GÜNCE VE FOTOĞRAFLARLA ADANA DEPREM GERÇEĞİ…
Günlükler; Abdulkadir Kaçar, Fotoğraflar; Fatih Bayhan…
Abdulkadir Kaçar’ ın Adana Deprem Günlüğünün ön sözü;
ÖNSÖZ;
“Alim unutur, kalem unutmaz “ özdeyişinde olduğu gibi
insanların ve toplumların hafızaları yaşadıkları olaylar ne denli büyük, vahşi,
öldürücü olsa, bir gün unutulur…
Oysa 27 Haziran 1998, saat 16; 56 da 6.3 şiddetinde
başlayıp, hala devam eden,
Yine “Gazeteci çağının tanığıdır” özdeyişinde olduğu gibi
ben bu olaylara günü gününe tanık oldum, yaşadım… Kanal- A Adana Televizyonunda
depremden hemen sonra “YAŞAMIN İÇİNDEN” isimli özel programla, bu acı olayı
bütün boyutlarıyla yaklaşık 40 gün süreyle ekranlara taşıdım, gördüklerimi,
yetkililere, kameraların yansıttıklarının yanı sıra yansıtamadıklarını da her
gün disiplinli biçimde yazdığım günlüklerimle belgeselleştirdim…
Bir daha anımsanması bile ürkütücü ve acı verici de olsa
ders alınmasını hedefleyerek, bu bilgileri bilgi havuzuna sunuyorum…
Kardeşim ve aziz dostum Fatih Bayhan’ ın teşvikleri ve
fotoğrafları, bezim günlüklerimden oluşan bu kitabı siz yüce okura sunmaktan
büyük keyif aldığımın altını çiziyorum…
Bu tür acı olayların yaşanmamasını diliyorum…
Saygılarımla…
Abdulkadir Kaçar 1999
27 Haziran 1998
Saat 17:00
Hipodrom civarı(E-5 Karayolu)
Gülek Yaylası’ndan otomobilimle Adana ya dönüyorum… Mersin
yönünden yavaş yavaş kent merkezine doğru ilerliyorum… Yerler sanki başka renge
boyanmış, asfalt bulanık, dumanlı, yüzü asık biir siyaha bulanmış… Ağaçlar
siyaha ve yakın duran bir yeşile bürünmüş… Asfalt alev alev yanıyor… Güneşin
sarı ışıkları Adana yı aydınlatmaktan korkuyor sanki… Bir hüznü yaşıyor gül
kokulu Adana’ m…
17;04
Büyük otogar civarı…
Kente ağırlık veren bu durağanlığa rağmen bütün araçlar yolu
doldurmuş… Kaldırımdan kaldırıma kadar taksiler, dolmuşlar, pikaplar,
minibüsler, midibüsler, otobüsler, kamyonlar… Hepsi farlarını yakıp, kornalarını
çalarak kent merkezine doğru benimle yarışırcasına gidiyorlar…
17;07
Bölge Trafik Müdürlüğü civarı…
Adana yı hiç bu kadar ilginç ve farklı bir atmosferde
görmemiştim… Kent merkezine hızla yaklaşıyorum… Ne kadar araç varsa hepsi
hareket halinde… Olmaz, olamaz, böyle bir hareketliliğe tanık olmadım… Bu araç
okyanusunda ilerlerken insanların çoğu sağlı-sollu kaldırımlarda, yüzlerine
bakıyorum… Korku, hüzün, umutsuzluk, ağlamaklı… Çok farklı halleri var… Hava
kurşun gibi ağır… Sıcak nefeslerini aleve çeviriyor…
17.09
Celal Bayar köprülü kavşağı üst geçidi…
Şu ana kadar geçtiğim hiçbir kavşakta trafik sinyalizasyon
sisteminin ışıkları çalışmıyor… Sanki zamanının dışına çıkmışım, başka bir
yüzyılda Adana ya geri dönüyormuşum gibi geliyor… Burası, bu küskün kent 50
yıldır yaşadığım Adana’m olamaz… Nemli, sıcak, nefes almakta zorlanıyorum…
Araçlar, araçlar, insanlar, insanlar… Kentteki bu olağanüstülük beni her saniye
daha çok şaşırtıyor…
17;12
Atatürk Caddesi
E-5 ten sola dönüp Atatürk Caddesi’ne girdiğimde, hayretim,
heyecanlığım, şaşkınlığım daha da artıyor… Kaldırımlardaki insanların çoğu
yalınayak, kimi trotuarlara oturmuş, kimi ötekinin başını tutuyor, bazılarının
başına kovalarla sular dökülüyor… Çıldıracağım… Bu insanlara, bu güzel kentime
ne oldu? Kaldırıma yanaşıp bir kişiye sormak istiyorum ancak araba okyanusunun
ortasında ilerlediğim için akıntıya kapılıp araçların akış hızında-yönünde
ilerlemek zorundayım… Asla sağ-sola yanaşamıyorum… Ama herkes can derdinde
sanki içgüdülerim bunu söylüyor… Bir şeylerden korkup, bir şeyden kaçıyor, ya
da korkusunu yenmeye çalışıyor…
17;17
Sular semti…
Sorular, sorular, sorular… Acaba ben gelmeden önce buradan
Cumhurbaşkanı falan mı geçti? Bu kalabalığı ondan başka kimseler toplayamaz…
Olmaz, hadi oldu diyelim; yoksa bir uzay aracı mı indi? Bu kalabalığa başka
anlam veremiyorum... Çıldıracağım… Nedir bu ölüm sessizliği, kaldırımlardaki
insanlar, onların ağlak yüz ifadeleri?
17;20
Kasım Gülek Köprüsü…
Bir an önce Ziyapaşa Mahallesi’ndeki evime ulaşmak
istiyorum… Bir yandan da küçük çişim fena halde sıkıştırıyor… Ama nelerin
olduğunu kesinlikle öğrenmem gerekiyor…
Kıyafetlerimi çıkartıp, soğuk bir duş alıp, şortum ve atletimle
dinlenmek, evimde serinlemek istiyorum… Kıymetli evim seni çok özledim…
17:25
Ziyapaşa Mahallesi…
Benimle birlikte, hatta beni sürekli geçip giden yüzlerce
araç ssk, numune, göğüs, askeri, özel hastanelerin bulunduğu yöne doğru acil
hızıyla kornalarını çalarak gidiyorlar… Daha çok siren, daha çok araç, yol
istiyorlar… Bu araç ve kaldırımlardaki insan kalabalıklarını anlamakta
zorlanıyorum…
17: 27
Didem Apartmanımızın bahçesi…
Arabamla hızla girdiğim apartmanımızın bahçesinde aynı kent
içindeki kaldırımlarda olduğu gibi insanlarla dolu… İnsanların yüzünü
otomobilimin içinden şöööyle bir süzdüm, hepsi korkulu, endişeli,
sararmış-kararmış durumda… Otomobilimden aşağıya indim… O sırada kapıcı ve
birkaç genç koşarak yaklaştılar, nefes nefese, sormadan bir çırpıda şöyle
dediler;
-Abi deprem oldu… Büyük bir deprem yaşadık… Haberin var mı?
Hissettin mi?
-Hayır ben Gülek Yaylası’ndan Tahsin Abi’ mlerin yayla evinden
geliyorum… Hiçbir şey hissetmedim… Demek ki ben yoldayken olmuş…
Otomobilimdeymişim… Kapıcı güneş enerjimin devrilerek parçalandığını üzüntülü
bir yüz ifadesiyle anlattı… Önemli olmadığını söyledim, tüm hasarın bununla
kalmasını diledim…
17;28
Didem apartmanımızın girişi…
Koşarak yukarıya çıkmak için girişe yöneldim… Kimisi baygın,
kimisi korkulu, mum gibi renkleriyle tüm komşularımız ve kapıcılarımız aynı
anda;
-Aman ha… Sakın içeriye girme…
-Neden?
-Daha yüksek bir deprem dalgası geliyormuş…
Demek ki, fısıltı gazetesi hemen yıldırım baskılar yapmaya
başlamış diye düşündüm…
Daha önce hiç deprem yaşamadığım için bilmiyordum… Ama evime
çıkmak istiyordum…
Kararlıydım…
17:30
Asansörümüzün içi…
Kapıcımız ve tüm komşularımızın iyi niyetli ısrarları ve
uyarılarına rağmen asansöre bindim 7.katın düğmesine basmıştım, birkaç saniye
oldu ama hafıza ekranıma daha farklı görüntüler yansımaya başladı… Yıkılan
binalar, korku, ölüm, parçalanmış cesetler, akan kanlar, patlayan saçılan
beyinler, sirenler, kopan ayaklar, şekillenmeye başladı… Bu kez kendi kendime
sordum; ya ben asansördeyken yeniden deprem olursa? Fısıltı gazetesinin haberi
doğru çıkarsa? Hele asansörün içindeyken bina yıkılır, ben asansör kabininde
kalırsam? Bina yerle bir olursa? Hafıza ekranıma yansıyan başka fotoğraflar,
çökmekte olan bir binanın tesadüfen amatör bir kamerayla çekilmiş görüntüleri,
yıkılan binalar, parçalanan camlar, buzdolapları, televizyonların parçalanırken
çıkarttığı sesler… O bölgeye çöken toz ve sis bulutları, dev beton kolonlarının
altında kalan cesetler… Korku hafi hafif bilincime egemen olmaya başlarken
kendi kendime de telkinde bulunuyordum… Korkma, cesur ol, fısıltı gazetelerinin
ne kadar yalan, sahte, korkutucu haberler yaydığını biliyorum… Eğer yaşamım
buraya kadarsa hiçbir şey buna engel olamaz, ama devam edecekse, hiçbir şey
beni öldüremez…
17:31
Asansördeyim…
1.kat, 2.kat, 3.kat,4.kat, …
Bilincim daha da keskinleşiyor… Hafıza ekranımda daha net
görüntüler tekrar canlanıyor… Ya bina yıkılırsa, ya asansörün içinde kalırsam,
bu kez havasızlıktan ölürüm galiba… Asansörde kaldığımın kimse farkına varmasa…
Hemen tekrar aşağıya geri insim mi? Herkes engel olmak istedi, ama ben ısrar
ettim… Tüm sorumluluk benim… Şimdi geri insem herkes benimle alay edecek…
Yukarı çıkmam gerekiyor…
5.kat, 6.kat; her iki katın arasındaki birkaç saniye bana
bin yıl kadar uzun geliyor… Düşünme hızının sınırsızlığında insanın 200 bin
yılda oluşturduğu tüm bilgiler istemesem bile hafıza ekranıma yansıyor…
7.kat…
Ohhh!!! Kapıyı hızla açtım, kaçarcasına merdiven boşluğundaki
havayı ciğerlerime doldurdum… Hızla evimin kapısına yürüdüm… 34 numaralı
dairemin önündeyim… O da ne? Deprem mi oldu? Apartman şöyle bir çalkalandı…
Yaşamın da hiçbir deprem görmediğim için nasıl olduğunu öğrenmekte bana
heyecanlı geliyor…
17;33
Evimin içi…
Anahtarlarımla önce dış demir kapıyı, sonra iç diğer kapıyı
hızla açtım… İçeriye girerken sol omzumu kapıya çarptığım sırada sanki ikinci
bir deprem yine apartmanımızı sarstı…. Hemen içeriye daldım, kente mutfağımın
balkonundan görünen 180 derecelik kentin panoramik manzarasına baktım…
Adana’mın üstü kurşuni, sarı karışımı, durağan, balgamsı bir havayla kaplıydı…
Adana’m hüzünlüydü… Sanki içim ağlıyor… Merkez cami, diğer gördüğüm
kanıksadığım, zihnimdeki tüm yapılar sanki yerli yerinde duruyordu… Birden
yukarıya çıkmam konusunda uyaran komşularımın söylediklerini düşündüm… Her an
yeniden deprem olabilir… Tüm insanlar apartmanımızın bahçesinde, açık
yerlerdeyken-alanlardayken benim 7.kattaki evimde ne işim var? Ama kendimi
telkinle rahatlatarak diğer odalarımı da gezmeye karar verdim…
17;33
Salonum…
Salona girdiğimde gözlerime inanamadım… Televizyon,
tekerlekli sehpasıyla taa köşeden salonun ortasına gelmiş, orada duruyordu…
Üzerindeki antika vazom düşüp paramparça olmuş… Bir gün önce getirip ısladığım
kırmızı güller yerde solgun ve parçalanmış olarak yatıyor… gülleri hızla
topladım, vazonun parçalarını da alıp, mutfaktaki çöp kutusuna yöneldim… O da
ne? İçi suyla dolu bir bardak yeniden birisinin elindeymiş gibi çalkalandı…
Yeniden evimden tıkır tıkır deprem sesleri geldi… Sanki yer yerinden oynadı…
Mutfaktan hızla çıkıp Hol’ den yatak odama yöneldiğimde sarsıntı hala devam
ediyordu…
17;36
Yatak odam…
Tavandan yere iki duvarı kütüphaneyle kaplı olan yatakla
odamın durumu içler acısı… Tüm kitaplarım yere dağılmış, sallantı sırasında
kolonlara çarpa çarpa kütüphanenin kaldırdığı sıvalar yere saçılmış… Duvarlarda
kılçal çatlaklar oluşmuş… Kitaplar birbirine karışmış… Dev dosyalarım,
klasörlerimin hepsi odamın tabanına saçılmış… Birkaç kitabı alıp yerine koydum…
Yan yana duran kütüphaneyi şöyle bir düzelttim, birkaç dakika çalıştım… Birden
düşündüm, Adana da büyük bir deprem yanandı… Sokaklar, hastaneye yaralı, hasta
taşıyan ambülansların sesleriyle çalkalanıyor… İnsanların hepsi kaldırımlarda
toplanmış… Ben burada 7.katta ne arıyorum? Ya bir deprem daha büyük bir de dalgası
daha gelirse, ya ev yıkılırsa? Peki ya Adana da yaşayan diğer ablamların
durumları nasıl? Hemen ev telefonuma sarıldım… Çevir sesi yok… Hızla ahizeyi
yerine koyup dışarıya kaçmak istedim… Yatak odamdan dışarıya fırladım, holü
geçerken heyecandan ve korkudan duvarlara çarptım; ama sanki deprem devam
ediyor gibi geldi… Evimin önce normal kapısını, sonra diğer kapısını açtım…
Paniklemem gerektiği konusunda yeniden kendi kendime telkinde bulundum… ağır
ağır hareketlerimi sürdürmeye, ama bir an önce apartmanı terk etmeye devam
ediyorum… Kapıyı açtım, kapattım, demir kapıyı kilitledim, doğruca asansöre
yöneldim…
17;38…
Asansörün önü; yedinci kat.
Asansör biraz önce benim bıraktığım gibi 7.katta duruyor,
kapısına elimi attım, açtım, tam içine doğru adım atarken durdum… Hayır hemen
kapısını geri kapattım… Bu kez apartman sallandı gibi geldi sanki…
Merdivenlerden koşarak aşağıya inmeye karar verdim… 7.kattan aşağıya doğru
birkaç adım atmıştım ki; merdiven otomatiği söndü… Altıncı kattaki otomatiğe
bastığımda yanmadı… Anladım ki elektrikler kesildi…. Bu kez gerçekten korkmaya
başladım, panikleme durumu oldu… Altı, dört, üç, ikinci kattaki, sönmemesi
gereken nicel cadmiumlu lambalarda
nedense yanmıyordu… İyi ki asansöre binmemişim… Ya binip düğmeye bassaymışım…
Herhalde altınca katta kalacakmışım… Bağırsam, kapıya vursam, tepinsem, kendimi
yırtsam da kimse duymazdı… Duysa da korkudan gelip altıncı kattaki asansörden
beni çıkartmazdı…
17;39
Merdiven boşluğu.
Bir yandan inanılmaz karanlık, öte yandın dışarıdan sürekli
gelen, siren ve korna sesleri beni alabildiğince heyecanlandırıyordu… Uçarak
apartmanın dışına çıkmak istiyorum ama olanaksız… Yavaş yavaş, kontrollü, el ay
yordamıyla karanlıkta aşağıya doğru ilerliyorum… Merdiven basamaklarının arası
on, onbeş yıllık gibi uzadıkça uzuyor… Bu ken kendi kendime konuşur gibi
telkinde bulundum… “Sevgili deprem sabret, bekle… Hadi yavrum… Abdulkadir abin
apartmanın dışına çıksın…” Diğer yandan da yukarı çıktığım için kendi kendime
kızıyorum… Basamaklardan yavaş yavaş inerken ayağıma bazı çöp kutuları falan
takıldı… Sanki kafataslarıyla dolu bir mezarın içine düşmüş de orada yürüyorum
da, ayaklarıma onların kafatasları takılıyor gibi bir duyguya kapıldım… Sanki
cesetlerin üstüne bakıyorum… Uyluk kemikleri ayaklarıma takılıp beni
düşürebilmek için birbirleriyle yarışıyorlar… Ayağımdaki çöp kovasının birisini
çıkarttım, diğerlerinin girmesini de engelleyemedim… Bir süre bir iki çok
kovasıyla birlikte merdiven boşluğunda yürüdüm…
17:40.
Merdiven boşluğu…
Ya ablama, yeğenlerime bir şey olduysa? Ya evleri çökmüş,
benden yardım bekliyorlarsa? Telefonla da ulaşamadım… Ya ölmüşlerse? Daha
hızlı, daha hızlı aşağıya doğru karanlıkta inmeye çalışıyorum… Paniklemiş ve
biraz çaresizleşmiş durumdayım… Merdiven boşluklarındaki demir tırabzanlara duvarlara
çarpa çarpa aşağıya doğru inmeye çalışıyorum…
7, 6, 5, 4, 3, derken
2.kat… Ohhhh… En alt kattan, yukarıya doğru hafif ışık geliyor… Merdiven basamakları artık biraz daha
belirginleşiyor, biraz daha, biraz daha aydınlık… Teşekkürler… Dışarıdan asla
kesilmeyen sirenler, korna sesleri beynimin içinde yankılanıyor, düşüncelerimi
daha da ağırlaştırıyor… Kendi kendime
”Hadi oğlum, işte geldi, biraz daha… Biraz daha” diye telkinde bulunuyorum…
Nefesimi tutarak apartmandan, dışarıya güneş ışığına koşarak çıktım… Adana’ m
yakıcı olsan bile senin güneşini ne çok seviyormuşum… Sarı sıcağına kurban
olayım… Apartmana girmemem konusunda uyaran ve kaygılanan komşularım, çıkınca
rahatladıklarını söylediler… Komşumun çocukları;
-Abi yine sallandı duydun mu?
-7.Katta daha fazla sallanman gerekirmiş öyle dedi abiler…
Yaşlı kadın;
-Oğlum ne işin var? Bak hepimiz buradayız… Bırak evin olduğu
yerde dursun…
Gençler;
-Abi tebrikler, büyük cesaret örneği verdin…
Bahçede oturan, ayılan-bayılanlar, bu konuşmalarımızdan
hiçbir şey anlamıyorlar…
Gazeteci olduğumu, Gülek Yaylası’ndan geldiği söylediğim
abi;
-Abdulkadir Bey, oralarda da deprem oldu mu? Acaba ölen var
mı? Akrabalarımızın hepsi orada yaylada bulunuyorlar…
-Abi ben Çukobirlik civarındayken deprem olmuş… Gülek
Yaylası’ndayken deprem falan yoktu…
17;42
Arabamdayım(yeniden)
Ablalarımın, yeğenlerimin durumlarını öğrenmek, evlerine bir
önce ulaşmak için içim içimi yiyor… Bir yandan komşularımızın sorularına;
-Heee… Hııı… diye cevap verip, diğer yandan da otomobilime
doğru ilerliyorum… Otomobilime bindim, tam hareket edeceğim sırada, birisi
koşarak geldi;
-Abi Tepebağ Mahallesi haritadan silinmiş diyorlar duydun
mu?
-Hayır duymadım… Ama biraz sonra öğreneceğim…
Bu kötü ve olumsuz haber beni daha da çok heyecanlandırdı,
yakınlarımı daha çok merak etmeye başladım… Ya ölmüşlerse? Ya yaralılarsa,
cesetleri apartmanın enkazından çıkartılamıyorsa? Ya hastanedelerse? Ya kanlar
içinde benim yardım etmemi bekliyorlarsa? Bana muhtaçlarsa? Arabamın gazına
iyice yüklenip apartmanın bahçesinden çıktım… Ana cadde çok yoğun ve araç
trafiği nedeniyle kilitlenebilir, Kıyıboyu Caddesi’nden Özen yoluna yöneldim…
17:44
Kıyıboyu Caddesi…
İnsanlar yollarda; bir yandan yaralı taşıyan araçların
korna, cankurtaranların siren sesleri, bir yandan herkesin içine binip hareket
ettiği otomobil denizi tüm yolları kaldırımdan kaldırıma doldurmuş… Caddelerde
ve kaldırımlarda iğne atsan yere düşmez bir görüntü var… Otomobilimle Özen
yoluna doğru ilerlemem olanaksız… Her saniye, yeni yeni düşünceler üretiyorum…
Ya ölmüşlerse? Ya benim yardımımı bekliyorlarsa? Peki yaralıysalar? Yeğenim
üniversiteye hazırlık kitaplarında ders çalışırken bina çökmüş o pozisyonda
kanlar içinde kafası ezilmişse? Ya enkazın altından bağırmalarına karşın
seslerini kimse duymuyorsa?
17;49
Kıyıboyu Caddesi…
Her gün birkaç saniyede geçtiği yola çivi ile çakıldım
kaldım otomobilimin içindeyim… Ziyapaşa Mahallesi’nden Sümer Mahallesi’ne DSİ
kanalının kuzeyinden suyun akış yönüne doğru Özen köprüsüne doğru ilerlemeye
çalışıyorum… Araçların ve yayaların oluşturduğu ormanın tam ortasındayım…
Düşüncelerimin gittikçe ağırlaşmasını, ablamların ve yeğenlerimin ölümlerini,
yaralanmalarını kafamın içinden çıkartıp atamıyorum… Hafıza ekranıma hep
olumsuz fotoğraflar, kötü kareler, can sıkıntısı veren düşüncelerim yansıyor…
Çıldıracağım…
17;55
Kıyıboyu Caddesi…
Arabam 5-
17:56
Kıyıboyu Caddesi…
Üç metre daha ilerledim… Ya hepsi ölmüşlerse? Ya benden
başka yardım edecek kimse yoksa? Zaten devletten kimse görünmüyor… Otomobilimin
kontağını yeniden kapattım… Hiçbir araç yerinden oynamıyor… Bir patlama,
zincirleme bir yangın olsa, ya da üzerimize bir apartman devrilse, gökten taş
düşse, bir milim bile kımıldayacak yerimiz yok… Herkes olduğu yerde ölecek…
Kuşlar bile bu araçların üstünden uçmuyor… Sahi kuşlara ne oldu?
18;00
Özen Köprüsü…
Otomobilin burnunu biraz daha sokup 20 santim daha
ilerledim… Güneş taa baştan beri gözümün içine dik geliyor… Köz gibi yakıyor… Sanki
tenimden dumanlar çıkıyor… Güneşe doğru kımıldamadan, otomobilimin içinde bu
kadar uzun süre hiç durmamıştım… Gözlerime dolan terimin tuzları cayır cayır
yakıyor… Kalp atışlarım sanki durdu gibi… Gerçekten yaşıyor muyum? Bunları
kontrol etmeye, bedenimin canlı olup olmadığını hissetmeye çalışıyorum… Ama
olumsuz düşünceler öyle etkili, öyle büyük ki… Başka şeyleri düşünmeme olanak
yok… Ya ablam, yeğenlerim, diğer ablam, eniştelerim öldülerse?
18:20
Özen Köprüsü…
Konta kapattığım arabamla halen köprünün üzerinde
bekliyorum… Yanımda duran, ve ters yöne giden otomobillerden bir kişi
televizyon programcısı olduğumu bildiği için başımı uzatıp sordu;
-Abi depremde ölen var mı?
-Henüz bilgim yok…
Başka birisi;
-Tuh tuh Adana ya yazık oldu…50 yıl geriye gitti…
Ama o söylenenleri, konuşmaları duymuyorum… Sanki sağır ve
dilsizim… Burnumu sıksalar canım çıkacak… İçimdeki endişem, yakınlarımdan haber
alamamış olmak her saniye katlanarak büyüyor… Yakınlarıma yardım etmem
gerektiğini, ama edemememin, otomobilimin içinde kontak kapatarak beklememin
acısı çok büyük… Bu sıkıntı beni depremden beter öldürecek… Depremin
yapamadığını bana yapacak galiba?
18;30
Özen Köprüsü…
10 dakikadır etrafımda duran arabalar hep aynı, insanlar hep
aynı… Köprünün üstünde kontağım kapalı bekliyorum… Gözümün görebildiği her yer
otomobil seli… Sağa-sola koşuşturan bilinçsiz-kararsız insanlarla dolu… Ortada
ne bir düzen, ne bir sistem var? Trafik polisi normal asayiş polisi yok, hiçbir
devlet yetkilisi yok… Bu millet yine çok asil, saygılı davranıyor… Kendi
sistemi içinde olacakları, araç trafiğinin açılmasını bekliyor…Tüm erdemlerini
ortaya koyuyor…
18:40
Borsa Lisesine doğru…
Özen Köprüsü’nden güneye Borsa Lisesine doğru 10-
-Abi Seyhan Oteli çökmüş…
Öteki birisi;
-Öyle mi?
Bana bakıyorlar;
-Abi senin haberin, bilgin yok mu?
-Bir saattir buradayım… Santim santim ilerliyorum… Bir yere
ulaşamadım ki… Biraz sonra öğreneceğim…
Başka bir otomobilden vatandaş;
-Atatürk’ ün müze olan evi de yıkılmış diyorlar… Tepebağ
mahallesi haritadan silinmiş…
Ben sessizliğimi sürdürürken, başka bir otomobilden kafasını
çıkartan vatandaş;
-Kardeşim, bunlar dedikodu da olabilir… Her şeye inanmayın…
Ben de;
-Arkadaş doğru söylüyor… Bekleyelim, radyo-televizyon
bakalım ne söyleyecek?
-Ne dedikodusu kardeşim, en az on bin kişi yıkılan binaların
altında kaldı, bunada mı inanmıyorsunuz?
Bu kez ben devreye giriyorum…
-Haydaaaa… Nasıl inanırım? Henüz bilgi yok ki… Kimse bir şey
bilmiyor…
Kısa sessizlik oluyor… Otomobilin içindeki radyomda
çalışmıyor… Hiçbir bilgi yok… Sessizlik, güneş, ter, gözlerime dolan tuzlu su
yakıyor… Birkaç kez başka araçlardaki vatandaşlar da benden bilgi almaya
çalışıyorlar…
-Abi İnkılap ilkokulunu bilir misin?
-Tabi… Bilmez olur muyum?
-İşte o güzelim okulda gitti…
Başka birisi;
-Abi Ulucami yerle yeksan diyorlar…
Başkası yanıt veriyor;
-500-600 yıllık cami yıkıldı haaaa…
İlk konuşan;
-Allahın işine karışılmaz arkadaşlar….
18;50
Borsa Lisesi yanı…
Biraz daha ilerledik… Yanımdaki sürücüye beni gösteren
hanımefendi soruyor;
-Beyefendi ölüm olayları var mı?
-Abla henüz bir bilgim yok… Radyolar da henüz bir şey
söylemiyor…
Her gün 40-50-
Küçük depremde devlet ortadan giderse Türkiye’ m güzel ülkem
büyük bir faciayla karşılaştığında durum ne olur? Düşünmek bile istemiyorum…
Otomobile bindiğimden beri bozuk olmasına rağmen radyoyu karıştırıyorum… Bri
mucize olur da çalışır mı acaba diye düşünüyorum…Tam bir haftadan beri bozuk
olmasına karşın ihmal edip yaptırmadığım için kendi kendime kızıyorum… Tüm
düğmelere tekrar tekrar basıp, hiç kullanmadıklarımı da deneyerek çalıştırmaya,
ses-bilgi almaya çalışıyorum ama olanaksız….
Ya ablamlar, ya yeğenlerim ölmüşlerse? Benim şu anda
yanlarında olmam, yardımım gerekiyorsa, ama gidemiyorum ki? Kilitlendik, kaldık
burada… Çıldıracağım… Kendi kendime sürekli telkinde bulunuyorum…
“Sakin ol Abdulkadir… Sakin ol… Her şey geçecek yavrum…
Rahat ol… Gevşe… Bak herkes seninle aynı durumda…” Elle gelen düğün bayram
özdeyişini sık sık söyleyen annem aklıma geliyor…
18:59
Borsa Lisesi
Kafamın içindeki sorular Toros Dağları ağırlığına ulaştı…
Borsa Lisesi ne doğru biraz daha yaklaştım… Güneş yakıcılığını her geçen dakika
daha da arttırıyor… Yazlık gömleğimin örtmediği kollarım, boynum, cayır cayır
yanıyor… Cilt kanseri riskini silip atıyorum düşüncelerimden… Kendi kendimle
otomobille konuşuyorum… Hadi, hadi biraz daha… Ana caddelere biraz daha hızlı
yaklaşalım… Birer santimlik boşlukları bile hemen değerlendirerek öne çıkıyor
tüm otomobiller… Onların da yakınları var, onlar da benim düşüncelerimin daha
da fazlasını düşünüyorlar… Trafik sistemini bozmalarına izin vermemek için ben
de önümdeki birkaç santimi daha dikkatli kullanarak otomobilimle ilerliyorum…
Ama onların bazılarının ilkelliğinin karşısına neredeyse bedenimi koyuyorum…
19:10
Borsa Lisesi…
Ters yönde giden, ama benim ilerleme olanağım olmadığı için
kontak kapatan arabalardan başını bana doğru uzatan orta yaşlı bir kişi;
-Gardaş seni Adana da televizyonlarda izliyoruz… Adana’yı
iyi bilirsin…
-Evet… Doğru… Teşekkürler…
-O güzelim okul yerle bir oldu gitti asırlık yapı… Çok
üzüldüğümü falan söyledim… Biraz önce bir kişi daha aynı şeyi söylemişti…
Seyhan Oteli’ nin yıkıldığını defalarca duydum… Yaşlı bir başka kadın
otomobildeki sohbetimize katılıyor;
-Büyük saat Kulesi de yerle bir olmuş…
Artık bu türlü aslı olmayan haberleri duymak istemiyorum ama
otomobiller yan yana durduğu için, zoraki konuşmalara,”EVET…” öyle diyorlar…
“Hııı” biraz önce bir kişinin daha söylediğini anlatıyorum… Düşüncelerim öyle
yoğun, öyle yoğun ki; konuşmaların bir bölümünü duymuyorum, duysam bile aldırmamaya
çalışıyorum… Seyhan Oteli, İnkilap İlköğretim Okulu, Büyüksaat Kulesi’ nin
yıkıldığını Adana da ölenlerin yaralananların sayısı öyle çok öyle korkun olur
ki; ya bunların arasında ablalarım, yeğenlerim de varsa? Otomobiller arasındaki
sohbetler uzadıkça uzuyor… Mecburen dinliyorum… Seyhan Oteli’ nin yıkıldığını
söyleyen abiye döndüm;
- Seyhan Oteli temeli öyle sağlam atıldı ki, orası
yıkıldıysa Adana bitmiş yok olmuş, ölmüş demektir…
Öteki abi;
-Abime bak, ben yalan mı söylüyorum, git gözlerinle gör…
Diğer birisi;
-Tepebağ Mahallesi haritadan silinmiş…
-Tamam da,
-Gidin gözlerinizle görün kardeşim…
-Ah gidebilsem kuş olup uçmak istiyorum… Ama otomobilimin
içinde sizin gibi çakılı kaldım...
Biraz ilerleyince, başka bir otomobilden kafasını çıkartan
vatandaş;
-Abi Ulucami de yok olmuş diyorlar… Çok üzülüyorum…
Başka birisi;
-500 - 600 yıllık cami yok oldu haaa… Vah vah vah…
Biraz öteki otomobilde bulunan bir arkadaş da biraz
yanaşınca;
-Adana da taş taş üstünde kalmamış… Her şey yok olmuş...
Bu konuşmalar ne kadar yüzeysel, ne kadar kulaktan duyma,
çıldırmamak mümkün değil… En doğrusu gözlerimle görmek istiyorum…
19:20
Gazi Mustafakemalpaşa Bulvarı…
Depremin korkusunu unutup, 40 yıllık sırdaşlaşmış gibi
dedikodu yapmaya başlayan insanlar, araçlarının hareket etmesiyle ilerliyorlar…
Kafamın içinde bir an önce yakınlarıma kavuşmak, onların durumlarını öğrenmek
yankılanıp duruyor ama ilerleyemiyorum… “Acılar paylaşıldıkça küçülür,
mutluluklar paylaşıldıkça büyür” özdeyişinde olduğu gibi kafamın içinde milyarlarca
kez çeşitli düşünceler geçiyor… Düşünceler ağırlaşıyor… Ya ölmüşlerse… Ya onlar
yaralılarsa, ya acılarını paylaşmam gerekiyorsa, ya cesetleri apartmanın
yıkıntıları arasında kalmışsa… Ablamlar, yeğenlerim, eğer yaralılarsa
yapabileceğim en güzel hizmeti onlara sunacağıma söz veriyorum… Hadi beyim,
hadi beyim biraz daha biraz daha sür otomobilini…
19:40
Gazi Mustafakemalpaşa Bulvarı…
Otomobilimle Gazi Mustafakemalpaşa Bulvarına doğru hafif bir
akış olması beni biraz rahatlattı… Adım adım Mücahitler bulvarına doğru
ilerliyorum… Devlet Demir Yolları Alt geçidine ulaşıp Ziyapaşa BULVARINA
dönebilirsem işim daha da hızlanacak… Hadi birkaç metre daha, hadi, hadi, hadi,
biraz daha… Hadi oğlum, hadi biraz daha yavrum… Bu yavaş gidiş sürürken,
kontakları bazen kapalı, bazı açık otomobillerdeki insanlar sormaya, yanıtlar
beklemeye devam ediyorlar… İşte yaşlı bir abi;
-Beyefendi deprem Mersin, Ceyhan taraflarını da fena vurmuş…
Başka bir kadın;
-Adana dışında da hissedilmiş…
Başka bir adam;
-Ceyhan ve Misis te taş taş üstünde kalmamış… Kim ister ki
oğlum? Ama insanlar engel olamıyorlar…
Fısıltı Gazetesi tam olarak yıldırım baskılarına devam
ediyor diye düşünüyorum… Her saniye, her dakika manşetler, sürmanşetler
değiştirerek yayını hayali haberlerle süslemeye devam ediyor… Kulaktan kulağa
yayılmayı sürdürüyor… Her haber on,
yirmi, otuz, yüz kat eklenerek daha da şişiriliyor… İyi ki gazeteciyim, iyi ki
bu mesleği biliyorum… Gözümle görmediğim, ya da radyo, televizyondan
duymadığım, gazeteden okumadığım hiçbir şeye inanmıyorum… Yalan, yanlış,
hepsinin ötesinde kasıtlı olduğunu çok iyi biliyorum…. Hala otomobilimin
kontağa kapalı, içinde oturuyorum… Neredeyse çıkıp bağırıp, çıldıracağım…
-Heyyyyy! Polis yok muuuu? Poliiiiss! Şu yolu açın… Ama ne
polis, ne devlet yetkilisi, ne bir kurum, ne kimseler yok piyasada… Devletsiz
kalan, bir ülke haline dönüştük… Devlette haklı, bu kadar kısa süre önce olan
depremde nasıl hemen düzeni sağlayabilsin ki? Onların otomobilleri de bu
şekildedir herhalde… Ama inanıyorum ki,
kısa sürede devletimiz her şeye hakim olacaktır diye kendi kendimi teselli
ediyorum…
19:56
Mücahitler Bulvarı…
Otomobillerin arasındaki mesafeler yavaş yavaş açılmaya,
akış artmaya, ilerlemeye başladık… Bir, iki, üç, dört on metre hadi biraz daha…
Hadi biraz daha… Ziyapaşa Bulvarı yönüne DDY yönüne girdim… Bulvarın genişliği
araç trafiğini hemen rahatlattı… Tıkanıklı çözülüyor… Çözülüyor… Ablamların
Ziyapaşa Bulvarındaki apartmanın 7.katındaki yaşadıklarını gözümün önüne
getirmeye çalışıyorum… Beni nasıl bir tablo bekliyor acaba? Ablam, eşi,
çocukları ya ölmüşse? Ya çocukları ortada yoksa? Yıkıntıların arasında
kurtarılmayı bekliyorlarsa? Ya da cesetleri çıkartılıp bulvara yan yana
yatırılmışsa? Dilerim onlar yaşıyordur… Ah bir an önce ulaşabilsem… Çok sevineceğim…
20;00
Ziyapaşa Bulvarı(Eğmez apartmanı)
Kontağı bir açıp, bir kapatıp, bir açıp bir kapatarak buraya
kadar gelebildiğim için kendimi çok şanslı, çok mutlu sayıyorum… Az kaldı,
biraz daha, hadi biraz daha… Yüzlerce araç yolun her iki tarafından akıyor…
Sokaklar, bulvarların ortası, palmiyelerin altı, çimenlerin üstü, tüm açık
alanlar, anlamsız, korkulu yüzlü, bilinçsizce bakan insanlarla dolu… Tüm evler
boşaltılmış, herkes açık alanları doldurmuş… Ürkütücü bir kalabalık…
Apartmanlar bomboş… İnsanlar açık alanlarda tıklım tıklım dolu…
20:05
Ziyapaşa Bulvarı(Eğmez Apartmanı)
Ohhhh… İşte ablam, bulvarın ortasında… Demek ki hiçbir şey
olmamış… İşte yeğenlerim… Ne mutlu bana… Toros Dağları kadar bir yük kalktı
üstümden, çöken düşüncelerin hepsi yok oldu… Ziyapaşa Bulvarının ortasındaki
çimenlikte otururken benim geldiğimi görüp onlar da çok sevindiler… Yeğenlerim
aynı anda kalkıp, koşup bana doğru gelip, sarıldık, sevindik… Tıpkı Türk
filmlerinde olduğu gibi… Yakınlarını bekleyenler, onlardan haber alamayanlar da
bizim bu buluşmamızı biraz da kıskanç gözlerle izlediler… Ablamların,
yeğenlerimin sağlıklı olması, depremden etkilenmemeleri, evlerinin sapasağlam
ayakta olması öyle sevindirdi ki…
20:07
Ziyapaşa Bulvarı (Eğmez Apartmanı önü-açık alan)
-Abla çok merak ettim… Uzun zamandır yoldayım… Ev
telefonumdan sizi aradım, çalışmıyordu… Uzun zamandır size gelmeye çalışıyorum…
-Yaşam durmuş gülüm…
Bu sırada etrafımızda toplananlar, haber almaya
çalışıyorlar;
-Abi siz gazeteci ve televizyon programcısısın… Ölenler var
mı acaba?
-Tepebağ Mahallesi haritadan silinmiş diyorlar…
-Oğlum Kasım Gülek Köprüsü yıkıldı mı?
Bana heyecanlı ve soru soran gözlerle aynı anda cevap
veriyorum;
-Bunların hepsi fısıltı gazetelerinin uydurmaları, lütfen
inanmayın… 500 metrelik yolu iki saate yakın geldim, henüz hiçbir şeyden
haberim yok… Radyonun ve televizyonların söylemediği şeylere lütfen inanmayın…
Bu konuşmalara dalmışken Yüreğir’ deki diğer Ablama gitmem
gerektiğini anımsadım;
-Abla ben Yüreğir’e gidiyorum, öteki ablama bakmam lazım…
Gerçi onun evi tek katlı… Bir şey olmaz… Ama yine de gidiyorum… Siz ne
yapacaksınız?
-Biz de seninle gelelim… artık sokakta yaşama günleri
başlıyor… Burada yapabileceğimiz bir şey yok… Yeğenlerim de aynı görüşe
katılıyor…
20;10
Ziyapaşa Bulvarı…
Ablam, yeğenlerim, iki çocuklu bir komşularıyla birlikte
Yüreğir e diğre ablamın evine gidiyoruz… Atatürk Caddesi’ne girdim, insanlar,
araçlar, kaldırımlar yine dolu dolu, anlamsızca bekliyorlar… Herkes
birbirlerine depremi anlatıyor…
-Banyodaydım zor kaçtım…
-Abi o apartman zangır zangır titriyor, inanılmaz biçimde
sallanıyordu…
-Ben inerken de apartmanımızın lambaları sönmesin mi?
Karanlıkta zor güç dışarıya attım kendimi…
Başka birisi;
-Ben hiç korkmadım… Neden korkacakmışım ki?
Onlara filozofça cevap veriyorum;
-Abiler ablalar, bir bilge diyor ki; insanlar yaşam denilen
okuldan asla mezun olamazlar… Başka bir bilge de, yaşları kaç olursa olsun,
insanların yaşamlarında her zaman ilk kez karşılaşabilecekleri çok şey vardır
ki asla bitmez…
Otomobille ilerlerken ablam;
-Yüreğir deki ablamın olduğu konusunda bir şeyler
hissediyorum… Ama merak etme abla, onların evi tek katlıydı… Bir şey olmaz… Ama
yine de gözlerimizle görelim…
20:35
E-5 Karayolu…
Atatürk Caddesi’nden
E-5 Karayolundan doğruca Yüreğir’e yöneldim… Seyhan Oteli ne uzaktan
baktım, pırıl pırıl duruyordu… Yerle bir olmuş diyorlardı… Ablalarıma da
anlattım… Herkes beni onayladı…
-Bu insanlar ne çabuk dolduruşa gelip, yalanı doğru gibi
söylüyorlar?
-Haklısın dediler…
Seyhan Nehrinin üzerindeki köprüler, evler pırıl pırıl
duruyor… Hiçbir sorun yok... İçimdeki sevgi arttıkça artıyor…
20:35
Özgür Mahallesi
E-5 ten kuzey bitişiğindeki DSİ kanalının kenarındaki Özgür
Mahallesine girdiğimizde ilk gözüme çarpan her zaman alışık olduğumuz binalar
sapasağlam yerlerinde duruyordu… Eksozcu, kamyoncu, garajlar, evler pırıl pırıldı… Hah işte
ablamın evini şimdi gördüm… Ayakta, duruyor… Derin bir nefes aldık… Tüm mahalleli
gibi ablamlar da açık havada oturuyorlardı… Bizim geldiğimizi görünce kalkıp
koşarak yanımıza geldi… Kucaklaştık, sarıldık öpüştük… Hepimiz ayakta
sağlıklıydık… Mutluyduk… Komşularda bizim bu sevinçli buluşmamızı izlediler…
20:54
Özgür Mahallesi(sokak-açık alan)
Mahalledeki tüm insanlar açık alanlarda, büyüklü-küçüklü
topluluklar oluşturmuşlardı… Yüzlerindeki korku, endişe, belirsiz bekleyiş,
hüzün bazılarının yüzünde ağlama ifadesi bile vardı… Elektrikler kesik, sular
akmıyor, telefonlar çalışmıyor… Ama yaşam her şeye rağmen süreceğine göre, bizi
uygarlığın güzel gereçleri olan günlük kullandığımız ihtiyaçlarımızın yeniden
verileceğine inanıyor ve beklemeye başladım…
20:55
Özgür Mahallesi(Açık alan)
Fısıltı gazetesi burada da her saniye manşetini değiştirerek
yalan haberler yaymaya devam ediyor… Etrafımızda toplanan 50-60 kişi beni soru yağmuruna
tutarken, depremle ilgili bilgileri anlatıyorlar…
-Abi en az elli bin kişi yaşamını yitirmiş duydun mu?
-Yakapınar(Misis) tarihten silinmiş…
-Havraniye de çok ölü varmış…
-Adana artık bitti…
İnsanlar bu bilgileri nereden duyuyorlar? Nasıl uyduruyorlar? Cahil diye nitelenen insanlarımız bu yönüyle
çok görkemli bir beyin yapısına sahip olduklarını sergiliyorlar aslında…
20;58
Özgür Mahallesi(Açık alan)
Elektrikler hala kesik,
radyo ve televizyonlar hala çalışmıyor… Sanki Afrika da ilkel olarak yaşayan
kabilelerin arasında kaldık… Ne korkunçmuş bu olay? Reno marka otomobil uzaktan
mahalleye girdi, farları şöyle baştan sona çevremizi aydınlattı, caddeleri,
sokakları evleri artık birkaç saniyeliğine de olsa görmemizi sağladı… Herkes
ışığa hasretmiş… Böyle hasretini kısmen giderdi… Otomobil geldi, geldi, bize
yirmi-yirmi beş metre uzaklıktaki elektrik direğinin altında durdu… Yüksek
sesle müzik dinleyen sürücünün yanına koşarak ulaştım…
-Baba radyo depremle ilgili neler söylüyor? Ölü var mı?
-Abi sabahtan beri TGRT’ yi dinliyorum… Yayını sürekli
keserek ulaşan bilgileri söylüyor…
-Abi on binlerce yaralıdan, yüzlerce yıkılmış evden söz
ediyor… Şu ana kadar ölümle ilgili hiçbir şey söylemedi…
-Demek ki, on binlerce yaralı, yıkılan yüzlerce ev haaa?
Birden hüzünlendim… Bu yaralılardın yüzde biri ölse korkunç bir rakam… İçim
ürperdi birden…
20:59
Özgür Mahallesi(açık alan-sokak)
Radyonun etrafında 10-15 kişi toplandı, herkes 21:00
haberlerini bekliyor benim gibi… Bu arada herkes kendi fikrini söylüyor…
-Sesini biraz daha aç…
-Başka istasyon ne diyor?
-Kardeşim TGRT’ de,
TRT kadar etkili haber verir…
Başka kanala girme…
-Arkadaşlar lütfen sessiz olalım…
Haber cıngılı girdi;
-Sevgili Dinleyiciler, Adana da bu gün saat 16:56 da meydana
gelen ve 20 saniye süren 6.3 şiddetindeki depremde çok sayıda bina yıkıldı, on
binlerce kişi yaralandı… Enkaz kaldırma ve kurtarma çalışmaları aralıksız
sürüyor… Haber merkezimize ulaşan son bilgilere göre Yakapınar’a bağlı
Havraniye Beldesinde bir cami çöktü… Enkazın altından 5 kişinin cesedi
çıkartıldı… Bizden haber bekleyin diyen spikerin anonsundan sonasında bir
hüzün, bir sessizlik, mahallede oturanların büyük bölümünün Havraniye,
Yakapınar da akrabalara bulunuyor…
21:05
Özgür Mahallesi(sokak)
Fısıltı Gazetesi haber yaymaya, yalan bilgileri yıldırım
baskılarla halka iletmeye devam ediyor…
-Abi saat 22:00 de daha büyük bir deprem bekleniyormuş….
Kimin, nerede, ne zaman söylediği, kimden öğrendiği belli
değil…
-Lütfen dedikodulara inanmayın… Önceden olacağını ölçen,
depremi bildiren bir alet bulunmuyor, böyle bir teknoloji yok… Bunların hepsi
yalan, palavra…
Orta yaşlı bir kadın;
-Olur mu? Biraz önce komşular söyledi…
-Peki komşulara kim söyledi?
Yanıt yok…
-Komşun deprem uzmanı mı?
Yine ses yok…
-Komşun bu kadar şey biliyorsa bu gün olan depremi neden
önceden bilemedi?
İnsanları kandırmaya çalışan bu kişiyi sert biçimde
azarlayınca konuşmaktan vazgeçti…
21:15
Özgür Mahallesi(sokak)
Elektrikler hala yok… Ablamlar, yeğenlerim, tanıdıklarım,
uzak-yakın akrabalarımız burada toplandık… Hem gökyüzündeki yıldızlar o kadar
görkemli ki; yaşayan bir tablo gibi duruyor… Antik dönem filozofları, bazı
yıldızların gökyüzüne çivilendiğine inanıyorlarmış… 2500-2800 yıl önce… İlk
saatlerdeki şok, korkuyu çoktan atlattım… Artık her şeyi oluruna bırakıyorum…
Kentin evleri, sokaklar aydınlanırken göremediğim yıldızları, elektriklerin
tümü kesildiği için net olarak izliyorum… Bir tapınaktaki duvar yazısı aklıma
takılı kaldı; şöyle diyor; “ insanların
ölüp ölmemesi, evlerin-işyerlerinin yıkılıp-yıkılmaması doğanın umurunda değil…
O sonsuzdan gelip, sonsuza akan, benliğiyle kendi yasalarını uygulayıp, kendi
varlığını sürdürecektir…”
21:50
Yeniden az önceki radyosu olan otomobilin etrafındayız ve
haberlerin yayın saatini bekliyoruz… Bizi dünyaya, Türkiye ye bağlayan tek
bağımız radyo… Spiker biraz sonra soğuk ve üzgün bir ses tonuyla;
-Sevgili Dinleyenler, Tepebağ Mahallesi’nde çöken bir
balkonun altında kalan dört kişinin cesedi çıkartıldı… Kurtarma çalışmaları
aralıksız sürüyor…
Herkeste moral bozukluğu, sessizlik, üzüntü zirve yapıyor…
22:10
Özgür mahallesi(sokak)
Ooohhh… Elektrikler geldi, 22: 00 de olacağı beklenen büyük
deprem beklentisi de boşa çıktı… İnsanlar biraz sevindiler, yüzlerindeki
gerilim, korku, endişe yerini elektriğin gelmesiyle rahatlığa bıraktı… Akşam
yemeğinin hazırlanması çalışmaları yeni başlıyor… Ablamlar koşarak mutfağa
girip, buz dolabındaki yiyecekleri alıp, koşarak dışarıya çıkıp, sokaktaki yer
sofrasını hazırlıyorlar… Çok gergin ve aç olduğumu yiyecekleri görünce, sofra
hazırlanırken daha iyi anlıyorum… Onlar sofrayı hazırlarken, ben de hemen
televizyonun olduğu, penceresi sokağa doğru açık olan odaya girip televizyonu
açtım… Dışarıdan koro şeklinde itiraz sesi yükseldi…
-Çabuk dışarı çıııık!
-Kapat televizyonuuu!
Sessizim ve itirazların durmasını bekliyorum; işte depremle
ilgili ilk görüntüler ekranda… Gerçekten çok korkunç…. Dışarıdan uyarı sesleri
öyle etkili, öyle rahatsız edici ki belki de benim bilmediğim bir şeyler vardır
diye düşünüp, dışarıya çıkmaktan başka çarem kalmıyor… Bu sırada birisi koşarak
içeriye girip, domatesleri alıyor, koşarak dışarıya çıkıyor, ekmekler,
kurşular, kavun, karpuz, peynir, zeytinler, meşrubatlardan oluşan sokaktaki yer
sofrasında akşam yemeğine oturuyoruz… Herkes oldukça heyecanlı, gergin,
endişeli, panik durumları var, ama depremde
ölmedikleri için kurtuldukları konusunda da gizli bir sevinç duyuyorlar…
22:15
Özgür Mahallesi(sokak)
Karşı komşu büyük bir iyilik ederek televizyonunu sokağın
ortasına kurdu… Ekranın altından geçen kırmızı banttaki yazılar;
-Flaş… Flaş… Flaş… Adana da facia… 20 saniye süren depremde
ilk belirlemelere göre
22:20
Özgür Mahallesi(sokak)
Asfaltın ortasında kurulan açık hava yer sofrasında
karnımızı doyurup, stresten biraz kurtulmaya çalışıyoruz… Yazılardaki
olumsuzluk ruhumuzda da olumsuz yansılara neden oluyor… Dikkatimizi geçici de
olsa yemeğe dalarak dağıtmaya çalışıyoruz…
22;30
Özgür Mahallesi(sokak)
Show, star, tgrt, atv, kanal-d yerel televizyonların
hepsinde depremde yıkılmış evler, facia görüntüleri dönüp duruyor… Ağlayanlar,
yaralananlar, ambülanslar, cesetler, korkun yıkılan evler… Bu görüntülerden
birisinde olmadığımız için aslında sevinmemiz gerekir diye içimden geçiyor…
22:50
Özgür Mahallesi(sokak)
Moralim çok bozuk… Bir an önce yeniden evime gitmek
istiyorum ama Ziyapaşa Mahallesi 67001 sokak didem apartmanındaki 7.kata nasıl
çıkarım? Elektrikler yeniden kesildi… Telefonlar hala çalışmıyor… Öyle yorgunum
ki…
22:58
Özgür Mahallesi(sokak)
Yavaşça ayağa kalkıp otomobilime doğru birkaç adım atarken
bir yandan da şöyle dedim;
-Ben gidiyorum… Haydi abla size iyi geceler…
Ağzımdan bu laflar çıkarken iki ablam koşarak bana doğru
geldiler…
-Hayıııır… Hiçbir yere gidemezsin…
Güldüm,
-Abla çok yorgunum ve duş almam gerekiyor…
-Bu koşullarda, bu gün eve girilmez, duş alınmaz, sabaha
kadar da uyunmaz…
-Olsun ama ben yine de gideceğim…
Ablalarım diktatörce;
-Hayır, bu gece kimse yatmayacak… Bu durumda uyunur mu?
-Ya ne yapacağız?
Sokakta, sandalyelerimizin üstünde sabahlayacağız…
Bu sırada yeğenlerim evin içine koşarak girip-koşarak
çıkarttıkları kuru çerezleri, servise başladı… Çikolatalar, bayram şekerleri,
cezeryeler, baklavalar ikramlar devam ediyor… Kararsızlık şu anda kötü biçimde
beni teslim aldı… Ama ısrar ediyorum;
-Abla yemin ederim çok yorgunum…
Sert ve emredici ve kararlı tavırları sürerken, küçük
yeğenim gelip bana sarıldı;
-Otur azimim, otur, bir yere kımıldayamazsın…
Öteki de gönlümü almaya çalışıyor… Ağır ve korkunç bir
sessizlik var… Gece yarısı olmasına rağmen, depremin yarattığı atmosfer, korku,
panik, ne olacağını bilmeyen insanların kararsız durumları sürüyor… Düşünüyor,
düşünüyorum karar veremiyorum…
23:30
Özgür mahallesi(sokak)
Ablamlar beni evime gitmekten 7.kata çıkmaktan kesin
vargeçirmek için, yaşadıkları deprem, paniklerini abartarak tekrar tekrar
anlatıyorlar…
-Damda çamaşır seriyordum, bir gürültü, bir vınlama ve
sallandı… Ev yatıp, yatıp kalktı… Üç kez üst üste kıç üstü yere düştüm…
Diğerleri devam ediyor;
-Apartmandan inerken elektrikler kesildi… Beynimin üstüne
düşmekten son anda zor kurtuldum…
Diğer ablam bana dönüp;
Hiçbir yere gidemezsin… Sen beyinsin… Devlete, millete
gereklisin… Otur oturduğun yerde…
28 Haziran 1998
Özgür Mahallesi(sokak)
01:10
Artık takvimler değişti ve 28 Haziran 1998 oldu… Bir
filozofun dediği gibi yaşamda değişmeyen, unutulmayan hiçbir şey yok… 27
Haziran saat 16:56 daki depremin üzerinden saatler su gibi akıp geçti… Doğa
kendisini düzenlemek için yarattığı bu sarsıntıyı unuttu bile sayılır… Asfaltın
üzerinde, her zaman otomobilin park ettiğim yere serilen yatakta bu kez
uyuyacağız… Çoktan yataklar serildi, cibinlikler sokağa gerildi bile… Ablamlar
benim eve dönmememden çok mutlular… Ama on bin yıl düşünsem böyle şeylerle
karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim…. Gecenin yarısını geçtik, sohbetlerimiz
sürüyor… Sandalyenin üzerinde sürekli oturmaktan ve dolaşmaktan kötü biçimde
yoruldum…
02:00
Özgür Mahallesi(Sokak)
Sokak lambasının altındaki ışıkta yorgunluğum daha da artıyor
ama oturanların gözünün önünde, sokağa serilmiş üstüne de cibinliğin gerilmiş
yatağa girmeye utanıyorum… Herkesin benim gibi yorulmasını, benimle birlikte
yatmasını bekliyorum… Ama bir süre sonra yorgunluk, uykusuzluk utanma duygumu
yeniyor… Herkesin önünün önünde sokak lambasının altında, asfaltın ortasında
serilen yatağa yatıyorum… Sandalyede oturan ve sabahlamaya karar verenler
konuşmalarını sürdürüyor… Herkes yaşadığı deprem anını kırık plak gibi tekrar
tekrar anlatıyor… Kulağımdaki sesler gittikçe siliniyor… Örneğin ablam şöyle
diyor;
-Biz aile olarak bu olaydan çok ucuz kurtulduk…
-Kurban kesin diyor birisi…
Öteki;
-Ceyhan çökmüş, bitmiş, çok ölü varmış…
Diğeri,
-Gülek Yaylasında da çok büyük hissedilmiş… Ölen olmuşmudur
ki?
Başka birisi;
-İyi ki annem 1994 te dünyadan ayrıldı, yoksa korkudan
ölürdü…
-Bu çocuk(ablam beni kastediyor) da perişan oldu…
Bu konuşmayı dinlerken, depremde ölmem durumunda neler
olurdu diye gözümün önünden yaşamım bir film şeridi gibi geçti… Tekrar deprem
sahneleri, otomobilimin kilitlenen trafikte santim santim ilerlemesi, kontağını
kapatarak insanlarla yaptığı sohbetler… İçimdeki korku ve yanıt bulamayan
sorulardan oluşan uzun saatler…
Ve artık kendimi uykunun kollarına bırakıyorum…
06:10
Özgür mahallesi(sokak)
Kadın, erkek, çocuk, tavuk, horozların aynı anda
birbirlerine karışan bağırma sesleriyle uyandım…
-Ayyy! Kaçın deprem oluyor…
-Uyanııııınnnn!
Gözümü açtığımda hala sokağın ortasındaki yatakta yatıyorum;
yer gerçekten, şişme botun, deniz dalgalarıyla yükselip-alçalması gibi yükselip
dalgalarla, geri normale dönüyor, tekrar yükseliyor, tekrar düzeliyor.... Henüz
içinde bulunduğum yatağım, çevrede bulunan evler, otomobiller, beşik gibi, ya
da denizin dalgalarının botu yükseltip alçalttığı gibi yükselip alçalıyordu… Başka
ifadeyle, 1-2 belki biraz daha fazla sürede sanki üstünde yaşadığımız kara
parçası denize dönmüştü… Ama ben sadece çevremi izliyordum, etraf
görülebilen-görülemeyen bir sarı pusla kaplanmış gibiydi… Bir de ince bir
“Tİİİ” sesi deprem boyunca aralıksız sürdü… Yatağımdan kımıldamadan olayları
cibinliğin içinden izliyordum…
Çevremdeki insanlar olayı abartarak şöyle anlatıyorlardı;
-Ev yattı yattı kalktı…
-Merdiven ayağımın altında kaydı gitti…Kendimi yerde buldum…
-Tepe üstü düşecektim yere… Şu araba(benim otomobilimi
gösteriyor) sanki birisi çalıştırdı gibi gitti gitti geldi…
06:12
Özgür mahallesi(sokak yatağı)
İşte şimdi tekrar sallanıyoruz… Herkes batmakta olan
gemideki insanlar gibi çığlık atıyor, bağırıyor, çağırıyor, korku, endişe,
panik, ifadeleriyle dolu ağlak yüzler… Yatağımdan kımıldamadan, yer
seviyesinden olayları başka bir açıdan görmeye, izlemeye çalışıyorum… Sanki
kara parçası denizin yüzeyi gibi dalgalanıyor… 10-
-Adana da neler oldu? Bize yurtluk etmekten usandı mı artık?
Sen ne kadar huysuz olursan ol, ben seni ölümüne seviyorum dedim içimden… Ve Ey
doğa bize kendini, gücünü yeteneğini anlatmaya devam ediyorsun galiba? Bu günkü
dersinde depremse onu da öğrendik tamam artık…
06:30
Özgür Mahallesi(Oda)
Depremin durmasından sonra yatmadım, koşarak içeriye gidip
televizyonu açtım… Ev tek katlı olduğu için artık sallantı anında dışarıya
kaçmam mümkündü… Tüm televizyon kanalları korkunçtu… Evler yıkılmış, cesetler
yan yana dizilmiş, yaralılar, ağlayanlar, çadırlarda, sokakta Kızılay’ın yemek
dağıtma görüntüleri bu sırada oluşan izdihamlar… Bu görüntülere hiç
alışamayacağım… İçeriye girdiğimi fark eden dışarıdaki ablamlar bağırıyorlar;
-Çabuk çık… Hemen koş gel… Deprem geliyormuş…
Sesimi çıkartmadan biraz daha görüntüleri üzüntüyle
izliyorum… Bir gözüm de kapıda… En küçük bir sarsıntı belirtisinde hemen
dışarıya kaçağım, dikenin üstünde
duruyor gibi ayakta durup bir yandan tv ekranlarını izliyorum, bir yandan da
kaçabileceğim kapıya bakıyorum… Ben depreme alışamayacağım… Ama alışmak,
depremle yaşamayı bilimsel olarak öğrenmek gerek… Dünyada her türlü koşula
rahatlıkla uyum sağlayan tek canlı insanmış… Ben de bunu kesinlikle
başaracağım…
07:00
Özgür mahallesi(sokak)
Televizyonlardan yeterince bilgiyi aldıktan sonra aralıksız
süren çağrıya uyarak dışarıya, yeniden sokağa çıktım… Çevremdeki insanların
yüzlerinde korkulu bekleyiş, büyük panik havası ne olacağını bilmeyen
belirsizlikler var… İnsanları şimdiye kadar hiç böyle görmemiştim… Ama kendi
yüzümün tek hücresinde bile korku, endişe, panik yoktu… Öyle ki, bilgece
gülümseme, hoşgörü, insanlara rahatlamaları mesajları veren sevgi dolu bakışlar
hakimdi… Yüzümde birçok kişiye huzur veren bir görüntü vardı… Gülümseyerek
şöyle dedim;
-Arkadaşlar korkmayın, korkmayın… Bunların hepsi geçecek…
Güzel birer anı olarak kalacak…
Çevremdeki insanların beklediği bu moral desteğini vermiş
olmam nedeniyle onların da rahatladıklarını görmekten memnun oldum… Hepsinin
yüzü gülümsüyordu…
09:00
Özgür mahallesi(evin bahçesi)
Bu defa avlunun ortasında kurulan dev masada 10-15 kişilik
akraba gurubuyla birlikte kahvaltı yapıyoruz… Birkaç saniye koşarak eve girip
kahvaltılıkları getiren ablamlar, masaya dizdiği, kavun, karpuz, domates, yeşil
biber, zeytin, peynir, pastörize süt, salatalıklardan güzel bir ziyafet sofrası
kuruldu…. Çay pişirme süresince içeride kalmayı kimse göze alamadığı için
çaysız kahvaltı yapıyoruz… Konuşmalarda yine deprem birinci gündem maddesi, her
kafadan bir ses çıkıyor, yanlış bilgilere ve fısıltı gazetesinin yaydığı
yalanlara dayanan haberlerin etkisiz olduğunu anlatmak için mini bir konferans
şeklinde şöyle dedim;
-Deprem yer kabuğunun altında oluşan çöküntülerin dolması
sırasında meydana gelen sarsıntılardır… Ama o çukurlar dolduğu zaman depremler
de kendiliğinden zaten duruyor….
5-6 dakika bu bilimsele dayanan açıklamam sırasında bana
inandılar, bu işin uzmanıymışım gibi söylediklerime hak verdiler… Konuşmamın
son bölümünde de şöyle dedim;
-Bildiğim tek şey depremden korkmuyorum… Ancak lütfen kimse
de korkmasın ve paniklemesin.. Şunu söylüyor televizyonlar, iki gün kapalı
alanlarda kalmayın…
Herkeste bir rahatlama oldu… Televizyon ve ve radyo
bültenlerinde “ARTÇI” sarsıntı sözcüğü sık sık kullanılıyor… Artçı deprem gibi
tümceler olayın somut biçimde ortaya koyuyor… Öz Türkçe sözlüğünün kullanıldığı
gibi konuşmalar, metinler benim çok hoşuma gidiyor…
11:00
Özgür mahallesi(sokak)
Haziran Ayının son günleri ama güneş yakmaya iyice devam
ediyor… Biraz önce yaptığım kahvaltı tepemden aşağıya ter dalgalarımın gözüme
doğru süzülmeye, bedenimi ıslatmaya yetti bile.. Ayağa kalktım, ;
-Abla bu kez beni durdurmayın… Çünkü evime gideceğim…
İki ablam kaba güç kullanarak beni durduracaklar ama bana
yine saygılı davranıyorlar…
-Hiçbir yere gidemezsin…
-Abla sabahtan beri sizlere depremi anlatıyorum… Oltu,
bitti, geçti-gitti… Canınızı sıkmayın… Benim anlattıklarım bilgileri hemen
hafıza disketlerine kayıt etmiş olmalılar ki ses çıkartmalarına, izin vermeden
sürdürdüm konuşmamı;
-Hemen eve gidip duş alıp, dişlerimi fırçalayıp, üzerimi
değiştirip geleceğim… Üstelik evime neler olmuş? Bakmam görmem, kontrol etmem
gerek…
-Tamam… Ama hemen geri gel… Bizi merakta bırakma…
-Tamam hemen geri geleceğim… Beni merak etmeyin…
Arabama binip ayrılırken yine arkamdan bağırıyorlardı;
-Hemen dön… Çok çabuk geri gel… Bizi merakta bırakma…
El sallayıp vedalaştım…
11:30
Ziyapaşa Mahallesi(Didem apartmanımızın önü)
Otomobilimle geldiğim apartmanımızın bahçesindeki görüntüler
çok ilginçti… Somyalar, çek yatlar, sandalyeler, yere serilen yataklar,
cibinlikler, tam bir deniz kıyısı hatırlatıyordu… İnsanların büyük bölümü hala
korkulu ve uykulu gözlerle yorgun ve bitkin biçimde dolaşıyorlar… Geçmiş olsun
dileklerini birbirimize sunarken kadınlar;
-Ayyy! Yine deprem oluyor… diye feryat ettiler…
Özgür Mahallesi’ndeki ablamın evinin önünde sabah yaşanan
aynı panik, aynı korku, çığlık burada da yaşandı… Apartman altından gümbür
gümbür su kaynıyormuşçasına 30-40 santim, yukarı-aşağıya doğru inip-çıkıp
hareket etti… Ve üstelik bu kez yeniden vın sesi duydum… Çocuklar
fırıldak-topaç çevirirken çıkan sesi bu depremde somut olarak tekrar duydum…
Çok kişinin korkudan, panikten duyamadığı bu ses gerçekten de depremin insanlar
üzerinde korkuya neden olan çok yavaş duyulan, gizli bir siren sesi gibi geldi
bana…,
11:35
Ziyapaşa Mahallesi(Didem Apartmanımız)
Sallantı zaten saniyelerle sürüp durduktan sonra, herkes
yaşamda kaldıklarına, binaların üstlerine çökmediğine bir kez taha sevindi…
Yaşlı, saçları, kaşları bembeyaz olan(80 yaşındaki) teyze en çok korkanların
başında geliyordu… Deprem bitince herkes önce ona, sonra da bana geçmiş olsun
dedi…. İnsanların yüzlerindeki korku, panik, endişe havası birkaç kat daha
arttı… Kadınların bazıları kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı;
-Ben ölene kadar artık apartmana giremem…
-Ben de komşu… Konya da kızım okuyor, orası deprem bölgesi
değilmiş, gidip oraya yerleşirim…
-Ben de zaten Ankara ya akşama bilet aldırdım…
Bu konuşmalardan sonra apartmana girip-girmeme konusunda
endişe ettiğimi söylemem gerekir…
11:40
Didem apartmanı…
Apartmanın cümle kapısından kararlı biçimde girerken
arkamdan seslenen, korkulu gözlerle akıbetimi izleyenlere aldırış bile etmedim…
Doğruca asansörün önüne geldim, düğmesine bastım çalışıyor… Kendi kendime de;
-Korkma oğlum, burası evin… Hiçbir şey olmaz… Deprem zaten
geçip gitti…
Bu düşüncelerle asansörün önünde birkaç saniye beklerken
hemen kapısından geri çekildim… Ne olur, ne olmaz diye 7.kattaki evime
yürüyerek çıkmaya karar verdim… Merdivenleri bu kez İkişer, üçer basamak koşarak çıktım… Evimin
demir kapısını açtım, sonra öteki kapıyı açıp içeriye girdim… Evim bu depremden
çok korkmuş olmalı ki, beni sımsıcak kollarıyla sevgiyle sardı… Merdivenden
çıkarken birkaç kez sanki deprem oluyormnuş, apartman sallanıyormuş duygusuna
kapılmama karşılık sonra bunun basit bir duygu olduğunu, aslında depremin artık
geçtiğini falan söyledim, kendi kendimi inandırdım… Hemen koşarak banyoya
girdim, aceleyle duşumu almaya başladım… Kendi kendime bir yandan da soruyorum;
-Ya şimdi deprem olursa? Olmaması konusunda kimse garanti
vermiyor, olması konusunda da vermiyor… Duşumu hızla bitirip dışarıya
kaçarcasına çıktım… Bir yandan da salondaki televizyonumu izliyorum, arada
sırada balkondan 180 derece görünen Adana nın panoramik görüntüsünü izliyorum…
Kentin üstünde kurşunu ve sarı karışımı bir hava hakim… Sanki başka bir
gezegende, bir başka yıldızda, başka Adana da yaşıyormuşum gibi geldi bana…
Adana yı hiçbir zaman bu kadar hüzünlü, bu kadar moralsiz görmemiştim.. Star,
show, tgrt, yerel kanal-a da depremdeki
kurtarma çalışmalarını izledim… Bazı kanallar canlı yayınlıyorlar… Yerel
televizyonlardan tempo, metro, kanal-a Tepebağ Mahallesi’ndeki yıkılan tarihi evin
altında kalan 36 yaşındaki hanımefendinin cesedinin çıkartılmasını tekrar
tekrar yayınlıyor… Kafamdaki deprem fotoğrafı daha da netleşmeye başladı…
Facia, dram, trajedi, gerçekten büyük acı yaşamışız, bu görüntülerden sonra
buna daha çok inanmaya başladım…
11:50
Evim…
Sevgili Günlüğüm,
Aslında yaşamın negatifi olan ölümü doğal karşılamak,
gülümseyerek onu kucaklamak gerekir… Yaşamımı çok seviyorum ama asla
vazgeçemeyeceğim bir sevgilim de değil…
Nereden incelirse oradan kopsun… Hiçbir şey umurum da değil…
Heyyyy! Ölüm senden korkmuyoruuuuuumm….!
11:59
Evim…
Devlet Adana daymış… Çok sevindim, moral desteği oldular…
Böyle büyük afetler sırasında devletin vatandaşlarıyla dayanışma içinde olması,
gözlerimi yaşarttı… Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Sayın Başbakan Mesut
Yılmaz, Sayın Başbakan Yardımcısı Bülent Eceit deprem alanlarında incelemelerde
bulundu… Yaraların sarılacağı, kimsenin aç ve açıkta kalmayacağı sözü verdiler…
Ancak bazı partililer, açık gözler, vurguncular yine fırsatı iyi değerlendirip
halkın sırtından, karaborsa yaparak zengin olacaklar… Devlet ya da özel
sektörün ve dış ülkelerden gelecek yardımların yoksul halka ulaşmama olasılığı
yüksek görünüyor hep depremden sonra açık gözlü karaborsacıları yaptıkları
gibi… Türkiye de daha önce yaşanan Erzincan, Varto depremleri sırasında
ülkemize yardım olarak gönderilen yabancı markalı ürünler bile halka
ulaştırmamış, Adana’daki semt pazarlarında satılmıştı… Aynı şekilde bu depremde
de bu olayların olmaması için ben basın mensubu görevimi dört dörtlük
yapacağımı taahhüt ediyorum…
17: 00
Evim…
Gazeteleri okuyup, televizyon haberlerini izliyorum… Bu
sırada oldukça dinlendiğimi söyleyebilirim… O da ne, evim bir su bardağı gibi
sağa sola çalkalandı durdu… Hayır hayır depremin bilinçaltımdaki kabusu olsa
gerek… Yerel tempo televizyonu kandille rasathanesiyle yaptığı canlı telefon
bağlantısında yetkili kişi şöyle dedi;
-İnsanlarımızın bu geceyi de evlerinin ve kapalı yerlerin
dışında geçirmelerinde yarar vardır…
Hemen hafızamın ekranına deprem görüntüleri düştü; dinamitle
patlatılan apartmanların çökerken görüntüleri, ya da eski binaların çökerken
amatör kameramanlar tarafından tesadüfen saptanan görüntüleri, üst üste
geliyor… Ya benim apartmanım da böyle çökerse? Üzerime tonlarca demir, beton,
tuğla yığılırsa?
-Sevgili Günlüğüm,
Çok samimi olarak yazıyorum ki, ölümden asla korkmuyorum…
Onun doğal bir son olduğuna inanıyorum… Ölümün gücünü, üstünlüğünü,
kaçınılmazlığını bilen insanım… Ölümden ancak olgunlaşmamış ruhlar, kendisini
tanımayan ilkel insanlar korkar… Ey ölüm gelirsen hoş gelirsin, sefalar
getirirsin… Seni seviyorum…
( Adana da elektrikler kesildiği için yerel gazeteler
yayınlanamadı)
17:30
Evim…
Seni ne çok seviyormuşum günlüğüm, yaşamı ne çok
seviyormuşum… İşte ölümün elinden bir şeyler kurtarmak ve yok olma tehlikesini
göze alarak seninle bazı şeyleri paylaşmak istiyorum… Belki de bu son
düşüncelerim, son satırlarım da olabilir… Bu görüşlerimi yazdığım sırada
apartman çöküp yok olabilirim… Ama ölürsen bile son saniyelerimi sevgili günlüğümle
paylaşmak benim için onurların en büyüğüdür…
29 Haziran 1998
19:45
Evim…
Günlüklerimi artık evimde yazdığım için, bu tarihten sonra
saat belirtmeyeceğim… Artık evimdeyim ooohhhh! Artçı depremler hızla devam
ediyor… Yıkılan evler, kurtarılan yaralılar, ölümler, kanlar, cesetler, acı
çekenler, cenaze törenleri, mezarlar, kan anonsları, sirenler, kornalar,
insanların yüzündeki korku, endişe, ağlak ve belirsiz bekleyiş sürüyor… Güzel
Adana’ m artık bu kötü görüntülerden kurtulmalısın… Her ölüm elbette kaçınılmaz
son ama bu tür ani ve genç ölümlerinin hepsi insanın yüreğinden bir şeyler
kopartıyor… Kandilli Rasathanesi’nden yapılan açıklamaya göre iki günden beri
devam eden artçı depremlerin sasıyı 60’a ulaşmış… Bazı olumsuz düşüncelerden
kurtulmanın tek yolu okumak, daha çok okumak… Yaşamımın sonu gelse bile
okumaya, onun ışığıyla ruhumun karanlığını kovmaya devam ediyorum… İşte PAULO
COELHO’ nun SİMYACI’ sını iki günde okuyup bitirdim…
( Gazeteler; acı bilanço 109 ölü… Devlet Adana da…
Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakan Adana da…)
Ceyhan daki iki apartman enkazında kurtarma çalışmaları
hızla sürerken, henüz dokunulamayan apartman, ev, işyeri, enkazları bulunuyor…
Bu yıkıntıların altında kalanlar da kurtarılmayı bekliyorlar… Ölümün karşısında
insanların çırpınması, ağlaması, çok
korkunç…. Çocukları dünyaya getiren insanlar onlara yaşam kadar ölümü,
hastalıkları, yoksulluğu, onuru-onursuzluğu, korkuyu-sevinci, açlığı-tokluğu,
endişeyi, paniği, bunalımı, olanakları, olanaksızlıkları, karşılıksız sevgileri,
nefretleri, sosuzluğu da birlikte sunuyorlar ama; pek çok anne-baba bunun
farkında bile değil…
(Gazeteler; ölü sayısı artıyor… Tedirginlik sürüyor… Baykal;
afetler yasası çıkartılmalıdır dedi)
3 Temmuz 1998
10:00
Sevgili Günlüğüm,
Yaşıyorum, sağlığım çok iyi, deprem, ölümü defalarca
yaklaştırmasına rağmen, hepsinden zaferle çıktım… Bu yönümle gurur duyuyorum…
Çok sevinçliyim… İşte bu gün ulaştığım bilgiler;
-Çukurova’ daki deprem 1,5 milyon insanı etkiledi…
-Artçı depremler irili-ufaklı sürüyor…
-800 civarında ev tamamen yıkıldı… Üç bin civarında ev de
büyük hasar gördü…
-145 kişi yaşamını yitirdi…
-Devletimiz yaraları sarmaya çalıştı ama yeterli olamadı….
Vatandaş-devlet arasındaki sevginin, güvenin tamamen bozulmamasını istiyorum…
çünkü ben devletimi seviyorum…
-Adana lı politikacılar yazlıklarda, yaylalarda, cep
telefonları kapalı, ortalıkta hiç kimse görünmüyor…
-Bir milletvekili depremzedelerin yanına gedip “GEÇMİŞ
OLSUN” dileğinde bulunmadı… Bu adamlar yarı seçimde hangi yüzle gidip oy
isteyecekler? Kendileri bilir…
-Devlet 6 bin adet afet konutu yapacağını açıklıyor…
(Gazeteler; Depremzedelere konut müjdesi… Evsizlere verilmek
üzere 4 bin konutun temeli atıldı…
4 Temmuz 1998
O5.41
Biraz önce yatak odamdaki kütüphanemden düşen Büyük Larousse
nın çıkarttığı “KÜTTTTT!” sesiyle uyandım… Dev apartman, yatak odam sarsılıyor,
çalkalanıyordu… Daha önceden saptadığım odamın içindeki bir kolonun altına
koştum, bir yandan da penceremden panoramik Adana görüntüsünü izliyorum…
Koskocaman apartman küçücük bir bardak su gibi çalkalanıyor, çalkalanıyor…
Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya gümbür günbür kaynayan bir su gibi
çalkalanıyor… Denizin dalgaları üstündeki kayık gibi evim yalpalayıp duyuyor,
oynuyor, oynuyor… Tekrar aynı hareket, aynı çalkantı, aynı oynama, tekrar
sarsıntı, her saniye bir saat gibi geçiyor…. Bu sırada inci vınlama sesi
yankılanıyor… İnsanlar korkudan bu sesi duyamıyorlar ama ben fark ediyorum…
Topacın dönerken çıkarttığı ses gibi bir vınlama… Ve odamdaki kütüphanede,
köşeden 15-20 santim uzaklaşıyor, tekrar gelip köşeye küt küt çarpıyor… 30-40
defa aynı çarpmalar devam ediyor… Sıvalar kopup kopup yere düşüyor… Adana’ nın
üstü kurşuni bir renkle kaplı, güneş ışıkları henüz kenti yıkamaya başlamadı…
Depremin getirdiği bu görüntüye sadece ölüm havası denilebilir…
Evim çalkalanmaya alttan üste, kalkıp-kalkıp inmeye devam
ediyor… Dev dalgalara kapılan küçcük bir geminin sulara kapılmadan önceki son
saniyelerinde olduğu gibi… Çahkantı insafsız biçimde sürüyor… Bir adım sağa,
bir adım sola atamıyorum… Her an apartmanımızın 7.katının enkazıyla sıfır
katına doğru ışık hızıyla düşmeyi bekliyorum… Bu sırada yıkılmayan bir kolan ya
da bir bölüm varsa kendimi hemen onun altına balıklama atmak için göklerimi
kırpmadan yıkılma anını ve yaşamımı kurtarabileceğim bir sağlam oyuk oluşabilir
mi diye gözlüyorum…
Sallantı, çalkalanma, yukarıdan aşağıya,inip kalkma
yavaşladı, yavaşladı…100-120 giden otomobilin el freniyle durması gibi apartman
yere düşmeden durdu… Koşarak mutfağın balkonuna çıktım… Adana’ nın yüzde
(Gazeteler; Özel kuruluşlardan yardım eli… Büyük holdingler
09:10
Trt Çukurova Radyosu biraz önce verdiği habere göre bu sabah
05:41 de evimi de gümbür gümbür sallayarak ölümü yatak odama kadar getiren
deprem Richter ölçeğine göre 5.1 şiddetindeymiş… Bir kez daha ölümle burun
buruna geldim ama yine döndüm, kurtuldum… Ayrıca hem bu gün hem de 26 Haziran
da meydana gelen iki büyük depremde yıkılmadan kaldığı ve beni koruduğu için
evime teşekkür ediyorum… Evimi çok seviyorum…
16:00
Sevgili Günlüğüm,
Sokaklarda ambülans ve özel araçların sesleri deprem
gününden beri hiç susmadı… Çoğunlukla da artarak hala devam ediyor… Bu sabaha
karşı iki deprem daha yaşadığımı haberlerden öğrendim… Bu güne kadar 70 artçı
deprem daha olmuş… Yani ölüm 70 kez daha çevremizde dolaşmasına rağmen gücü
yetmemiş… Can sıkılması, için ilaç gibi bir bilgi daha; artçı depremler 2-3 ay
daha devam edecekmiş…
17:32
Sevgili Günlüğüm, dakikaları, tarihleri çok dikkatlice ve
hassas biçimde yazıyorum… Daktilomun son tuşuna bile vururken devrem olur, evim
apartman çökerse, benim hangi saatte ne iş yaptığımı insanlar-cesedimi
çıkartanlar tam olarak öğrensinler istiyorum…
18:00
Depremler ilk günden beri beni dolu dolu korkutamadı… Sadece
birkaç defa tedirgin oldum hepsi bu kadardı… Şu anda günlüğümü yazarken bile
avizeler tıkır tıkır sallanıyor… Kesin yine deprem, evimi yavaş yavaş
çalkalıyor… Depremle artık karı-koca olduk… Bu tedirginlikler beni yaşamın
hesabını yapmaya yöneltti ve vardığım sonuç şudur ki; kimseye kür değilim,
kimseye kırgın değilim, yaşamı ve kendimi hep sevdim, yaptığım hiçbir şeyden asla
pişmanlık duymuyorum… Bin defa dünyaya gelsem, bin defa aynı doğrularımı ve
yanlışlarımı tekrar yapardım…
5 Temmuz 1998
11:50
Sevgili Günlüğüm,
Bir filozof ne güzel söylemiş; ”BEN VARKEN ÖLÜM YOK, ÖLÜM
OLDUĞUNDA DA BEN OLMAYACAĞIM İÇİN SORUN YOK…” Asla karşılaşmayacağım için ölümü asla sorun
yapmadım ve yapmamaya da söz verdim, and içtim… Ancak deprem gibi doğal afetler
sırasında gereken önlemleri de almanın uygar bir insan davranışı olduğunun
bilincindeyim… Toprağın üstü altından her zaman daha güzeldir… Gazeteci çağının
tanığıdır özdeyişinde olduğu gibi yaşadığım depremde kendi ileri, uç, orta
bazen de aykırı duygularımı anı anına saptayıp yaşadıklarımı belgeselleştirmek
istiyorum…
16:00
Sevgili Günlüğüm,
Kanal A Televizyonu Genel Yayın Yönetmeni Murat Zöhre
çağırdı gittim;
-Abi yaşamın içinden özel diye bir programı her gün deprem
bölgelerinde çeker misin?
-Muratcığım seninle daha önce çeşitli gazetelerde çalıştık,
aynı şeyi düşünüyoruz… Kutlarım arkadaşım… Hemen başlayalım, dedim…
Kanal-A Televizyonun başarılı kameramanı Yücel Bayluk’ la bu
gün Adana nın göbeğini oluşturan Tepebağ ve Kayalıbağ da çekim yapıp,
depremzede vatandaşlarla olay anını konuştum… Tiyatrocu arkadaş Mehmet
Arpalıgil’in 36 yaşında ölen kız kardeşinin enkaz altından çıkartıldığı yerde,
insanlarla söyleştim… Özellikle ölümün
yarattığı hüzün son derece etkiliydi… tüm insanların yüzünde korkulu, ağlak,
paniklemiş ve kararsız bir bekleyiş vardı… Devleti beklediklerini onun da
gelmediğini söylediler… Halk görevlilere karşı çok hırçın, sinirli olmasına
rağmen beni televizyondan tanıdıkları için saygı gösterip, mikrofonuma
dertlerini anlattılar… Ve halkımız devletten yardım beklemeye devam ediyor…
Onların acılarını kendi acım gibi yüreğimin en derinliklerinde duyarken, deprem
konusunda bu kadar çok malzeme bulabileceğimi hiç düşünmemiştim… Mesleğimi ve
insanlarımı çok seviyorum…
21:05
Sevgili günlüğüm,
Saat 18: de montajsız biçimde,”YAŞAMINİ İÇİNDEN” programım
Kanal- A Televizyonunda yayınlandı… Depremle ilgili bilisel açıklamaları dinliyorum…
Ceyhan Adana arasından, kuzey-doğuya doğru uzanan Hatay fay hattında paralel
hatlarda oturmalar olmuş… Bu kırılmalar ve oturmalar nedeniyle 6.3 ve 5.1 ve
70’e yakın artçı deprem olmuş… Doğa en
küçük bir düzenlemeyi bile yaparken bu kadar ses çıkartıyor, can ve mal kaybına
neden oluyor…
22:30
Ziyapaşa mahallesindeki Didem apartman bahçemizdeki
otoparkta benim arabamla birlikte iki araba daha var… Oysa en az 20 otomobil
her zaman burada parkta dururdu… 35 daireli apartmanda iki-üç dairenin ışığı
yanıyor… İnsanların çoğu başka şehirlere, yaylara falan gitmişler… Ama, 1995
ten beri sürdürdüğüm yalnızlığıma aşık olduğumu söylememin hiçbir sakıncası
yok… Bu sessizlik beni kalabalıktan daha çok mutlu ediyor…
(Gazeteler; Yüreğir’e bağlı Kılıçlı Köyü’nde 10 can toprağa
verildi… Sabaha karşı 5 şiddetinde, öğleden sonra 4.4 şiddetindeki deprem Adana
ve Mersinde de hissedildi… Balkonlardan atlayan 698 kişi çeşitli yerlerinde
yaralandılar… Deprem hırsızı linçten kurtuldu… Dumlupınar Mahallesi 108 sokakta
bir gurup vatandaş depremdeki evlerine hırsızlık yaptıkları iddiasıyla iki
kişiyi döverek linç etmek istedi…)
6 Temmuz 1998
10:20
Sevgili Günlüğüm,
Bu gün Sarıyakup mahallesinde “YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL”
programı çekeceğim…. 2400 yıl önceden yaşayan filozof Zenon, “SONUCA KATLAN,
KENDİNİ TUT…BİLGE DUYGULARININ ESİRİ OLMAZ” demiş… Bu deprem de benim izlediğim
yaşam felsefemi böylece açıklamış…
21:00
Yine deprem, yine deprem, hep depremle yatıp kalkıyorum… Halkın büyük bölümü bu kenti terk etmiş
sayılır… En lüks Toros Caddesi’nde bile normal zamanlarda 2000- 3000 bin kişi
aynı anda akşam serinliğinde yolları doldururken bu gün 50-60 kişi ya vardı, ya
yoktu…
23;00
Sevgili Günlüğüm,
Sık sık kalkıp günlüğümle buluşup, önemli duygularımı,
düşüncelerimi yazıyorum… Deprem ne iyidir, ne kötüdür… Yağmurun yağması, kış
mevsiminde havaların soğuması, ilkbaharda tohumların topraktan çıkması, şimşeğin
çakması, insanın büyük ve küçük abdestini yapması gibi doğal bir olaydır…
Doğada sağlıklı olmak, sıhhat olmak, tüm canlıları daha iyi yaşayabilecekleri
bir ortamı yaratmak zorundadır… Yanardağları püskürtmesi, dev fırntınalar, denizlerin
köpürmesi, depremler bütün bunlar onun kendi kendisini yenilemesidir… Ama
bunları yaparken de bazen yararına çalıştığı canlılara da zarar verebiliyor…
(Gazeteler; 17 milletvekiline davet… 7 Temmuz da 17
milletvekili bir araya geliyor…
7 Temmuz 1998
Sevgili Günlüğüm,
Yapılan bilimsel açıklamalara göre bu güne kadar 84 tane
artçı deprem kaydedilmiş… Kanal-A televizyonunda 6 Temmuz dan beri her gün
çektiğim “YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL” programım saat 21:00 de yayınlanıyor… Bana
deprem korkusunu unutturan, evimde rahat rahat oturmamı sağlayan da galiba bu
güzel programımı çekip, yayınlarken duyduğum sevinç ve aşk olmalı… Konuştuğum
çocuklar masum, yaşlılar hüzünlü, anne-babalar yarınlarından kaygılı, gençler endişeli… Yaşam her şeye
rağmen kendisini temizleyip, arınıp, sonsuzdan sonsuza doğru yatağında akmaya
devam edecek…
19:00
Sevgili Günlüğüm,
Depremler nedeniyle ölümün 84 defa yanıma gelmesine rağmen
kendimi ona yakın hissetmeme rağmen, yaşam aşkımdan bir an olsun kopamadım,
ayrılamadım… Seni ne kadar çok sevdiğimi ve bir kez daha vazgeçilemez olduğunu
anladım… Sen benim dilim, kulağım, gözüm, beynimsin… Sen bensin, ben de senim…
Ve ilk günden beri yaşamı deprem korkularının tamamen üstüne taşıdım… Ben
kendimi önemsemeyi, dünyayı önemsemekten daha da önemli sayıyorum…
(Gazeteler; 17 milletvekili geliyor… Bayındırlık depremde
evleri yıkılan, hasar gören vatandaşlara çare arıyor…)
11 Temmuz 1998
Sevgili Günlüğüm,
Fısıltı Gazetesinin yaydığı deprem dedikoduları yüzünden
halkımızın büyük bir bölümü korkulu, hala panik içinde yaşıyor… 27 Haziran dan
beri olacağı söylenen, saatlerin hepsi gelip geçmesine rağmen, büyük depremin
olmamasına bakıp insanlarımız hala ders almıyorlar… Kulaktan duyma, ilkel,
yalan yanlış, dayanaksız, akılcı olmayan bilgilere doğruymuş gibi sanıp
kanıyorlar… İnanıyorum ki, yüz tane profesör bir araya gelse, cahil bir
vatandaşımızın ürettiği dedikoduyu üreterek, halkı korkutamaz… İyi bir
televizyon izleyicisi ve gazeteci olarak bilimin tüm açıklamalarına, bilgi
disketime kaydettiğim için deprem konusunda doğru bilgiye sahip bulunuyorum…
Arkadaş bu işin otoritelerinin söylediği şu;
-Depremin önceden olacağını belirleyen herhangi bir
aygıt-alet bu güne kadar yapılmadı…. İnsanların şu gün, şu saatte deprem olacak
şeklindeki ifadelerinin hepsi yanlıştır, yalandır, kasıtlı olarak
uydurulmuştur…
(Gazeteler; hasarlı evlere girmek istemeyen Salih Uçuk,
Kabaktepe Mahallesi 109 sokak 10 numaralı evde kendisini astı)
12 Temmuz 1998
Depremde ölen 145 kişinin içinde olmadığım için seviniyorum…
Tamamen tesadüfler üzerine kurulu bulunduğuna inandığım yaşamımda ne kadar uzun
süre kalırsam kendimi o kadar mutlu sayacağım… Başyapıtım gözüyle baktığım
yaşamıma depremden sonra daha büyük ilgi gösteriyor, sıkı sıkıya sarılarak her
saniyesini daha dolu yaşamaya çalışıyorum…
(Gazeteler; milletvekilleri, belediye başkanları,
kaymakamlar, bürokratlar, kurum kuruluş temsilcileri bir araya geldi…)
13 Temmuz 1998
Sevgili Günlüğüm,
“YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL” programımın çekimini depremin üssü
olarak açıklanan Abdioğlu Köyü’nde yaptım… Portakal bahçeleri, tarlalar,
fidanların olduğu bahçelerin kenarında bulunduğu Ceyhan Nehri ne birkaç
kilometre uzunluğunda peynir dilimleri gibi dilimler açılmış, devrilmiş… Köylü
vatandaşlar 6.3 şiddetindeki ilk deprem sırasında Ceyhan Nehri’ nin birkaç saat
yatağından kaybolduğunu, kilometrelerce uzaktaki tarlaların içinden kayzerler
gibi fışkırdığını anlattılar… Yıkılan evler, ahırlar, garajlar, ağlayan
insanların sayısı belli değil… Çok zengin ve en verimli ova olmasına rağmen
insanların beklenmedik durumdaki panikleri gerçekten çok ilginç… Panik
sırasında zenginlik, sağlıklı düşünmeye yetmiyor…
(Gazeteler; Adama hayalet kent oldu… Caddeler, sokaklar
boşaldı… Deprem vurgunu yiyen vatandaşlar yayla ve deniz evlerine gittiler…)
14 Temmuz 1998
20;40
Sevgili Günlüğüm,
Dün 04:40 3.2 şiddetinde iki deprem daha yaşandığını
öğrendim… Yani dün iki kez ölüm etrafımda dolaşmış, yatak odama gelmiş ama
alamamış… Anladım… Teşekkürler ölüm…
Sevgili günlüğüm,
Mestanzade Mahallesi’ nde yaptığım çekim sırasında 28 sokak
28 nolu evde tek başına yaşayan 75-80 yaşlarındaki bir kadına mikrofon
uzattım.. Yaşlı kadın ağlamaklıydı…
-Oğlum günlerdir deprem korkusuyla sandalyede yaşıyorum…
Ayaklarım şişti, hastayım, dedi…
Gerçekten de somun gibi şişen dizlerini gösterince çok
üzüldüm, etkilendim, duygulandım…
-Oğlun kızın yok mu anne?
-Evlendim ama çocuğum olmadı yavrum… Kocam ölünce de tek
başıma kaldım… Ekmek param bile yok… Komşuların yardımıyla geçiniyorum… Çok
yaşlıyım… Yardım edin ne olur?
Bende adres vererek
iki kez anonsumu tekrarladım… Program çekimi bittikten sonra cebimdeki tüm para
olan 500 bin lirayı çıkartıp ağlayan yaşlı kadına verdim… Gözleri pırıl pırıl,
ışıl ışıl oldu… Sevinen bir ses tonuyla teşekkür etti… O sırada cebimde 100
milyonum da olsa hepsini cebine koyacaktım…
21;15
Sevgili Günlüğüm,
Bu günde Yüreğir Kılıçlı Köyü’nde program çektik… 10 kişinin
öldüğü köyde 100 bina dan 80’i yıkılmış, oturulamaz halde bulunuyor…
Vatandaşların ağzını bıçak açmıyor… Yaşlı kadınlar daha çok etkilenmiş..
Önümüzdeki mevsimi nasıl geçirebileceklerini bana soruyorlar… Devletin
yardımını sağlamam için bana yalvardılar… Yeni evlenmiş bir çiftin durumlarına
çok üzüldüm… Çeyiz olarak evlerinde kurdukları buz dolapları, çamaşır
makineleri, televizyon, büfe, tüm eşyalarının üstüne iki katlı ev çökmüş,
eşyalar birkaç saniye içinde yok olup gitmiş… Daha bir haftalık evli olan
çiftten koca saatlerce enkazın altında kalmış… Kolonunun bir ucu onun kolunun
üstüne bastırmış, ve çok büyük acılar altında saatlerce kıvranmış… Durumu çok
acıydı… Büyük Atatürk’ün deyimiyle milletin efendisi olan köylü vatandaşlar,
kenttekiler kadar seslerini yükseltemiyorlar, onlar daha da utangaçlar… Efendiye de zaten böyle soylu duruş yakışır…
Devletten fazla yardım beklemiyorlar, kanaat ediyorlar, ama yardıma acil
ihtiyaçlarının olduğu kesin… Televizyon program çekimimiz süresince
etrafımızdan bir an olsun ayrılmayan, başrol oyuncusu olan çocuklara kapanış
sırasında mikrofonu uzattım…
-Çocuklar deprem sırasında kortunuz mu?
Hepsi koro halinde;
-Eveeeeettt….! Dediler…
-Evleriniz yıkıldı, hayvanlarınız öldü, traktörleriniz enkaz
altında kaldı...
Peki yarın siz askere gittiğinizde ne yapacaksınız? O zaman
da korkacak mısınız?
Zeki olan çocuklardan birisi;
-Abi şimdi yaşımız küçük diye korktuk…
Öteki çocuk;
-Büyüyünce asker olacağımız için korkmayız ki?
Çocuklar bu defa koro halinde;
-Doğruuuuu, dediler…
-Aferin sizlere, bu günkü programın kapanışını çocuklarla
yaptım… Zaten her program çekimim sırasında mini mini yürekleri, küçük
omuzlarıyla onlarla da söyleşiler yapıyorum…
22:50
Kanal A-Televizyonunda her gün olduğu gibi kameraman
arkadaşım Yücel Bayluk’u almaya gittim… Haber Müdürü Nemci Uçar, kulağıma
eğilerek;
-Abi çok önemli bir sır verebilir miyim?
-Tamam… Dinliyorum Necmi? Neyle ilgili?
-Depremle ilgili… Ceyhan da 6.3 şiddetindeki depremin son
7-8 saniyesi 8 şiddetinde olmuş…
Hayret ettim:
-Deme…!
-Vali Oğuz Kağan Köksal söyledi… Ama çok özelmiş, devlet
sırrıymış… Kandilli Rasathanesi böyle bir ölçüm yapmış ama kamuoyuna
açıklamamış…
-Necmi’ciğim gerçekten güzel bir bilgi… Sağol…
Necmiy’yle konuştuktan 15 dakika sonra program çekimi için gittiğim
Mısır Çarşısı’ndaki bir vatandaş, kamerayı henüz açmadan şöyle dedi;
-Abi Ceyhan daki depremin son 7-8 saniyesi 8 şiddetindeymiş…
Çok binalar o sırada hasar görüp çökmüş, en çok büyük sarsıntıda insanlar
ölmüş… Duydun mu?
-Şeey… Aslında ilk defa duyuyorum… Bu bir sır… Şeymiş…
Falan… demek zorunda kaldım… Ama içimden yine de Necmi ye teşekkür ettim…
Halkın Fısıltı Gazetesi bu kez gerçekten çok hızlı çalışmış…
( Gazeteler; Adana daki 300 bin konutun 170 bini kaçakmış…
Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak-depremde yıkılan evler ruhsatsız, mimar
ve mühendis eli bile değmemiş-dedi…)
22:59
Sevgili Günlüğüm
Bu gün Suluca Beledesi’ndeki depremin acı izlerini yine
görüntüledik; bu köyde yaşamını yitiren 6 kişiden 4 ‘ü Kanal-A televizyonunda
birlikte çalıştığımız program yapan Aydın Manaşırlı’ nın ablası, eniştesi,
eniştesinin kardeşi ve yeğeni… Öldü diye mezarları kazılmasına rağmen son anda
yaşama dönen Fikriye Teyze ile aramızda şöyle bir konuşma geçti;
-Anlat bakalım teyze? Nasıl yaşadın depremi? Taşlar üstüne
nasıl düştü?
-Oğlum evimin içindeydim, sallantı başlayınca dışarıya
kaçmak için kapıya doğru bir iki adım attım ama ev üstüme çöktü… Düşündüm
yavrum… Taşlardan kımıldayamıyordum, ama sadece iki dudağım açıktaydı… Onlarla
nefes almaya çalışıyordum… Bir ara çocuklarımın evde olmadığı aklıma gelince de
sevindim… Bir taraftan da salavat getiriyordum…
-Sonra?
-Kendimi kaybetmişim, köyümüzün imamı bir ara kafamı
tutuyor(Ölme Fikriye teyze, ölme, sakın ölme, ben buradayım) diyordu… Bende
tamam artık ölmem dedim… Gözümü açtığımda hastanedeydim…
-Yaşamak nasıl bir duygu?
Göz yaşları arasında mikrofonumuza şöyle dedi;
-Çocuklarıma, torunlarıma, yeniden kavuşmak, yaşamak
gerçekten çok güzel… Bu duyguyu yaşayanlar bilir…
Daha sonra Fikriye Teyze hıçkırıklara boğuldu… Konuşamadı… Aynı anda etrafındaki çocukları,
torunları, orada bulunan köylüler, kameraman arkadaşım Yücel bile ağladı… Bu
program 21:00 de yayınlandığında mesleğimle bir kez daha övündüm… İyi ki
gazeteci, tv programcısı olmuşum, böyle duyguları kim yaşayabilirdi ki? Yaşamda
aslında bir sürprizdir… Tam olarak hala anlaşılamamıştır…
(Gazeteler; deprem vurdu, yatırım durdu… Aski Genel Müdürü
Byaram Merdan çok büyük sıkıntı yaşadıklarını söyledi…)
15 Temmuz 1998
22:50
Sevgili Günlüğüm,
Evim hala çalkalanıp duruyor, eşyalarım, avize tıkır tıkır
ses çıkartırken uyandığımda yine deprem oluyordu… Üzerine yattığım somyamı,
uyanmamam için bir kişi 15-20 saniye aralıksız salladı, salladı… TRT-Radyo 1
haberlerine göre 06:30 daki deprem 3.9 şiddetindeymiş… Tabi her depremden sonra
yaptığım gibi odamda uyumaya devam ettim… Uyandığımda sabah saat 09;00 du…
16 Temmuz 1998
10:40
Sevgili Günlüğüm,
Dün gece deprem başta olmak üzere, bütün olumsuz
düşüncelerden uzak, deliksiz bir uyku çektim… Sabah uyandığımda öyle
rahatlamıştım ki; yaşadığıma bir kez daha sevindim… İyi ki yaşıyorum…
20:40
Sevgili Günlüğüm,
Kanal-A televizyonunda her program için 1 milyon lira
alıyorum… Genel Yayın Yönetmeni Murat Zöhre bu gün gittiğimde;
-Orta doğunun, Balkanların, Kafkasların en büyük deprem
muhabiri diye övdü, selamladı… Eski gazeteci arkadaşım olan Veysi’yle Tepebağ
Mahallesi’ndeki çekimler sırasında karşılaştığımda şöyle dedi;
-Abi Adana depreminin nabzını senin programında, Kanal-A
televizyonunda atıyor…
Bu güzel yaklaşımlar bana moral veriyor… Daha iyi, daha etkili,
daha güzel ve kusursuzluğa doğru yürümem için dinamo görevi yapıyor… Üstelik
tüm programlarım montajsız, sıfır montaj ile, geldiği şekliyle, ham kaset
olarak yayınlanıyor… Çünkü kameramanı öyle güzel yönlendiriyorum, öyle anında
yanlış bir şeyi sildirip, bandı eski yerinden başlatıyorum ki, montaja asla
gerek kalmıyor…
21:00
Sevgili Günlüğüm,
Bu gün Hürriyet Mahallesi’ndeki çekimlerim sırasında
çevremizde yüzlerce, binlerce çocuk toplandı… Kızılay’ın kurduğu çocuk parkında
deprem korkularını geçirmeye çalışan vatandaşlarımızın, çadırlarının içine
kadar girip, yiyecek-içeceklerini izleyenlere gösterdim… Sadece kuru ekmek,
soğan, domates, bulunuyor… Halk alabildiğince fakir, devletin yardımlarından
yararlanmak isteyen, kötü düşünceli fırsatçıların olduğunu da gördüm… Bu tip,
açık göz, mafya tipli fırsatçılar, öne fırlayarak gerçekten yardıma muhtaç olan
kişilerin haklarını gasp edercesine kendilerine sınırsızca alıyorlar… Fakirler,
muhtaç kişiler, geride kalıyor… Bu hain tipler öne çıkıyor…
22;00
Sevgili Günlüğüm,
Adana Erkek Lisesi’nden emekli olduktan sonra kendine PENTÜR
isimli bir küçük resim atölyesi açan Ethem Aydın hocamı ziyaret ettim;
-Abdulkadir’ciğim, deprem nedir bana anlatır mısın?
-Hocam yağmurun yağması, otların sararması, börtü böceğin
ilkbaharda toprağın üstüne çıkması, insanın büyük ve küçük abdestini yapması,
nasıl normalse, deprem de doğanın kendini düzenlemesi için çok sıradan bir
olay, dedim hoca bana teşekkür… Deprem konusundaki düşüncelerim hoşuna
gitmiş…Devam ettim;
-Hocam doğa canlıdır… Dünya adını verdiğimiz bu gezegende
büyük bir canlı organizmadır… Evet, ölü, cansız yanları var ama genelde
canlıdır… Ortasındaki mağma tabakasındaki ısıyla yaşayan devama bir
organizmadır… Elbette aksayan, düzeltilmesi gereken yanları vardır, elbette
kendisini yenileyecektir…
Hocam son söz olarak şöyle dedi;
-Abdulkadir’ciğim güzel şeyler düşünüyorsun ve yapıyorsun…
Bir gün gelip birileri seni fark edecektir… Delikli taş yerde kalmaz, dedi…
17 Temmuz 1998
18:37
Kanal-A Televizyonunda her gün saat 21:00 de yayınlanan
“YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL” televizyon programımı bu gün Ulucami ve Ağaca Mescit’te
çektim… Gözleri görmeyen müezzin ısrarla her adımımı, mikrofonda yaptığım bütün
konuşmalarıma özenerek kulak kabarttı… çekim bitip Şadırvan da çay içtiğimiz
sırada, bu iki gözü ama olan müezzin şöyle dedi;
-Abdulkadir bey(Adımı sanırım oradakilerde öğrenmiş) benim
sizi gözlerim görmüyor ama sesinizden ölçtüğüme göre siz çok iyi bir
insansınız… Ne yüzünüzü görebilenlere…
Elektrik çarpmış gibi oldum… Titredim… Bir an nefessiz
kaldım… Ben böyle bir övgüyü hak edecek ne yaptım ki?
Sevgili Günlüğüm, belki de benim çok zor koşullarda,
yıllarca gazetecilik ve tv programcılığı yapmama neden olan işte bu boyuttu… Müezzin
abiye binlerce kez teşekkür ettim; ama günlüğümü yazarken, temize çekerken,
yayına hazırlarken, düzeltirken hep aynı heyecanı duyuyorum, sarsılıyorum…
Teşekkürler mesleğim, teşekkürler yaşam…
20;40
Bu gün sabaha karşı 03:00 da 3.2 şiddetinde bir depremin
daha ortuğunu TRT Radyo-1 deki sabah 07:30 haberlerinden öğrendim… Artık
depremle yatıp, kalktığım için, çapı, boyutu, etkisi, şiddeti, verdiği vereceği
zararlar ne olursa olsun artık ondan korkmuyorum… Zaten depremden hiç de
korkmamıştım…
20;55
Nurullah Ataç’ın(GÜNLERİN GETİRDİĞİ SÖZDEN ÖZ’E) isimli
yapıtını iki günde okuyup bitirdim… Deprem, okumama, düşünmeye, yazmama asla
engel değil…
(Gazeteler; Adana defterdarı Kemal Sağ; depremden zarar
görenlerin beyanname verme sürelerinin uzatıldığını açıkladı…)
18 Temmuz 1998
10:00
Sevgili Günlüğüm,
Çukurova’nın temmuz güneşi bu güne kadar
yaşadığım-hissettiğim güneşlerden daha da etkili… Köz gibi bedenimi yakarken,
abartısız kovalar dolusu terliyorum… Mahalle, mahalle, cadde cadde, köy köy,
sokak sokak, ev ev, oda oda dolaşıp depremzede vatandaşlarımızın durumlarını
Kanal-A televizyonundaki programda yansıtıyorum… Bu programımızdaki amacım;
çalışmayan yan gelip yatmayı, salla başı, al maaşı ilke edinmiş devlet
memurlarını çalışmaya itmek, bu acılı günde insanlarımıza hizmet götürerek
devlet-halk dayanışmasını sağlamak… Programımda parmak bastığım pek çok
konuların anında çözüme kavuşturulduğunu görüp, sevinç duyuyorum… Devletime,
yurduma, insanıma yardım etme erdemlerimi çoğaltmaya çalışıyorum…
22;50
Sevgili Günlüğüm,
Ambülansların sirenleri, özel araçların korna çalarak
hastaneye aralıksız yaralı, hasta, ölü taşımaları, gece gündüz aralıksız
sürüyor… Bu saatte uykum tutmadığı için kalkıp yeniden televizyonumu açtım,
günlüğümü yazıyorum… Aslında beni gecenin bu saatinde uyandırarak yaşadıklarımı
yazmaya iten, günlüğümle buluşturan olaylara teşekkür etmeliyim…
23:59
Kanal-A televizyonunda “YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL” programımı bu
gün Sucuzade Mahallesi’nde çektim…
Övündükleri yaşamlarının tek güvencesi olarak gördükleri, yıkılan ya da
oturulamaz derecede hasar gören evleri için 80-90 yaşlarındaki kadınlar
çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağladılar kameranın karşısında… Sanki annem, kız
kardeşim, ablam ağlıyormuş gibi üzüntü duydum…
Yüreğim parçalandı, gözlerimden yaşlar geldi… Belki de en hüzünlü
programımı bu gün çektim… eğer ağlama yeteneğim olsaydı, prorgram çekimimi
iptal ederek o yaşlı kadınlarla birlikte oturup saatlerce
ağlayacaktım…Devletimizin bu yaraları çok kısa zamanda sarması gerekiyor….
145 kişinin öldüğü bu depremde seçmenin yanında olmayan politikacılar,
acaba onların yanına hangi zamanda uğrayıp hallerini hatırlarını soracaklar ki?
Türkiye aslında politikada değişim süreci yaşıyor… Bu doğal süreç
durdurulamayacaktır… Halkı seçimden önce oyları için sağılacak inek-koyun gibi
gören, onları kandıran tipi mutlaka değişmelidir… Halkına hizmetkar olacak
politikacıların işbaşına gelmesi çok yakındır…
(Gazeteler; para geliyor… Adana depremi bakanlar kurulunda
görüşüldü… Ve imzaya açıldı… 5 bin konut yapılacak…)
19 Temmuz 1998
12:35
Sevgili Günlüğüm,
Güzel Adana’ m bu sabaha karşı beşik gibi sallandı… Yaşamını
yitiren 145 kişiden birisi olabilirdim… Bu gün bu bilinçle yaşamımı sıkı sıkı
kucaklıyorum… Onu daha da yukarılara, doruklara çıkartmak için, iyilik ve
erdemlerimle süslemek için çaba harcıyorum… Üstelik evim sağlam, yaşamımı
depremden önceki zamanlarda olduğu gibi devam ettiriyorum… Bu kadar büyük doğal
bir felaketten sağlıklı, kayıpsız olarak kurtulmak az şey değil… 27 Haziran
1998 tarihini kendi doğum günüm ilan ediyorum… Coşkumu bundan sonra daha da
arttıracağım… Mutluluklarımı kimsenin yıkmasına asla izin vermeyeceğim… Heyyyy!
Yaşam, duyuyor musun seni çoooook seviyorum…
22;50
Sevgili günlüğüm,
Bu gün öğleden sonra Yüreğir deki Şıhmurat Köyü’nde yaptığım
“YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL” programında depremin acısını köylü vatandaşlarla
konuştum… Çok fazla zenginlerin olduğu bu köyde, yine yıkılanlar fakir
yurttaşların evleri olmuş… Özellikle bir kerpiç evde 13-14 kişi yaşıyormuş, o
da yerle bir olmuş… Evlerinin yıkıntılarını görüntülerken 14-15 yaşlarındaki
Mahmut bir yanık türkü söylemez mi? Çevremizde toplanan herkes hüngür hüngür
ağladı, biz çekimimizi sürdürdük, Mahmut’ un annesi ablaları, kız kardeşleri,
yengesi, babası, abisi, ağlayanların ilk sırasındaydı… Mahmut’un söylediği
türkü beni çok etkiledi, ama hüzünlenmemeye özen gösterdim… Başım dik, göğüsüm
ileride, yurttaşlarla söyleştim… Devletimin bu insanlara yardım etmesi için çok
iyi çalışması gerektiğine inanıyorum…
23:15
Sevgili günlüğüm,
Şıhmurat Köyü’ndeki çekimlerimizde söyleşi yapıp, mikrofon
uzatmamdan, acısını paylaşamdan çok etkilenen bir köylü kadın, oradan
otomobilimizle ayrılacağımız sırada, iki tane tandır ekmeğini poşete koyup bize
uzattı;
-Anne, siz mağdursunuz, biz bu ekmeği ne yapalım?Asla
almayız…dedim…
-Hayır almanızı istiyorum,
diye ısrar etti… Ama kesinlikle almadık… Köyün diğer bölümlerini de dolaşıp
çekimlerimizi sürdürdük, görevimiz sona erdiği sırada elinde poşetle peşimizde
dolaşan çocuk, arabamıza binerken yaklaştı;
-Abi bu tandır ekmeklerini teyze gönderdi, mutlaka almanızı
istiyor, dedi..
-Yavrucuğum lütfen ekmekleri götür geri ver, teşekkür
ettiğimizi söyle, almış kadar mutlu olduğumuzu anlat...
-Peki abi, dedi çocuk… İki defa gitti, üç defa geri gelince
almak zorunda kaldık… Israrın boyutu öyle büyümüş, öyle büyümüştü ki, almasak
çok kırılacağını düşündük… Anadolu insanının bu erdemini unutmam mümkün değil…
İşte bizim insanımızın yüreğindeki bu zenginlik, bu erdemli davranış hangi
ülkenin, hangi insanında bulunur ki? Bu yiğitlik, bu tok gözlülük, bu güzel
davranışı gösteren bu insanı tanıdığım için çok büyük sevinç duydum… Büyük
Atatürk’ün cumhuriyeti kurmayı başardığı, yüreği insan sevgisiyle dolu bu
insanlarımızın oluşturduğu devletimizi ve bu gezegendeki varlığımız tarih
sahnesinden hiçbir güç silip atamayacaktır…
(Gazeteler; Çevre bakanı İmren Aykut çalışmaları övdü…
“DEVLET DEPREMDEN 12 SAAT SONRA ADANA DAYDI” dedi….
21 Temmuz 1998
22:40
Bu gün Yenidoğan Mahallesi’nde yaptığımız televizyon
programımızda mikrofon uzattığım, yazar, araştırmacı, Yüksel Mert şöyle dedi;
-Üstat program için gittiğiniz her yerde sizi başbakan gibi
karşıladıklarını her akşam televizyon programınızda görüyorum…
Yanıtımı beklemeden yine kendisi şöyle dedi;
-Üstadım, insanlarımızın arasında hiçbir ayrım yapmadan,
halkımızın tamamına, bütün mozaiklere mikrofon uzatıyorsunuz… Bu hem halkımızın
sizi böyle karşılamasına, hem de çok sevmesine neden oluyor, hem de
programınızın izlenme oranını arttırıyor…
Kendisine teşekkür ettim…
22;55
Özgür Mahallesindeki program çekimlerimize vatandaşlarımız
büyük ilgi gösterdi… Sorunlarıyla yakından ilgilenmiş olmamız hoşlarına gitti…
Konuşmalarını montajsız, sansürsüz olarak diğer programlar gibi yansıtmayı
sürdürüyoruz… Bu mahalledeki çekimlerden dönüşte Kameraman Arkadaşım Yücel
Bayluk şöyle dedi;
-Abdulkadir abi, bu program ne kadar çok izleniyor…
-Kim diyor Yücel?
-Abi gittiğim her yerde bana diyorlar ki,(siz Abdulkadir
Kaçar ın programında sık sık kameraman arkadaşım Yücel şöyle yap, böyle yap
dediği kişi siz misiniz? Diye soruyorlar…) Sizi herkes tanıyor, bu benim de çok
hoşuma gidiyor abi…
-Teşekkürler, sen her şeyin en güzeline layıksın yücel
kardeşim…
22 Temmuz 1998
11:35
Sevgili Günlüğüm,
TRT Çukurova Radyosu’nda hafta içi her sabah yayınlanan
“MERHABA ÇUKUROVA” isimli programa bu gün yine telefonla katıldım… Şu mesajı
verdim;
-Sevgili dinleyiciler, deprem evlerinizi yıkmadıysa,
bedeniniz zarar görmediyse mutlu olun, sevinin… İnsanların moralleri çok bozuk,
onların duygularını karartmak kolay ancak ben onlara yaşama sevinci, sahip
oldukları şeylerle mutluluğu yakalamaları konusunda mesajlar yansıtıyorum…
23 Temmuz 1998
17;20
Sevgili Günlüğüm,
5.1 şiddetindeki ikinci büyük deprem sırasında
22;40
Sevgili Günlüğüm,
Hürriyet Gazetesinin Adana bürosunda başladığım
muhabirliğimin yanı sıra çok etkili ve halkın dikkatini, ilgisini çeken bir
hava yakalamıştım… Aynı havayı Kanal-A Televizyonunda “YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL”
programında yakaladım… Öyle ki, sokakta, program çektiğimi gören yüzlerce kişi
arıların çiçeğe ya da peteğe konduğu gibi etrafıma, mikrofonumun başına
toplanıveriyorlar… Beni buralara taşıyan gizem; çok okuyor, çok gözlemliyor,
çok yorumluyor olmam; artı bu nedenle halkın her kesiminden insanlarla çok
rahat iletişim kurup, sorunlarını ekranlar aracılığıyla aktarmayı başarmamdır…
Başarı ulaşılacak son nokta değildir; bir yürüyüşün ilk
basamaklarıdır felsefemden hareket ederek, daha çok okumaya, daha çok
düşünmeye, değişerek olgunlaşmaya, yazmaya, erdemli kişi olmaya devam edeceğim…
İyi ki yaşam sahnesine çıkmışım, iyi ki yaşıyorum…
22;30
Sevgili Günlüğüm,
Bugünde Kazım Başer Mahallesi’ndeki “DEPREM YARDIM MERKEZİ”
nde program çekimi yaptım… Yahya Kemal Beyatlı ilkokulunun bahçesindeki
çalışmamız çok ilginçti… 5-6 tane devasa sahra çadırının ve iki üç tane soğuk
havalı tır kamyonlarının içinde tonlarca makarna, kuru fasulye, et, konserveler,
sebze, meyve, çay, kuru gıda, karpuz, meyve suları, giysileriyle doluydu…
Tamamı depremzede vatandaşlara eşit ve adil biçimde dağıtılacak olursa,
kimsenin canı sıkılmaz, morali bozulmaz, yurttaşlar zor durumda kalmaz… Bu
programımın amacı, bozulacak, kokacak gıda maddelerinin çöpe atılmasını
engelleyerek, güzel insanlarımıza dağıtılmasını hızlandırmaktı… Kanal-A Televizyonunda yayınlanan diğerleri
gibi cuk diye yerine oturdu… Evreni, dünyayı, Türkiye mi, insanlarımı, çok
seviyorum…
25 Temmuz 1998
20:25
Sevgili Günlüğüm,
Üçüncü bin yıla doğru, ay, ay, gün gün, saniye, saniye akıp
giderken 27 Haziran 1998 günü ve daha sonra meydana gelen ve Çukurova’mızı
yaklaşık 400 kez sallayan, hayatını kaybeden 145 kişi artık 2000 ‘li yılını
göremeyecekler… s Doğa 400 kez ölümü yakınıma getirmesine rağmen, benimle
karşılaştırmadığı ölüme yenilmediğim için kendimi mutlu sayıyorum…. 1 Ocak
20:45
Sevgili Günlüğüm,
Bu gün şeftali almak için yanaştığım, sokaktaki tablacı,
diğer müşterisi olan hanımefendiye şöyle bağırıyor-azarlıyordu;
-Şeftalileri seçemezsin… Lütfen karıştırma…
Hanımefendi;
-Neden bana şeftalinden seçtirmiyorsun? Ben para veriyorum…
Sessiz duruyordu beni görünce tablacı poşeti uzatıp şöyle
diyordu;
-Sen seçebilirsin abi… İstediğini alabilirsin…
Tablacının bana yaklaşımını duyan kadın daha da hırçınlaştı;
-Neden başkasına seçtiriyorsun da, bana seçtirmiyorsun?
Benim param para değil mi?
Tablacı aynen şöyle dedi;
-Sen Abdulkadir abiyi tanıyor musun? Her akşam
televizyonlarda deprem programları yapıyor… Halkımıza yardım ediyor… Adana ya
yardımcı oluyor…
Kadın bir ara susar gibi oldu ama kendi kendine konuşarak
uzaklaşırken, ben de bir kilo şeftali yerine 5 kilo almak zorunda kaldım…
26 Temmuz 1998
10:35
Sevgili Günlüğüm,
Öğütler boş değil… Ancak insan için en iyi öğüdü yaşayarak
aklıyla bulduğu dorulardır…
13:11
Yaşamımdan gerçek mesajlar taşıyan günlüklerim; yalansız,
hilesiz, politikadan uzak, erdemler ve yiğitlikleri içinde taşıyan benim özel
izlerimdir…
21;30
Yaşam ister uygar, ister ilkel, hatta mağaralarda bile
sürdürülse; ya da uzayda konuşlanmış bile olsa, hepsi uzun yaşanmaya değer…
Yaşamı çok seviyorum… Asla vazgeçemeyeceğim kadar güzel ve beğendiğim sevgilim
kadar ona değer veriyorum… Ancak şu anda ölsem bile buna azla üzülmeyecek kadar
ondan onurum ve sevgimle ayrılmayı en büyük erdem sayarım…
28 Temmuz 1998
19:50
Sevgili Günlüğüm,
Bu gün tren vagonları gibi bir birine ekli, Mısır, Kilis,
Bağdat, Halep çarşılarında çektim… Program bitiminde esnaflardan bazıları zorla
çay ikram ettiler… İçtiğim çaylardan daha dudaklarıma dokundurduğumda,
vücudumdan ter olarak dışarıya fışkırdı… Ter ayakkabılarımın içine,
tırnaklarıma kadar girdi… Hem hava, hem de içtiğimiz çay aşırı sıcak olduğu
için bir an önce bu kapalı alanlardan sokağa çıkmaya çalışıyorum… Hem sohbet
edip, hem de etraftaki kişilerin sorularını yanıtlıyorum… Bir esnaf şöyle dedi;
-Abdulkadir abim ben sizin her programınızı izliyorum; ancak
yaptığınız program adının sizi tam olarak anlattığına inanmıyorum…
-“YAŞAMINİ ÇİNDEN…” güzel bir isim değil mi? Peki
programımın adının ne olması gerekirdi?
-İzin verirseniz bir isim önereceğim…
-Peki söyle o zaman… İki kişinin bir kişiden daha iyi
düşündüğüne inanıyorum…
-Abi sizin programınızın adını “ŞEKER KAPTANIN GEZİLERİ”
olsun…
Çok hoşuma gitti, sevindim, güldüm, teşekkür ettim…
-Ama neden? Diye sorduğumda da;
-Abdulkadir abi, sen şeker gibi adamsın, ağzından her cümle
bal tadında akıyor… Bundan daha güzel isim olacağını da sanmıyorum…
Çevremizdeki kişiler de bu konuşmaları başlarıyla
onaylarken, ben kameraman arkadaşım Yücel Bayluk’a sordum…
-Ne dersin Yücel can?
Gülümsedi;
-Abi sen daha iyi bilirsin…
Yücel centilmen, saygılı, mesleğini en iyi yapmaya çalışan
bir kameraman… Teşekkür ettim ve oradan ayrıldık… Bu diyalog beni çok
duygulandırdı, altını çiziyorum…
(Gazeteler; politikacı Veli Andaç Durak depremi
değerlendirdi; Hükümet adil değil…)
30 Temmuz 1998
09;30
Sevgili Günlüğüm,
Öğrenmenin, denemenin, çalışmanın, okumanın, bilgiye
ulaşmanın sınırının olmadığını bilen birisi olarak her türlü yeniliklere,
teknolojik aletlere açığım… Kendimi daha iyi disipline ederek, mesleğimi, daha
etkili biçimde yapmaya özen gösteriyorum… Depremle ilgili programımda sesimi
bir önceki programıma göre daha etkili kullanmaya, insanları konuştururken daha
samimi olmaya, onların ruhlarının daha derinliklerine inmeye çalışıyorum… Bunu
da büyük ölçüde becerebildiğimi söyleyebilirim… Ve bu çabamın, başarımın
altında yatan tek olay ve gerçek var; bu çabamı çok seviyorum, mesleğimi çok
seviyorum, kendimi çok seviyorum, insanları, yaşamı, erdemli olmayı seviyorum…
Bedenim ve ruhumla barış içindeyim… Kendimi yeni ulaştığım bilgilerle baştan
başa şekillendirerek çağın ilerisinde yürüyen bir kişi olmaya özen
gösteriyorum….
10;00
Sevgili Günlüğüm,
Kanal A Televizyonunda “YAŞAMIN İÇİNDEN ÖZEL “ programımı
dün Hasanbeyli, Büyükyarımca köylerinde çektik… Evleri yıkılan, hasar gören,
yakınları yaralı ve yasta olan, can kaybına uğrayan vatandaşlar onurlu,
bilgece, sessiz ve sabırlı biçimde devletin yardımını bekliyorlar… Traktörleri,
buzdolapları, çamaşır makineleri, buğdayları, mısırları, inekleri,
televizyonları, radyoları, giysileri, mutfak eşyaları, aklınıza gelen her
şeyleri yıkılan evlerin altında kalıp perişan olan yurttaşlar haklı olarak
sinirleniyorlar ve de şöyle diyorlar;
-Milletvekilleri bir daha bizden oy istemeye geldiklerinde
onları taşlayacağız, köyümüze sokmayacağız…
Devletimi, insanımı, politikacıyı bu ülkenin yılanını, akrebini,
kurdunu, kuşunu seven biri olarak onlara şöyle dedim;
-Biraz sabırlı olun… Devletimiz büyütür, güçlüdür, sizin
yanınızdadır…
Çünkü köylü yurttaşları, yatıştırmayı, onların devletlerine
karşı saygısızlık yapmamalarını önlemeyi bir yurtseverlik olarak önemsiyorum…
İşin daha da ilginç yanı köylüler bana saygı gösterip büyük ölçüde ikna
oluyorlar…
20;00
Sevgili Günlüğüm,
Bu günkü programımı Adana’ mızın ünlü ‘BİT PAZARI’ nda çektim…
Etrafımda 150-200 kişilik bir kalabalıkla tüm pazarı dolaştık… Çekimlerimizi
kare kare çekim anında izlediler… Dükkan dükkan, bizimle dolaştılar,
söyleyişimize katıldılar, konuşmak isteyen herkese mikrofonumu uzattım… Ve hiç
kimsenin adam yerine bile koymadığını söyleyen bu esnaflarımız da bize son
derece büyük saygı ve sevgi gösterdiler… Bir vatandaş bizi dernek başkanının
çağırdığını söyledi… Kameraman Yücel Bayluk’
-Abdulkadir Bey sizi her gün televizyonda izliyorum
saygıdeğer birisiniz… Bir politikacı gelmiş olsaydı ayağa bile kalkmayacaktım…
Devletimizin halkımıza yapmadığı katkıyı siz yapıyorsunuz… İnsanlarımızı
rahatlatıyorsunuz, binlerce kez teşekkür ediyorum… Bu büyük bir hizmettir… Bu
yönlerinizden dolayı sizi ayakta karşıladım ve bunun değerini bilin…
Yücle’i ayağımla dürttüm, gülüştük… Tabi, erdem ve övgü dolu
sözler herkesin olduğu gibi benim de hoşuma gider…
21:00
Sevgili Günlüğüm,
İnsan olarak ben de doğanın bir yapıtıyım… Babacığımın 225
milyon spermi, annemin bir tek yumurtasını dölleyebilmek için yoğun biçimde
yarışmışlar, savaşmışlar, benim yaşam sahnesine çıkmamı sağlayan sperm annemin
yumurtasını delmekte etkili olmuş… Doğa böyle şaheserler yaratırken, kendisini
sil baştan düzenleyerek yoluna elbette devam edecektir… Fırtınalar, depremler,
yanardağlar, çığlar, tayfunlar, hortumlar, seller ve diğer tüm olaylar doğanın
kendisini düzenleyerek kusursuz biçimde varlığını koruyarak yoluna devam etme
isteğinin en somut ifadesidir… İnanıyorum ki; ruhundaki depremleri dindirip, iç
huzuru, dinginliğini sağlayan insan diğer depremlerden de fazla etkilenmesi
olanaksızdır… Bu huzura ulaşan insan dimdik ayakta durur, yaşam süresini sevinç
ve mutluluk içinde, coşkuyla sürdürür… Ve yaşam sahnesinden ayrılırken iç
huzuru bilgide arayan, bulan, kendini değiştirebilme yeteneğinde bir insan
olarak çağımın hep ilerisine koşmaya çalışıyorum… Yaşam maceramda kozamı örmeye,
zenginleştirmeye, kalıcı eserler vermeye çalışalar erdemlerimi, doğrularımı
arttırıp örnek insan olma davranışlarımı, güzelliklerimi, üstün ideallerimi
çoğaltarak yaşam yolumda ilerleyeceğim… Ruhumu, bedenimi, yaşamı, dünyayı,
evreni, canlı cansız tüm varlıkları seviyorum…
ABDULKADİR KAÇAR… Adana, Türkiye…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder