daha gelmedi… Çamlık
Gazinosu’nda yuhlanan Zeki Müren, Halil Genç Tesislerinde
kurşunlanan Bülent Ersoy ve Ajda Pekkan
Adana’ya bir daha
gelmemişlerdi.
Şu cümlenin altını çiziyorum. Ajda, kendini
süper star
yapan Kemal Kınacı’nın elini her gün iki – üç
defa öpse
hakkını ödeyemez…
-226-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
BİRSEN ARMAĞAN’I
SOĞUKOLUK’TAN KURTARDIM AMA
45 yıllık meslek
yaşamımın büyük bir bölümü gece
aleminin içinde geçtiği için, ister istemez
bu güne kadar
uzanan sanat ve sanatçıların yaşamıyla
ilgili konulara
karışmıştı. Ya
da Soğukoluk’tan başlayıp günümüze kadar
uzanan sanatçıların dramlarını onlarla birlikte yaşadım.
Unutmadığım anılarımdan birisi de döneminde
en ünlü
müzisyen ve Orkestra Şefi olan Yurdaer Doğulu
ve eşi Birsen
Armağan aşkıdır, karasevdadır.
Birbirlerine böyle büyük bir
aşkla bağlı olan Birsen ve Yurdaer’in başına gelenleri bu gün
acı bir anı olarak anımsıyorum.
Bir dönem Birsen Armağan, bugün Megastar Ajda,
Sezen Aksu ne ise öyle ünlüydü, mesleğinin ve
popülerliğinin
zirvesindeydi. O yıllardaki zirvede olan
şöhretti. Ancak, daha
sonra aşkı nedeniyle kendisini alkole verdiği
için yaşamı
allak – bullak olmuştu. Öyle gelişmeler yaşanmış,
sanat
yaşamı ve normal yaşamı rayından çıkarak
Birsen Armağan’ı
Soğukoluk’a kadar düşürmüştü. İşte o dönem,
etkili ve yetkili
bir gazeteci olarak, Birsen’in arkadaşları
onu kurtarmak
istiyorlar, ama Soğukoluk’a girmeleri bile
olanaksızdı. O
dönemde Soğukoluk’tan kadın çıkartmak ise ölümle
-227-
Abdulkadir KAÇAR
savaşmak anlamına geliyordu. İşte, özel yöntemlerimi,
yetkimi, istihbaratlarımı, hatırlı dostlarımı
kullanarak Birsen’i
oradan alıp çıkartarak arkadaşlarına teslim
etmiştim. Böyle
büyük bir sanatçıyı da bataklıktan
kurtardığım içinde çok
mutluydum. Herkes bana teşekkür ediyordu,
arkadaşları ona
yeni bir dünya kuracaklardı, alıp İstanbul’a geri götür-
müşlerdi…
İşte bu olaylar yaşanırken gazetecilik
mesleğimin garip
cilvesi beni yine gelip bulmuştu…
Bir sabah Hürriyet Gazetesi’nde bir haber
vardı :
BİR SANATÇININ ACI DRAMI.
BİRSEN ARMAĞAN TIMARHANEYE KAPATILDI,
ODASININ DUVARLARINA BAŞINI VURA VURA ÖLDÜ.
GARİPLER MEZARLIĞINA GÖMÜLDÜ…
Hürriyet’in
Ankara Parlemento Muhabiri
Oktay’ın
yaptığı bu haber Türkiye’de büyük sansasyon
yaratmıştı.
Haber Hürriyet gibi bir gazetede yer alınca
herkes inan-
mamıştı. Hatta, Radyolarda onunla ilgili
programlar yapılıyor,
şarkıları çalınıyor, gazetelerin köşe yazarları onun ne kadar
büyük ve eşsiz bir sanatçı olduğunu
anlatıyordu.
Türkiye’de Hürriyet’in haberine inanmayan tek
kişi
herhalde bendim. Çünkü, özel istihbaratlarımla, araştır-
dığımda Birsen’in ölmediğini tahmin edecek
ipuçlarını elde
etmiştim. Onun Tımarhaneye düşebileceğine ihtimal
vermiyordum.
İşte magazin gazeteciliğimin en büyüğünü o
yıllarda
yaratmıştım. Hemen koıllarımı sıvayıp foto
muhabiri Nuredtin
Tezcan, Şoförüm Ramazan Kale ile birlikte
Soğukoluk’a
gitmiştim. Adım adım dolaşarak, en izbe
yerlerde, en metruk
-228-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
evlerde Birsen’i arıyor, her taşı kaldırıp
altına bakıyordum.
Barlar, fuhuşhanelerin
hepsinde izine rastlayabileceğimi
sanıyordum. Ama önceleri hep hayal
kırıklığına uğramıştım.
Onun alkol bağımlısı olduğu bilen arkadaşları
:
- Gazetenin haberi doğrudur, ölmüştür…
demişlerdi.
Ama, ben kesinlikle inanmıyordum. Çünkü, Birsen
Armağan’ı Soğukoluk’tan aldığım zaman
kendisine gelmişti
bir süre sonra. Ona yeni bir dünya kurmayı söz veren
arkadaşlarıyla da şakalaşıyordu, benim
boynuma sarılıp:
- Erol beni neden kurtardın ?
- Birsen sen büyük bir sanatçısın.
- Boşveeeeer, keşke bıraksaydın da ölseydim…
Bu konuşmalar zihnimden film şeridi gibi
geçiyordu.
İskenderun’da daha önce konuştuğum
dostlarından bazıları
da:
- Çok üzüldük,
çok büyük bir sanatçı, buralarda
ölmemeliydi… diyordu.
O günlerin ünlü gazinolarından birisinde
şişman, garip
bir yaşam hikayesi olan, kendisini alkole
vermiş, hayata isyan
eden şişmanca bir kadın konsomatris beni
görünce yanıma
gelip, boynuma sarılmış, ağlamıştı.
- Eroool, Birsen öldü mü ?
- Vallahi, ben inanmıyorum…
- Bende senin gibi düşünüyorum Erol… Onu
nerede
bulabilirsin biliyor musun ?
Nefesimi tutmuştum, ürpermiştim, iz üstünde
olduğumu
anlamıştım :
- Nerede ?
-229-
Abdulkadir KAÇAR
Hemen Kilis’e şimdi git, Çin Pavyonu’nda
olduğunu
sanıyorum,
en azından onlar Birsen’in nerede olduğunu
bilirler, sana da bilgi verirler…
Bu tiyoyu aldıktan
sonra şoförüm Ramazan,
Foto
Muhabirim Nurettin Tezcan’la, geceyarısı Kırıkhan üzerinden
Kilis’e varmıştık. Sabaha doğru pavyonlar
yavaş yavaş
kapanıyordu. İbrahim Tatlıses’in de program
yaptığı Çin
Pavyonu’nda kapıcılar. Garsonlar saygıyla
karşılamışlardı.
Yanımda fotoğraf makinalı
muhabiri gördüklerinde de:
- Hayırdır baskın mı var ?
- Yok canım, patronla konuşacağım.
İri yarı
olan iyiliğimin çok olduğu patronun nerede
olduğunu sorduğumda:
- Ağa yukarıda… demişlerdi.
O yıllarda pavyonlara girmek, fotoğraf çekmek
olanaksızdı. Büyük riskler getiriyordu.
Yukarıya çıkınca, birde ne
göreyim, Birsen Armağan,
kibrit yaklaşsa alev alacak kadar alkol içmişti.
Bir iskemlenin
üzerinde sarhoş oturuyordu. Beni görünce dili
dolaşarak:
- Oooo Eeeroool EEroool… diye boynuma
sarılmıştı.
- Birsen, seni Soğukoluk’ta arkadaşlarına teslim
etmedim mi ? Ne oldu ?
- Ettin etmesine
ama gazeteciler senin öldüğünü,
tımarhane odasında kafanı duvarlara vura vura
öldüğünü,
kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü
söylüyorlar.
- Amaaan, Boşveeer canım… Yazsınlar n’olacak ?
Patronda bu arada bize hemen koskocaman bir
masa
hazırlamıştı, bir güzel eğlenip, şarkılar
söylemiştik.
-230-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
- Birsen’in yaşadığını ben tüm dünyaya
kanıtlamak
zorundaydım… demiştim.
Bu arada fotoğraflar çekilmişti, telefon numaramı
bırakıp, kendisine her türlü yardımı yapmaya
söz verdiğim
Birsen’i ve Kilis’ten ayrılarak güneş
doğarken Adana’ya geri
dönmüştük.
Haberi hiç bekletmeden İstanbul’a
göndermiştim. Ertesi
gün Tercüman’ın tepesinde koskocaman bir
haber vardı :
BİRSEN ARMAĞAN YAŞIYOR…
Hürriyet şoke olmuştu, ‘ÖLDÜ’ haberini veren
Oktayla
daha sonra karşılaştığımda:
- Erol, seni tebrik ederim ama benim gazetecilik
yaşamımı söndürdün…
- Oktay canını sıkma, sende olsan aynısını yapmaz
mıydın ?
Oktay,
daha sonra bu haberi onur konusu sayıp, gazete-
ciliğine bir süre ara vermişti. Yalan haber
yazdığı içinde
Hürriyet kendisini azletmişti.
Daha sonraki yıllarda alkolün Yurdaer’den ayırdığı
Birsen Armağan, sessiz sedasız eceliyle
ölmüş yine
KİMSESİZLER mezarlığına gömülmüştü.
Magazin gazteciliğim bir dönemi de böylece
kapanmış
oldu. Bundan ibret alıp doğruları öğrenmek
isteyenler olabilir.
Bundan sonrasını da günümüz magazin
gazetecilerine
bırakıyorum. Geçmişi iyi bilenler ancak
geleceğin iyi magazin
gazeteciliğini yaparlar. Benim bu yaşadıklarımı göz önüne
almalarını, kendilerine bir demet bilgi
sağlayarak yollarına
devam etmelerini diliyorum.
-231-
Abdulkadir KAÇAR
MAGAZİN DÜNYASINDA
DEPREM YARATACAK AÇIKLAMALAR
Ajda Pekkan’a şöhret kapılarını Kemal Kınacı açtı.
Muazzez Abacı’yı ilk defa Gaziantep’te bir
pavyonda
dinledim.
Hafif müziğin süper starı BİRSEN ARMAĞAN’ı,
Kilis
Çin Pavyon’da buldum.
Acıların kadını Bergen’in kara sevdası, önce
gözünden
sonra yaşamından etti…
Güneyde ünü Toroslar’ı aşan ünlü gazeteci
Erol Erk,
ansızın bir felç geçirerek bir süre hastanede
yattıktan sonra
eve dönüşünde 45 yıllık yaşantısını en çok
sevdiği öğrencisi
ABdülkadir Kaçar’a anlatmaya başladı. 200 sayfayı aşan
anıların bir bölümünde
Magazin dünyasında depremler
yaratacak açıklamalarda bulundu.
Uzun yıllar Hürriyet ve Tercüman
Gazetelerinde çalışan
Erk, bu gün şöhretlerine eskiden tanık olduğu
ünlülerin o
günlerde sır olarak kalan bazı olaylarını
aydınlığa kavuş-
turuyordum.
-232-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Erol Erk şöyle diyordu :
“ Şöhretlerin kişiliklerine gölge düşürmek gibi bir
hedefim bulunmuyor. Zira o günleri ben gururla paylaştığım,
bazı tanıklar da göstererek iddalarımı
kanıtlıyorum.
Bu verdiğim bilgilerle, bu gün görsel basında
magazin
basınını elinde tutan, meslektaşlarımla her
an görüşmeler
yapmaya, onlara bildiklerimi anlatmaya Adana’ya davet
ediyorum.
-233-
Abdulkadir KAÇAR
BERGEN GERÇEKTEN DE
ACILARIN KADINIYDI
Adana pavyonlarıyla Türkiye
de de ün yapan çok
coşkulu, çalkantılı eğlencenin zirvesinde bulunan,
topraklarında ki bereket eğlence almine de
yansıyan önemli
bir parçası bulunmaktan, sonradan gelişecek bir takım
olayların tanıklığını yapmakta her zaman
mutluluk duydum.
Adana sahnelerinin tozunu yutmadan bir
sanatçının
Türkiye’de ünlü olması olanaksızdır. Hamiyet
ve Müzeyyen
Ablalarımız başta olmak üzere, tüm saz ve ses
sanatçıları
buradan geçmişler, Türkiye denizine Adana’dan girmişlerdir.
Hele hele bugün ünlü bir gazeteci olan Savaş
Ay ‘ın annesi
Şükran Ay,
Adana Emirgan Çaybahçesinin bülbülüydü. Babası
da çok başarılı bir illizyonistti.
İşte bu sanatçılar kenvanın boy gösterdiği
yerlerden
birisi olan Kuyubaşı Gazinosu’nda, kalite
müşterilere program
yapan seslerden birisi de, Adana
Pavyonlarından yetişmiş
olan Acıların Kadını Bergen’di.
Yaşam dramı son derece
değişik olan sanatçıyla, gece aleminde
dolaşan bir gazeteci
olarak sık sık sohbet eder, dedikodu yapardık.
Bergen,
Kuyubaşı Gazinosu’nda hem şarkıcılık, hem de
konsomat-
ristlik yaptığı günlerde:
-234-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
- Kız sen ileride büyük bir sanatçı
olacaksın buna
inanıyorum, seninde bana inanmanı istiyorum…
- Erol, teşekkür ederim, gerçekten de benim
burada
program yapmam, beni tatmin etmiyor. Büyük
kentlerde
büyük gazinolarda şarkılar söylemek
istiyorum. Ama, bunu
nasıl yapacağımı bilemiyorum.
- Bergen, benim sana tavsiyem, okuyabildiğin
kadar
çok şarkı oku. Burada iyice piş, bir gün
büyük gazinolar
dünyası, plak şirketi sahipleri seni mutlaka
keşfedecekler,
sen istemesende alıp götüreceklerdir…
- Ahhh Erol Aaaah… O günler gelecek mi ?
- Gelecek gelecek, canını sıkma… Senden ricam
şu :
Adana’nın bütün çapkınları peşinden
koşuyorlar, özel
yaşamına dikkat etmelisin. Genç, yetenekli, cazibeli
bir
kadınsın, alkole esir olma, özel yaşamına
hakim ol, gerisi
gelecektir.
Her defasında da:
- Erol, teşekkür diyorum, ben kendimi
korumasını çok
iyi bilen bir kişiyim, canını sıkma.
Her defasında, böyle diyordu, ama gün geldi
gönlünü
Kozan’lı yakışıklı, genç, bıçkın delikanlı
olan Halis Rençber’e
kaptırmıştı… Öyle ki, ikisinin arasında çok
fırtınalı, depremli,
şimşeklerin çaktığı aşklar yaşanıyordu. Bu
nereye kadar
gidecekti bilinmiyordu. Ancak, Bergen’in
annesi de, bu aşka
müdahale ediyor, sık sık kızını yönledirmeye
çalışıyordu.
Annesi, onun geleceğini İstanbul’larda
görüyordu. Onun tüm
hareketlerini kısıtlıyordu, hatta Halis’le
olan aşklarına da
engel oluyordu. Kızını, gözü gibi saklamak
istiyor, gönlünü
kimseye kaptırmasına izin vermiyordu. Ona
şöyle diyordu:
-235-
Abdulkadir KAÇAR
- Bergen, Yavrucuğum, sesin güzel, yarın bir gün
İstanbul’a gideceksin, orada seni Türkiye ve
dünya tanıyacak.
Daha sonra buradaki açlar peşinden kara bir
zincir olarak
gelecek, seni yok edecekler…
Nitekim annesinin söyledikleri doğru
çıkmıştı. Zaman
zaman kavga, bazen dostane- aşkla ve
muhabbetle geçen
aşklarını ben yakından
biliyordum. Hem Halis, hem de
Bergen ayrı ayrı dert yanıyorlardı. Örneğin
Halis bir gün :
- Erol, ben bu kadınla ne yapacağım, onu
gerçekten
çok seviyor ve evlenmek istiyorum ama annesi
buna bir türlü
izin vermiyor. Çok kıskandığım için Bergen’i bir gün
öldürebilirim…
Onu teselli etmeye çalışıyordum :
- Halis, böyle düşünme, öldürme
olayını bir defa
kafandan çıkartıp atmalısın. Annesini de boş
ver, kızın sesi
güzel. O yarının yıldızı, istikbaline mani
olma. Olgun davran,
konuşacaksan gözlerini biraz kapat,
kıskançlık hislerine
yenilme. Sahne sanatçısının yaşamı mutlaka
renkli olacaktır,
dolu dolu geçecektir. Kıza fazla müdahale
etme kendisini
bulsun.
Bergen’in annesi de kızgınlığını sürdürüyordu
:
- Erol,
Bergen Halis’le evlenirse yaşamı biter,
onun
İstanbul geleceği yok olur gider… demişti.
Bergen’le Halis’in arasında, sadece ben
değil, gazino
sahibi Zeki Yaygın’da
kalmıştı, her ikisini de, hatta anneyide
sürekli uyarıyordu…
Yapılan tüm bu uyarıların
hiç birisinin etkisi olmamıştı
ki, Halis’le Bergem bir gün evlenmişlerdi.
Çok kısa sonra da
-236-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
saç saça - baş başa yapışmışlardı. Bir dizi
skandallardan
sonra Bergen İzmir’e
kaçmış, Konak’taki Gazinolarda
kendisine yeni bir dünya, yeni bir iş
bulmuştu. Ama, Halis
peşini bırakmamıştı. Bu aşkı zaten bende tam olarak
anlayabilmiş değilim. Kara sevdalılar mıydı,
basit inatlaşmalar
mı oluyordu, ya da çocukca mı davranıyorlardı
? Bunları bir
türlü çözemiyordum.
Halis, İzmir Konak’ta Bergen’i bulmuş, yine
bir araya
gelmişleri kısa süre sonra yine basında yer
alan haberler
falan derken Halis kıskançlık krizleri
yüzünden, Bergen’e
kezzap attırmış, o güzel kızın gözleri kör
olmuştu. Daha
sonra da, ‘ACILARIN
KADINI’ ismini alarak yaşamında ikinci
sahne açılmıştı. Kısacası ne Halis ne de kara
talih Bergen’in
peşini bırakmıyorlardı. Uzun bir maceradan
sonra Ankara’dan
Adana’ya gelirken, kayınvalide, Halis, Bergen
aynı arabayla
Toroslar’a
geldiklerinde, Halis yine kıskançlık nöbetine
tutulmuş, silahını çekerek, bir lokantada,
Bergen‘in yaşamına
son vermişti. Bergen’le birlikte kendi
yaşamıda son bulmuştu.
Çünkü, cinayetten hemen sonra Suriye’ye
kaçmış, orada
uzun yıllar gizlenince, yakalanıp Türkiye’ye
teslim edilmişti.
Hapis olduktan sonra da af çıkınca
kurtulmuştu. Ama,
güzel Bergen toprak olmaktan kurtulamamıştı. Onun
türküleri,
şarkıları, plakları,bantları kalmıştı
anı olarak.
Talihsiz Bergen acımasız bir yaşamın, bir
öykünün saf ve
deneyimsiz genç kurbanı olmuştu.
Kendisine göre dürüstlük ilkeleri olan saf bir kızdı
Bergen,o Halis’i, Halis’te ona kara
sevdalıydılar. Ama, bu
aşk tıpkı çingelerin yaşamında olduğu gibi
kanlı bitmişti.
Halis siz Bergen anılarda, Türkülerde
kalmıştı. Acaba, Haliz
-237-
Abdulkadir KAÇAR
karşısına çıkmasaydı, kendi yolunu
çizebilseydi, yaşamı daha
farklı bir şekle dönüşecekti belki bugün starlar arasında
yerini alacaktı, alın yazısı demek ki
böyleymiş…
Halis’i yıllardır görmüyorum, bu aşkı
kalbinden çıkartıp
attığını da sanmıyorum. Elbette çok sevdiği karısını
öldürürken üzüntü duymuştur. Ama, o andaki öldürmeye
kadar uzanan, kin ve nefretin oluşturduğu bir
şokla sanıyorum
cinayeti işledikten hemen sonra pişman olmuştu. Halis
sonuçta kötü bir insan değildi. Bergen de
zaten ona asla
ihanet etmemişti. Ama, Bergen’in annesi
olmasaydı acaba
daha da mı mutlu olacaklardı ? Bu tartışılır.
Yalnız Bergen’in yaşamı,
yeni yetişen genç kızlarımıza
iyi örnek olmalıdır. Sesleri güzel olupta, kendilerini şöhretin
zirvesinde
görmek isteyen genç kızlarımız Bergen’i
kendilerine örnek almalıdırlar.
İkiside arkadaşımdı, Halis’e sabır, Bergen’e
rahmet
diliyorum.
-238-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
SİYASİ İKTİDARLARIN
2. ELLERİ ÇOK TEHLİKELİDİR
45 yıla ulaşan gazetecilik mesleğimde
araştırmalarım
ve siyasi istihbaratlarım bu gün anlatacağım
konunun başlığını
açıklarken bile ürpermeme neden oluyor. Öyle
ki, bu konu
Türkiye Cumhuriyeti’ni zaman zaman çıkmaza
sokan handi
kaplardır.
Benden sonraki nesillere
bu deneyimlerimi
aktararak, onlara yardımcı olmak istiyorum.
Bu bilgilerimi
edinen gençlere şunu söylüyorum :
- Sevgili Gençler, ya da politikanın henüz alt sıralarında
bulunanlar.
Gün gelir, kendinizi
bir partinin zirvesinde,
devletin, tüm yetkilerini elinde bulunduran
bir kişi olarak
bulabilirsiniz. O zaman etrafınızda oluşacak,
sizin elinizdeki
siyasi gücü kullanabilecek olan kişilerden
uzaklaşın, uzak
durun, ayrık
otlarını temizleyin. Bunlar kimler olabilir ?
Yakınlarınız, karınız, eşiniz, çocuklarınız,
beyiniz, yeğen-
leriniz, dayılarınız, kayınbiraderleriniz
vesair…
İşte Türkiye Cumhuriyeti siyasetine ve devletine
bu
ikinci eller hep zarar vermişlerdir. Aslında
doğal olan bu
süreç Amerika’da, Avrupa’da, dünyanın her tarafında
işlemektedir.
İşte, bu kadar yıllık yaşamımda, gerek
fısıltı gazete-
lerinden, gerek istihbaratlarımdan, gerek
yaşadıklarımdan
yola çıkarak kronolojik bir sıra yapacağım.
-239-
Abdulkadir KAÇAR
Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk’ten
sonra
başlayan bu süreç günümüze kadar uzanmış,
hala da devam
etmektedir.
Bir liderin kardeşi, kocası, eşi, yeğeni, amcası,
kayınbiraderi olmak elbet suç değildir. Ama bu kişilerin çok
dikkatli olmaları gerekir. İşte bu konuda vereceğim ilk örnek
Rahmetli İsmetpaşa’nın kardeşi Kambur Rıza’dır. Atatürk’ten
sonra işbaşına gelen Atatürk’ün silah
arkadaşı ve büyük
devlet adamı, Laikliğin
savunucusu İsmetpaşa’ya toz
kondurmak haddim değildir. Ancak, onun iktidar olduğu
yıllarda, zamanının Fıslıtı gazetelerinde yer
alan bazı konular
vardı. Örneğin kardeşi Kambur Rıza o günün
siyasi kudretiyle,
siyasi ve ekonomik güçle gösteri yaptığı iddia edilir. Ve,
Türkiye’deki ikinci eller Kambur Rıza ile
başlamıştır…
İsmetpaşa kardeşinin etkisinde
kalarak bir devlet
kararnamesi imzalamıştır. Fakat Kambur Rıza Bey’in niyetleri
zaman zaman dedikodu konusu olmuştur. Demokrat Parti
zamanından
itibaren yaygınlaşarak kulaktan
kulağa
günümüze kadar dedikodular şeklinde, fısıltı
gazetesiyle
gelmiştir.
Doğru ya da yanlış olduğunu bilemem…
Yine CHP’nin iktidar
olduğu dönemde Adana’da
İl
Başkanı olan İsmail Burduroğlu da Vali, Emniyet Müdürlerinin
tayininde çok etkili bir güç olduğu, hatta
ikinci el olduğu
söylenir. O da CHP’nin en yüksek kademesine kadar
yükseldiği için çevresinde onun bu gücünü
kullananların
olduğunu kulaktan kulağa yayılmıştı. Bunu bir suçlama
olarak değil, elde ettiği gücün heyecanla
muhalifleri bu lafları
zamanımıza kadar getirmiştir…
CHP döneminin sona ermesiyle birlikte
Demokrat Parti
dönemi başlamış, bu dönemde de çok ilginç bir
kişi olan,
-240-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Kurucu görevini de üstlenen İl Başkanı Ömer
Başeğmez’in
de Vali, Emniyet
Müdürleri hatta daha üst düzeydeki
atamalarda ikinci el görevi yaptığı
bilinmektedir. Özellikle
eşiyle birlikte güçlü bir aileydi. Eşinin adı
Belkıs’tı, hatta
Saba Melikesi Belkıs Hanım olarak anımsanmaktadır.
Demokrat Partinin bugün yaşayan üyeleri bu
konuyu çok iyi
bilmektedirler.
Bunun zararı mı – yararı mı olmuştur, onu bilemem,
ama dönemin ikinci eli konumunda olduğunu
söyleyebilirim.
Demokrat Parti’den sonra 1960 ihtilaline
geldiğimizde
27 Mayıs
ishtilali karşımız çıkıyor. Ben, darbenin
gerek-
çelerine, gençlik
heyecanı ve o günün Fısıltı
gazetesiyle
kulağıma gelen nedenlerine önce inanmış,
benimsemiştim.
Ancak çok kısa bir süre sonra yersiz,
zamansız, heyecanla,
hazırlıksız gereksiz yapıldığını çok büyük
siyasi acı kayıplara
neden olduğunu anlamıştım. İhtilalin ismi
olan Cemal Gürsel
çok saf, temiz, dürüst, dörtdörtlük bir
askerdi. Oğlumun
adını da Gürsel koymuştum. Gürselpaşa ile bir kaç defa
seyahatlerine katıldığımda, onun katıksız, dürüsrtlüğün,
yaşamının her aşamasında dördüğüm, tanık olduğumu
söyleyebilirim.
İşte o dönemde Cemal Gürsel’in oğlu Özdemir
biraz
haşarı, yaramazdı. O gün babasının gücünün
olduğunu bilen
bir grup, Özdemir’e kanca atarak onu gümrük
komisyoncusu
yaptılar. Daha sonra da piyasadan kaybolup
gitmişti, ama
zamanında ikinci el görevini yapıyordu. Zaman
zaman Türk
Basınına da haberler yansımıştı. O bakımdan
ben ikinci elin
ister asker,
ister sivil olsun arkasındaki gücün tartışılmasını
çok dikkat edilmesine titizlik ve incelikle
gözlenmesinden
yanayım.
-241-
Abdulkadir KAÇAR
TÜM YOLLAR AHMET, EFE ÖZAL
AİLESİNE ÇIKIYORDU
Turgut Özal, Türkiye'nin yetiştirdiği en
büyük devlet
adamlarından biridir. Türk toplumunda çağdaşlığı aşılayan
bir liderdir. Bugün Özal'ın içine girip
etkilediği yolu Çiller
de yakalamaya çalışıyor ama bakalım nelerle
karşılaşacak.
Özal İhracatı patlatan Turizmi başlatan
kapılarımızı batıya
açan, Otoban, TEM oto yollarımızı yapan
adamdır. Türkiye'de
bilgisayar çağını açan, Özel televizyonculuğu
ilk defa başlatan,
uygun dünyaya entegre olmamız için 141, 142,
163. maddeleri
kaldırmayı başaran güçtür. 10 Kasımlar'da
Atatürk'ü zorla,
siyahlarla anarken, o Atatürk'ü gönlümüze
gömmemizi, bizi
onunla başbaşa kalmamızı
sağlayarak, farklı anlamda
anmamızı sağlayan kişidir.
Hataları yok muydu ? Sayın
eşinden, çocuklarından, dolayı büyük
sıkıntılar görmüştü.
Belki de eşi, o elinde tuttuğu gücün
ağırlığını tartamamış, o
yıllarda erdemliliğe ulaşamamıştı...
Özal iktidarında İtalya' da nasıl yollar
Roma'ya çıkarsa,
o dönem de tüm yollar Ahmet'e, Efe'ye, ve
Özal ailesindeki
ikinci ellere çıkıyordu.
Ben, burada Türkiye'deki İkinci ellerin
gücünün etkisini
anlatmak için, basit , ama bu konuyu dört
dörtlük kanıtlayan,
yarattığım bir olayı anlatmak istiyorum :
-242-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Dostum, Vefalı
insan Halil Genç'in Belediyenin yanındaki
bahçesinde bir yazıhanesi vardı. Adana'nın
tüm zengin şımarık
çocukları, çiftçileri, doktorları,
avukatları, serbest çalışanları
orada toplanır, sohbet eder Adana gündemini tartışırdı, Halil
Genç'i de bol bol kızdırdık. O dönemde
Özal'ın damadı, '
MİLLİ DAMAT ' deniliyordu, Asım'ı da uzaktan
tanıyordum.
Bir gün yazıhanesine gittiğimde Halil Genç
yoktu. Aklıma
bir muziplik yapmak geldi. Mersin'e acele
gidecektim, Halil
Genç'in sekreterine şöyle bir not yaz evladım
:
- Milli Damat Asım Mersin'e gelmiş, Erol
Erk'i de çağırdı,
o da yanına gitti...
Oysa, ne Asım Adana'ya, ne de Mersin'e
gelmişti, ne
de beni çağırmıştı... Ama, ikinci eli
yaratan, yalaka insanların
yağcılığına
tanık olunmaı için buraya dikkat edilmesini
istiyorum...
Mersin'e gittim, ünlü Mersin Oteli'ne
girerken kapıda
5,6 tane garson birden sıraya dizilip beni
karşıladılar, eskiden
sık sık ta gittiğim için beni de
tanıyorlardı:
- Erol Bey hoşgeldiniz, masamız hazır
efendim.
Haydaaaaa... Ben Halil ' Genç ' e bıraktığım
not aklıma
geldi ama, masa falan hzırlanmasını
söylememiştim :
- Tamam... dedim.
İçeriye girerken sordum:
- Ne masası ?
- Adana'dan bir sürü işadamı geldi, masa
ayırttılar, sizi
bekliyorlar efendim..
Gerçektende Halil Genç'in etrafında toplanan
Adana'nın
tüm şımarıkları masaya oturmuşlar, beni bekliyorlardı, hepsi
ayağa kalkıp elime sarıldılar, bende jeton
düşmüştü... Bu
-243-
Abdulkadir KAÇAR
kişiler Davulcu Asım, ' MİLLİ DAMAT ' lafını
duyunca benden
önce gelip otelde pusuya yatmışlardı... Hiç bir şey belli
etmeden, içimden gülümseyerek, baş köşeye
oturttular, bir
ikram bir ikram...
Ama, masada kimse bir şeye dokun-
muyordu:
- Haydi başlayalım ... dediğimde:
- Yahu Asım Bey gelmeden,
başlarsak ayıp olur...
diyebiliyorlardı...
- Asım yukarıda dır, canım, ciğerim, dostum, belki biraz
sonra inerler...
Bir ara garsonu çağırdım:
- Ben ne söylersem ' EVET ' diyeceksin.
- Emredersiniz Erol Bey... dedi.
Bu kez bağıra bağıra talimat verdim:
- Resepsiyona git, talimat ver, Erol
Erk ve Adana'lı
dostları yukarıda Asım Bey'in teşrifini
bekliyorlar, kendileri
ne zaman gelecekler ?
- Başüstüne Erol Bey... diye koşarak
gitmişti.
Şef Garson bir süre sonra koşarak yeniden
geldi :
- Efendim, Asım Bey şu anda odasında telefon
görüşmesi
yapıyormuş, banyo alıp bir süre dinledikten
sonra yukarıya
gelecekmiş, herkese selamları var...
Halbuki ne Asım Mersin'deydi, ne de haberi
vardı...
Masadakiler bu haberi alınca yiyip içmeye
başladılar,
ama herkes soruyordu:
- Erol Abi, Asım Ekren'i ne kadar tanıyorsun
?
- Erol Abi, acaba benim bir işim var onu
yapar mı ?
- Erol Abi, ne zaman gelecek, sabahtan beri
bekliyoruz...
-244-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Koskocaman masada geç saatlere kadar yedik -
içtik,
beni bu kez artık rol yapmaktan bıkmıştım,
onlara gerçeği
anlattığımda, hepsi havaları sönmüş balon
gibi süklüm -
büklüm oldular. Bazıları da kahkahalar atarak olayı espiriye
boğdular.
Daha sonra Adana'ya dönüp, muhabbetimize devam
etmeştik.
İşte İkinci el olan kişilere insanlarımızın
verdiği değeri
böylece kanıtlamış oldum, çünkü insanlar
ikinci ellerle daha
rahat konuşup, görüşüp, konularını
anlattıkları için sanki
birinci elle görüşmüş gibi oluyorlardı...
-245-
Abdulkadir KAÇAR
GÜNÜMÜZDE İKİNCİ EL
ÖZER ÇİLLER’DİR…
Bugüne geldiğimde ikinci elin, eski Başbakanın eşi
Özer Çiller olduğunu görmek olası… Bunu
söylemem için
geçmişe dönüp, Ömer Bilgin’le ilgili
anılarıma geçiyorum…
Bilgin 20 yıldır arkadaşımdır. Sayın Demirel
Ömer’e
Turban’ı teslim ederken:
- Git, orada akıllı uslu ol otur… demişti.
Yanında bulunan Ahmet BAŞ’a da:
- Sen de Aksantaş’ta uslu uslu otur… demişti.
Karakterleri nedeniyle bu kişilerin bir yerde
durmaları
olanaksız olduğu
için, Ahmet Baş Aksantaş’ta bir şeyler
yaptı. Pazartesi Gazete’mle onun gitmesine ben nende
olmuştum.
Ömer ise Turban’da kalmıştı: ancak yapısı
itibariyle,
sürekli güç arayan bir yapıda olduğu için,
Sayın Süleyman
Demirel’in de çevresinden koptuktan sonra
Ömer Turban
Genel Müdürü olarak zekasını kullandı.
Kuşadası’nda allem
– etti kalem – etti, belli bir isim kanalıyla
(Gerekirse o ismi
açıklarım) Özer Çiller’le ilişki kurmayı
başardı. Kuşadası
Marinası’nda
Özer Çiller’in yatına da çok büyük özen
gösteriyordu. Özer Bey de sık sık yat
gezisine çıktığı için,
-246-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Ömer onunla bu geliş – gidişlerde dostluğu
iyice
pekiştirmişti…
Özer’lerle
dostluk kurup pekiştirdikten sonra da
Süleyman Demirel’i tamamen unutup çevresinden
tamamen
koptu…
Tamamen Özer Çiller’in
yakını ve ikinci el oldu…
Ömer Bilgin’in tarzı şuydu; Bir politikacıyı
kandırmak
mı istiyor, ya da bir iş yapmak mı istiyor,
bir politik oyuna
mı girmek istiyor, ilk vaadi şuydu:
- Seni Özer Bey’le tanıştıracağım…
Hayretle görmüştüm ki, Ömer’in ağzından bir gün:
- Seni Tansu Çiller’le tanıştıracağım… sözünü
duyma-
mıştım…
Demek ki, Tansu Çiller bir semboldü…
Ömer Bilgin’in bana da zaman zaman söylediği
söz
şuydu:
- Seni Özer Beyle tanıştıracağım…
Sık sık bu sözü söylemesine rağmen, Özer
Çiller ile
tanışma lütfuna ulaşamadım. Fakat onun
öykülerini Kuş-
adası’nda, şurada burada çok dinledim.
İtalya’da tüm yollar nasıl Roma’ya çıkıyorsa
Türbanda
da, Ömer’le olduğum
dönemde tüm yollar Özer Çiller’e
çıkıyordu…
Adana politikasında da bazı odakları ikna
etmek, ya
da yanında yer almasını sağlamak için ilk
vaadi :
- Sizi Özer Beyletanıştıracağım… şeklindeydi…
Türk basını ve görsel medya bu konuyu bol bol
işlemişti…
Özer Bey, o annesinin ölümünde,
Türkiye
Cumhuriyeti’nin içişleri bakanı Meral
Akşener, 70 milyon
-247-
Abdulkadir KAÇAR
insanın gözleri önünde onun elini öptü. Bende
başsağlığı
diliyorum. Ama bir bakanı, hemde beyin elini
öpmesi biraz
garip. Demirel’in Özal’ın eli öpülebilir. Ama
, bir bakanın el
öpmesi, çok ilginç ve acıyı paylaşmanında
ötesinde Özer
Bey’in ikinci el olduğunu göstermesi bakımından çok
öenmlidir.
Tabi, ikinci elleri anlatırken, kimseyi
eleştirmek
istemiyorum, anılarımı eleştiri malzemesi
olarak kullanı-
yorum.
Şu satırların altını çiziyorum: acaba Tansu
Çiller, bekar
olarak Başbakan olsaydı
Türkiye’ye daha da mı yararlı
olurdu? Bugün Amerikayla ilişkileri, batıyla
ilişkileri yönün
takdir ediyorum. Acaba, Tansu hanımı o zaman
daha da mı
çok benimserdik. Bu anıları okuyanların
kafalarında bu soru
işaretleri olarak kalacaktır.
Şu cümlenin altını çiziyorum:
Susurluk konusunda dev bir araştırma ortaya
koyan
Komisyon üyeleri, yarın seçim meydanlarında,
kamuoyunun
bilmediği konuları da oradan haykıracaklar, siyasi kulislerde
konuşacaklardır. Gün ışığına çıkmayan lafları da ortaya
süreceklerdir. Refahyol hükümeti bu gün çok kalıcı gibi
değildir.
Yine söylüyorum, ben bunları suçlamak için
değil, siyasi
bir yorumcu olarak gözlemlerimi söylüyorum…
-248-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
TERCÜMAN'DAN AYRILIŞ
SIRRIMI AÇIKLIYORUM
Benim yıllarca hizmet verdiğim Tercüman
Gazetesi'nden
emekli olmam tamamen politik olaylardan
kaynaklanmıştır...
1960 ihtilaline doğru hızla yaklaştığımız
günlerde Adana
Valisi olan Turhan Kapanlı ihtilalden sonra
tutuklanıp bir
süre cezaevinde yatmış çıkmıştı. Daha sonra Adalet
Partisi'nden Tarım Bakanı yapılmıştı...
Tercüman Gazetesi'nin
sahibi rahmetli Kemal Ilıcak'la da araları
çok iyiydi... Bu
dostluk bakan olunca alış- veriş düzeyine
kadar çıkmıştı...
Gazetecilik sektörünün de dışında gelişmek
isteyen, İstanbul
Emlakların yüzde 50'sinden fazlasını eline
geçirmek üzere
olan Kemal Ilıcak Tarım Bakanı olan Necip Kapanlı'yla
ilişkilerini genişletmişti. Öyle ki, o
yıllarda çok değerli bir
hammadde olan ormanlardan elde edilen Çam
Reçine'sine
talip olmuş, bu alış - verişte gerçekleşmişti. Kapanlı bu
hizmetinin karşılığı olarakta bir görev
yaptığı, çok sevdiği
Adana Tercüman'a, yani benim yerime oğlu
Necip Kapanlı'nın
yerime gelmesi için bir takım siyasi baskılar
yapıldığını gerek
gazetemin gerek Ankara'daki politik istihbaratlarımdan
öğrenmiştim... Ama, Kemal Ilıcak'ın da :
-249-
Abdulkadir KAÇAR
- Adana'da Erol Erk diye koskocaman bir
adamım var,
ondan çok memnunum, bu nasıl olur ki ? diye
endişelendiğini
de öğrendim...
Çünkü, o sıralarda Kemal Bey beni çok
seviyor, bir
dediğimi iki etmiyordu. Çünkü, Tercümen
Gazetesi'ne Adana
Temsilcisi olarak sık sık genel merkeze para
pompalıyordum,
merkez bankası gibi bir kaynak oluşturmuştum.
Bunu neyle
yapıyordum ? Gazetenin tüm sayfalarını
reklama açmıştım,
Bölge Spor Sayfaları, Haber sayfaları
yapmıştım korkunç
bir gelir yaratmıştım. Hatta, bu
çalışmalarımı çok beğenen
Kemal Bey beni Tercüman'ın yüzde 1 hissedarı
yapmıştı,
ortak sıra numaramda 20'ydi. Zaman zaman bu
çalışmalarıma
şaşırıyor ve şöyle diyordu :
- Erol'cuğum, biz hep oraya para
gönderiyorduk, şimdi
siz Genel Merkeze para gönderiyosunuz,
elinize sağlık...
diyordu. Hayret ediyordu...
Ancak, Kemal Bey, Bakan Turan Kapanlı'nın ısrarına
da bir şey yapamıyordu, Çünkü Sayın Bakan :
- Oğlum Adana'ya tayin edilmeli... diyor, diretiyormuş.
Necip'in gelmesi demek, benim gitmem demekti,
makamıma pazarlık konusu yapıldığını
öğrendiğimde, Kemal
Bey'in bunun ticari ilişkisi olduğunu
bildiğim içinde seygı
duyuyordum...
Ilıcak'a yaptığı bu pazarlığı öğrendiğimde oldukça
rahatsızlıkta duymuştum. Kemal Bey ise bana bunu
duyur-
mamak için büyük çabalar harcıyordu. Bu arada
mesleki
kıdemimi de doldurmuştum. Ani kararlar veren
birisi olarak
yine böyle bir kararla İstanbul'a gidip Kemal
Ilıcak'ın huzuruna
çıktım, çok şaşırdı, çünkü randevu
almamıştım.
-250-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
- Sayın Patronum ben sizi çok seviyorum,
sizde bir
konuyla ilgili olarak bana açılamadığınız
için çok sıkılıyor-
sunuz bunu da biliyorum. Benim gitmemi de
istemiyorsunuz
ama Tarım Bakanı Turan Kapanlı’ya da söz verdiğinizi
biliyorum.
Beni nefes almadan dinleyen Kemal Bey, her cümleden
sonra hayretler içinde kalıyor, dalgın dalgın:
- Erol, nerden biliyorsun ? kim söyledi ?
- Sayın Patronum ben gazeteciyim, Türkiye’nin
tüm
istihbaratlarını elimde tuttuğumu
biliyorsunuz…
- Tamam da, şey…
- Orası önemli değil, siz erkek adamsınız,
ben de erkek
adamım, lütfen sekreterinizden beyaz bir
parşümen getir-
mesini isteyebilir misiniz ?
Hem şaşırıyor, hem de bilinç dışı olarak benim
söylediklerimi yapıyordu, içeriye bir beyaz
kağıt geldi, kendi
el yazımla :
- Tercüman Gazetesi’nin üzerimde bulunan
yüzde 1’lik
hissesini kuruma iade ediyorum… Ve, gazeteden
emekli
olmam için gerekli işlemlerin yapılmasını
saygılarımla arz
ediyorum… dedim.
Kemal Bey kalktı beni alnımdan öperken şöyle
dedi:
- Erol Erk, gerçekten erkek adammışsın…
Ve, 1975 yılında
kendi isteğimle emekli oldum, bu
yaşamımın en öenmli noktalarından birisidir…
Burada, Kemal Ilıcak’la olan ilişkilerimizden
birkaç
satır söz etmek istiyorum.
Tercüman’da çalıştığım dönemlerde, İstanbul’a
sık sık
ihbarlar gidiyordu, benden yılanlar –
korkanlar, hatta birlikte
-251-
Abdulkadir KAÇAR
çalıştığım bazı kişiler bile ihbarda bulunuyor, yığınlarca ihbar
mektupları masasının üstüne yığılıyordu.
Kemal Bey, hepsini
çöp sepetine atıyor ve bana telefon açarak:
- Erol, sen gerçekten güvendiğim, en iyi
gazeticelerden
birisin… diyordu…
Erkekçe söylemek gerekirse bazende gece
yaşamım
nedeniyle benim kulağımı çektiği de
oluyordu...
Tercüman’ın Müessese Müdürü Arif Baki Bey’den
de
söz etmeden geçemeyeceğim. Gerçekten İngiliz
Lordu gibi
çok beyefendi, harika bir insandı. İstanbul
ve Türkiye’deki
sosyateye hakim bir kişiydi. Osmanlı soyundan
gelen eşi
Hayret Hanımla malikhanelerinde tüm
sanatçılar etraflarında
toplanmıştı. Muazzez Abacı’yı yaratan da
odur. Kimsenin
ayağına gitmeyen Fahrettin Aslan, Arif Baki
Bey’i görünce
ayağa kalkar, onu karşılar.
İtinayla yolcu ederdi…
Tercüman’dan
ben ayrıldıktansonra yerime Nacip
Kapanlı gelmişti, Tarım Bakanı ve Eski Vali olan babası Turan
Kapanlı’nın oğlu olan Necip’in dönemi de ayrı özellikler
taşır…
-252-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
GÜNEY HABER’İN DOĞUMU
Tercüman Gazetesi'nden ayrıldıktan sonra bir süre
halkın çoğunun neredeyse, ' DOLANDIRICI '
gözüyle baktığı
sigortacılık mesleğine İstanbul'da
başlamıştım. Ama, içimde
yanan, her geçen gün daha da alevlenen
gazetecilik yapma
isteğimin önüne geçemiyor, mesleğime dönme planları
yapıyordum.
Çünkü, mesleğimin en verimli, istihbarat
gücümün en zirvede olduğu dönemde politik
nedenle, biraz
da kendi kendimi emekli etmiştim. İşte
içimdeki bu yanan
ateşle bir gün Kemal Ilıcak'tan randevu isteyip, yanına
gittiğimde beni kapıda karşılamış,
yanaklarımdan öpmüştü...
- Ooo, Erol'um, Koca Adana'lım hoşgeldin,
nerelerdesin
yahu ?
Beni çok sıcak ve coşkuyla karşılaması hoşuma
gitmişti,
çünkü, gazetedeki tüm haklarımı almış, emekli
olmuştum...
Oturduk konuşmaya başladık,
çok nükteden, espirili
konuşuyordu, sordu:
- Erol'um şu anda neler yapıyorsun ?
- Kemal Bey,
hiç bir şey yapmıyorum... Şu kadere bakın
ki, sonradan İstanbul'a gelenler İstanbul'lu
oluyor, ben yedi
göbekten beri
İstanbullu'yum ama babamın
memuruyeti
nedeniyle gittiğim Adana'da herkesten daha
gerçek Adana'lı
olmaktan gurur duyuyorum...
-253-
Abdulkadir KAÇAR
Gerçektende nüfus kütüğüm, kayıdım, askerlik
sicilim
burada ilk defa açıklıyorum İstanbul'dur. Ancak, şimdiye
kadar çok az kişi benim bu şekilde olduğumu
biliyor. Kemal
Bey de Amasya'lıydı, bu sözümden biraz alınır
gibi oldu,
- Ne yani, ben Amasya'lıyım diya taş mı
atıyorsun ?
- Hayır taş atmıyorum sayın patronum, bunlar
gerçekler...
Bir süre sohbet ettikten sonra Kemal Bey,
- Erol sadede gelelim , beni neden aradın ?
- Vallahi hiç bir şey yapmıyorum ama gazetecilik
mesleğime geri dönmek istiyorum, sadece
kafamda bir proje
var, bunu size açmak istiyorum, desteğinizi istiyorum...
Burası çok önemlidir
ve anılarımın mehenk taşını
oluşturuyor.
Çünkü, Adana Tercüman'ı ben kurmuştum,
matbaa makinaları tamdı, her şey tıkır tıkır
işlşyordu, şöyle
dedim :
- Sevgili Patronum, ben sizden üç ayı
ödemesiz olarak
her konuda yardım istiyorum Adana'da bölgesel
bir gazete
çıkartmak istiyorum, çünkü orada güçlü bir gazete
bulunmuyor...
Dikkatle dinledi, bu sözlerim ilk Güney
Haber'in doğum
saatleriydi, durdu, bir süre sessiz kaldı,
biraz şakayla karışık:
- Erol, gazetecilğin durumunu az çok
görüyorsun, ben
elimde avucumda ne varsa her şeyi
dağıtıyorum, sen bunu
başarabilecek misin ?
- Sayın Patronum, yaptığım incelemelere göre
Adana
çok bakir,
güçlü bir yerel gazetenin çok iyi tutacağı konusunda
fizibilite çalışmaları yaptım... Bu iş dört
dörtlük olacak. Ama,
baskı ve her türlü ücreti bir süre almayın,
bana destek verin,
yardım edin, gazeteyi
yaşama geçirip kademe kademe
borçlarımı öderim...
-254-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Benim söylediklerimden etkilenmiş, hatta
sevinmişti
- Tamam Erol, gazeteyi çıkar, ben her türlü
desteği
veriyorum, gazetende hayırlı uğurlu olsun
şimdiden.
- Gerçekten kabul ediyor musunuz ?
- Evet, hayırlı uğurlu olsun..
- Sevgili patronum
size minnettarım, çok teşekkür
ederim, çok başarılı olacağım..
Bir süre sonra ben kardeşi
Nafiz Ilıçak’ın Necmi
Tanyolaç ve İslam Çupi ile Rauf Tamer’e de bu
müjdeli haberi
ulaştırmak
için izin istedim,
bu sırada da Kemal Beyin
odasından çıktım, bir dakika orada
oyalanıyordum… Hem
yer hostesi, hem de sekreteri olan Kemal
Beyin sekreteri,
seslendi:
- Erol Bey,
Erol Bey, Kemal Bey sizi yeniden
bekliyor…
dedi.
Olayları daha önceden duyan hisseden birisi
olarak’
cızzzz etti, kötü ve olumsuz bir şeyle
karşılaşacağımı hissettim
ve içeriye ürkek biçimde girdiğimde, Ilıcak’ın masasının
yanında, Tercüman’ın trajlarını kontrol eden,
satış memur-
luğundan başka bir sıfatı olmayan
İsmail Okuroğlu da
oturuyordu, Kemal Bey saygıyla:
- Erol, ben sana bölgesel gazete çıkartmana
izin verdim
ama İsmail Okuroğlunun da projeleri varmış,
haydi el sıkışın
bu işi beraber yapacaksınız…
O anda çok üzüldüm, her şeyin bittiğini
anladım,
istemeye istemeye el sıkışarak İsmail’le
ortak olmuştum…
Kemal Beyin kapısından daha çıkarken İsmail şöyle dedi :
- Erol, sen gece alemine çok düşkünsün bu
gazeteyi
kuracağız ama işi baştan yatırmayalım,
dikkatli ol haa…
Tepemden bir kazan kaynar su dökülüp
tırnaklarımdan
çıkmıştı :
-255-
Abdulkadir KAÇAR
- Okuroğlu Okuroğlu,
sen kendi kendine
bak, ben
yaşamımı gazeteciliğe koyan biri olarak
kendimi kontrol
ederim, asıl sen kendine dikkat et….
Türkiye’de promosyonculuğu ilk idad eden kişi
olan
Okuroğluluğun gazetecilik yönü yoktur. İki
satır dilekçe bile
yazmayı bilmez. Adana’ya geldik, Okuroğlu
Anonim şirket
kurmuş, bana da yüzde 10’luk gibi komik bir
hisse ayırmış,
ben kafadan kaybetmişim. Sonra da oyunu kendi
kurallarına
göre oynayıp, hem beni, hem de kendisini
batırdı. Kemal
Ilıçak’ın makamının kapısındaki bir dakikalık
oyalanmam
yaşamımı değiştirmişti. Eğer, orada oyalanmasaydım belki
Okuroğlu ile karşılaşmayacaktım, gazeteyi kendim
kuracaktım, belki makinalaşma ve kadrolaşma
tamamlayıp
bu gün Ege deki, yeni Asır gibi bir gazete
yaratacaktım…
Burada bir gözlemin altını çizmek istiyorum :
Kişileri ve kurumları batıran iki şey vardır, politika ve
kadın parmağı… İsmail Okuroğlu, iki tane aşk
yaşayarak,
hem Güney Haber’in
hem de benim sonum oldu.
Kemal
Ilıcak’ın makamının kapısında
verdiği sözleri bir anda
unutarak, artistlere tutulmuştu…
Gazetecilik mesleğimin en güzel günlerini
yaşadığım
Güney Haber de tirajımız onbinleri geçmiş,
30-40 yıllık ulusal
gazetelere fark atmıştım. Okuroğlu’nun
sanatçılara kapılması
benim sancılı günler yaşamama neden olmuştu,
ve gazeteden
kopmanın yollarını arıyordum…
-256-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
ÖMER BİLGİN'İN
BTP TEKLİFİ
İnsan yaşamında hangi mesleği yaparsa
yapsın, ve
dünyanın neresinde olursa olsun, günün
birinde politika işin
içine girer her şeyi allak - bullak eder, bu güne kadar da
politikasız bir olay olduğunu görmedim.
Gezeteciliğimin
dışında kaldığım dönemlerde bile politika
benim yaşamımı
oldukça etkilemişti. Tamamen Rulet gibi bir
şans oyunu olan
politikada şans ibresi döner döner zar ihya
edebileceği gibi
insanı bitirirde. Çok kültürlü, iyi eğitim
görmüş, süper zeki,
kariyer sahibi, para babası zengin bile
olsanız, Ruletin şans
zarı üstünüzde durmadığı sürece hiç bir şey
olamaz, köşeye
çekilir,
'Talihsizliktir' diye bir kenarda kalırsınız...
Gazetecilik mesleğimden sonra gerçekten
sevdiğim bir
meslekte politikacılık olmuştu.
Ancak onun istediği
bir
meslekte politikacılık olmuştu. Ancak onun
istediği binbir
suratlılığı hiç bir zaman beceremediğim için
işi şansa, yani
rulet oyunundaki zarın gelmesine bırakmıştım.
Bir kaç defa
başımın üstünden geçerken, konar gibi yaparak
beni oldukça
renkli düşlere - düşüncelere ve yaşamaya
sevk etmesine
rağmen, zar her defasında kayarak başkalarına
işaret etti,
onların yanına gitti. Başka deyişle
büyük ikramiyeyi
yakalayacağım sırada, kaybettim. Eğer, Rulet'in zarı benim
-257-
Abdulkadir KAÇAR
üstümde dursaydı, Belediye Başkanı,
Milletvekili, her şey
olabilirdim ama, bu mümkün olamadı... Buradan
şuraya
varmak istiyorum :
1980 ihtilalini yapan generallerin
oluşturduğu Milli
Güvenlik Konseyi, Demokrasiye yavaş yavaş
dönüşe karar
verdiği için partiler birer birer kurulma
aşamasına gelmiş,
hazırlıklar yapılıyor, Türkiye'nin kalbi Ankara'da atıyor, sıcak
günler başlıyordu. İşte o günlerde
Adana'daki en iyi
dostlarımdan birisi olan Ömer Bilgin beni çok
seviyor, saygı
duyuyor,
ortağı Erol'la birlikte karşımda hazırol vaziyetinde
durup neredeyse benden emir bekliyordu. Otur
dediğimde
oturuyor, kalk dediğimde
kalkıyorlardı. Bende onlara
saygısızlık etmiyordum. Ömer bir gün ortaya
bir fikir attı :
- Erol Abi, gel seni politikaya
hazırlayalım...
Şaşırmıştım, hiç böyle bir şey beklemiyordum.
Ama
Süleyman Demirel'in köylüsü ve uzaktan
akrabası olduklarını
söyleyen Ömer'in bu teklifi oldukça ilginçti:
- Nasıl olur Ömer ?
- Abi, şahane olur, çok güzel olur...
Bir süre sonra bu düşünce kafama öyle girdi,
öyle yer
etmişti ki, Büyük Türkiye Partisi'nin kuruluş
aşamasında 21
gün sürecek harika bir politika yaşamama
neden olacaktı.
Çok coşkulu ve fırtınalı geçen yaşamıma bedel
olan bu 21
günlük renkli süre, çok albenili, coşkulu, ve
bambaşkaydı....
Çünkü, o günlerde
Büyük Türkiye Partisi'nin kuruluş
çalışmaları
sürüyordu, Türkiye'nin her tarafından eski
politikacılar,
Generaller, Askerler, Tıp Doktorları, Avukatlar,
Serbest meslek sahipleri ve her kesimden
gelen üstün kariyerli
kişiler sokaklarda seller gibi akıyordu.
Türkiye'deki Demokrat
-258-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Partililer
ve Adalet Partililer, Süleyman Demirel'in
yardımcısı
Saadettin Bilgiç'in bir kaç gün sonra Ömer'e
teklifimi bildirdim:
- Ömer, İl Başkanı yapalım
diyorsun ama, bu işi
başarabilecek miyiz ?
- Erol Abi'me bak yahu, sen kendini bana
bırak gerisine
karışma...
-Gerçektende Ömer Bilgin, boynuna kolye gibi
taktığı
minik Kur'an’la Türkiye'de ikna edemeyeceği kişi,
bitiremeyeceği iş yoktur. Şeytana bile küllahını ters giydirecek
bir yapıya sahiptir. O yıllarda da bana çok
güveniyordu,
Saadettin Bilgiç'e benden söz etmişti,
kendinde bu şansı
göremediği içinde beni bir yerlere getirerek
kendisi de bir
yerlere ulaşmak istiyordu, ama bu şansı bana vermişti...
- Peki Ömer,
sen nasıl istersen öyle olsun ?
- Göreceksin Abi, Büyük Türkiye Partisi'nin
Adana İl
Başkanı sen olacaksın.
Ankara'ya Ömerle birlikte gittik, Koca
Reis'te denilen
Saadettin Bilgiç'in yazıhanesine girmek bir yana, parti
kuruluşunda görev almak için, rendevu
talebinde bulunanların
oluşturduğu
kuyruk bir kaç kilometre uzaklara
kadar
ulaşıyordu. Değil içeriye girmek, yaklaşmak
olanaksızdı...
Ben böyle düşünürken, Ömer'le çok rahatlıkla içeriye
girmemiz olanaklıydı.
Süleyman Demirel'le aralarında biraz soğukluk
olmasına
rağmen, Demirel'le Saadettin Beyden başkasına
da güveni
yoktu.
Elimizi - kolumuzu sallaya sallaya Saadettin Bey'in
yanına girmiştik. Adana'dan da o sırada büyük
başvurular
-259-
Abdulkadir KAÇAR
vardı, Fatih Özgür'le
daha pek çok kişiler gelip - gelip
gidiyorlardı. Ömer Isparta'lı olduğu için, içeriye
girince
Saadettin Bilgiç ayağa kalktı, biraz alaylı:
- Gel Lan Ömer, gel bana bahsettiğin Erol Erk bu arkadaş
mı ?
- Evet Abi... dedi.
Bende önümü ilikleyip, saygıyla elini
sıkarken:
- Saadettin Bey biz Ömer’le oturup politikayı
sevmeye
başladık, sizin saflarınızda yer almak
istiyorum, tabi her şey
sizin takdirinize kalmıştır.
Oturttu, çay ikram etti, ama sürekli konuşmalarımı,
hareketlerimi tartıyordu, dikkatle izliyordu.
O Sadettin Bilgiç’
ki, Dağları, daşları aşarak Süleyman
Demirel’in yardımcısı
makamına ulaşmış, muhteşem bir beyindi. Nasıl
profesör
olmak için doktora
hazırlanıyorsa, Sayın Bilgiç’te
bunu
hazırlamış, politikanın inceliklerini
yaşamına uygulamış,
hatta bir zamanlar Süleyman Demirel’in rakibi
konumunda
olmuş bir kişiydi… Beni beğendiğinin
sanıyorum :
- Erol, gördüğüm gibi buraya hucüm oldukça fazla,
kapıda sende tanık oldun, kilometrelerce
kuyruklar, emekliler,
kariyer sahipleri, Türkiye buraya akıyor, ama ben seni sevdim,
Ömer de çok anlattı, gerçekten de sevecen ve
kafama göre
bir insansın. Yalnız, şu an da çok yoğunum,
burada sizi daha
fazla test edemem,
Adana’ya dönün kimseye
de bir şey
söylemeyin… Ben sizi İstanbul’da evime kabul
edeceğim…
Gerçekten de İnsan seline karşı bize 10
dakikalık bir
zaman ayırması bize verdiği değeri
anlatıyordu. Ömer Bilgin
göz kırptı, işin olduğunu anlatmaya
çalışıyordu… Koluma
girdi dışarıya çıktığımızda:
-260-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
- Erol Abi, işin oldu, bitti, İl
Başkanlığının şimdiden
hayırlı olsun… Eğer, sizi gözü tutmasaydı İstanbul’da randevu
vermezdi… Orada sadece özel dostlarını evinde
kabul eder.
- Bakalım Ömer göreceğiz…
Ömer, bu konudaki gelişmeleri kimseye
söylemememiz
gerektiğini sık sık uyarıyordu, yoksa işe taş
koyabileceklerini
söylüyordu… Bizde, Ankara’daki temaslarımız
duyulmasın
diye hızla Adana’ya dönüp beklemeye başladık…
Ömer sık
sık yanıma gelip:
- Erol Abi, İl Başkanı olursan, artık benim
içinde iyi bir
şeyler düşünürsün değil mi ?
- Ayıp ettin, hele o aşamaya gelelim sen
kafanı yorma
canını sıkma… diyordum.
Aradan biraz zaman geçti, İstanbul’dan haber
henüz
gelmemeişti. Ancak, randevu almak için oluşturulan
uzun
kuyruklar Emekli Generaller, Yargı
organları üyeleri, Eski
politikacılar, Bakanlar, Genel Müdürler,
Müşteşarlardan
oluşan kuyruklar Milli Güvenlik Konseyini
rahatsız etmişti,
bu basına yansıyordu. Çünkü, 12 Eylül
İhtilalini yapanlar
iktidara yeniden AP’nin geleceğinden çekiniyorlardı…
İşte bu sıkıntılar, çalkantılar, dedikodular sürerken
Ömer Bilgin işyerime geldi:
- Abi, mesaj geldi.
- Ne mesajı Ömer ?
- Saadettin Bilgiç Abi, İstanbul’daki evine
bizi bekliyor…
- Çok güzeeel…
Sarı basın kartımı
istedi, verdim, uçak biletleri
alınacaktı… Ömer’e şöyle espiri yaptım:
-261-
Abdulkadir KAÇAR
- Oğlum Ömer,
helal olsun sana, alnın secdeyi rahmana
değerken bile şeytanlık düşünüyorsun, senin
şu Türkiye’de
kandıramayacağın adam yok, helal sana…
Ömer’imin son kandırdığı adamda Özer
Çiller’dir…
O günlerdeki politika atmosferi bana da
oldukça zevk
veriyordu, öyle ki 40 yıllık gazetecilik
mesleğimi unutmuştum.
Kendimi Ömer’in dolduruşlarına kaptırmıştım. Öyle ki,
kendimi Büyük Türkiye Partisi’nin İl Başkanı
olarak görmeye
başlamıştım.
Ertesi sabah İstanbul’a uçtuk, Saadettin Bilgiç’in
sanıyorum Bostancı’daki Osmanlı Paşalarının
kullandığı gibi
kargir harika bakımlı
eski bir konağa girdik, Yukarıya
çıktığımızda hizmetçiler bizi karşılamıştı:
- Saadettin Bey de sizleri bekliyorlardı,
şeref verdiniz…
demişlerdi.
Saadettin Bey,
yine nazikti, bir süre bizimle sohbet edip
yanaklarımdan öptü, çay ikram etti:
- Çocuklar, vaktim çok az, bu iş bitiyor Erol sen
Adana’nın İl Başkanısın, hayırlı uğurlu olsun…
Ömer sevinçten kaşını gözünü oynatıp,
bu işi nasıl
başardığını anlatmaya çalışıyordu. Saadettin
Bey bir endişesini
de dile getirmişti:
- Biz Büyük Türkiye Partisi’nin teşkilat
hazırlıklarını
sürdürüyoruz ama Milli Güvenlik Konyesi
partiyi benim-
semiyor gibi bir durumu var. Bizim partilileşmemizden Ankara
aşırı derecede rahatsız oluyor, onları oluşan uzun kuyruklar,
halkın ve büyük kitlelerin bize olan
ilgisidir…
- Başkanım, o zaman bekleyelim nasıl isterseniz ?
-262-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
- Erol’cuğum tabi bekleyeceğiz, ama senin
işin tamam
Süleyman Beyle de görüştüğümde sempati
uyandırdı. Ömer
de senin için iyi kulis yapıyor… O kadar çok
müracat ve
baskı var ki üstümde size anlatamam. Örneğin,
Av. Metin
Tolay’ı çok tutuyordum, onu severdim, ama
kısmet seninmiş…
Ömer,
kalkmamız için ayağıma dürttü, Saadettin Bey
bizi yolcu ederken:
- Parti kurulduğunda teleks emri ile
görevlendirileceksin,
Adana’ya gidip bizden haber bekleyin…
Biz oynaya – zıplaya Ömer’le dışarıya çıktık,
Ömer beni
sık sık tebrik ediyordu… Ama, parti henüz
kurulmadığı için
sevincimin bir yanı da eksik kalıyordu…
Saadettin Bilgiç’in evindeki salona
çıktığımızda Ömer’in,
‘Seni Bakan Yapacağım’
diye bir Üst Yargı organından emekli
ettirdiği zavallı adamın durumuna hala
gülerim. O muhteşem
kişi nasıl bilge, nasıl olgun harika bir
insandı… Tabi, kadroda
Ahmet Baş’ın da olduğunu vurgulamak isterim.
Ahmet’le
Ömer,
Emekli Yargıtay’cının önünde ceketlerini ilikleyerek,
- Sayın Bakanım, Sayın Adalet Bakanım…
Diye adamı dolduruşa getiriyorlardı, Zavallı
adam da,
- Yahu çocuklar beni mahçup ediyorsunuz,
yapmayın,
etmeyin daha Büyük Türkiye Partisi kurulamadı
bile. Beni
kalpten götürmeyin, şekerimi yükseltmeyin…
demişti.
Ahmet’le Ömer’in bu hareketlerine bende
uymuştum,
- Sayın Bakanım… demeye başlayınca, O da bana
:
- Sayın İl Başkanım nasılsınız ? demez mi ?
Bir ara kulağıma eğilip:
- Erolcu’ğum, yahu sen böyle deme, bu
hergeleler bizi
kandırmasınlar… diyordu.
-263-
Abdulkadir KAÇAR
- Vallahi,
sanmam, siz bakan, bende İl Başkanı olursam,
herhalde bu iki kişiyi önemli yerlere
getiririz.
Politika’nın Büyük Türkiye Partisi aşamasında
ilk renkli
görüntülerdi. Bu renkli ve zevkleri bir süre
yaşamam bana
hayatımda değişik duygular tattırdı… Öyle ki,
Ankara da bile
Ömer Bilgin sayesinde girip – çıkmadığım yer
kalmamış,
yeni dostlar edinmiştim. Özellikle evi gibi
bir yer olan Stad
Otel’de Ömer’in havası çok yüksekti… Ömer
sadece bana
değil, herkesi
Bakan, Müştesar, Emniyet Genel Müdürü,
Çukobirlik Genel Müdürü yapardı. En yakın
arkadaşı olan
Bankalar Karakolu’nun Başkomiseri Cumhur’u
her gün bir
ilde, Van’da, İstanbul’da, Ankara’da görevlendiriliyordu.
Sonunda Muğla’ya Trafik Şube Müdürü yaptırmayı
başarmıştı. Cumhur bir gün bana şöyle dedi :
- Erol, Ömer’in dediklerinden bir şey olacağı
yok, sana
yaptıklarını bu gün de bana yapıyor kereta…
-264-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
24 SAATTE MDP'Lİ OLDUM
Güney Haberden ayrılacağım sancılı günler
yaşıyordum,
o sıralarda da Anavatan Partisi kuruluyordu.
Bahsettiğim
BTP açılmadan kapanmıştı. Gazetede Kenan Gedikoğlu
birlikteydik. Ben şiddet politikasını
yönlendiriyordum. Bir
öğle üzeri acıktım.
- Kenan, ben bir şeyler yemeye çıkıyorum,
istersen gel.
- Yok
Erol, ben buradayım.
- Bir saate kalmaz gelirim, demiştim.
Ben çıkmışım, o sarıda Anavatan'ın kuruluş
hazırlıklarını
yapan, çok sevdiğim insan Ledin Barlas
Çukurova Kulübü
Başkanı Ergin Savcı'yla gazeteye gelmiş,
sormuşlar...
- Erol yok mu?
- Yemeğe
gitti, deyince
- Biz Anavatan Partisi'ne kendisini kurucu
üye olarak
almak istiyorduk. Ama, Ankara bizden çok acil
isim bekliyor,
bu şansını kaybetti, demişler.
Düşünebiliyor musunuz! Eğer ben, yemekte olma-
saydım, Ledin abilerle orada buluşsaydım,
Anap'ın kurucu
üyesi olacaktım. Çünkü gazeteden Okuroğlu'nun ortak-
lığından kopmak için bunu yapacaktım. Yemekten
döndüğümde, Kenan sakin sakin:
- Erol, Ledin abi seni sordu ama yoktun...
-265-
Abdulkadir KAÇAR
Fazlada üzülmedim. Canım da sıkılıyordu,
sevinmedim
de öyle karışık bir gün yaşamıştım.
Bir gün sonra kardeşim Erhan telefon açtı:
- Abi, yeni kurulan Turgut Sünalp'in partisi
konusunda
Yılmaz Hocaoğlu ile Süreyya Kayar seni
ziyarete gelecekler,
ne dersin?
Düşündüm:
- Gelsinler,
dedim.
Büyük masanın başında
karşıladım. Horoz partisi
kurlmuştu.
Yılmaz Hocaoğlu Kardeşim
Erhan'ın liseden
arkadaşıydı. Gür ve huşu dolu sesiyle eski
bir arkadaşım
olarak beni kucaklarken:
- Erol doooost nasılsın? Seni aramızda görmek için
buralara kadar geldik.
Bir süre sohbat ettikten sonra gazeteden
kopabilmek
için de aradığım bahaneye kavuşmuştum. O
sırada Yılmaz
Hocaoğlu, sevdiğim Süreyya Kayar'ın ısrarı,
Erhan Erk'in de
onlara raportörlük yapması hoşuma gitti.
- Peki, sizinle çalışacağım... deyince.
24 saat içinde MDP'ye girdim.
Sözlerimin başında da belirttiğim gibi eğer
yemeğe
gitmeseydim
Anap'lı olacaktım. Ama şimdi MDP'liydim.
Başımada duracağı zaman ruhelit şansı başka
yere kayıyordu.
MDP'de de zar tepemde çok fazla dönecekti ama
orada da
şansı kaçıracaktım.
Adana'ya dönüp, il başkanı olmayı düşünürken bir
haber geldi:
-Milli Güvenlik Konseyi , Büyük Türkiye
Partisi'ni veto
etmiş. Yeni
parti açılmadan kapanmıştı.
-266-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Ömer'le oturup kara kara düşünmeye
başlamıştık.
Kendimi her şeyimle teslim ettiğim Ömer:
- Abi sen kafanı yorma. Ankara'ya kapağı atar, başka
şeyler çeviririz, diyordu.
O yıllarda Yahya Demirel de
cezaevindeydi. Elimde
Pazartesi gibi çok büyük etkili bir haftalık
gazetem vardı.
Yahya'nın suçsuzluğunu
falan yazarak Yargıtay üyelerine
dağıtıp, onun cezaevinden çıkmasına da
yardımcı olmuştum.
20 yıllık arkadaşım olmasına rağmen Ömer gibi
bin bir
surat olmayı başaramadım. Çünkü o zaman
bin bir surat
olmak gerekiyordu. Eğer bunu
gerçekleştirseydim, şimdi
çok farklı yerlerde olurdum. Gerçekleştirmem de olanaksızdı.
Çünkü ben çok çabuk öfkeleniyor, duygularımı
belli ediyor,
sert yazan, sert konuşan bir adamdım.
Rulet oyununa benzettiğim politikada Büyük
Türkiye
Partisi kurulsaydı, şan zarı kafamın üstünde
duracaktı. Belki
Adana İl Başkanı, ya da Belediye Başkanı
olarak kaderim
değişecekti. Ama bunlar olmadı.
-267-
Abdulkadir KAÇAR
ÖLDÜRME YETENEĞİ OLANLAR
POLİTİKADA YAŞARLAR
Politika bir açıdan bakıldığında yaşamak için
öldürme
uğraşıdır.
Ancak ve sadece öldürenler, öldürmek
isteyenler,
bu yeteneği doğuştan olanlar politikaya
girmelidir. Üstelik
öldürmek yeteneği doğuştan
var olmalıdır. 'Ahde Vefa'
sözcüğünü politikaya aramaya kalkanlar
yanılırlar. Bu konuda
yakınanlara
tavsiyem sakın ola ki kemsiye güvenmeyin.
Sırtınızı dönmeyin. Rakibinize en küçük bir
şans tanırsanız,
hısmınız bir gün gelip sizi öldürür. Bu konuda Adana
Politikasının yetiştirdiği büyük ustalardan
Selahattin Çolak'ın
şu sözü geçerlidir:
"POLİTİKADA ACIRSAN, ACINACAK HALE
DÜŞERSİN"
Politikadaki bu acımasızlığın bir göz atacak
olursak
çok eski çağlara uzanmasına rağmen, 620 yıl
hüküm süren
Osmanlı Padişahlarından Fatih Sultan Mehmet,
"YAŞAMAK
İÇİN GEREKİRSE KARDEŞİNİ
BİLE ÖLDÜRECEKSİN,
DEVLETİN BİRLİĞİ - BÜTÜNLÜĞÜ İÇİN KARDEŞLERİN
KATLİ VACİPTİR" diyerek bu öldürme eylemini ferman-
laştırmışlardır. Bu nedenle de padişahlar öz çocuklarını,
kardeşlerini boğdurarak öldürmüşlerdir. Ancak, saltanatlarını,
iktidarlarını bu şekilde korumuşlardır.
-268-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Günümüzde ve gelecek sonsuz yıllar boyunca da
bu
kurallar geçerli olmaya devam edecektir. Bu
gün hasmını
öldürmek illa silahla vurup, fiziki olarak
yok etmek değil,
onu en hassa bölgelerini etkileyip,
yetkilerini alıp, etkisiz ve
yetkisiz hale getirmektir.
İşte buradan yola çıkarak Adana politikasının
son 35-
40 yılını değerlendirmek istiyorum. Bu öz
eleştiride gerek
CHP,
Demokrat Parti, Adalet Partisi ve bu
günkü partiler
döneminde milletvekillerinin hepsi bürokrat katliamı
yapmışlardır.
Çünkü Osmanlı Sarayında olduğu gibi başarılı
bürokratların kafasını kopartmışlardır. Çünkü, başarılı
bürokratları yaşattıklarında ileride
kendilerine rakip olacağını
bildikleri için hiçbirine yaşama hakkı
tanımamışlardır. O
nedenle bürokratlara buradan sesleniyorum:
- Ben idealist bir bürokratım.
- Ben çok başarılı bir genel müdürüm.
- Ben çok başarılı bir bölge müdürüyüm,
dediğiniz anda
politikacı sizi öldürecektir. Hatta öyle ki,
bulunduğunuz yere
sizi tayin ettiren milletvekili bile olsa
sırtınızı döndüğünüzde
hançerini saplayacaktır.
İşte Adana politikasının 35-40 yıllık politik
panoraması
budur. Bu nedenle Başkent'te Adanalı ne bir
genel müdür,
ne bir müsteşar, ne de diğer seksiyonlarda birer başarılı kişi
çıkmamıştır.
Çıksa bile kısa zamanda yakalanıp, birer
birer
yok edilmiştir. Birkaç tane de son yıllarda çıkmasına rağmen,
onlar da politik alanda silinip gitmişlerdir. Politikaya atılacak
bürokratlara da önerim şudur:
İyi bir müsteşarsanız.
-269-
Abdulkadir KAÇAR
İyi bir genel müdürseniz.
İyi bir genel müdür vekiliyseniz.
İyi bir bölge müdürüyseniz, aklınızda da
ileride politika
yapmayı koymuşsanız, sakın ola ki en yakınınıza bile:
- Ben politika yapacağım, demeyin...
Sakın ola ki, idealistlikten söz etmeyin.
Çünkü idealist
olanların ileride başarılı birer politikacı
olacağı düşünülür.
İdealist olsanız bile bunu çevrenize sakın
ola ki göstermeyin.
Çünkü öyle olduğu an, etrafınızda birkaç kişi
de sizi alkışladı
mı? O yörenin milletvekili Ankara'da rahatsız
olarak, sizi
yok edecektir,
yani öldürecektir. Nasıl olacaktır
bu? Yerinizden
edecektir. Başka kentlere tayininizi
çıkarttıracaktır. Tüm
bunlar olmayınca özel yaşamınızla
oynayacaktır. Çünkü
politika isimli oyunun kuralı budur. Bu kurala göre oynayacak
olan siyasetçi, rakip olabilecekleri önceden
öldürecektir.
Yani, politikada öldürme
yeteneği olanlar yaşarlar.
-270-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
ADANA’NIN
İKİ DEV POLİTİKACISI,
DURAK VE ÇOLAK’TIR
Ben poltikada anlattıklarımı örneklerle
kanıtlamak için
yerel politikayı anlatmak istiyorum. Dolu
dolu yaşadığım,
hatta yönlendirdiğim, tanığı olduğum için yerel politika
anılarım çok zengindir. Örneğin Adana’da son 30 yıl içerisinde
iki tane politikacı yetişmiştir. Bunlar Aytaç Durak ve Selahattin
Çolak’tır.
İkisi de zaman zaman iyi dostlarım, en iyi arkadaş-
larımdır.
Hatta daha da öteye, benden gelen mertlikler vardır.
Ancak zamanla özverilerimin karşıladığını
bulamadığım gibi
bir de baktım ki, felaketin
göbeğine düşerek zararlarını
görmüştüm.
Politikacının bu acımasız kurallarına rağmen,
gerek
Selahattin Çolak gerek Aytaç Durak önemli
yerlere gelebilir.
Çok daha farklı olaylarda olabilirdi, ama üzülerek
belirtmeliyim ki, bunların hiç birisi olmadı.
Burada şunları da itiraf etmem gerekiyor ki ;
Selahattin
Çolak’ta Aytaç Durak’ta Adana için büyük şans
olan, her
ikisi de büyük yetenek olan, politikayı çok
iyi bilen kişilerdir.
Aytaç Bey’in politik zekası, Rus Satranç
şampiyonu Yuri
Kasparov gibidir. Selahattin Bey ise daha cesur, atak,
korkusuz, örgütçü hareket eden ve bu yönüyle
de başarıyı
yakalamıştır.
Birlikte politika yaptığımız içinde Aytaç Durak’ın
politikasını her zaman tercih ederim, zekasından zaman
zamanda çok yararlandığımı itiraf etmek istiyorum.
-271-
Abdulkadir KAÇAR
SIKIYÖNETİM DÖNEMİNDE
SELAHATTİN
ÇOLAK LOBİSİ YARATTIM
Türkiye 12 Eylül 1980’e doğru yaklaşırken
anarşi kana
doymayan bir canavar haline gelmiş, Adana’da
ile Günde 4-
5 kişi öldürülüyor ve cesetleri at
arabalarında sürekleniyordu.
Kimin ne zaman katledileceği belli değildi.
İşte böyle bir
vahşet içinde sivillerden demokratik bir
anlayış beklenemezdi.
Bu da askeri davet ediyor,
gereğini yapması davetiyesi
çıkartıyordu. Başka bir deyişle 12 Eylül’ün
her zaman meşru
olduğuna inanmıştım. Çünkü, bu darbe bir gün,
bir gecede
oluşmamıştı. İnsanlarımız Türkiye’de neden
sağcı solcu diye
ikiye bölünmüştü ? Politikacılar neden
başarısızdı ? Hepsi
de bir ananın çocukları olan sağcı – solcu
diye ayrılan gençler
ellerine silahları alıp nasıl canavarlar
haline dönüşmüştü ?
Ben 12 Eylül’ü meşru bulduğumu, yapılması
gereken bir
hareket olduğunu söylerken hep aksini
düşünmüşümdür.
Eğer,
bu harekat yapılmamış olsaydı, Türkiye yüzde yüz iç
savaşa girecek, ülke toprakları ikiye
bölünmüş olacaktı. Ve,
sağcı – solcu diye masum kamplara bölünen
insanlarımız
bunu bilinç
dışı olarak yapacaklar, kendilerini
ülkerinin
parçalanmasında bir kobay olarak kullanan
insanların gerçek
yüzelerini daha sonra gördüklerinde
tanımayacaklardı…
-272-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Burada bir vahşetin, bir kıyının panoramasını
çizerken
şunlarıda vurgulamak istiyorum :
O dönemde yeni yeni sloganlar atarak demokrat
bir
tavırla ortaya çıktığını iddia eden solcular, nerede fakir polis,
öğretmen, bekçi, öğrenci, sanatkar, varsa
onları katlettiler.
Hem sağcıların, hem de solcuların, 15 bin
kişinin katledildiği
1980’e kadar gelen olaylarda bir tek zengin
kişiyi öldürme-
mişlerdir.
Rüşvet, anarşi döneminde
de oratay çıkarak,
katliam yapanları etkilemişti. Başka deyişle,
yaşayabilmek
için gerek sağ, gerek sola paralar hortumladıkları için
kendilerini bu savaştan tecrit etmişlerdir.
12 Eylül 1980 ihtilalinin Adana yönüne
bakacak olursak,
darbe sabahı ben Güney Haber Gazetesi’nin
başındaydım.
6. Kolordu ve sıkı yönetimin ilk paşası da,
ufak – tefek ama
sapına kadar asker olan tanıdğım en cesur
paşaralardan
Nevzat Bölügiray’dı. İhtilalle birlikte,
şeytanın temsilcisi olan
siviller, masumiyetin temsilcisi askerlerle
kanca atmaya,
onlarla iş birliği yapmaya çalışmışlardı.
- Nasıl tanışırız askerle ?
- Asker neden hoşlanır ?
- Acaba, bir işimizi hangi yollarla
halledebiliriz ?
Bunların hesaplarını yapıyorlardı…
12 Eylül 1980’nin Adana Belediye Başkanı da
Selahattin
Çolak’tı, ve son derece başarılı çalışmalar
yapan, halkıyla
bütünleşen, halkını seven, bir kişiydi. Hele
hele o günlerde,
gazeteciolarak benim kafamdaki yeri doldurmayan
kahramandı. Türkiye’de Selahattin Çolak’tan
başarılı ve daha
büyük Belediye Başkanı
yoktu. Bir insana tapılır mı ?
Kelimenin tam anlamıyla ona tapıyordum.
İhtilalle birlikte
başkan Selahattin Çolak’a bir şey olacak diye
aklım gidiyordu.
-273-
Abdulkadir KAÇAR
Hem hizmetleri sayısız ve sınırsızdı, Adana
tarihinde
görmediği büyük hizmetlerle tanışıyordu, hem
konuşması
etkiliydi,
hem de yakışıklı, halkının
gönlünde bir kahra-
mandı… İhtilalciler Türkiye’nin tüm Belediye
Başkan-larını
görevden bir bir el çektirirken, ben o
günlerde sıkı yönetim
ve asker korkusunu düşünmeden sabahlara kadar
çalışarak
onun yaşamını, çalışmalarını anlatan
SELAHATTİN ÇOLAK
özel sayısı çıkartmıştım. Onun ne kadar
başarılı, ne kadar
özverili, halkı ne kadar çok sevip –
tanıdığını, taraflı– yansız
hizmetler yaptığını anlattığım o özel sayıda
1. Sayfada attığım
manşet şöyleydi :
TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK BAŞKANI SELAHATTİN
ÇOLAK’TAN DAHA BÜYÜK YOK, BÖYLE BİR BAŞKAN
SAKIN OLA Kİ GÖREVDEN ALINMAMALIDIR.
İşte bu sıralarda Nevzat Bölügiray Paşa
gitmiş, yerine
Burhaneddin Biga’lı atanmış, soruşturmalar
başlatmış, kriz
masası da oluşturmuştu. Bende sıkı yönetim
çok samimiyet
kurmuştum. Gerek kurmay başkanı, gerek Burhaneddin
Paşa, ile sık sık görüşüyor, Selahattin Çolak
sevgisi’yle kulis
yapıyordum.
Bu davranışımda beni tehlikelere itiyordu.
Selahattin
Çolak’ın saf ve masumluğundan söz eden
bir
kulisin başında da Adanaspor Antrenörü
Gündüz Tekin
Onay’ın ağabeyi Yılmaz Tekin Onay vardı, O da
asker kökenli
olduğu için kolorduya rahatlıkla girip –
çıkıyordu.
Selahattin
Çolak’a zarar gelmemesi
için bir araya
gelmiştik.
Bu fikrimizi Kurmay Başkanı Albay Turgut
Nasun’la, Bilga Paşanın yardımcısı Mümtaz
Ün’e de aşıla-
mıştık. Birkaç defada Selahattin
Çolak göz altına alındı,
alınacak diye duyduğum için :
-274-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
- Böyle başkan nasıl gözaltına alınır ?
- Sayın Çolak’a nasıl soruşturma açılır ?
diye itirazlar
ediyordum… Aklanması içinde elimden gelen her
türlü gayreti
göstermiş Burhaneddin Bigalı Paşa’ya da etki
etmeye başla-
mıştım. Bir gün Bigalı Paşa’nın huzuruna
çıktım :
- Erol, kulislerini duyuyorum, anlıyorum. Sen
Bölügiray
Paşa’dan bana emanetsin. Seni seviyoruz ama
bu propagan
da işinden vazgeç.
- Hayır
paşam, Adana’ya hizmetleri olan büyük bir
başkan, Selahattin Çolak için bunları
söylerim :
- Bekle gör… demişti.
Bigalı’dan azar işitmeme rağmen Turgut Nasun,
Yılmaz
Tekin Onay, Mümtaz Ün Paşa ile aynı şeyleri
söylemeye,
yukarıya iletmeye devam etmiştim. Bir gün
makamındayken
bir telefon geldi, Sekreter:
- Sıkı yönetimden arıyorlar… deyince rahmetli
Kenan
Gedikoğlu :
- Ben yokum, ben yokum, Erol burada ona bağla…
demişti.
Gülümseyerek telefona çıktım, sıkı yönetim
Sekreteri
Fikret Albay’dı.
- Erol, yarın sabah, yıkan giyin, traşını ol,
duanı et ve
Kolorduya gel.
Bende şafak atmıştı, bu çağrıda bir farklılık
bir mesaj
vardı.
- Hayırdır Albayım ?
Sen dediğimi yap.
Ertesi sabah erkenden gidip yukarı çıktığımda
biraz
bekleyin, biraz sonra size bilgi verilecek.
Beklemeye başladım, ama o günlerde her gün
yüzlerce
kişi gözaltına alınıyor, yargılanıyor,
cezaevine konuluyordu…
-275-
Abdulkadir KAÇAR
Adana da o gün oluşan farklı atmosferden
etkilenmemek
olanaksızdı…
Bir süre sonra beni tanıyan bir subay geldi,
telaşlıydı.
- Erol, biraz bekle Paşa çok sinirli,
yatışsın sonra seni
içeri alacağım.
Dizlerimin bağı çözülmüştü, biraz sonra
içeriye doğru
yürüken, ayaklarım geriye geriye gidiyordu
sanki. İçerisi
biraz loştu, bir yanda mini bir meclis
toplantısı yapılıyordu…
Bu mecliste Turgut Nasun, Mümtaz Ün, Yılmaz
Tekin
Onay’ı gördüm, Burhaneddin Bigalı Paşa, her
zaman:
- Erol’um hoş geldin… derken:
- Erol Bey,
biraz yaklaşır mısınız ?
Ben hemen askeri adımlarla yaklaştım, hazırol
vaziyetine geçtim. Bir gün önce orduevinde
dost olarak çay
içtiğimiz Paşa bu gün farklı konumda, bende
farklıydım.
Paşanın yüz hatları simsiyah olmuştu. Öfkeyle
sağ yanına
doğru eğildi, masasından bir dosya çıkarttı,
bana doğru attı:
- İşte dosya… dedi.
Afalladım,
- Hayırdır Paşam ?
Anlamamıştım ki, lobi oluşturduğum Selahattin
Çolak’la
ilgili bir iddia dosyasıydı. Benim bu
kulislerim adamların
laflarını karıştırmıştı… Herkes korkudan birbirlerine
bakıyordu, dosyada ne olduğunu da
bilemiyordum. Ama,
asker bana korkuyla birlikte saygınlık ve
güvende telkin
ediyordu. Masaya yaklaştım:
- Paşam paşam bir iki kelime konuşmama izin
verir
misiniz ?
- Konuş Erol Bey konuş…
Yılmaz Tekin Onay dudaklarını ısırıyor,
Turgut Nasun
Paşa kıpkırmızıydı, onlarda ne olduğunu bilemiyorlardı.
-276-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK
Mümtaz Bey çok klasik saf ve temiz bir
paşaydı, sürekli
gülümserdi. Ama bende Çolak’a o kadar çok
bağlıydım ki,
onu o kadar çok seviyordum ki, insan demek
ki, o atmosferde
her şey yapabilirmiş. Benim içim o
savunulması gereken bir
kahramandı,
bizde onu kurtarmaya çalışan fedaileri ve
yardımcılarıydık…
- Paşam, benim dosya elinizde, neler
yaptığımı kim
olduğumu biliyorsunuzdur.
- Biliyorum Erol Bey, zaten bilmesem şimdiye
kadar
seni çoktan zındana atmıştım bile…
- Paşam şunu da bilmenizi istiyorum ki, ben
Erol Erk
olarak yoksuzluk, haksızlık, adaletsizlik
yaparım. Ama, bir
Selahattin Çolak böyle bir şey yapmaz.
Paşa bu sözlerim üzerine hiç konuşmadan
yüzüme bir
dakika süreyle baktı, baktı, baktı… Çok
keskin ve kararlı
tavrım karşısında hiçbir şey söylemeden dosyayı alıp
çekmecesine attı…
Benim Selahattin Çolak’la ilgili
söylediklerime, hala
yaşıyorlarsa, Turgut Nasun, Mümtaz Ün ve
Yılmaz Tekin
Onay tanıktır.
Eğer, ben orada, Selahattin Çolak’la
ilgili sözler
söyleseydim, her şey farklı olabilirdi. Ve, Sayın Çolak, bundan
büyük zararlar görebilirdi. Ama, ona olan
inancım, saygım,
bağlılığım,
yaptığım savunmam paşaların
bile fikrini
değiştirmeye yetmişti.
Ha, yaşamımı ortaya koyarak savunduğum,
zındana
atılmayı göze alarak söylediğim bu ifadem ve
davranışım
Çolak tarafından çok mu takdir gördü ?
Beğenildi ? Hayır.
Sadece bir televizyon programındaki canlı
yayında.
- Erol Erk’te bana sıkı yönetimde yardım etmişti…
diyebildi…
-277-
Abdulkadir KAÇAR
ABDULKADİR
KAÇAR’IN YAYINLANMIŞ DİĞER ESERLERİ...
Çivi (Günlük Yazılar)
Kılçık (Günlük Yazılar)
Dan Dan Adana’dan (Ortak Kitap)
Çukurova Evliyaları
Mini Şiirler
Mini Şiirler-2
Hazır Değilim Ölüm (Şiir)
Denemeler
Büyük Kitap
Adliye ve İnsan (Fotograf Katalogu)
Adana Belediye Meclisi (Fotograf Katalogu)
Deli Yücel’in Anıları
Sevgi Sensin
Sevgiye Yolculuk
Düşünüyorum
Altın Fırsat
Günce ve Fotograflarla Adana Deprem Gerçeği
(Ortak Kitap)
Genç Şiir 93
Yazar-Çizer Dünyası (Ortak Kitap)
Yoksulluğun Erdemleri
Üstün İnsan
Çağın Efendisi Para
Kel Tekin’in Anıları
Chp’nin Ulu Çınarı Nebile Ataç’ın Anıları
Kırım TATAR Türkleri
Son Filozof Abdulkadir Kaçar
Yaşam Bana Ben Kendime Ödülüm
Vasiyet
Ölüm Kitabı
Youtube’nin Son Kahramanı Abdurrahman
Boztaş...
Sen Hangisisin?
Sanalizm,
Ceyhan daki Kırım Türkleri
....
-278-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder