KEL TEKİN İN ANILARI…
Yazan; Abdulkadir Kaçar…
Önsöz;
“KEL TEKİN” lakaplı, esas adı Tekin Yavuz’ un yaşanmış
gerçek anılarından oluşan bu kitabı okuduğunuzda karşınızda rengarenk bir
kişilik bulacaksınız…
Ceyhan’ nın Kurtkulağı beldesinde 1962 yılında yoksul bir
ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş… Ama içindeki azmi, çalışması, yaratıcı
çıkış yolları bulması, inanılmazları gerçekleştirmesine neden olmuş… Daha
ilkokulda büyük insan zekası yaratıcılığına sahiptir… Öğretmenleriyle inanılmaz
olaylar yaşar…
Köyünden kaçarak İstanbul’a gider; bir lokantada
bulaşıkçılıktan garsonluğa terfi eder… Günaydın Gazetesi’ nin muhabirlerinin
ünlülerin benzerlerini seçme kampanyasında şansı döner… O yıllarda şovlarıyla
dönemin NOKTA VİRGÜL ikilisinden(Enver Dalkıran’ nın) benzeri seçilir… Yüklü miktarda para ikramiyesi kazandıktan
sonra da benzer sanatçı olarak, kurduğu ekiple sahnelerde şovlar yapmaya
başlar… İstanbul, Ankara, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ nde inanılmaz gösteriler
yaparak büyük beğeni kazanır, çok alış alır, büyük bir hayran kitlesine ulaşır…
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ nde zor koşullarda oluşturduğu 50 bin dolarlık
marketini bırakıp Türkiye ye dönmek zorunda kalır… KKTC yetkililerinden
uğradığı haksızlığı giderilmesini beklemekte ve istemektedir…
Kafasını çalıştırıp girişimci ruhuyla uğraştığı işlerinden
inanılmaz biçimde zengin olur… Ne yaparsa yapsın çocukluğundan beri hissettiği
içindeki sanat aşkı sönmez, yaşadığı sürece de sönmeyecektir…
Yaşadığı dönemde, yoksula, düşküne, özürlüye, yolda kalmışa,
hastaya, çaresize, öğrenciye gönüllü olarak yardım etmektedir… Bi hesaba göre
bu güne kadar en az 100 kişinin elinden tuttuğu, onların yaşamlarını
güzelleştirip, hayata döndürdüğü bilinmektedir… Bu günkü yaşam görüşünü iki
özdeyişle şöyle anlatır;
1-insanlar kiminle muhatap olduklarını çok iyi bilsinler…
2-Mutluluğun yolu annenin-babanın ayaklarının dibinden
geçer…
Anadolu insanın yaratıcılığı, her şeyin bittiği yerde
yeniden yarıp çıkması, espri yeteneği, renkli kişiliğiyle Tekin Yavuz’ un “ KEL
TEKİN’ nin anılarını yazarken, dinlerken, düzenlerken büyük keyif aldım… Kitabı
okuyup bitirince bana hak vereceksiniz…
ABDULKADİR KAÇAR 2016 Adana, Türkiye…
…
NOKTA VİRGÜL’ÜN BENZERİYİM…
Türkiye de Nokta-Virgül ikilisinin rüzgarı esiyor… Bu ikili
şovlarıyla halkın gözbebeği olmuş, ortalık yıkılıyordu… Sinemalarda, TRT Televizyonları’ nda, gazetelerde hep bu
ikil vardı esprileri, parodileri,
gülmeceleri, özel yaşamlarıyla bu ikili flash isimlerdi…
Ben de o tarihlerde köyümden ayrılıp İstanbul a hayallerimi
gerçekleştirmeye gitmiştim; Kadıköy de Hacıali isimli lüks lokantada komilik
yapıyordum… İstanbul un tüm sosyetesi bu lokantadan yemek yiyordu… Bende onlara
espriler yapıyor, mini mini şovlarla gönüllerini hoş ediyordum…
Müşteriler beni öyle çok
sevmişti ki, onların MASKOT’ ları olmuştum…
Daha önceden de bu lokantaya sıksık gelip giden müşterimiz
olan gazeteci bir abi vardı… Bir gün yine geldi, servisini yaptım,masasını
temizledim,en hizmetimden memnun olmuştu… Ancak bu gazeteci abi her geldiğinde
beni uzaktan uzağa, inceden-inceye de süzüyor bana fark ettirmemeye çalışsa da
ben biliyordum… Son geldiğinde de yemekten sonra kahvesini içerken, arkasına
yaslandı :
-Tekin seni bir gün çok ünlü yapacağım… Madem Esprileri çok
seviyorsun, müşterilerin de maskotusun sen benim söylediklerimi yapacaksın
tamam mı?
Çok sevinmiştim, birden önemli bir teklifle karşı karşıya
olduğumu anladım…Gazeteci abiye ;
-Abi, ben o ünlülerin nasıl ünlü olduklarını biliyorum… Sen
beni ünlü yap ama yatak odana girmem…dedim…
Çevremdekilerde bu espirilerden çok etkilendiler,
sofradakilerin tamamı kahkahalarla gülüyorlardı…
Baktım olay ciddi,oracıkta fotograf makinesini çıkarttı 4-5
kare fotografımı çekti… İki gün sonra da elinde bir tomar gazeteyle geldi… Yine
o dönemin en ünlü gazetesi Günaydın ın birinci sayfasında fotografım vardı…
Altında şöyle yazıyordu ;
-EKRANDAKİ ÜNLÜLERİN BENZERLERİNİ ARIYORUZ.
Ben de BAY NOKTA nın benzeri ilan edilmiştim, çok
sevindim,gazeteci abiye teşekkür ettim…İki ay boyunca Günaydın Gazetesi benim
fotografımı yayınladı…Havalara girmiştim …Bay Nokta ya benzerliğim o günün
parasıyla bana 150 bin liralık da ödül
kazandırdı… Daha sonra kendisine benzediğim Nokta ile virgül İkilisinden Enver
Demirkıran beni Ankara ya davet etti… Başkent Gazinosunda İbrahim Tatlıses,
Fatma Girik’le program yapıyorlardı… Nokta ile Virgülü ilk kez orada seyretme
olanağım oldu… Bana bir miktar da para verip, teşekkür ettiler, oradan
ayrıldım…
Daha sonraki yıllarda kendimden daha uzun boylu bir arkadaş
bulup, NOKTA-VİRGÜL tiplemesinin
benzerleri ve “GECE KUŞLARI” olarak
aylarca Ankara Gazinolarında program yaptım… Şansım yaver gitseydi şimdi Levent
Kırca ya da diğer komedyenlerin yerinde olacaktım… Ama bugün market sahibiyim
buna da şükür… Yaşamımı böyle de seviyorum…
…
GAZİ
ORDUEVİ VE İLYAS SALMAN…
Ankara
da, “GECE KUŞLARI” ikilisi olarak
programımıza son verildiği gün moralim bozulmuştu… Bir süre sonra Orduevinde
YILMAZ ŞAHİN DANS GURUBU ile program yapmamı teklif etti, kabul ettim…
Aksesuarlarımızı
alıp, koşarak Ankara Gazi Orduevine vardık…
Karşımızda
devleti yöneten, koruyan koskocaman paşalarımız vardı… Onlara en iyiyi, en
kusursuzu sunmak gerekiyordu… Zangır zangır titreyerek yaptığımız programımız çok beğenilmiş ki, paşalar kulise
gelip tebrik etmişti…
-Bravo
Tekin…
-Harikasın…
Bu işi ne olur sonuna kadar götürün… Sizleri çok beğendik… dediler…
O
sırada baktık kuliste Türk Sinemasının
ünlü simalarından İlyas Salman da vardı… O da gelip bizi kutladı…
-Çocuklar
şahaneydiniz…dedi..
Orada
askerliğini yaptığını, tezkereye çok az zaman kaldığını,terhis olunca bir
futbolcunun yaşamını filme çekeceğini-başrolünü oynayacağını söyledi…
-Tekin
Bey çekeceğim “YA YA YA ŞA ŞA ŞA, isimli filmde futbolcunun çocukluğunu da sen
oynayacaksın çünkü bana çok benziyorsun kabul eder misin? Dedi.
-Abi,
sizinle çalışmak benim için en büyük onurdur..dedim..
Adresler
falan verdi, bizim adresimizi, telefon numaralarımızı aldı, kendisi de telefon
numaralarını verdi… Ankara’ daki programımız bitince İstanbul’a İlyas Salman‘ı
bulmaya gittim…. Şan Tiyatrosunu o dönemde Egemen Bostancı çalıştırıyordu…”ADEM
İLE HAVA” isimli oyun sahneleniyordu… Oyunu yakından takip etmek için kılıktan
kılığa giriyordum…
Bir
süre sonra param bitince Tiyatro da temizlikçilik,ayakkabı boyacılığı yapmaya
başladım…Böylece hem sanatçıları yakında görüyor, tanıyor, tanışıyor, kendimi
geliştirmeye çalışıyordum…Asıl İlyas Salman la buluşmak-görüşmek
istiyordum…Çünkü oyun kapalı gişe oynuyor, aylar sonrasına da biletler
veriliyordu…İlyas Salman’ la bir türlü görüşemiyordum…Acıların erkeği olmuştum,
rahmetli Adile Naşit’ in ayakkabını boyamıştım, bir gün ona durumu anlattım…;
-Abla
İlyas Bey Ankara’ dan bizi buraya çağırdı,ama şimdi görüşmüyor…Beni futbolcu
yaşamını anlatan filmde oynatacaktı…
Adile
Naşit başımı okşayarak;
-O
önce kendisine baksın… O film çekildi bitti, montajı bile yapıldı… dedi…
İçimde
bir ukde olarak kaldı… Eğer, İlyas Salman’ la o filmde oynama olanağım olsaydı
bu gün Yeşilçam da dev bir isim olabilirdim… Sağlık olsun…Sanat ve sanatçılarla
yakın,hatta iç içe olmam,ruhumda yanan sanat ateşinin büyüklüğünün ifadesidir…
…
“GECE
KUŞLARI”ANI OLDU…
“GECE
KUŞLARI” olarak diğer adıyla NOKTA-VİRGÜL
benzerleri olarak Yılmaz Şahin’in Dans Gurubuyla Ankara da Varyant
Gazinosu’yla anlaşma yaptık… Bizi
Maltepe de BABİL Otel’e yerleştirdiler… Gazino her gece bize 15 ‘er bin lira yevmiye verecekti…10 gün kesintisiz program
yaptık…Gazino tıklım tıklım doluyordu ve inanılmaz alkış alıyorduk…Nokta ile
Virgül ün kopyaları olduğumuz için
seyirciler bizi görür görmez gülmekten kırılıyordu… Tüm böyle üstün başarıyla
programımız sürerken, bir akşam zarflarımız geldi…İçinde de;
-İşinize son verildi, yazıyordu...
Gazinonun iş yapamadığı bahane
ediliyordu… Zarfları alınca moralimiz biraz bozulur gibi oldu… Başka bir
gazinoda yine dans gurubu olmadan da ikili olarak bu işi sürdürürüz diye karar
verdik arkadaşımızla…
Görüştüğümüz patron bize şöyle dedi;
-Arkadaşlar ününüzü duydum, sizi buraya transfer etmek
için teklif getirecektim, dedi…
Bizde çok mutlu olduk…3 Gün de orada
çalıştık oradan da işimize son verdiler… Ne olduğumuzu anlayamadan akşam otele
geldiğimizde resepsiyon görevlisi verdiğimiz selamı bile taksitle aldı… Oysa
daha bir gün önce valizlerimizi taşıtıyor, önümüzde taklalar atıyordu… Her
sabah aşağıdan telefonla arayıp,
-Günaydın Tekin Bey… Bu gece otelimizde
rahat ettirebildik mi sizi acaba? derdi…
Telefon geldi yine;
-Sizi aşağıdan çağırıyorlar, dediler…
Konuşmak için indik ;
-Bu günden itibaren
artık burada kalamazsınız, dediler…
-Neden? dedik…
-Bir tur şirketi oteli kapattı,
borcunuzu hemen ödeyip ayrılın……
-Ama bizde o kadar para yok ki…
-O zaman eşyalarınızı alıkoyar, depoya
kilitleriz…Ne zaman parayı getirseniz eşyalarınızı alırsınız…dediler…
Ne yapacağımızı şaşırdık, içimdeki o
büyük tiyatrocu,showman’ lık aşkını adım adım öldürüyorlardı… Çok üzülüyordum
,ama savaşmam gerekiyordu… Konuyu biraz
araştırdık ki; bizi büyütmemek için, birileri, hem ilk iş yerini, hem de
sonraki gazinoyu tehdit etmişler…Ve bizim ünlü olmamızı, büyük işler yapmamızı
istememişlerdi…Böylelikle “GECE KUŞLARI” öykümüzü burada bitirmişlerdi…Savaşımı
sürdürecektim…
…
KIBRIS IN EN ÜNLÜ SHOWMAN’NIYIM…
Ankara daki “NOKTA VİRGÜL” denememin
ardından işi Kıbrıs’a taşımaya karar verdim…
-Ver elini Kıbrıs dedim, oraya ulaştım…
İlk gittiğim ünlerde patates, portakal
bahçelerinde çalışıp, akşamları da garsonluk yaptım… Yüklüce bir para
biriktirip kendi işimi kurmayı amaçlıyordum… Kıbrıs ta bankalar dört sandalye
iki masadan oluşur…10 milyarı olan herkes banka açabilir…Ya da 10 milyar lira
değerinde mal gösteren banka kurabilir…Aralarında yatırılan paralara ödenecek
faiz konusunda korkunç bir rekabet
vardı…Birbirleriyle ölürcesine yarış ederlerdi…Bankaya koyduğum param asgari
ücret kadar faiz getirmeye başlamıştı…Bir yandan garsonluk, bir yandan
tarlalarda çalışma derken 24 saatim dolu dolu geçiyordu…Bu sırada kanım sıcak olduğu,kendimi hemen sevdirmeyi
başardığım için Kıbrıs ’lılarla çok samimi olmuştum ve onların günlük
yaşamlarındaki konuşmalarını, güldükleri konuları, yani komik yanlarını not
halinde toparlıyordum…Ortaya harika bir komedi tiyatrosu çıkmıştı…
Bir gün GÜNGUT Ajansının sahibi Bülent
Bey, KIBRIS GAZETESİ ’nin Magazin
sorumlusu rahmetli Serim Ocerbay oturuyoruz…
-Kıbrıs ta bir show olsa nasıl olur?
SHOWMAN ları hep dışarıdan getiriyoruz nereye kadar bu iş sürecek? Halkımız
kendi kültürünü geliştirebilir… Dışarıdan gelenlerle hep başka espriler,
yabancı gülmecelere gülüyoruz dedim…
-İyi olur, harika olur, ama kim yapar
ki bu işi? dediler...
Taşı gediğine koymamın zamanı gelmişti
:
-Mesela ben kabare show yapabilirim… Bu
konuda deneyimim de var… Ankara da uzun yıllar bu işi yaptım…
-Tekin sen harikasın… Haydi bu işe
hemen başlayalım..dediler…
Hemen işe koyulduk, aylarca patates
tarlalarında portakal bahçelerinde insanlardan derlediğim gülmece notları bir
senaryo haline dönüştürüverdim… Her şey hazırdı, bir dansöz 4 bayan manken, 2
erkek şarkıcı ayarlandı… Bu kişiler Kıbrıs ’lıydı kendi çaplarında
ünlüydüler…Lüks bir otelle de anlaştık…Ajans da otelin gazinosuydu… Basın
mensupları çağırıldı,1fotograflar çekildi… Kıbrıs Basını olduğu gibi bizden söz
ediyordu…
Programın ilk akşamı gazino tıklım
tıklımdı… Kıbrıslılar böyle bir show’a alışık değillerdi… Bu kadar deneyimi
olan birisi olarak ben bile bu kadar başarılı olacağımızı sanmıyordum… Ertesi
gün yine gazeteler benden ve yaptığım kabare tiyatrodan söz ediyorlardı… Kıbrıs
ta bir ay boyunca kapalı gişe oynadık…
Kıbrıs’ lı bazı gazetelerin attığı
başlıklar şöyleydi ;
-Yeni bir yıldız doğuyor…
-TEKİN YAVUZ BÜYÜLEDİ…
-Allah nazardan saklasın…
-Böyle kahkaha tufanı görülmedi…
Program bir ay devam etti, ajans inanılmaz paralar
kazandı, bu işin tutup, bu kadar başarılı olacağını bilmediğimiz için sözleşme
falan imzalamamıştık… Herkes hakkına itiraz etti, kişisel kaprisler başladı…
Sahneye çıkmamakla tehdit eden sanatçılar oldu… Programın lokomotifi bendim,
gelmeyen arkadaşların yerine de sahne alıyordum… Uzun süre sahnede kalmak,
showman’ı çok yoruyor… Hem ben hem de seyirci sıkılıyordu... Kendi kurduğum
gurup dağıldı…
Ama, ünüm Kıbrıs’ın RUM kesimine bile
yayılmıştı…
Aylarca, yıllarca dillerden
düşmedi… Hala görüştüğüm arkadaşlarımla sanat sohbeti ederiz… Telefonla onlar
beni ararlar, ben de onları ararım… O günleri anarken ;
-Yazık ettin Tekin neydi o günler?
Keşke sürdürseydi, derler…
İçimdeki sanat aşkının ateşi hiçbir
zaman sönmedi, sönmeyecekte… O sahneyi, halkımın yüce alkışlarını dünyanın tüm
paralarına değişmem… Şu anda oğlum Tekin büyüyor, onu Türkiye nin en büyük komedyeni
yapmaya karar verdim… Benim ulaşamadığım güzelliklere onun ulaşması için tüm
olanaklarımı sonuna kadar kullanacağım… Bu sanat aşkı insanlarda sonradan
oluşmuyor, doğuştan içinde bir ateş şeklinde yanıyor… Sanat aşkıyla doğanlar,
ama sanatçı olmayanlar içlerinde o kor alevle yaşamak zorunda kalıyorlar tıpkı
benim gibi…
Bu gün düşünüyorum da, daha farklı
koşullarda, örneğin İstanbul da yaşama gelseydim, parasal durumumuz iyi
olsaydı, şimdi Türkiye nin en büyük komedyeniydim, ama olaylar beni buralara
kadar getirdi… Kendimi seviyorum, yaşamla barışığım, tüm insanlara yardım etmek
için gece gündüz uğraşıyorum…
…
23 BİN DOLARIMI
BANKALAR ÖDEMEDİ…
Kıbrıs’ taki showman ’lık yaşamım kısa
süre noktalanmıştı, ama bankada param vardı… Rahat geçinip giderken birden
bankalardan paramı çekemeyeceğimin korkusu sardı… Bankalar ard arda kapanmaya
başlamıştı... Tanıdığı olanlar paralarını çekebiliyordu… Benim de Akdeniz
Garanti Bankasındaki hesabımda 23 bin dolarım vardı… Bankaya gittim, bir türlü
parayı vermiyorlardı; canım sıkılmış, meyhane meyhane dolaşıp kendimi alkole
vermeye başlamıştım…Yaşam anlamını yitirmişti, keşke Türkiye de olsaydım, her
şey polis kontrolünde, devlet kontrolünde olduğu için kimse bir hata yapamıyor,
yapanların da sonu cezaevi oluyordu… Parasızlık canıma tak edince yeniden
garsonluğa dönmek zorunda kaldım… Elimde çay tepsisiyle, servis yaparken show
yaptığım dönemden beni tanıyanlar, sürekli çalıştığım yere gelip, çocuklarına
beni gösteriyorlardı… Çocuklar da beni görünce onlara yaptığım espirilere
gülüyorlardı…
-Bak oğlum bu amcan var ya kendisi
komedi ustasıdır…
-Baba bu o amca değil mi?
-Hani gazinoda gösteri yapıyor, bizi
güldürüyordu ya işte o…
Elimde çay tepsisi, çalıştığım işyerini
tiyatro gibi kullanıyor, hayranlarımın sorularını yanıtlıyor, onlara küçük
küçük espiriler yapıp güldürüyordum… Çünkü bankadan alamadığım 23 bin dolarımın
stresini,can sıkıntısını bu şekilde gideriyordum…
Tam yaz mevsimi, Omorfo ’da daha önce
Güzel yurt ‘ta tanıştığım bir kişi,portakal bahçesini temizlememi rica etti…
Bir de ne göreyim, her taraf mis gibi zümrüt yeşili nane dolu… Diz boyuna
ulaşan bu naneleri de temizleyip atmamı rica etti bahçe sahibi… Bana kaç lira
istediğimi sordu;
-Yok abi… Ben para istemiyorum, bu
otları alayım yeter…
-Oldu anlaştık, dedi…
Adam sevinerek gitti, ben hemen işe
koyuldum…15 günde bütün naneleri haralarla doldurup bir depoya taşıdım… Bir ay
içindede kuruttum… Yanıma 9 işçi alıp çalıştırdım… Yüz binlerce torbacığı(100-
Ticaret
ve sanat dehamı hep sevdim… Ne zaman zora düştüysem hepsinden kurtulmayı
başardım…Ve,böylece de yaşamımın önüme çıkarttığı bütün engelleri bir bir aşıp
hedefime durmadan yürüdüm… Bundan sonra da
hiçbir engel beni yıldıramayacaktır…
…
BAŞBAKAN EROĞLU ARKADAŞIMDI…
Şimdiki KKTC Başbakanı Derviş
Eroğlu(anılarımın yaşandığı dönemde)arkadaşımdı… Kendisiyle Kıbrıs DOM Otel de
bir derneğin yardım gecesinde tanıştım… Tüm Kıbrıslı Sanatçılar program
yapacaktı, ben de yardım bileti satmak için oraya gittim… Sayın Başbakan beni
yanına davet etti, oturdum, tatlı dilim-güler yüzümle bütün biletleri sattım
kendisine… O da Kıbrıs şivesiyle dedi ki ;
-Kavili Allah için ne akıllı çocuk be?
Karısı da,
-Dili çok tatlı bir genç, dedi..
Sayın Başbakan Eroğlu,
-Bir işin olduğunda çekinmeden yanıma
gel Tekin seni gözüm tuttu, diye iltifat etti..
Aradan yıllar geçti Sayın Başbakan
Ankara ya kalp damarlarında bir sorun olduğu için… Ben de Kıbrıs tan sınır dışı
edilmiş, paramı alamamış, perişan olmuş birisi olarak, hemen kaldığı otele
gittim… Tek çarem, bana verdiği sözü hatırladığım başbakandı… Otelde karşıma
Mustafa Tokay isminde Başbakanlık Müsteşarıymış birisi çıktı… Durumu kendisine
anlatmamı istedi… Anlattım… Müsteşar şöyle dedi ;
-Seni Kıbrıs tan zaten tanıyorum…
Kafanı yorma, senin işlerini hallederim, mallarını sattırır paranı gönderirim…
Ama şuanda Sayın Başbakan İstirahattalar lütfen anlayış gösterelim…
Adam beni iki saatte yıkayıp, yağladı,
balladı geri gönderdi… Ama aradan yıllar geçti, bu kişi ne sözünü tuttu ne de
sorunumu çözdü… Başbakan Sayın Derviş Eroğluna ulaşabilseydim, Kıbrıs ta
bırakmak zorunda kaldığım, 50 bin doları yakın servetimi kurtaracaktım… Bu gün
bile bu servetimden vazgeçmiş değilim… Sesimi KKTC nin en üst makamlarına
duyurma isteğim hala devam etmektedir…
…
MERHAMETİMDEN MARAZ DOĞDU…
Kıbrıs ta market açmıştım, işlerim çok
iyi gidiyordu… Doğup büyüdüğüm köyde herkes bana imreniyordu… Çok sevdiğim
Bülent Gerez isimli bir arkadaşım vardı köyümde… Bülent hem okuyor, hem de yaz
aylarında babasıyla parla işlerinde çalışıp sap-saman topluyor, at arabasıyla
ilçeye götürüp satıyorlardı… Akşamları da kahvehanelerinde çalışıyordu… Evin
tek oğlu olduğu için tüm yük onun omuzlarındaydı… Kıbrıs a gitmek için bir gün
vedalaşıyoruz ;
-Tekin aklına geleni yapıyorsun ben de
senin yerinde olmak isterdim…
-Neden? dedim…
-Çok özgür yaşıyorsun, hem dünyayı
keşfediyorsun, hem de para kazanıyorsun helal olsun sana, dedi…
-Yaşın genç Bülent, önüne daha güzel
fırsatlar çıkar, dedim gülüştük…
Kıbrıs a doğru yola çıktım… Mersin’e
geldiğimde lüks lokantaya oturdum karnımı doyuruyordum… Pencereden gözüme
fakir, sefil, bakımsız önünde bir çuval kafası kasketli bir adam çarptı…
Yemeklere öyle bakıyordu ki,aç olduğunu anladım, içim yandı… O an çok üzüldüm,
lokmalarım boğazımdan geçmiyordu… Garsona seslendim;
-Şu adamı içeriye çağırır mısın?
-Hangi adamı abi?
-Şu yoksul fukara, zavallı, kasketli
olanı… Deminden beri lokantanın içindeki yemeklere bakıyor…
-Peki abi, dedi garson ama bir an
düşündü…
-Abi, burası lüks lokanta adamın kılık
kıyafeti uygun değil, derken, lokanta sahibi girdi devreye
-Oğlum abin ne diyorsa yapsana…
-Peki efendim, dedi garson…
Adamı içeriye çağırdı, adam girdi,
masama oturdu bir şeyler ısmarladım… O yemeye başladığında kendimi unuttum onu
izlemeye koyuldum… Öyle iştahla, öyle isteyerek yiyordu ki, hayatımda böyle bir
manzara görmemiştim… Konuşmak için yemeği bitirmesini bekledim…
-Bir daha ister misin? dedim…
-Tabi tabi, ..dedi…
Birkaç porsiyon daha yemek ısmarladım,
iyice doyunca arkasına yaslandı.
-Nerelisin hemşerim? dedim…
-Doğudan geldim… Aylardır iş bulamadım
bir aydan beri de burada, sokakta yatıp-kalkıyorum… Elimde olan tüm paralarım
da tükendi…. Memlekete de gidecek param yok… Gitsem borcum var mutlaka ödemem
için buradan çalışıp para kazanmam gerekir….
Adamın konuşması, eli-yüzü düzgündü,
bana da güven verdi… Üç saat önce beni yolcu eden Bülent geldi aklıma… Sordum ;
-Tarla işinde çalışır mısın?
-Ne iş olursa yaparım abey… Yeter ki
kimseye muhtaç olmayayım…
Ceyhan’ nın Kurtkulağı Köyümdeki Bülent
in babası Nuri Amcaya bir mektup yazdım… Adama yol parasını da verdim… Köyüme
gönderdim… Ben de Kıbrıs’a gittim…
Adam köyde işe başlamış, üç-dört ay
çalışmış, işler bitince de;
-Ben artık memleketime dönmek
istiyorum, çocuklarımı özledim, diye ayrılmış…
Nuri Amca da yüklü bir para vermiş,
bulgur, pekmez, salça, peynir gibi gıda maddelerini de kolilerce vermiş…Olayın
en ilginç yanı bir hafta sonra başlamış…Nuri Amca nın kahvehanesinden
televizyonu ,teybi, pikabı ç çalınmış…
Birkaç gün sonra diğer kahvehaneler
soyulmuş…
Birkaç gün sonra diğer evler soyulmuş…
Bir iki haftada köyün tamamı soyulup
soğana çevrilmiş…
Olacak ya Nuri Amca yeni aldığı
televizyondan haberleri dinlerken;
-Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü büyük
hırsızlık şebekesini yakaladı… Bol
miktarda elektrikli eşya çalan şebeke yakalandı… Eşyaları çalınanların Emniyet
Müdürlüğüne şikayet etmeleri rica olunur, der…
Nuri Amca bütün köylüleri toplayıp, TRT
Bandrol numaralarını alıp Diyarbakır a giderler… Polislere kendilerine teşekkür
eder, tüm eşyalarını teslim ederler Nuri Amca merakla sorar;
-Diyarbakır neresi, Ceyhan ın
Kurtkulağı neresi? Şu hırsızları bir görelim bakalım, der…
Nuri Amca yı nezarette götürür,
elebaşlarını gösterirler ki, Mersin de benim iyilik olsun diye ,önce yemek
ısmarladığım, sonra da yol parasını da verip NURİ Amca ya mektupla iş vermesi
için rica ettiğim kişi…
Nuri Amca’yla iki yıl sonra Kıbrıs’ tan
dönüşte görüştük… Öğrendiğimde şoke oldum… Nuri Amca’ dan binlerce kez özür
diledim… Bir atasözü vardır;
-Merhametten Maraz doğar, der…
Ben bu sözün ne kadar doğru olduğunu
yaşayarak anladım… İnsanların dış görünüşüne asla aldanmayacağım arkadaş…
İNTİHAR EDECEKTİM
(VEDA MEKTUBUM )
1996 Yılında Kıbrıs’tan sınır dışı
edilip binlerce dolara malolan marketimi bırakmak zorunda kaldım… Köye
döndüğümde sadece 10 milyonum, 2 yüzük ve bir de altın künyem vardı… Kıbrıs ta
noterden vekalet verdiğim kişi de bana ayda birkaç kuruş gönderiyordu… Oysa ben
oraya 36 bin dolar harcamıştım… İlk üç aydı sıfırı tükettim… Birinci sigarayı
bile bulamıyordum… Hediyelerini getirdiğim, ceplerine harçlıklarını koyduğum en
yakınlarım bile bana sırtlarını döndüler… Köyde marketi olan kardeşlerim,
yeğenime beni buralardan uza tutmasını bile tembih etmiş… Bunlar çok acı verici
şeyler; ancak şimdi onlara bu şekilde davrandıkları için teşekkür ediyorum…
Bana kötü davranarak yaşam üniversitesini bitirmemi sağladılar….
Bu sıkıntılarımla kendi kendimi yiyip
bitiriyordum… Derdimi anlattığım, geçmişte evlenmesine yardımcı olduğum bir
arkadaşım şöyle dedi;
-Tekin senin işin iki metre kendirle
çözümlenir, demez mi?
Dolaylı olarak bana intihar etmemi
söylüyor, buna teşvik ediyordu… Oysa ben kendisine verdiğim paraların bir
bölümünü bana geri verse yaşımım kurtulurdu… Bu yanıtı da alınca dünya başıma
yıkıldı…Arkadaşımın da sözlerine uyarak her şeyin bittiğini, dünyadan göçmekten
başka çaremin kalmadığını anladım… Kararımı verip, cebime not koyup
-Becerdiniz… KINA YAKIN… Ben ölmeye
karar verdim, ölümümden de kimse sorumlu değildir… Kimde hakkım varsa helal
ediyorum, diye cebime koydum…
Saat 24.00 de annemin uyumasını
bekledim, bir süre onu uyurken ağlaya ağlaya seyrettim… Kalkıp yavaşça
mezarlığın yolunu tuttum… Babamın başucundaki meşe ağacına kendimi asacaktım…
Mezarın kapısından bir adım içeriye attığımda inanılmaz bir şey oldu… İp elimde
yoktu… Aradım, aradım, aradım kaybetmiştim… Her taraf zifiri karanlıktı,
kendiri bulamıyordum…
İçimde hem korku, hem sevinç
vardı…Babamın mezarının başucuna oturdum, sabahın ilk ışıklarına kadar hüngür
hüngür ağladım… Kendime geldiğimde gün ışımış, kuşlar ötüşmeye başlamıştı…
Yaşamın yaşanmaya değer ve güzel bir ödül olduğunu anladım… Dünyaya sanki
yeniden gelmiştim…Akşamki Tekin den hiçbir eser kalmamıştı…Bir kuş gibi
hafiflemiş, uçmak istiyordum… Eve döndüğümde annem inekleri sağmış, çobana
teslim ediyordu… Bir yandan da ben kahvaltıyı hazırladım, annem atları arabayı
hazırlıyordu…
-Nereye gideceksin anne?
-Ot biçeceğim Tekin, dedi..
-Sen
arabayı hazırla ben giderim, dedim…
Yaşamımı değiştiren o anı hiç unutamam…
Arabayla tarlaya vardığımda yaşlı iki adam oturuyordu, selamlaştık…
-Ben bu tarlanın sahibiyim, bir hafta
önce sözleşmen bitti, dedim…
Tarlamızı kiralayan amca da,
-Ne yapacaksın bu tarlayı?dedi…
-2.ürün
olarak darı ekeceğim, dedim..
-Boş ver darının zehri var, sulanması
gerekir, sen bu topladığımız karpuzları bozma, burayı sürme, bekle 2.ci ürününü alırsan mısırdan daha çok ürün
verir, daha çok para kazanırsın…dedi…
Helalaştık, ayrılıp gittiler… Otu biçip
arabaya yükleyip doğru köye gittim… Yatağımı, döşeğimi toplayıp hemen tarlaya
yerleştim… Gece gündüz bekledim, suladım karpuzlarla konuştum okşadım…
-Hadi canım karpuzum biraz daha büyü…
Biraz daha geliş… Seni çok seviyorum… Sen benim umudumsun, yaşama döndüren
ilacımsın, kurtarıcımsın, yardım et, yüzümü kara çıkartma, diyordum…
Her gün oldukları yerde okşuyor, teker
teker çevirip yönlerini güneşe döndürüyordum… İnanmayacaksınız belki ama
tarlamın her tarafı birinci ağız karpuz oldu… Kamyon izleri de olmasa birinci
karpuz diye tüccara satabilirdim… Çukurova da o yıl çok az karpuz ekilmiş
inanılmaz biçimde para ediyordu… Tarlada ayağıma gelen tüccar Ceyhan’ daki
adresini verdi, gittim, ona inanılmaz bir parayla toptan sattım… Çok zengin
olmuştum…Tüccar topladıktan sonra kalanlarını da ben toplayın köyün içine
yığdım… Denize gidenlere, denizden gelenlere ucuz ucuz sattım… Düşünebiliyor
musunuz? Birden yaşamın sonuna gelen, intihar etmeye karar verip mektubunu
bırakan, babasının mezarının başındaki ağaca kendisini asmaya giderken kendiri
unuttuğu için ölemeyen Tekin artık zengindi,
kimseye muhtaç değildi…
Akrabalarımda artık benimle yeniden
ilgilenmeye başladılar… Artık karpuz beni ölümden kurtarıp, bugün sahibi
olduğum marketimin açışına kadar giden mucize bir sihir olmuştu... O zaman iyi
ki ölmemişim; şimdi bir marketim, kıymetli bir karım, sevdiğim oğlum
Tekinhan’ım var… Bundan daha büyük bir zenginlik olur mu?
…
KIBRIS’LI HOCA
Kıbrıs’taki marketimi bırakıp, sınır
dışı edildiğim günlerde moralim çok bozuktu… Kendimi boşlukta bulmuştum, aylar,
günler, geçiyor, ama hiçbir iş yapamıyordum… Sabah erkenden Ceyhan’a birahaneye
gidiyor, gece geç saatlerde evime arabayla dönüyordum… Rezillik boy boy
olmuştu, öyle bir duruma düşmüştüm ki;
-Canım, diyenler
-Canın çıksın, demeye başladılar…
Toplumdan uzaklaştım, tek dostum alkoldü… O da beynimi yeyip bitiriyordu,
kendimi yitirmek üzereydi ama sürekli kafamı da çalıştırıyor, bulunduğum
konumdan kurtulmak için projeler geliştiriyordum… Hatta öyle zamanlar oldu ki,
kendi kendimle konuşarak alay ediyordum…
-Oğlum Tekin yaşam üniversitesini
bitirdin şimdi mastır yapıyorsun…
Yine kendime soruyordum;
-Nerede yapıyorsun?
-Kurtkulağı Üniversitesinde yapıyorsun…
Kendi kendime yüksek sesle konuşup
gülüyor, alay ediyordum… Ceyhan da muzip bir arkadaşım benimle alay etmek, zor
duruma düşürmek için sağa sola haberler salmış…
-Bahtı kapalı kızların bahtını açan
Kıbrıs tan gelen harika bir hoca var, demiş…
Bu da kadınların dikkatini çekmiş…
Arkadaşım anlatmaya devam etmiş;
-Herkesin sorununu çözüyor, yaşlıları
gençleştiriyor, dertlilere deva veriyor, delikanlıları evlendiriyor, çocukları
trafik kazasından koruyor… Öyle bir şeyh ki, namını bilmeyen kalmadı Türkiye
de… Geçenlerde büyük televizyonlarda gücünü tüm ülkeye gösterdi… Halk kapısında
sırada bekliyor…
Kadınlara adresimi de vermesin mi? Bir
akşam Ceyhan dan Kurtkulağına geldim, arabadan indiğimde büfesi olan Hacı Veli
gülerek;
-Gel Tekin gel, diyor… Ama nasıl
kahkaha atıyor…
-Ne oldu Veli?dedim..
-Vay Kıbrıslı hocam var… Demek sen
haaaa… Şeyhsin ha?
Israrla bu sözleri tekrarlarken devam
etti ;
-Bir saat önce bir araba geldi,
Kıbrıslı HOCA Tekin ‘ Beyin evi nerede diye sordular… Gülmemek için kendimi zor
tuttum… Ama,işi bozuntuya da vermedim… Evinizi tarif ettim, şu anda evinizde
sizi bekliyorlar…
Şoke oldum, dilim tutuldu,
-Veli Dangalaklık yapma oğlum? Hocalık
kim, ben kimim?
Veli çok ciddi olarak evde beklendiğimi
söyledi… Eve vardım ne göreyim? İki kız annesi, oğlu,bir de damadı var… Beni
uzaktan görünce ayağa kalktılar… Oturmalarını söylüyorum, elime, koluma sarılıp
sarılıp öpmeye başladılar… Hepsi büyülenmişçesine bana bakıyorlardı… Kadın şoka
girmiş ,ben ayakta duramayacak kadar sarhoşum… Oturdum onlarda oturdular, kadın
hemen başladı anlatmaya;
-Amman hocam, canım hocam, derdi veren
Allah, iyi edecek olanda sensin… Senin ocağına düştük, kurtar bizi… Kızımın
çocuğu olmuyor… Küçük kızım da okulda başarısız derslerinden hep zayıf alıyor…
Oğlum çok sakar bisiklet sürerken düşüyor, kaza yapıyor… Ancak sen kurtarırsın
bizi bu dertten…
-Aman bacım,siz yanlış yere geldiniz
galiba?Benim hocalıkla falan ilişkim yok…
-Aman hocam canım hocam, bizi eli boş
gönderme… Gece yarısı gelip seni bulduk,ocağına düştük… Kıbrıs’ taki
başarılarınızı ve nefesinizin gücünü duyduk, televizyonlarda bile konuşarak bu
konudaki rakipsizliğinizi gösterdiniz,bize yardımcı olun…dedi…
Kadına dilim döndüğünce anlatmaya
çalışıyorum, ama kırık plak gibi aynı şeyleri söyleyip duruyordu..
-Bacım çocuğu olmayana tıbbi müdahale
gerekir… Ayrıca Allah ın takdiri ilahisidir…
Kadın sevinçten uçarak;
-Hay Allah senden razı olsun…
Biliyordum ilaç gibi geleceğini sözlerinin... Peki küçük kızımın derslerinden
başarısız olması, zayıf not almasının nedeni nedir?
-O da derslerine iyi çalışsın,
akşamları televizyon izlemese daha başarılı olur…
Kadın yine sevinçten hopladı…
-Tamam, senin ağzından çıkan her şeyy
doğru KIBRISLI HOCAM… Şu dertlerimin de dermanı senindir… Oğluma bir bakıver…
Bana trans halinde gözleriyle
büyülenmişcesine bakıyordu…
-Bacım oğlunun bisikletle kaza
yapmasının nedeni dikkatsizlik sonucu oluyor… Biraz daha yavaş kullanmansın,
hızlı sürerse ölümü kaçınılmaz olur…
Kadın yine havalara uçup,
-Hay ağzına sağlık hocam, dedi…
Kadın papağan gibi tekrarlayıp duruyor,
-Vay ağzına sağlık hocam, Sen
harikasın…
Kadına beni öyle anlatmışlar ki; benden
öyle etkilenmiş ve büyülenmiş ki; bende kendimle ilgili şüpheye düştüm…
Gerçekten de üstün yeteneklerim var mı?dedim…
Evimden ayrılırken telefon numaramı
aldılar, ev adreslerini verdiler, giderken sıraya dizilip elimi öpmek için
birbirleriyle yarış ettiler… Ama,elimi öptürmedim.. İçine düştüğüm duruma
gülmek istiyorum olmuyor, altıma işemişim bu sırada… Elime de 25 milyon lira
sıkıştırdılar… Ne kadar almak istemediysem de kadın elime zorla sıkıştırdı… Bir
gün eve telefon açmışlar annem çıkmış ;
-Bacım anam bunlara inanma… Akşam
kendimi zor tuttum,yok böyle bir şey…
Kadın ısrar edince,
-Sen annesisin,onu bilmezsin,şifa bulan
bizler biliriz oğlunun kerametlerini…Senin oğlun, aslandı ermiş, derler…
Annem nezaketen telefonu kapatmış… Bana
bağırıp çağırdı;
-Oğlum utanmıyor musun? Elin kadınını
oynatmaya?
-Yahu anne, vallahi-billahi benim bir
suçum yok… Kim göndermiş bilmiyorum…
Akşamüzeri kadın yine telefon açmış,
annem yine delenmiş…
-Kızım evde yok… Nerede içiyorsa
oradadır…Hocalığı falan da yok lütfen ona inanmayın…
-Hayır teyze, senin oğlun Kıbrıs ta
Allah ını bulmuş, iyi insanlardandır…
Akşam eve geldim, saat
-Kıbrıslı hocam ellerinden öperim,
rahatsız ettim… Senin gibi kutsal bir insanı evime davet ediyorum, yarın yemeğe
bekliyorum… Gel birde evimin içine bak belki muska vardır gözünle gör, şu
muskayı da çıkartıp yakalım… Mutlaka bekliyorum.…
Rahatsız oldum ama ertesi günde verdiği
adrese gittim… Bir de ne göreyim? Kadın tüm sülalesi, komşuları da gelmiş,
inanılmaz bir kalabalıkla karşılaşınca kendi kendime söylendim
-Tekin oğlum artık yandın, dedim…
İltifatlar, hürmetler, sevgiler,
saygılar, bana büyülenmişçesine bakan gözlerin arasında şaşırıp kaldım… Hatta
utandım bile kendimden…Bu arada ikramlar başladı, pastalar, börekler, çörekler,
çaylar, kahveler, yemekler, peşpeşe önüme dizildiler…Ne yapacağımı şaşırdım…
Evine davet eden kadını bir kenara çekerek;
-Ablacığım ben biraz rahatsızım, gitmem
gerekir…
Kadın yalvardı, elimi ayağımı öptü,
-N’olur evimdeki gizli muskayı ara, bul
istediğin kadar para vereceğim… dedi…
Baktım kadından kurtuluş yok, sahtekar
hocaların yaptığını yaptım ;
-Üç çocuğunun üç iç çamaşırını ver,
gerisine karışma…
Kadın düşünmeden, koşarak uçarak poşete
koyup getirdi…
-Amman hocam iyi okuyup-üfleyin, sonra da
gizli muskayı çıkartmanızı rica ediyorum, dedi…
Elime de üç tane5’er milyon lira
sıkıştırdı…
-Allah ım seni karşıma çıkarttığı için
kendimi çok şanslı sayıyorum… İyi ki seninle tanıştım, yaşamımın akışını
değiştirdin… Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum..
Övücü sözlerin arkası önü kesilmiyordu…
Oradan ayrıldım, iki gün sonra telefon açtım, okuduğumu söyleyip çamaşırlarını
iade edip, verdiği paraları da çantaya koyup oradan koşarak uzaklaştım…
Kıbrıslı Hoca konusunda kısa zamanda
yaşadığım bu olayı da ömrüm boyunca unutmayacağım… Ama, yakamı kısa zamanda
kurtarabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum… Ve bundan sonra da bu türlü
işlere bulaşmadığım gibi bulaştırmak isteyenlerden de uzakta duracağım… Bazen
bir küçük şaka büyük facialara neden olabilir…
….
KEL TEKİN
Köyümüzde ortaokul açıldığı yıllarda
ben 2.sınıftaydım… Çevredeki köylerden de öğrenciler köyümüzdeki okula
geliyordu… Çocuklu bu ya ,gelen öğrencilerin yolunu kesip tehdit ediyordum…
Çevre köylerimiz göçmen oldukları için, hepsinin evinin önünde meyve ağaçları
vardı… İşi öyle ileriye götürmüşüm ki;
-Bana yarın şu kadar portakal
getireceksin…
-İki kilo incir getirmeden seni okula
sokmam…
-Şu kadar kilo erik getirmesen okula
giremezsin…
-Bana şu kadar para vereceksin…
Ya da,
-Şu kadar para getirmesen bizim köye
giremezsin, diyordum…
Çocuklar da istediğim her şeyi getirip
veriyorlardı…
Bu köylerden gelen çocuklardan birisi
benden daha bela çıktı… Benim istediklerimi vermemekte direndi… Onu da bir
güzel dövdüm… Çocuk köyüne dönünce abilerine, annesine-babasına konuyu
anlatmış…
-Vay bizim oğlumuzu nasıl döverler?
Diye traktöre binmişler ellerinde sopalarla Kurtkulağına geldiler… Köyün içinde
yürüyorum, yanımda bir traktör durdu…
-Kel Tekin sen misin? dediler…
Baktım elleri sopalı 5-6 kişi her an
beni linç etmeye hazırlar…
-Ne yapacaksınız KEL TEKİN ’i dedim…
-Bizim çocuğumuzu dövmüş, biz de onu
dövmeye geldik, deyince benden jeton düştü…
-Kel Tekin biraz önce şu tarafa koşarak
gitti… Peşinden giderseniz belki yakalayabilirsiniz, dedim…
Onları ters yöne gönderirken, bende
kaçacaktım ki, tanıyan birisi çıktı,
-Yalan söylüyor Kel Tekin kendisi,
dediler…
Ben hem evimize doğru kaçıyorum, hem de
bağırıyorum;
-Ben onun ikiziyim… Ben Kel Tekin
değilim…
Evimize kendimi zor attım… Adamlar eve
gelemeden geri gittiler ama ellerinde sopalı bu kişileri görünce civar
köylerden gelen çocuklardan para, meyve gibi haraç almaktan vazgeçtim… Dayağın
cennetten çıkma olduğunu o zaman anladım…
….
KEL TEKİN
İlkokula 6 yaşında
başladığımda sağlığım oldukça bozuktu…
Koskocaman Kurtkulağı Köyünde “Saç kıran” hastalığı nereden çıkıp geldiyse beni bulmuştu… Kafamın her tarafı yara bere
içindeydi…
Okula da sıramı ayırdı öğretmenler; hiçbir öğrenci benimle
konuşmak istemiyor… Benden kaçıyorlar, dışlıyorlardı… Hatta her derste ağa
çocukları;
-Öğretmenim bu arkadaşımız kafası yara ya bize bulaşırsa?
-Öğretmenim Tekin bu sınıfta oturmasın…
-Saç kıranı bizim de saçlarımızı dökerse?
Öğretmenler de
-Bakacağız çocuklar çaresine...
-Çaresine bakarız merak etmeyin…
Annem babam da diğer kardeşlerime bulaşmaması için
ellerinden geleni yapıyorlardı… Dayım, teyzem, halam, onların çocukları, kendi
kardeşlerim de benden uzak duruyorlardı… Hem dünyada,hem de okulda yapayalnız
kalmıştım… Bu dışlanmışlık, aşağılayıcı davranışlar benim çocuk ruhumu
yaraladığı için hep kin ve nefretle büyüdüm… Neredeyse canavarlaştırdılar
çevremdeki insanlar… Çocuk yaşımdaki bu hastalık kişiliğimi yanlış gelişmesine
neden oluyordu… Oysa, çok azıcık da olsa sevgi gösterselerdi kişiliğim farklı
biçimde gelişecekti… O zaman lakabım oluştu
;
-KEL TEKİN…
Bazıları işi daha da ileriye götürüyorlardı;
TEKİN-Deli Şefre nin oğlu KEL TEKİN…
Beni çok iyi tanıyan öğretmenlerimiz ellerinden gelse, ağa
çocuklarının isteği üzerine derse bile sokmayacaklardı… Bunun için de
kendilerince bir yol bulmuşlardı…
-Haydi Tekin sen çevre köyleri dolaş, bize yumurta topla, şu
paraları al, diye okulun dışına sık sık gönderiyorlardı..
Yine çocukluk dönemimde okuldaki ZADE yani sahte ağa çocukları kendi aralarında guruplar
kurmuşlardı… Basketbol, Voleybol, Tenis, Futbol takımları vardı… Daha önce
topla tanışmayan bu insanlar birden takım oluşturunca kendilerini daha da çok
yükseklerde görmeye başladılar… Beni aralarına almıyorlardı…
Futbol oynanır Tekin siz,
Basketbol oynanır Tekin siz,
Tenis oynanır Tekin siz,
Voleybol oynanır Tekin siz..
Rehber dersi bile Tekin siz di…
Tekin civar köylerde öğretmenlere yumurta toplardı…
Burada bir konunun altını çizmek istiyorum;
Öğretmenlerim iyi, bana para verip yumurta toplamak için
diğer köylere göndermişler, o yaşlarda ticareti öğrenmemi sağladılar… Ucuza al
pahalıya sat… Neyse İtile kakıla ortaokulu bitirmeyi başardım… Sağ olsun
hocalarım, akranlarım; o zaman hiç arkadaşım yoktu olmadı, olamazdı… Tek
dostum, tek arkadaşım, beni saç kıran hastalığımla seven, bağrına basan annem
ve babam olmuştur…
Dünyada yalnızlık kadar kötü bir şey olamaz…
O günden beni adım;
-KEL TEKİNkaldı…
-KEL TEKİN AŞAĞI,
-KEL TEKİN YUKARI…dediler…
Ben ticari deham ilkokulda gelişti, bugün ulaştığım
zenginliği beni dışlayan, aralarına almadıkları için öğretmenlerimin çevre
köylerde yumurta toplamaya göndermelerine borçluyum…
İSTANBUL’A KAÇTIM…
Ortaokul bitince ben öğrencilerin, öğretmenlerimin bana
taktıkları lakap olan KEL TEKİN le kaldım, ama bunların hepsini bir kenara
bırakıp,14-15 yaşında geleceğimin yaşamımı kurtarmanın, hayatımı kurmanın peşine düştüm.. Sahte ağa çocukları
babalarından gelen hazır paralarla yeyip- içip mutlu biçimde yaşıyorlar, hiç
birisi benim kadar gelecek kaygısı duymuyordu…
Yumurtacılıktan öğrendiğim 1 liraya al 1,5 liraya sat
olayından ticaretin temel kurallarını öğrenmiştim… Yeni bir girişimde bulunmam
gerekiyordu, bunun için para gerekiyordu… O yıllarda kendime sermaye oluşturmak
için Çobanlık yapıyor, Salyangoz toplayıp satıyor, pamuk başağı yapıyordum…
Ancak buradan elde ettiğim paralar sadece masrafıma yetiyordu… Daha büyük
amacım vardı bir şeyler yapmalıydım, çok para kazanmalıydım çoook… Bunun da
ötesinde bana çocukluğumu yaşatmaya, sümüklü zade, ağa çocuklarından ve
akrabalarımdan bedeni bir şekilde hesap sormalıydım… Bunun yolu da para
kazanmaktan geçerdi ama nasıl kazanacaktım?
Bunları planını yaparken kasaba fırının yanında büyük bir
duvar vardı, yanında da kahvehane bulunuyordu… Ben her gece karanlıkta
kahvehanenin pencerenin altına oturuyor, içeriden atılacak sigara izmaritlerini bekliyordum ve
de sigaraya başlamıştım… Yine bir kahvenin penceresinin altında izmaritlerin
atılmasını beklerken, rahmetle andığım Habib Tufan Abi İstanbul’ dan izine
gelmiş, etrafında arkadaşları sarmış ballandıra ballandıra İstanbul’u
anlatıyordu... Terzihanesini, İstanbul da yaşamın tozpembe olduğunu
anlatıyordu… Biri sordu;
-Abi İstanbul’a gelsek seni nasıl buluruz?
Habib Abi tarif ediyordu, ben de pencerenin dibinden
dinliyorum… Beni ve dinlediğimi kimse fark etmiyordu…
-Topkapı da otobüsten in, şişli otobüsüne bin taksime
varmadan in, Feriköye çıkacağım dersin Feriköyü buldun mu? Eski Postaneyi sor
onu da buldun mu? Tam karşısındayım, 2.kata gel kime sorarsan gösterir…
Ben bu tarifi beynime öyle yerleştirdim,öyle ezberledim ki,
kimsenin silmesi mümkün değil… Birkaç gün sonra bir fırsatını bulup, rahmetli
babamın cebinden 100 lirasını çalarak gece yarısı arka pencereden atlayıp
Kurtkulağı köyünden uzaklaştım, ver elini İstanbul… Tabi önce Ceyhan, sonra
Adana derken tek başıma İstanbul’a ulaştım…
Bir süre otobüslerin durduğu, durak olduğunu öğrendiğim
yerde bekledim, insanlar üzerinde İTT yazan kırmızı otobüslere biniyorlardı,
kuyrukta bekledim, çoğu cebinden kimlik
gibi bir şey çıkartıp gösteriyor, para vermeden gidiyorlardı… Ben de kimliğimi
çıkartıp sıraya girdim… Kapının ağzına geldiğimde kimliğimi gösterip ortaya
doğru ilerlerken, kaptan benim köyden yeni gelen bir kişi olduğumu anlamış
olmalı ki ;
-Pason yolcu mu diye bağırdı…
-Evet… İşte abi, diye ısrar ettim, kimliğimi gösterdim, beni
otobüsten aşağıya indirdiler…
Param bitmek üzereydi, köylümü acilen bulmam gerekiyordu…
Saksıyı çalıştırdım ;
-Bu sıkıntıyı nasıl atlatırım?
-Nasıl kurtulurum?Kesin bir çözüm yolu bulmalısın Tekin,
dedim..
Aklıma Karakola gitmek geldi birden;
Karakolda ne diyecektim? Evden kaçtığımı anlarlarsa başıma
iş açardım… Adamlar Adana ya geri gönderirlerdi… Kafama koydum;
Karakola girip;
-Ben Feriköyde eski postanenin karşısında 2.katında terzinin yanında babamla
oturuyorduk, biraz gezeyim dedim kayboldum, diyecektim, aynen planımı
uyguladım…
Oradaki görevli polisler yutmadı; elimdeki eski çantayı
görünce
-Keçi bu çantayla mı kayboldun? dediler…
Başka bir polis memuru da;
-Kimlik bilgilerini alın,Okmeydanına doğru giren otobüslere
bindirin…Eski Postaneyi bulur, dedi..
Otobüse bu kez binmeyi başarmıştım… Ömrümde görmediğim
Feriköy deki eski postaneyi elimle koymuş gibi buldum polislerin sayesinde…
Rahmetli Habib Abiyi ikna etmek için altından
girdim-üstünden çıktım, sonunda bana iş bulmaya ikna ettim… Yol üzerinde kendi
dükkanına yakın bir lokantaya beni bulaşıkçı olarak verdi, günlük 50 lira
yatma, yeme içme oraya aitti… Tam bir yıl aralıksız çalıştım… Arada komilikte
yaptım o zamanın parasıyla tam 3 bin lira biriktirdim… Artık yavaş yavaş
hedefime ulaşıyordum…
HOR GÖRENLERDEN İNTİKAMIMI ALDIM…
Bir yıl çalışıp İstanbul da 3 bin lira biriktirince çok
sevdiğim, bir türlü doyamadığım köyüme geri döndüm… Amacım, beni sevmeyen, KEL
TEKİN diye alay eden küçümseyen sahte ağa çocuklarına günlerini göstermekti…
-Köyde ne yapabilirim? diye düşünmeye başladım…
Sonunda köhne bir toprak yapı olan tek odalı bir dükkan açıp
TEKEL BAYİ olmaya karar verdim… Babam ve ailem karşı olmasına karşı çalışmalara
başladım… Rahmetli babam öyle çok karşı çıktı ki ;
-Kapat burayı, rezil oldum, dedi..
Bazen de tehdit etti ama ben aldırmadım, inatla işlerimi
sürdürdüm… Bu işin geleceğinin olduğunu biliyordum… Çünkü Kurtkulağında benden
başka bu işi yapan insan yoktu… Çevremizdeki 30 köy hafta sonları Ceyhan’a
gidiyor, alış- verişlerini yapıyorlardı… Ben dükkanımı açınca bu kişiler bana
yöneldi… 6 ay gibi kısa sürede hatırı sayılır mal ve paraya ulaştım… Artık beni
kimse tutamazdı…
İşimi daha da genişletmeliydim, hemen köyün en büyük
kahvehanesini işletmeye talip oldum, hiçbir zorlukla karşılaşmadan ele
geçirdim, abime bir kasap dükkanı açtım, o zamana kadar zengin geçinen toprak
ağası çocuklarını da yavaş yavaş egemenliğime almaya başladım… Kısa sürede
ödeyemeyecekleri biçimde borçlandırdım… Onların yıllar önce bilinçsiz ve
bilinçli yaptıkları, beni aşağılamaları, KEL TEKİN Sözcüklerini kelimesi
kelimesine ağızlarına geri soktum… Ağayım diye geçinen babalarını da
egemenliğime aldım… Bu yükseliş, tam 2 yıl sürdü…
Öyle büyüdüm, geliştim, öyle söz sahibi oldum ki, beni
çekemeyenler ne yapacaklarını şaşırdılar… Ömrümde unutamayacağım bir darbeyle
saltanatımdan ettiler… Hani derler ya, dişimle, tırnağımla kazandığım, kuruş
kuruş biriktirdiğim minicik servetimi adliye koridorlarında, jandarma
karakollarında harcattırmayı başardılar… Bizim kasabada bir anlayış vardır, şu
ağalar, bu ağalar, yani ağalık birilerinin tekelindedir… O ağalardan başkaları
ağa olamazlar… Alın terinle kazan, sen kimin oğluysan O sun, ağılık bir
zamanlar onların tekelindeydi ama şimdi ekmeği bile bulamıyorlar… Yani hepsi de
bir varmış, bir yokmuş oldular..
YALNIZ TAVŞAN…
-Kel Tekin aşağı,
-Kel Tekin yukarı,
-Kaçın Kel Tekin in saç kıranı size de bulaşabilir…
Bu ve benzeri sözleri duya duya tamamen kendimi toplumun
dışına itilmiş, dünyada tek başına kalmış, yalnız hissediyordum…
-Neden doğdum? Beni neden dünyaya gönderdiler ki?
-Benimle neden kimse ilgilenmiyor?
Diye kendime sık sık soruyordum… Hatta bir gün yol
kenarına atılmış, ölü hayvan leşlerini gördüğümde içimden şöyle geçti;
-Ölürsem,beni de böyle yolun kenarına atarlar, diye
korkuyordum da…Bir gün bunları düşünürken köyümüzün aşağısına doğru bir yol da
ikindi vakti yavaş yavaş yürüyordum…
Sonra sağı solu mezarlık olan bölgeye geldim, kendimi yine kedi köpek leşleri
gibi sokağa atacaklarını düşünüyordum…
Bunları düşünürken karşımdan
köylümüz olan Emin Emmi at arabasına yeşil ot biçmiş köye doğru gelirken
karşılaştık…
-Len kel Tekin ne haber? diye seslendi…
-Ekin de tavşan yavrusu buldum bak bak, diyor…
Yarı alaycı ben de biraz gülümsedim, yanımdan geçti gitti…
Ama içim gidiyor, çocukluk işte,
-Bir tavşanım benim de olsa,
sevsem, dolaşsam, onunla yalnızlığımı paylaşabilsem, nasıl olsa insanlar beni
dışlıyor, bari tavşandan arkadaşım olur…
Emin Emmi nin geldiği yöne doğru ilerlemeye başladım,
içimden öyle bir arzu duyuyorum ki ;
-Yüce rabim, yüce mevlam bir tavşanım olsun, ne olur?diye
içimden dua ediyorum…
Allahım benim yalnız olmadığımı, sen istedikten sonra onun
verdiğini, orada tanık oldum… Emin Emmi nin ot biçtiği yere yürüdüm, suç Kelen
deriz o bölgede çok olur sağını solunu aramaya başladım… Üçüncü Kelen in
altında bir tavşan aman allahım;
-Bu beniiiim, diye bağırdım…
O gün anladım ki,yalnız değilim, beni o güne kadar
aşağılayanlardan dalga geçenlerden hiç farkım yokmuş… Eğer farkım olsaydı,
benim tavşanım olur muydu hiç? O gün anladım ki, yanımda yeri göğü yaratan
allahım varmış…
HOCADAN
İNTİKAMIMI ALDIM…
Köyümüzde ortaokul açıldığı günlerde hepimiz heyecanla
derslere giriyor, okula gitmek için can atıyorduk… O yıllarda okula giden 16
kişiydik… İlk haftalar çok güzel geçti… Ama yıl sonuna doğru hocalar bizden
gına gelmişti… Haylazlık, tembellik, notların zayıf olması gibi ne ararsan
vardı… Başka ifadeyle tam HABABAM sınıfıydık… O dönemler okul müdürümüz Sayın
Yücel Uludağ, yardımcısı da Orhan Aslan’ dı…
Dayak yemediğim gün yoktu… Hocaların beni dövmekten elleri ağrırdı ama
ben yine de bildiğimden geri kalmazdım… Aklıma koydum hocalardan intikam
alacaktım…
O günlerde köyümüzün mezarlığının bir
kısmı nakil oluyor, daha ileriye
taşınıyordu… Yerine de ilkokul yapılacaktı ve bende civar köylere gidip
hocalarıma yumurta topluyordum… Lojmanların anahtarları da bendeydi…
Nakledilen mezarlardaki kimsesizlerin
kemikleri bir yere toplanmıştı… Bende biriktirilen kafataslarından üç tanesini
çuvalın içine koyup, kalabalığın dikkatini çekmeden ayrıldım… Doğru
öğretmenlerin lojmanına gittim, kapılarını açtım, Yücel Hoca nın yatağına iki,
Orhan Aslan’ın yatağına da bir kafatası koyup, üstüne yorganı çektim… Oradan
kaçarcasına uzaklaştım… Saat 23.00 de evlerine dönen hocaların lojmandan bir
silah sesi geldi…
Kuru kafalardan korkmuşlar, silahla
ateş etmişler… Sonunda benim koyduğumu anlamışlar, Orhan Hoca çıldırmış…15 gün
psikolojik tedavi görmüştü… Beni sürekli döven, dövmedikleri gün elleri kaşınan
hocalardan intikamımı çocukça bir duyguyla almıştım… Ama, hepsini de şu anda
çok seviyorum, zaman zaman görüştüğümüz de bu anıları anlatıp gülüşüyoruz…
…
ASKERLİĞİM…
1962 - 3. Tertip olarak İzmir
Narlıdere de askerliğimi yapıyordum…
Yemin bile etmemişiz, akşama kadar eğitim, eğitim, eğitim anamız
ağlamış… Böyle yorucu günlerin birisinde çavuşlar bizi topladı;
-Kim sinemaya gitmek ister? dediler…
Ama nasıl yorgunum, bir an önce
yatakhaneye gidip yazmayı düşünüyorum… Ama sinema deyince her şeyi unuttum,
hemen gitmek için elimi kaldırdım…
Çavuşlar,
-Sinemacılar ayrılsın, dedi ayrıldık,
çavuş sert bir ses tonuyla emir verdi;
-İstikamet sinema marş marşşşş…
Sinema yönüne doğru koşarak giderken,
baktık ki, iki kamyon dolusu sebze gelmiş…50’ye yakın arkadaşımızla sabaha
kadar onları ayıklayıp, yıkayıp, doğradık… Askerliğimin üstünden uzun yıllar
geçmesine karşın, bu gün sinemaya her gittiğimde bu anı aklıma gelir asla
unutamam…
…
ENSEME YEDİĞİM TOKATI
UNUTAMAM…
Hafta sonu yaz ayları, Adana
da Atatürk Caddesinden yürüyerek Sular Semtine doğru gidiyordum… Büyükşehir
Belediyesinin önüden o tarafa doğru yavaş yavaş, türkü ve şarkı mırıldana
mırıldana gidiyordum…
Hava öyle sıcak, öyle sıcak
ki; attığım adımlar sanki beni geriye doğru götürüyordu… Burnumu sıksalar canım
çıkacaktı… Arı Sinemasını da geçtim;
arkamdan enseme öyle bir tokat indi ki, neredeyse nefesim bir an durdu?
Öldüm sandım…
-Sen neredesin ulan
Allahsız? Demez mi?
Öyle canım yandı,
düşüncelerim allak-bullak oldu, öyle etilendim, öyle kinlendim ki, adamı
öldürmek istiyorum, yakaladım bırakmıyorum, kapışmaya başladık… Adan birisini
tanısa bile öyle tokat vurabilir mi? 5/6 dakika alt üst kapıştık ama onu asla
bırakmıyorum… 2 Trafik polisi müdahale etti…Bizi en yakın karakola teslim ettiler…Vuran adam özür üstüne özür diliyor.
-Ben seni askerlik arkadaşıma benzettim… Özür
dilerim…
-Yahu gardaş kusura bakma…
-Affet,elini ayağını öpeyim,
diyor…
Benim affetmem olanaksız,
adam beni hem korkuttu, hem şoke etti, hem acıttı, belki de çocuğumun olmasını
engelleyecek hale getirdi….
Karakolun amiri geldi;
-Nedir davanız? dedi…
Bende tiyatrocu ve showman
olduğumu, beden dilimle de amire anlatmaya çalıştım… Ben şov yaptıkça amirler,
memurlar gülmekten kırıp yerlerde yuvarlanıyorlar… Sanki ben bana tokat atanı
şikayet etmiyorum da Ankara daki Gazino sahnesinde şov yapıyorum…
Sonunda bizi barıştırdı
amir, öpüştük, özür dilettirdi, adam zaten binlerce kez özür dilemişti, ama ben
kabul etmiyordum…Oradan uzaklaştım şimdi sokakta yürürken, birisinin arkamdan
benzetmesinden rahatsız oluyorum… Ama artık o dönemler artık geçti… Bu gün
işyeri sahibi olan varlıklı bir insan oldum…
…
SAHTEKAR ADAMIN KAZA
NUMARASI…
Mayıs Ayının son
haftalarında arkadaşlarımla Adana eski otogarındaki Kaferden birisinde
oturuyoruz… Arabalar öyle yoğun geçiyor, öyle insan var ki korkunç bir
kalabalık… Ben de yola doğru olan bir masaya oturdum, birden yaşlı bir adam
arabaların arasına girdi bir iki adım ilerlemeden yere uzanıverdi, başladı
feryat etmeye;
-Yandım anaaaaam…
-Öldüm anaaaam…
Hepimiz koşup adama yardım
etmek istedik, araba vurmuş gibi adam bağırmaya devam ediyordu… Araba çok lüks,
şoförü de toy birine benziyordu… Şoför ısrarla;
-Amca vallahi ben çarpmadım,
billahi ben çarpmadım, sen gelip arabanın önüne yattın… Arabam duruyor burada…
Yerde yatan adam kulağıma
dedi ki;
-Para iste para iste, hallederiz
dersin…
Robot gibi yüzü, bembeyaz
olan adamın bu isteğini son vasiyetiymişçesine şoföre ilettim… 1985 yılında
adam cebinden iki bin lira çıkartıp, elime uzattı, çekti gitti… Parayı adama
verdim aman allahım bir de ne göreyim, adamın hiçbir şeyi yokmuş kalktı,
sağlıklı biçimde yürüdü gitti… Adamın işi oymuş, beni kötü emellerine alet
etti… Hemen bizim Türk filmleri geldi aklıma… Demek ki, filmleri yapanlar bizi
çok iyi tanıyor… Bir daha bu konulardan uzak durmaya karar verdim…
….
ANTİKA BACI BENDEN
ANTİKA…
Antika isminde bir komşumuz vardı… O kadar saf, temiz,
dürüst, o kadar harika bir insandı… Yaptığı sakarlıklar, bir hayli de yaygındı…
Mahallede hep onun sakarlıkları anlatılır gülünürdü… O günlerde eşim de hamile,
yoğun işlerine Antika Bacı yardımcı oluyordu… Bende karınca kararınca yardımcı
oluyordum… Marketimde otururken yanıma geldi,elinde bir kağıt parçası vardı…
-Tekin kardeş 20 yıldır görüşmediğim Almanya daki abim
telefonla aradı, göz doktoruyla görüşmüş, bana ölçüsünü gönderirsen gözlük
göndereceğim dedi… Ben ölçümü aldırdım, gözümün şu pusulayı Almanya ya faksla
göndermen mümkün mü? Dedi…
Bende hemen faksladım… Almanya’ daki doktora ulaşmış pusula,
asistanını çağırmış;
-Bu ne ölçüsüne benziyor? demiş…
Asistan evirip-çevirmiş.
-Maymun ya da panda olabilir, demiş…
Antika Bacının kardeşi delenmiş, buraya telefon açtı ;
-Kızım benimle dalga mı geçiyorsun? Kim bu doktor, ölçünü
nasıl aldı? Dedi…
Antika Bacı da şöyle dedi;
-Doktora gittim bulamadım, ben de mahalle terzisine gidip
gözümün ölçüsünü aldırdım…
Antika Bacı dünyanın
en saf kişisidir, davranışları da benim gibi antikadır… Antika Bacıyı çok
sever,yardım ederiz hala…
…
TÜRK POLİSİNİN İNSANLIĞI…
1997 yılının sonlarına yakın bir Cumartesi günü… Köyümden 80
kiloya yakın peynir topladım, sayısal loto da oynatıp Adana ya getirip
satıyordum… Lotoları da bayiye yatırıp rızkımı çıkartıyordum… Kurtkulağına
dönüşte de çay, halı, şampuan, el pompası gibi aldığım siparişleri de götürüp
karla satıyordum…
Bir gün yine MISIR ÇARŞISI ndan sipariş eşyaları aldım,
sırtımda 40, ellerimde 20’şer kilo yük var… Hava da öyle sıcak öyle sıcak ki,
dolmuş parası vermemek için yeni yapılan Merkez Caminin oraya kadar yayan
gitmem gerekiyordu… Arzu Sinemasının yanına geldiğimde korkunç bir kalabalık
vardı, iğne atsan yere düşmezdi… Sıcak da kafama öyle vurmuş ki burnumu
sıksalar canım çıkacaktı… O kalabalığın içinde bir polis önümde durdu;
-Hemen duvara yaslan, diye bağırdı…
Kimliğimi de sordu ama yüklendiğim o eşyalarımı indirip
kimliğimi çıkartmak, göstermek, geri yüklenmek cehennem azabıydı… Yüklerimi
indirip kimliğimi memura verdim… Saçlarımdan akan ter gözlerimden yaş olarak
süzülüyordu sanki… Memur da birden duygulanıp sordu;
-Neden ağlıyorsun kardeşim? dedi…
-Ben ağlamıyorum memur bey, rızkımı çıkartmak için bu kadar
yük aldım, hava sıcak,terlerim gözlerimden yaş olup akıyor sanki… Kimseye
muhtaç olmamak için bunlara katlanıyorum, bunları yüklenmek bir olay, indirmek
başka bir olay…
-Neden dolmuşa binmiyorsun? dedi.
-Zamanı gelince binerim, kendime ceza verdim, deyince memur
dayanamadı, az ileride polis arabası duruyordu, gitti yetkiliyle konuşup geri
döndü…
-Ne tarafa gidiyorsun?
-Yüreğir Otogarına gidiyorum efendim…
-Biz de o tarafa gidiyoruz, gel eşyalarını yükle arabamızla
seni götürelim, dedi…
Beni garaja götürünceye dek teselli etti… Bende böylece Türk
polisinin insanlığına bir kez daha tanık oldum… Onlara teşekkür ettim…
…
DOLMUŞTAKİ YANKESİCİ…
Kiremithane dolmuşları o tarihlerde Cemal Gürsel Caddesi’nden
kalkıyorlardı… Bende herkes gibi durağa gelip sıraya girdim, dolmuşa bineceğim
beklemeye başladım… Ama nasıl giyinmişim; saç sakal traşı olmuşum, en pahalı elbiselerimi giymişim,kunduralarım
sıfır, elimde bir James Bond çanta vardı… Öyle zengin, öyle alımlı
gösteriyordum ki, dolmuşa benden biraz yaşlı olan bir adamla birlikte bindik…
Elindeki geniş paketini kucağıma doğru da uzatıp, başladı uyumaya, horul horul
uyuyor adam… Başını bir ara başıma dayadı…
-La havle, çektim… İçimden de adam yaşlıdır, saygı göstermek
gerekir diye düşündüm…
Biraz gidince adam elini cebime soktu… Başladı karıştırmaya…
Öyle karıştırıyor ki, eli hayalarıma dokunuyordu…
Yine,
-Ya sabır çektim…
Bir yandan da adamın sapık olduğunu düşünüyordum… Ama
gıdıklanıyordum da bir yandan… Bir türlü adamın ne yapmaya çalıştığını da
anlamıyordum… En sonunda cebimde para bulamayınca, bu kez de;
-Şu tarafında oturayım, diye o yanıma geçti…
Bu kez de bu taraftaki cebime soktu elini, yine para
bulamadı…
Muavin ama nasıl bağırıyor;
-Parasını ödemeyen kalmasın? Parasını vermeyen iki kişi
kaldı, lütfen beyler pamuk eller cebe, diye bana bakıyor… Ben o adamın
hareketlerini kontrol edip, gülmemek için kendimi zor tutuyordum… Adam iki
cebimi de kontrol etti, giyimime baktı, cebimde para bulamayınca büyük hayal
kırıklığına uğradı, hatta bana acımış olacak ki, kendi cebinden parasını
çıkartıp;
-Buradan iki kişi al… Birisi benim için,birisi de bu arkadaş
için, diye bana acıyarak baktı…
Ben yankesiciden kolay kurtulmuştum… Ama,her zaman uyanık
olmak gerekiyor…
….
SAĞLAM DİŞİMİ ÇEKEN DİŞÇİYİ HAKLADIM..
Bir pazarlama firmasında hissedar olarak primle
çalışıyordum… Bir gece yarısı korkunç diş ağrısıyla uyandım… Sabahı zor ettim,
diş çektirmekle ölmek benim için eşit olduğundan bir türlü dişçiye gitmeye
cesaret edemedim…
Kendi kendime dedim ki;
-Oğlum Tekin, çok kalabalık bir kahvehanen kapısını tekmeyle
aç… İçeride oturan herkese ana-avrat küfür et… Birisi çıkıp iki yumruk vurursa
diş ağrın geçer…
Ama öbür yandan da bunu kendime yediremiyorum… İşyerine
geldim, arkadaşlar bu halimi görünce çok üzüldü… Birisi dedi ki;
-Benim annem şu dişçinin yanında çalışıyor, hemen oraya
gidelim…
Hoşuma gitti, doğru diş doktorunun muayenehanesine gittik…
Doktor beni koltuğa oturttu, elinde sünnet aletleri gibi aletlerle ağzımı
kontrol etti… Ve bir dişime vurdu;
-Ağrıyor mu? dedi…
-Evet ağrıyor doktor bey…
-İşte senin düşmanın bu… Hemen çekip,seni bu azaptan
kurtaracağım, dedi…
İğne falan da yaptı, çenemin bir tarafı uyuştu, çekimi
yaptı… Biraz rahatlık hissettim… Eve gitip 2 saat uyudum, yeniden aynı dişin
ağrısıyla uyanmaz mıyım? Akrabam beni bir diş teknisyenine götürdü… Adam
muayene etti ;
-Kardeşim senin çürük ve ağrıyan dişin yerinde duruyor…
Dişçin sağlam olanı çekmiş…
-Peki sen çürük olanını çek hemen, dedim…
Teknisyen ağrıyan dişimi çekti… Rahatladım ve doğru ilk diş
doktorunun muayenehanesine gittim…
-Doktor Bey, benim sağlam dişimi çekmişsiniz, ağrıyanı
yerinde duruyor… Bunu yapmaya ne hakkınız var? Benim sağlam dişimin yerine ne
koyacağım şimdi?
Diş doktoru pişkin pişkin sırıtarak,
-Tamam onu da çekeriz, ücret almam… deyince…
-Sen nasıl doktorsun? Diye adamla kapıştık… Muayenehanesinde
bir güzel dövdüm… Onun yüzünden iki ay cezaevinde yattım… Buradan dişçilere
rica ediyorum, lütfen hastanızı iyi kontrol edin, sağlam dişini çekmeyin…
…
SAHTE POLİS OLDUM…
1996 Yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinden Türkiye ye
gelmiştim, mevsim yazdı, köyümde birkaç hafta dinleniyordum… O sıralar yeni
market açan arkadaşım;
-Tekin market konusunda deneyimlisin, malları
fiyatlandırmama yardım eder misin? dedi..
Çalışmaya başladık, dışarıdan korkunç bir nara yükseliyor,
kadın ve çocuk çığlıkları bir birine karışıyordu… Hemen fırladım baktım ki,
adamın biri bir eline döner bıçağı,
diğerine satır almış sokağın ortasında bas bas bağırıyordu…
-Benim karımı vermeyeniiiiii keserim!!! Kebap yapar doğrarım
ulaaaan….
-Çocuklarımı kimse alıkoyamaaaaaz!!!
Çevredeki
insanlar durdurmaya çalışıyorlar ama adama kimsenin gücü yetmiyordu… Bana
dediler ki ;
-Tekin
akıllı adamsın sen… Lütfen bu işe bir çare bul… Durdurursan ancak sen
durdurursun bu adam cinayet işleyecek,
yardım et…
Adam
alkol, esrar içmiş, ayakta zor duruyor, yarı hayvanlaşmış önüne kim çıkarsa
parçalayacak gibi bağırıyor… Üstelik bir de uzun boylu… Bir onun boyuna
baktım,bir benim, iki katım kadar dev bir adam… Ama, köyümün huzuru, can
güvenliği için adamı durdurmaya karar verdim… Daha önce bir pazarlama
şirketinden aldığım kimlik kartımı çıkartıp, adamın üstüne doğru koşmaya başladım;
-Poliiiis…!!!
Kımıldama!!!
-Seni
Kanun namına tutukluyorum…
Adam
beni gerçekten polis zannetti… Tiyatrocu olduğum için, bir polisin yapması
gereken her türlü hareketi biliyordum… Benim iki katımda dev gibi olmasına
karşın, adam elindeki döner bıçağıyla, satırı kaldırıp attı;
-Tamam
memur bey, teslim oluyorum… Özür dilerim..dedi…
Köyümü
sahte polis olarak büyük bir beladan kurtarmanın bu gün bile keyfini yaşıyorum…
Bu gün de olsa aynı şeyi yaparım… Boyum küçük ama mangal kadar yüreğim var…
Bana kimse numara yapamaz, yutturamaz,yutmam da…
…
SAHTE AĞALAR CEZASINI BULDU…
Çocukluğum yoksullukla geçti… Biz 8
kardeştik, onun bunun tarlasında, bahçesinde çalışır, geçimimizi sağlardık…
Köyümüzde birkaç toprak ağası vardı… Yalanla dolanla, rüşvetle hazine mallarını
üstlerine geçirmiş, binlerce dönüm tarlaların sahibi olmuşlardı… Adamlar öyle
zenginlerdi, öyle yüksekten bakarlardı ki yoksulları bakışlarıyla bile sinek
gibi ezip geçiyorlardı… Çocuklarına da aynı duyguyu vermişlerdi, onlar da tıpkı
babaları anneleri gibi yüksekten bakarlar,t üm köylüleri küçümserlerdi…
Bu
toprak ağaları çocuklarına bayramlarda, düğünlerde, önemli günlerde
kırmızı çizmeler, ütülü pantolonlar, kocaman kocaman pardösüler giydirirler, köylülere hava attırırlardı… Biz
lastikli donla yatıp-kalkıyor, tarlaya gidip çalışıyorduk… Kıymetli anacığım
kör gaz lambasının ışığında yırtılmış yerlerini yamıyordu… Zengin çocukları
ayda bir kez,biz üç yılda bir kez kıyafetlerimizi değiştirebiliyorduk…
Ama o yaşımda bile bu sahte saltanatın
sonunun geleceğini, çocuklarının geleceklerinin hüsran olacağını düşünüyordum…
Yanlış anlaşılmasın, kimseyi kıskanmadım, kimseye düşmanlık etmedim, sadece
çocuk olarak imrenerek gıpta ile baktım… Çünkü tüyü bitmemiş yetimlerin
haklarını yiyenlerin bir gün bunu hesabını vereceklerine inanıyordum…
Yıllar birbirini kovaladı… Sahte ağalar
ve onların çocuklarına öyle acılar verdi Allah şaşırıp kaldım… Şimdi 3 bin
dönüm arazisi olan, kırmızı çizmesi, ütülü pantolonlu, uzun pardösülü çocuklar
tavşan yavrusu gibi insanlardan kaçıp saklanıyorlar… Bir paket sigaraya muhtaç
durumdalar… Ben bunlara sevinmiyorum ama haksız yere insanların hakkını gasp
edip, tecavüz edip, haksız kazanç sağlayanların bir gün bunun faturasını
ödeyeceğine inanıyordum… Bunları düşünürken bir radyodan;
-Aslı gurbet viran etti köyümü… Ben
ağayım, beyim paşayım diyenler, diye bir türkü istedim…
Köydeki ağa çocuklarından birisine de
telefon açtım…
-Şu radyoyu aç dinle bakalım mesajımı
alabilecek misin? dedim…
Arkadaş açmış, dinlemiş
-Tekin Haklısın, dedi…
Durumları iyiyken ben projelerimi
anlatıp, gelecekte yapacağım çalışmaların hayallerini kurarken, beni dinlemez,
yüksekten bakar, ciddiye almazmış… Tepe taklak gidince ;
-Keşke Tekin, keşke babam beni
yoksulları aşağılayan, onlara değer vermeyen bir anlayışla yetiştirmeseydi,
demiş…
O zavallı arkadaş, kendini beğenmiş
insanları görmenin cezasını ömür boyu çekecektir, şu anda da çekiyor…
…
KÖYÜMÜN DEĞERİNİ TURİSTLERDEN ÖĞRENDİM…
İstanbul da uzun süre çalışıp yüklü
paralar kazanınca köyüme dönmeye karar vermiştim… Topkapı ’dan Adana Otobüsüne
binmeden önce yolda gereksinim duyacağım; meyve, börek, tatlı gibi gıdalardan
bol bol almıştım… O zaman da yoldaki konaklama tesisleri çok pahalıydı…
Otobüsümüz Harem Garajı’na geldi… Her
hallerinden turist olduklarını anladığım bir karı koca çift de otobüse bindi…
İçeri girdiklerinde insanlara selamlar sunup gülücükler dağıttılar… Buna karşın
bazı yobazlar;
-Domuz gibi kokuyorlar…
-Bunlarla mı seyahat edeceğiz? Gibi
sözler söyleyip, homurdanmaya başladılar…
Turistlere sahip çıkma duygusu uyandı
bende… Çünkü insanlar ağa çocuklarının yoksulları horladıkları gibi onları
horlayınca içim sızlamıştı… Sanırım onlar da dışlandıklarını anlamışlar,ama
ilgi beklemeye devam ediyorlardı… Bir iki saat sonra Bolu’ya yaklaşırken,
aldığım meyvelerden, tatlılardan,böreklerden,pastalardan konaklama yerinde de
ikram ettim… Çok sevindiler, yarı Türkçe, yarı İngilizce, yarı tarzanca
anlaşıyorduk
Adana ya geldiklerini söylediler, bir
aylık tatilleri varmış… Haritalarını çıkarttılar, Türkiye’nin hayranı
olduklarını söylediler… Benim tam olarak nereli olduğumu öğrenmeye, gidecekleri
yeri sormaya çalıştılar…
Parmağımı, bana gösterdikleri
haritanın Kurtkulağı nın üstüne koydum
-KURTKULAĞI, dedim…
-Burada mı yaşıyorsunuz? Dediler…
-Evet, dedim…
Köyümün kervansarayımızın değerini o
Alman Turistlerden öğrendim… Köyümüze davet ettim… Sevinçten havalara uçtular…
Çığlık attılar… 20 gün köyümüzde misafir ettim… Bir aile gibi olduk… Defalarca
mektup yazdılar… Çektikleri fotoğrafları gönderdiler, böylelikle Türklerin
konukseverliğini onlara göstermiş oldum… Turizm Türkiye nin tek kurtuluşu
olduğuna göre,her yurttaşın benim gibi davranması gerekir diye düşünüyorum…
…
KÖYÜME DOYAMADIM.
İnsan doğduğu topraklara doyar mı? Tüm
ömrü orada geçse de doyamaz… 1996 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde 36
bin dolara açtığım marketi olduğu gibi bırakıp, sınır dışı edilince köyüme
gelmiştim…
Doğru
karakola gittim, jandarma başçavuşuna durumu anlattım, çayını içtim… O da bana
yasaları, uygulamakla sorumlu olduğunu falan anlattı… Köyün muhtarı Mustafa
Saçlı da benimle çok samimi olsa da köyde kalmamdan rahatsızlık duymuştur…
Aradan üç ay geçmişti, bizim yazlık konaklama yerine giderken yolun kenarında
başı olmayan bir ceset bulunmuştu… Faili meçhul bir cinayet işlenmiş, cesedi de
buraya atılmıştı… Adam çırılçıplak koyulmuştu… Cinayeti işleyen kişi
aranırken,bizim muhtarın eline inanılmaz bir fırsat geçmişti…
-Bunu yapsa yapsa Tekin yapmıştır,
demiş karakola…
Astsubay Çavuş Jandarmalarla 03.00 te evime gemli bakmış ben mışıl mışıl
uyuyorum, beni almadan, rahatsız etmeden geldiği gibi geri gitmiş… Olay merkeze
bildirilmiş, jandarma merkezine götürdüler 8 saatlik bir sorgudan sonra suçsuzluğum
anlaşıldı… Zaten bir süre sonra da cinayeti işleyenler bulundu… Muhtarın oyunu
bozuldu…
Bu ve benzer olaylar nedeniyle, köyüme
doyamadım… Hala dünyadaki en çok sevdiğin yer neresi deseler köyüm derim… Benim
Kurtkulağının dışında iş yapmamı, Kıbrıs tan yakınlarıma dolu dolu hediyeler
getirmemi, market açmamı, İstanbul da Kabare-Tiyatro yapmamı bir türlü
çekemediler… Ben de onlara sitem için köyümün dışında yaşamımı ve ticaretimi
sürdürüyorum… Ama,köyüme doyamadım…
…
SOFULU DA TEKİN MARKET’İ AÇTIM…
(Aytaç Durak’ın yardımı )
Kiremithanedeki dükkanım iyi çalışıyordu ama işimi büyütmeye
karar vermiş,SOFULU ’yu da gözüme kestirmiştim… Tem OTOYOLU ’ndan sonra Buruk
Mezarlığına kadar giden yolun iki tarafında iş yapan dükkanlara teker teker girip-dükkan
sahiplerinin nasıl davrandıklarını öğrenmeye çalıştım… Kiminden çiklet aldım,
kiminden adres sordum, kiminden kola içtim, kiminden kibrit aldım… Onların müşterilere davranış biçimlerini öğrenmek
istiyordum… Baktım ki iltifat, incelik, nezaket yok…Teşekkür ederim bile
demediler… Bunları tesbit ettiğimde;
-Tamam ben SOFULU da Tekin Market’i
açabilirim... dedim…
Çünkü ben müşteriye nazik, kibar
davranan, anasına ana-babasına baba-çocuğuna kardeş diye, büyüklere abi diyen
bir bakkallık anlayışım vardı… Kararımı verdiğimde ;
-Tekin sen bu bulvarda ciciv değil deve
kuşu bile çıkartırsın, dedim kendi kendime güldüm…
Ve Sofulu da Tekin Marketimi açtım…
Gazete bayiliğinde baktım tutmadı… Belediye otobüs bileti satmaya karar verdim
halk istiyor ben de “yok” demek zorunda kalıyordum… Bir gün Belediye Otobüs
İşletmesine gittim, Müdür olan Zeki Bey beni adam yerine koymadı, çaldığım
bütün kapılar kapanmış, otobüs biletini satmam engellenmişti… Radyo Seyhan da
Aytaç Durak’ın konuk olacağı günler önceden anons edildiği için o saatte
radyoyu dinleyip, Sayın Başkanı sorunumu yönelttim… Israrla Belediye Otobüs
Bileti satmak istediğimi ama bunun engellendiğini söyleyince;
-Tekin Bey yarın Belediyeye gel,
bakamımda seni bekliyorum, dedi..
Müdürleri, diğer görevlileri de
çağırmıştı… Ama sayın Başkanın karşısında hepsi el pençe divan durmuşlar,
zangır zangır titriyorlardı…
-Bunlar mıydı sana otobüs bileti
vermeyen? Diye sordu...
-Evet Başkanım, dedim…
-Hepsinin işine son veriyorum, dedi…
Beni de yanına oturtmuştu, ayağa
kalktım;
-Olmaz Başkanım… Ben burada kimsenin
ekmeğine mani olmak için gelmedim, bir yanlışlığı düzeltmek için geldim… Eğer,
siz bu arkadaşların işine son verirseniz ben de bilet satmam, dedim...
Aytaç Durak Başkanım gülümsedi, elini
omzuma koydu;
-İşte adam gibi adam… Sofulu Beldesinde
benim temsilcimsin, seni tebrik ediyorum, dedi…
Daha sonra da işi de çözmenin
sevincini,mutluluğunu dolu dolu yaşamıştım…Hala da bu konuda görevimi
sürdürüyorum…Sayın Başkanın Aytaç Durak’ın insan gibi insan olduğunu, insanı
iyi tanıdığını net biçimde gördüm kendisine teşekkür ediyorum…
ABDULKADİR
KAÇAR, ADANA TÜRKİYE…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder