8 Eylül 2021 Çarşamba

SAF MUSTAFA’NIN ANILARI…

Abdulkadir Kaçar’ın bu dosyasıda ileride kitaplaşacaktır… Adana, 2017

 

 

 

SAF MUSTAFA’NIN ANILARI…

Asıl mesleği marangoz olan Mustafa Tuna, bazen alabildiğince saf, alabildiğince etrafında olup bitenlerden habersiz, neden olduğu olaylar karşısında şaşırıp kalan, ama bazen de cin gibidir…  Hayatı boyunca kendini çok şanssız sayar, akla hayale gelmeyen aksilikler, zıtlıklar, bilmeden karıştığı olaylar, neden olduğu rastlantılar, tesadüfler gelip kendisini bulur… En sıradan olanlara öyle bir bakış açısıyla yaklaşır ve anlatır ki; dinleyenleri gülme krizi tutar… Marangozluk mesleğinde bir numara ustalığının yanı sıra, olaylara bakışı, yorumu, espri üretebilmesi, sıradan bir insan saf köylü, bazen de cin gibi bakışı, espriyi yakalama yeteneği nedeniyle izlenmeye-okunmaya-tanışılmaya değer birisidir… Anılarını dinlemekten, yazmaktan, o yıllarda çalıştığım Ekspres Gazetesi’nde yayınlamaktan büyük mutluluk duydum…

Abdulkadir Kaçar 2017 Adana, Türkiye…

 

 

 

 

BENİ DELİ SANDILAR…

Köydeki bir yakınım işyerime gelerek;

-Mustafa Usta, bende sinir hastalığı var, şu doktoru köylülerimiz tavsiye ettiler, oraya götürür müsün?

-Abi emrin olur, dedim…

Ertesi sabah arabamı hazırladım, kadını da o doktora götürdüm… Daha önce birkaç kişiyi daha tedavi ettirdiğim için doktoru da tanıyordum… Doktorla kadın yarım saat sohbet ettiler…  Doktor ertesi gün Kurttepe Ruh Sağlığı Hastanesine gelmemizi ilaç yazacağını söyledi… 

Sabah oldu, kadın bizde kalıyordu, ben reçeteyi alıp hastaneye gittim… Tam kapıdan girerken, beyaz önlükleri olan doktorlar, hemşireler, hasta bakıcılar etrafımı sardılar… Beni hemen müracaata götürdüler…

-Adın? Soyadın? Doğum yerin? Doğum tarihin? Anne-baba adın?

Hemen bir dosya açtılar, oysa ben ilaç yazdırmaya geldiğimden doktorun kapısında bekleyecektim… Bu sırada başka bir doktor çağırdı odaya girdim, bayan doktor sandalye gösterdi oturdum;

-Otur bakalım, şikayetin nedir?

Benden ses yok….

-Evladım şikayetin nedir?

Sesimi çıkartamıyorum, hasta ben değilim ki; şikayetlerimi söylesem bana ilaç yazacak, bu kez kadına yararı olmayacak…

Doktorun siniri tepesine çıktı;

-Yavrum derdin nedir söylesene?

-Benden yine ses yok, bayan doktor kapıyı kapattı, arkasından kilitledi, etrafımda dönüyor, bir eliyle sigara içiyor, bir yandan da ciyak ciyak bağırıyor…

-Söylesenee beeeeee.

-Haydi söyle laaaaaan,

-Söyleeeeeee

Artık iyice korkmuştum, fısıltı halinde,

-Ben şu doktora ilaç yazdırmaya gelmiştim, arkadaşlarınız hemen elimden tutup beni buraya soktular…

Kadın kapıyı açtı;

-Siktir git… Bende seni hasta sanıyordum…

Neyse ilaç yazacak doktorla görünce durumu anlattım… O da sessiz kaldığım için bu olayların olduğunu söyledi… Oysa durumu anlatsam kimsenin bana karışmayacağını söyledi… İlaçları yazdı, aldım, kadına götürdüm, çok mutlu oldu bir süre sonra da iyileşmişti…

 

 

ÇİKOŞUM NASILSIN?

Şanssızlığın da böylesi; az daha yuvam yıkılacak, evliliğim yok olacaktı…

fSabahleyin işyerimi yeni açmıştım, henüz kimse gelmemişti, telefon çaldı…

-Aloooo Mustafacığıııım.

-Buyurun efendim, ben Mustafa…

-Ayol aşk olsun tanınmadın mı? Çikoş’un nasılsın? Ben Ayten’im… Otogara şimdi indim, hemen gel beni al…  O aşk dolu günlerini çok özledim…

Birisinin beni işlettiğini sanmıştım, ama yüzüm kıpkırmızı olmuştu….

-Şeeeey afedersiniz hanımefendi siz kimsiniz, tanıyamadım?

-Ayol ben Ayten’im, aradan kaç gün geçti ki tanıyamadın Çikoş’un aşk olsun…

-Yooook, yani şey, öhööö, kehir kehir…

-Peki orası neresi?

-Burası mobilya atölyesi deyince çok şaşırmıştı…

Telefon rehberini açmış, benimle aynı adı-soyadı taşıyan karocu sevgilisini arıyormuş…

Ona şöyle dedim;

-Ayten hanımefendi, ya telefona hanımım çıksaydı o zaman yuvam yıkılırdı, evliliğimize gölge düşürüp, yuvamızı dağıtacaktın, gördün mü?

Ayten telefonu kapatırken binlerce kez özür diledi…

Sabah sabah işyerimdeki telefon konuşmasını ömrüm boyunca unutmam olanaksızdır…

 

 

 

 

 

CESET TATİLİMİZİ REZİL ETTİ…

Nerede olumsuzluk,

Nerede gülmeceler,

Nerede aksi tesadüfler varsa hep gelip beni bulur…

Hafta sonu tatilinde bir gün arkadaşlarımla doğayla baş başa kalabilmek için Seyhan baraj gölünün kenarında geziyor, birbirimizle şakalaşıyorduk…

-Buralar ne kadar güzel..

-Cennet cennet…

-Burada evi olup yaşayanlar ölmez arkadaş… Bir dairen olacak hayatını yaşarsın, gözün gönlüm açılır, muhteşem bir yer, derken gözüm siyah bir şeye takıldı…

-Arkadaşlar bu siyah şey ne olabilir?

Baktılar, baktılar bir şey anlamadılar… Ben bakınca da bu kez ölmüş bir insanın cesedi olduğunu anladım… Adam yüzün koyun suyun içinde yazıyordu… Neyse çevredeki insanlar falan da geldiler, polise haber verildi… Meğer adam bir hafta önce boğulmuş, cesedi aranıyormuş, bu olayda tam benim hafta sonu tatilime rast gelmişti… Üstelik tam ben oradan geçerken suyun yüzüne çıkmıştı…

Şu şansıma bakın, moralimiz bozuldu, hayatın sonu olan ölümün soğuk yüzüyle orada karşılaşınca canımız çok sıkıldı, hemen geri evlerimize döndük… O günümüz zehir olmuştu…

 

 

EV SAHİBİNİN TAVUKLARINI DA YEDİK…

Bir ustanın yanında kalfa olarak çalışıyordum, bir de çırağımız vardı… Ama benden daha uzun boylu, biraz da saf ve salakçaydı…  Usta biten şiparişleri adrese götürüp birlikte takmamızı istedi… Arabaya yükleyip, apartman dairesine çıkıp çalışmaya koyulduk… Öğlen olunca acıkmıştık, ama mutfakta tamirat olduğu için kadın yemekte yapamamıştı… Kocasına fısıldadı;

-Çocuklara bir şeyler al getir karınlarını doyursunlar…

Adam gidince kadında masayı temizledi, güzel salatalar yaptı, turşular çıkarttı, yeşil zeytin falan koydu… Adam biraz sonra elinde bir paketle geldi… Tabaklarımıza birer tane büyük kızarmış tavuk koydu, ev sahibi kadın da bizim rahat yememiz için kendisi dışarıya çıktı…

Bir acıkmışız,

Bir acıkmışız,

Tavuklarımızı bitirmemize rağmen hala doymamıştı, masanın kenarında bir paket daha duruyordu, açtık, içinden kızarmış bir pilik yine çıktı… Ev sahiplerinin doymasak yememiz için koyduklarını düşünüp, çırakla paylaşıp yedik… Yengeye teşekkür ettik, çalışmaya koyulduğumuz sırada, kadın bizim yemek yediğimiz masayı temizledi, salatasını tekrar yaptı, ekmekleri dizdi, aklım başıma geldi;

-Eyvaaaah!!! Biz bu kişilerin yiyeceği tavuğu da yemişiz, poşete elini attı, boştu, sadece tabakta kemikler kalmıştı… Hiç sesini çıkartmadı, tabakları geri kaldırdı, salatayı buz dolabına koydu… Meğerse iki tavuğu bize, bir tavuğu da kocasıyla kendisine almışlar… Bu olayı anlatırken bile hala kulaklarımın dibi kızarır…

 

 

AVUKAT OLUNCA İŞİ DÜZELTTİM

Kalfalık yıllarımda, yanımda çırakla bir apartman dairesinde mobilya onarımı yapıyorduk, öğlen oldu, yemek saati geldi, çırağa para verdim;

-Oğlum git aşağıdaki bakkaldan biraz sucuk al, bu dairenin manzarası da çok güzelmiş, balkonda pişirip kendimize güzel bir ziyafet çekelim, dedim..

-Peki usta diye çocuk koşarak gitti…

Az sonra bir sucuk getirdi ki, kapıdan girerken apartmanı pis bir koku sardı;

Bir pis kokuyor,

Bir pis kokuyor,

-Ne bu oğlum?

-Usta sucuk dememiş miydin?

-Lan bu eşek eti midir, domuz eti midir, bizi öldürecek bu bakkal…

-Usta bakkal bunu verdi…

-Hemen geri götür, parasını geri al, seni bekliyorum, dedim…

Çırak gitti, birkaç dakika sonra elinde sucukla geri gelmez mi? Tepem attı,

-Ne oldu oğlum?

-Usta bu sucuğu bakkal geri almadı, satılan mal geri alınmaz, dedi…

Canım sıkıldı, biraz düşündükten sonra aklıma bir fikir geldi, ben götürsem belki kavga ederiz, ya beni hesaba almaz, çırağa dedim ki;

-Oğlum şimdi geri gideceksin, bu sucuğu avukat Mustafa bey beğenmedi, geri yolladı… Evinde tamirat yaptırıyordu, ben de marangozun çırağıyım… Ustalara sucuk ziyafeti çekecekti, ama böyle pis koktuğu için onlara yediremedi, mahcup oldu işçilere… Gelirsem rezil ederim dedi ya temizini versin, ya da parayı iade etsin… Koskoca avukata kokmuş sucuk vermeye utanmıyor mu?

Çırak koşarak gitmişti, bakkala aynı şeyleri söyleyince şaşırmış;

-Hangi Avukat Mustafa oğlum, nerede oturuyor?

-Ba bu apartmanın 8.katına taşındı, oranın onarımını yapıyoruz…

Bakkal kokmuş sucuğu almış, tertemiz, daha yeni imal edilmiş olanını soyup güzelce doğramış ve tartıp vermiş çırakla göndermişti…

Çocuk getirdi afiyetle yedik, aklıma gelince zaman zaman düşünür kendi kendime gülerim… Avukat numarası çekmeseydim, kokuşmuş sucuğu bize yedirecekti, bakkaldan böylece kurtuldum…

 

BANYOYA BİR BAKTIM

Yaşamım boyunca şansım bana hiçbir zaman gülmedi, bundan sonra da gülemesini falan zaten beklemiyorum… Kalfalık yıllarımda yanımdaki çırağımda bir apartman dairesinde onarım yapıyorduk, o sırada çalışmaya başladığımız andan itibaren çırakta bir gariplik seziyordum… Tam çalışacağımız sırada çırak kaybolup gidiyordu…

-Oğlum neredesin gel buraya, dediğimde koşa koşa geliyor, bir süre sonra yeniden kayboluyordu…

Çıkar bir görünüp, bir kaybolunca bir şeyler olduğunu sezinliyordum… Ama bir türlü de çözemiyordum… Bir gün ortadan kaybolurken peşinden izledim, koşarak banyoya girdi, hava boşluğu penceresini açtı, kafasını bacaya uzattı, nefes almadan duruyordu… Meğerse bizim çalıştığımız dairenin banyo boşluğundan diğer dairenin banyosu görünüyormuş… Mevsim yaz olduğu içinde çarşıdan dönen kadın, çırılçıplak oluyor, duş alıyormuş… Çırağı yakaladım;

-Nedir bu lan?

-Usta vallahi böyle böyle insan utanır… Bana neden haber vermiyorsun?

-Ayıp ettin usta, bundan sonra bir pozisyonda sana haber vereceğim söz…

Orada işimiz bir hafta falan sürdü bir gün çalışıyoruz, korkunç bir banyo yapan kişinin su sesi geldi, çırakla göz göze geldik;

-Sen dur ben bakacağım bu defa, dedim…

Çırakta boynunu büktü; hemen banyoya girdim, lambayı yakmadan kafamı baca boşluğundan çıkartıp öteki dairenin banyosuna bakınca adam çırılçıplak soyunmuş cinsel organını bana doğru sallıyordu…

-Al al aldın mı lan? Diyordu…

Meğerse kadın çocuğun baktığını sezmiş, adama söylemiş, o da bu kez su sesine gelsinler de görsünler diye kendisi banyoya girmiş…

Bir utandım,

Bir utandım,

Bir utandım,

Başımı hızla geri çekerken pencerenin kenarına da çarptım, başladı kafam kanamaya… Kalfalık dönemimdeki bu olayı da unutamadım, yaşadığım sürece de unutmam olanaksız… Şansım bir kez bile bana gülmemişti dedim ya, bundan sonra da güleceğini hiç sanmıyorum…

 

 

KURBANININIZ

MEKRUH OLDU

 

Nerede kötü, yanlış, hatalı işler yapan varsa mutla gelip beni bulur… Defalarca aynı kişilerle karşılaştım, bundan sonra da galiba düzgün bir insanla karşılaşmayacağımı düşünüyorum… Bu konuda da oldukça şanssızım…

Kurban bayramı yaklaşırken kesilmek üzere iki tane koyun alıp, ayaklarını bağlayıp arabanın arkasına atıp eve getirdi. Yolda iki hayvanda tepindikleri için kaçmalarından da korkuyorum, yeniden inip kontrol etmek istedim… Baktım birisinin ayağı beş tane, yanımda arkadaşlarım da var;

-Şu ayağını tut, öteki ayağını bağla diye bana talimat veriyorlardı…

Sayıyorum, sayıyorum, sayıyorum, koyunlardan birisinin ayağı 5 tane, bir ayağı da korunun karnının altından geliyordu….

Tekrar tekrar sayarken, kontrol ederken, çekersen o ayağın öteki koyuna ait olduğunu anladığımda rahatladım…

Bayram sabahı oldu, koyun kesmeyi bilmediğim için bir kasap aramak için yola çıktım. İki kişi bana doğru geliyordu, bu kişilerin yaşamlarında hiç koyun falan kesmemişler, bayramda para kazanmak için kafa kafaya verip bağ bıçaklarını ceplerine koyup sokağa “KASAAAAP” diye çıkmışlar… Adamlar bana doğru geldiler;

-Hemşerim kasap mısınız?

-Evet abi, kesilecek koyun varsa,

-Var var, ama önce fiyatta anlaşalım…

Fiyatta anlaştık, eve geldik, tüm hazırlıklar tamamlanmıştı, adam kesmek için koyunu batıya yatırmaz mı?

-Aman hemşerim, ne yapıyorsun, kıbleye-güney yatırmalısınız…

-Bir şey olmaz abi… Amaaaan boşveeeer, dedi…

Neyse mekruh olmasın diye yönünü güneye döndürdük… Adam kesecek oldu;

-Hemşerim aman dur, salavat getirmeyi unuttum…

-Bir şey olmaz abi… Amaaan boş ver…

-Olur mu?

Adama salavat getirttim, baktım kötü bir bağ bıçağı var, bildiği yere sürtünce birkaç santim kesmişti… Adam koyunu boynundan değil göğsüne doğru kesecek…

-Aman hemşerim buradan kesilmez, çenesine yakın yerden keseceksin…

-Amaaan bir şey olmaz boş veeeer…

Koyun çırpınıyor, adam çırpınıyor, koyun yarım kaldı, adam ne yapacağını bilemiyor, can derdine düştü… Biz başka bıçakta hazırlamamıştık, hemen mutfaktan alealece bir bıçak getirtip koyunu öteki arkadaşı kesmişti… Kestikleri koyunun kafasını kaldırdığımda soba borusu gibi boynu kafasında kalmıştı, deve kuşunun boynu gibiydi…

Adam koyunu kesmesi, şişirmesi yanlış, deriyi yüzmesi yanlış, ayak kesmesi yanlış, koynu yüzdükten sonra asması yanlıştı…

Kendimi zor tuttuğum bir tafatf, adam başladı mı terlemeye, bir mendil alıp sürekli terini sildim… Bundan sonra uzmanını bulup, koyunu usulüne görev ve bilimsel olarak tam kesmesini isteyeceğim…  O kurbanımızın mektup olup olmadığından hala emin değilim… Nerede böyle kötü, pis, yarım işler yapan varsa beni bulur arkadaş…

 

 

BİR DAHA YILMAZ GÜNEY OLMAYACAĞIM…

İlkokula gitmeye başladığım yıllarda Adana da Yılmaz Güney’ in “KIZILIRMAK-KARAKOYUN” isimli filmi çok modaydı…. Öyle ki, artık o filmi görmeyenlere cahin gözüyle bakılıyordu… Ben ve mahalledeki arkadaşlarımla defalarca, anne babamla çok kez filmi izledik…

Bir gün çocuk arkadaşlarımla o filmi çevirmeye karar verdik, kimisi kaval çaldı, kimisi koyunları sudan getirdi, ben de Yılmaz Güney rolünü oynadığım için asılmam gerekiyordu… Ama bir taraftan da çok korkuyordum… İpi nerede bulacaklar, beni kim asacak? Hem sahiden asarlar mı diye aklımdan geçirirken bir çocuk evlerinden bir kendir getirdi… Mahallemizdeki bir bahçe demirleri de takılan, ancak doğraması yapılmayan boş ve yeni bir eve girdik… Ama ben korkuyorum… Kendirin ucunu tavana bağladılar, ucuna da ilmek attılar, beni de tenekesinin üstküne çıkartıp, boynuma ilmeği geçirdiler… Ben hala bir şey olmayacağını düşündüğüm sırada, bir arkadaşım ayağımın altındaki tenekeye bir tekme vurmaz mı?

Aman allahım,

Aman allahım,  ip boğazıma oturdu, ben başladım hem sallanmaya, hem de gırtlağımdaki  son nefesimle yardım istemeye…

-İmdaaaat! İmdaaaat….

Bir taraftan da kafası kesik tavuklar gibi çırpınıyordum… Çocuklardan bazıları gülüyor, bazıları yeniden havaya kaldırmaya çalışıyorlardı… Gerçekten de ölüyordum, ölümle yüz yüze geldiğimi çocuk olmama rağmen anlamıştım… Tam nefesimi vereceğim sırada, ayağımın altına konulan tenekenin üstüne yeniden basınca, arkadaşlarım da boynumdaki ipi gevşetince hayata yeniden döndüm…

Şu anda bile bu olayı anlatırken hala titriyorum… Ölümü görür gibi oluyorum, bir daha Yılmaz güney olursam iki olsun…

 

 

 

BORUMU ALABİLİR MİYİM?

İmal ettiğim gardropların içine elbise asılacak yere oklava yerine nikelaj borular koyuyorum… O yıllarda adana da MAN otobüsleri yeni sefere girmişti… Çarşıdan 2 metre boruyu alıp otobüse bindim. Borunun sığıp sığmadığını hesaplarken yerde yuvarlak oyukları olan lastik paspaslar seriliydi… Bir ucunu o yuvarlağa bir ucunu da tavana doğru dikey olarak tuttum; yolcuların tutundukları o boruya dayadım… Kımıldamaması için de sıkı sıkı tutuyordum…

Bindiğim otobüste kimse yoktu, durakları geçmeye başladıkça binen-inen çok oldu, benim nikelaj demiri otobüsün borusu sanarak yolculardan birisi tuttu, diğeri, falan derken binenlerin hepsi tuttu…

-Yahu bu boruyu tutmayın, benim nikelajlı mobilya aksesuarım diyecektim olmadı…w

Binen tuttu,

Binen tuttu, öyle bir hale geldi ki, boruda elimi tutabileceğim hiçbir yer kalmamıştı… İneceğim yere yaklaştıkça kara kara düşünüyordum… Çünkü otobüsün içi tıklım tıklım doluydu… Durağa yaklaştığım sırada herkesin duyabileceği biçimde;

-Arkadaşlar borumu alabilir miyim? Dedim…

Herkes birbirine baktı;

-Boru mu, hangi boru?

-İşte tuttuğunuz boru…

-Kardeşim bu otobüsün borusu, kimsin sen? Otobüsün borusu alınır mı? dediler…

Bu arada boruyu salladım;

-İşte bu boruyu, benim borum…

Elleri borumdan boşlanlar gülmekten bir hal olmuştu… Neyse durakta inmiştim, o sırada yolcular hala neyi tuttukları konusunda tartışıyorlar, kahkahalarla gülüyorlardı… Yolcular elimde borumla ben gözden kayboluncaya kadar takip ettiler…

 

 

ONLAR SEVİŞİRKEN BEN UTANDIM…

Bir apartmanda sipariş aldığım işi takmaya götürüyordum, merdivende karşılaştığım kadın beni tepeden tırnağa kadar süzerek;

-Sen marangoz olmalısın?

-Evet yenge…

-İşini bitirince 8.kat 16.numaraya gel, biraz bizim de marangozluk işimiz var…

-Baş üstüne, şu işi teslim edip hemen geliyorum…

Siparişleri mi takıp 8.kata çıktım, tadilat işlerini falan gösterdi, pazarlık ettik, mutfak dolabının onarımını yapacaktım… Ölçüyü aldım, işi bitirip takmaya götürdüm, içeri girişte salonun hemen kapının karşısındaydı… Orada da bir adam oturuyordu… Kadın da yanındaydı, içeriye girdim, mutfağa gerekli tamiratı yaptım, takımlarımı topladım, mutfaktan cümle kapısına doğru yürüyüp;

-Abla işim bitti tamam, dedim…

Aman allahım, ne göreyim, adam kanepeye uzanmış, ayaklarını karşı koltuğa koymuş, çırılçıplak, kadın da ona uymuş, ateşli ateşli sevişiyorlardı… Hemen geri çekildim bir utandım, bir utandım ki… Mutafağa geri kaçtım, beni grüp görmediklerini tam olarak bilemiyordum, orada bir süre sonra bağırmaya başladım…

-Yengeeeeeee, işim bittiiiiiii

Ses yok…

-Ablaaaaaaaaa, işim bittiiiiii…

Ses yok… Biten işimi tekrarlamaya başladım, mutfakta taktığım dolapların kapaklarını yeniden söküp vidaladım, tekrar çekiçle sesler çıkartıyordum… Sevişirken ben utandım, baktım kadının ayak sesleri geliyor, içimden dua ettim;

-İnşallah sevişmeleri bitmiştir, dedim…

Kadın yanıma geldi;

-Ne oldu bitti mi usta? Dedi…

Paramı aldım, çıkıp giderken adam hala kanepeye koltuğun arasına uzanmış, çırılçıplaktı, kadında açık saçık giyinmişti… Galiba ben gittikten sonra da işlerine devam ettiler…

 

 

ÇAM DEVİRDİM

Adana nın çok ünlü işadamlarından birisi işyerime gelip, evlerinde değiştirecekleri mobilyalarla ilgili siparişler verdiler… Bir iki hafta sonra iş bittiği gün elemanlarımla takmaya gönderdim… Ama tahmin ettiğim saatten fazla geç kaldıkları içinde bu ünlü iş adamının verdiği telefonunu aradım, işyerindekiler, şu anda bulunmadığını söylediler, ben de telefon rehberinden ev numarasını alıp çevirdim eşi çıktı…

-Yenge hanım sizin eve mobilya döşemeye gelen elemanlarım çok geç kaldılar, merak edip aramak zorunda kaldım…

Kadın şaşırdı;

-Şeeeey, bilemiyorum, ne işi, ne elamanı?

-Yenge bu kadar unutkan olamazsın, geçenlerde hani eşinizle gelip evinize mobilya siparişi vermiştiniz ya, işte onları size getirdiler arkadaşlar…

Kadında bir süre sessizlik oldu…

-Allah Allah…. Kocam bir yakınına falan vermiş olmalı…

-Yenge asla yanlışlık yok…

Bir ara kadının ağladığını, derin derin nefes aldığını telefondan duydum… Daha sonra kadın yere yıkıldı, telefon açık kalmıştı…

-Alooooo, yengeeeee, alooooo…

Telefondan ses yok…

Çok üzüldüm, ünlü işadamının yerini tekrar arayıp durumu anlatmak istedim, adam yine gelmemişti… Eşinin telefonunun açık bırakıp bayıldığını söyleyecektim… Bir süre sonra adam beni aradı, durumu anlatınca, işadamı elektrik çarpmış gibi oldu…

-Eyvaaah! Mustafa usta, sen çamın büyüğünü devirmişsin… Benim sana gelip sipariş verdiğin hanım ötekisiydi… Beni mahvettin, demez mi?

Arkadaş neye uğradığımı bilemedim…

Hala da üzülürüm…

 

 

VURANLA VURULANI

HASTANEYE GÖTÜRDÜM

Arkadaş nerede ilginç olay varsa gelip beni bulur…Bir gün işyerimde çalışıyordum,

-Ggümmmm! Diye içeriye genç birisi girdi… Eliyle karnını tutuyordu, zorla ağzından  çıkan söz şu oldu;

-Abi beni vurdlar… Ne olur yardım et…

Çocuk tepeden tırnağa kan içindeydi baygın vaziyetteydi, hemen sandalyeye oturtup polise telefon açtım, ama genç bir yandan da sürekli kan kaybediyordu… Olacak gibi değildi, taksi çağırma ziline bastım bir iki dakika sonra taksi geldi, o sırada poliste geldi… Ben yaralayı arka koltuğa uzattım, yanına bindim, polis bir kişiyi daha öne bindirdi, yanında kadın vardı… Taksi hareket etti, kimin kim olduğunu bilmiyorum, meğerse polisin sonradan ön koltuğa bindirdiği kişi de vuran kişiymiş… Öndeki yaralı sayıklıyor;

-Köklerin kazımasam benim adım Mustafa değil…

-Artık onları keklik gibi avlayacağım…

Takside ses yok, farlarını yakmış, Numune Hastanesi’ne yıldırım gibi gidiyoruz… Öndeki çocuk yine nara atarak;

-Görecekler, köklerini yeryüzünden kazıyacağım… Ben bunu yapmasam, bana da Mustafa demesinler…

Benim adım da Mustafa ya, Allah Allah korkmaya başladım, yaralıyla, yaralayan aynı arabada isimlerinden birisi de Mustafa, birbirlerin farkında değiller… Ya fark ederlerse, ya kavgayı burada da sürdürürlerse….

Önde yaralayan, yanında oturan bir de kadın var…

-Bir hiç yüzünden birbirinize vurmaya utanmadınız mı? Yazık değil mi? dedi…

Benim yanımda oturan kafasını kaldırıp soruyor;

-Yim ya kötünü temizleyecekmiş?O kim ya?

Ben artık yüzümü dışarıya dönüp konuşmaları duymamaya çalışıyor gibi yapıyorum…

Hem yaralayan, hem de yaralananı birlikte hastaneye götürdüğümü unutamıyorum… Vurulanı hemen ameliyathaneye aldılar, vuran daha az yara aldığı için onu birkaç gün sonra taburcu ettiler… Vurulan on günden fazla hastanede yatıp kurtuldu… İnsanlara yardım etmek büyük görev, bunu her zaman zevkle yaparım, ama nerede ilginç olay varsa beni buluyor…

Ne zaman normal insanlarla karşılaşacağım bilemiyorum?

 

 

 

FOTOGRAFÇI ET,

BEN CAN DERDİNDEYİM…

Bir hafta sonu arkadaşlarla Mersin’e gittik, Lunaparka uğradık; daha önce hiçbir deneyimim olmadığı için insanların çığlık çığlığa bağırdığı, zevkten dört köşe olduğu uzay mekiğine kardeşimle bindik… Emniyet zincirlerini iyi bağlayamadığı için gösteri başlamadan önce onu uyarmıştım…

-Amman zincire dikkat et… İyi tut, açılmasın, yoksa parça parça olursun…

Tam o sırada alet çalışmaya başlamaz mı?

Ben kendimi unuttum, kardeşimle ilgilenmek istiyorum, ama alet bir o yana, bir bu yana savruluyor… Artık yaşamımın burada noktalanacağını hayatımın sonuna geldiğine inanmıştım.. Kalkıp bağırıyorum;

-Zincirlerini bağlaaaa.

-Sıkı tutuuuuuuuun…

-Ben ölüyorum, bari sen yaşaaa..

-Çocuklarım sana emanettir…

Bu arada alet acımasız biçimde dönmeye devam ederken, her aşağıya inip yukarıya çıktığımızda yerdeki fotoğrafçı bana makinesini gösterip;

-Çekeyim mi abi? Çekeyim mi?

Ben can derdindeyim,o et derdinde didikleri gibi, artık öleceğimi iyice anlayınca bütün gücümle bağırmaya başladım;

-Öleceğiiiiiiii!!! Durduruuuuuuuunnnn!!!!!

-Durdurun yaaaaaa!!!!

-İneceğiiiiiiiiiiiii!!!!

Baktım kardeşimin rengi sapsarı olmuştu… 10-15 dakikalık işkencede 10-15 yıl kadar uzun gelmişti bana… Aşağıya inince bir hafta süresince baş dönmesinden öldüm öldüm dirildim… Karşıma çıkan ilk dilenciye de sadaka vererek adağımı yerine getirdim… Yaşamımın bu krtik en ölüme yakın anını ömrüm boyunca unutamıyorum…

 

 

 

SİMİT PARASI

Akşam işten çıkıp eve giderken cebimi yokladım tam bir liram vardı… Çocuk sabaha karşı ateşi yükselip rahatsızlanınca hanım;

-Mustafa çocuğu sağlık ocağına götür, doktor görsün bakalım ne diyecek?

Hemen kucağıma alıp sağlık ocağına götürdüm… Ortalık çok kalabalıktı birden 8-10 yaşlarında bir simitçi ortaya çıktı…

-Simiiiit, sıcak simiiiit…

Çocuğun aklı ermediği için de simide uzanıp duruyordu, kendi kendime düşündüm, akşam eve gelirken cebimde bir lira vardı, bir simitte aynı fiyat diye düşündüm;

-Simitçi gel yavrum, dedim… Koşarak geldi…

-Buyur abi?

-Simit kaç lira?

-Bir lira abi…

-Ver bakalım bir simit…

Simitçi hemen simidi verdi, çocukta öyle acıkmış, öyle acıkmış ki, simidi vermemle ısarması bir oldu… Cebimdeki bir lirayı vermek için elimi soktum para yok, o cebim, öteki cebimi aradım yoktu… Başka paramda yoktu… Yüzüm kıpkırmızı oldu….

-Oğlum sen Kanalköprü de simit satıyor musun?

-Hayır abi…

-Oğlum gel birazda oralarda sat, benim orada dükkanım var, şu anda parayı evde unutmuşum, orada paranı öderim…

Simitçi çocuk bağırarak ağlamaya başladı…

-Simit paramı isterim, paramı veeeer…

-Oğlum parayı evde unutmuşum… Kusura bakma…

Bu arada simidi geri verecek oldum, oğlum C şeklinde simidi ısırdığı için kabul etmedi… Çocuk Kanalköprüye de gelmedi… Daha sesli ağlamaya başladı… Simitçiye bağırıp çağırsam el alem ne der? Şaşırıp kalmıştım… Bir ara bizi izleyen bir kadın geldi;

-Yavrum bir simit ver bakiiim…

Simidi aldı, 2 lira verdi…

-Bu beyin çocuğunun simit parasını da ben veriyorum, demez mi?

Bir rahatladım, bir rahatladım kadına teşekkür etsem mi, etmesem mi? Şaşırıp kalmıştım, dudaklarımdan iki sözcük çıktı teşekkür ederim…

 

 

 

AMELİYAT MASASI

Mobilya dükkanımda çalışırken bir kalfam elini kestirdi, hemen arabama atıp hastaneye götürdüm… Kalfayı içeriye aldılar, dikiş atıyorlardı, ben de kapının önündeki sandalyede onun dışarı çıkmasını bekliyordum… Dışarıdan bir ambülans geldi, herkes koşuşturdu, bende onları seyrediyordum… Beyaz giyimli bir doktor üstüme yürüdü;

-Gelsene buraya lan… Orada oturmaya utanmıyor musun?

Sağa-sola baktım benden başka kimse yoktu, hemen doktorun dediğini yapıp hastaya doğru koştum… Sedyenin bir kenarından tutup hastanın acile getirilmesine yardım ettim… Kendi kendime de doktorun insani amaçlarla yardım istediği anlamını çıkarttım…

Hemşire geldi;

-Ne oldu? İğneleri yaptın mı? Hastanın durumu nasıl? Dedi…

Güldüm;

-İyi iyi, dedim…

Hemşire koşarak acile gitti, yine aynı sandalyede otururken 4-5 doktor hızlı hızlı ameliyathaneye gidiyorlarmış, birisi bana bağırdı;

-Kardeşim hastaya narkos verildi, sen hala burada oturuyorsun? Hemen yukarı çık, ameliyat masasının hazırlanmasına yardımcı ol…

Gülümsedim; bunların neden olduğunu anlayamadan kalfamın kolunun dikişlerinin atılmasını, onun dışarına çıkmasını aynı sandalyede beklemeye devam ettim… Bir adam koşarak nefes nefese geldi;

-Abi abi, acil servis nerede? Şimdi akrabamı getiriyorlar…

-Sola dön, içerideki odalara bak…

Adam iki dakika sonra yine koşarak geldi heyecanla;

-Abi abi, burada değilmiş…2.acil’deymiş… O nerede acaba?

-Yukarı çık, orada…

Adam beni tepeden tırnağa süzdü;

-Neden böyle ilgisizsiniz hasta yakınlarına karşı?

-Kardeşim ben burada çalışmıyorum ki?

Beni tepeden tırnağa süzdükten sonra;

-Gerçekten buranın personeli değilsen, üstündeki o önlük nedir?

İş önlüğüme bir baktım ki, doktorların ameliyathanede giydikleri aynı elbise, renkleri düğmeleri, her şeyi aynı… Kafamı iki yana salladım… Olayların neden beni bulduğunu çözdüm.. İşyerime geldiğimde tüm çıraklarımın, kalfalarımın iş önlüklerini çıkarttırıp eskiciye sattım… Yanlışlıkla neredeyse ameliyat masasına kadar götüreceklerdi… Beni Allah korudu…

 

 

 

RAHMETLİNİN ADI MI DEĞİŞTİ?

Bir sabah işyerimi yeni açmıştım ki, telefon çalıyordu, kaldırdım kardeşim karşımdaydı;

-Abi komşumuz Hacı Ahmet efendi öldü, ben biraz geç geleceğim, dedi…

-Deme yahu, ben de gelip cenaze törenine katılayım bari, ne de olsa yıllardır komşumuzdu…

Arabama atladım, esik mahalleme gittim, cenaze hastaneden geldi, Buruk Mezarlığına götürdük, içeriye aldılar, yıkanmasını bekliyorduk…

Abdestimi aldım, gasılhaneye girdiğimde bizim cenazemizden önce iki cenaze daha vardı… Üçüncü olarak sıra bize gelecekti… Babamın da mezarı orada olduğu için boş zamanı değerlendirmek istedim… Mezarının başına gittim, dua ettim, mezar yapan ustalarla konuştum, pazarlık ettim, zaman oldukça geçmişti… Gözüme sürekli gasılhanedeydi bizim cenazenin sırasını, çıkışını hesaplıyordum… Üçüncü cenazeyi muslla taşına koyup namaza durduklarında ben de sevap olduğu için hemen saftaki yerimi aldım, daha sonra tabutu omuzlayıp mezara kadar gittik… Cenaze yerine konuldu, hoca dua ediyordu, sağ yanımda oturan hoca telkın vermek için benden rahmetlinin adını sordu;

-Rahmetlinin adı neydi?

-Hacı Ahmet efendi, hocam…

-Yok İbrahim, dedi birkaç kişi…

Hoca tekrar sordu;

-Hacı Ahmet efendi…

-Yok yok İbrahim di…

İtiraz edenlerin sayısı arttıkça;

-Olur mu kardeşim İbrahim, İbrahim, İbrahim…

-Hocam 40 yıllık komşumdu, adı da hacı Ahmet efendiydi… Ne çabuk İbrahim oldu anlayamadım? Dedim…

Bu kez cenaze sahipleri üstüme yürüyeceklerdi sanki;

-Kardeşim bu mevtanın adı İbrahim’dir, bu zatı muhteremin adını sen bizden iyi mi bileceksin?

Baktım İbrahim diyenlerin sayısı arttıkça arttı, ben sesimi kestim… Kendi kendime 40 yıllık komşum Hacı Ahmet efendi nasıl İbrahim olabilirdi ki? Demek ki, başka bir ismi varmış ta ben bilmiyormuşum diye içimden geçirdim..

Sonra etrafıma baktım, tanıdık hiç kimse yoktu, kadınlar cenazeyle mezarın başına kadar gelmişlerdi, jeton düştü, uzaktan kardeşim ve arkadaşını görüp yanlarına gittiğimde durumu anladım…

Bu arada bizim cenaze yıkanmış, mezara konulmaya getiriliyordu… Ben de koşa koşa gidip tabutundan tuttum… Rahmetliyi de, İbrahim’in yanına defnettik…

 

 

KAŞ YAPARKEN GÖZ ÇIKARTTIM

Dükkanımda çalışırken bağırtılı-çağırtılı sesler duyuyordum ama aldırmıyordum… Bunlara bir de ağlama sesi eklenince sokağa çıkıp kalabalığa sordum;

-Hayırdır inşallah?Neler oluyor?

Genç kızın üstü-başı yırtık, saçları darmadağındı yanına yaklaştım;

-Bacım hayırdır ne oldu? Neden ağlıyorsun?

-Çantamı çaldılar abi, çantamı çaldılar…

Komşumuzun kızı PTT’ de çalışıyordu, aybaşı olduğu için parasını koyduğu çantasını motosikletle iki kişi çarpıp kaçmışlar…

-Hırsızları görsen tanır mısın?

-Tanımam mı abi? İşte şu tarafa gittiler, çantamı aldılar…

Bu konuşmaları yaparken yanımızda “CARP” diye dev bir motosikletli durdu, üstündeki adam kalabalığı görünce şaşırmıştı, yanıma geldi;

-Ne olmuş abi?

-Kardeşim, bu bayanın çantasını motosikletli iki kişi çarpıp kaçmışlar, bayanı hemen bindir, yetiştir de çantasını belki kurtarırsın…

-Atla abla arkama, dedi…

Kızı motosiklete bindirdi, kaskını da onun kafasına taktı…. Kızın elindeki paketleri de dükkanıma bıraktırdım, evine çırakla gönderecektim… Annesi, babası da müşterim oldukları için telefon numaralarını da biliyordum, hemen evlerine telefon açtım;

-Abla kızınızın çantasını iki kişi motosikletle çalıp kaçmışlar, merak etmeyin peşinden gitti, sanırım bulurlar…

Kadın önce birçığlık attı;

-Neyle gittiler peşinden motosikletli bir gençle gittiler…

Kadın bayıldı sanki;

-Eyvaaah, paradan vazgeçtik kızımı kaçırdılar… Yetişin komşulaaaaar!!!

O sırada yatalak ve yarı felçli olan babası da soruyor;

-Ne olmuş Yahuuuuu?

-Aman herif sen heyecanlanma, sinirlenme, doktor sana sinirlenmemeni söylemişti… Kızın parasını çarpmışlar, canı sağolsun, çalışır yine kazanır… Kız da başka bir motosikletliyle parasını çalanların peşine düşmüş…

Adam da kadında hüngür hüngür ağlıyordu… Bir süre sonra kız motosikletle gerki geldi, ama çantalı alamamışlardı…

Bir hafta önce felçli adam sadece karısının koluna girip dükkanımın önünden geçiyordu, bu olaydan sonra hem kızı, hem de karısı koluna girmiş daha yavaş, zor yürüyordu… İşyerimin önünden geçerlerken;

-Abi geçmiş olsun, ne oldu? Allah iyilik versin…

Adam konuşamıyordu, yavaş kafa kafasıyla birlikte yüzünü bana döndürdü tek şey söyledi;

-O senin telefonundan sonra bu hale geldim…

Çok üzülmüştüm, gülsem gelemedim, ağlasam ağlayamadım, kaş yapayım derken neredeyse göz çıkartım… Bu benim kötü şansım, nerede olsa yakama yapışıyor…

 

 

ÇIRILÇIPLAK ASKER

Askerliğim sırasında koğuş nöbetçisiydim, bir gün Ali isimli bir asker nöbetten dönmüş, yatmaya hazırlanıyordu… Ali şişman iri-yarı bir kişiydi… Elini yüzünü falan yıkadı, bende koridorda dolaşıyordum… Dışarıdan bir gledim ki, ne göreyim? Ali çırılçıplak olmuş, ranzanın 2.katında yatmıyor mu? Şaşırdım, kızdım, kendisini nerede zannediyor diye geçti içimden, dürtüp uyandırmak istiyordum, ama her tarafı çırılçıplak olduğu için neresine dokunacağını da bilemiyordum… Bu sırada başka bir asker de nöbetten dönmüş, yatmaya hazırlanıyordu…

-Ali yi gördün mü? Dedim..

Yarı yorgun ve uykulu bir sesle;

-Ne ali’ si? Hangi ali?

-Bak işte çırılçıplak…

Bir baktı ki, Ali anadan doğma yatmıyor mu, yüzü nü hemen başka tarafa çevirdi… Dualar okumaya başladı…

-Lan bu adam manyak mı?

-Bilemiyorum…

Bu asker yerine yattı, ama gözüne uyku girmiyordu, bir sağa, bir sola dönüp dualar okuyordu… Bende iyice rahatsızlanmıştım… Ali’yi uyandırmaya karar verdim, sırtındaki bir noktaya dürttüm…

-Lan ali nedir bu halin?

-Boşveeer, azıcıkta oralar hava alsın… Sabahleyin komutana da aynı şeyi söylersin…

Ali aldırmadan yattı, uyudu, benim nöbetim bitti, diğer nöbetçi ne yaptı bilemiyorum?

 

 

 

KOMUTANA TELEFONLA

KÜFÜR ETTİM

Askerliğimin ortalarına gelmiştim, -4-5 arkadaşımla oturduğumuz odamdaki telefon çaldı, hemen koşarak kaldırdım, telefondaki kişi;

-Oğlum ben başçavuş Asım, başçavuşun orada mı?

Bölüğümüzde de Faruk isimli bir fırlama vardı, beni işletiyor zannettim…

-Lan Faruk sen misin?

-Ne Faruğu lan? Oğlum ben baş çavuş Asım’ım…

-Hastir lan Faruk, numara yapma… Ne başçavuş Asım’ıymış? Beni kandıramazsın… Bu numaranı artık yutmam…

Telefondaki kişi çıldırıyor;

-Yavrum, evladım, vallahi-billahi ben Başçavuş Asım’ım… Bando bölüğünden arıyorum… Başçavuşun orada mı?

-Lan siktir git…

Telefondaki kişi, yanındakilere dönüp şöyle diyor;

-Kardeşim, er beni birisine benzetti galiba?

Bana döndü;

-Yavrum, ben başçavuş Asım, başçavuşun orada mı?

-Lan bir siktir git, kafa bulacak adam yok mu? Senin bu numaraların eskidi artık yutmam…

-Lan eşşeşoğlu eşek, lan hayvanoğlu hayvan, gelirsem senin ağzına şaaparım, deyince jeton düştü, küfürü de yeyince hemen hazır ola geçtim;

-Emredin komutanım?

-Geliyorum lan bir yere ayrılma…

Bir korktum, bir korktum, gelip beni artık öldürmesini beklemeye başladım… Çevremde bu olaya tanık olan arkadaşlara,

-Senin askerliğin bitmez oğlum, komutan seni öldürür, dediklerinde korkum daha da çok artıyordu…

Saatlerce hazır ol vaziyette bekledim Allahtan gelmedi kurtuldu… Şans yüzüme gülmeye başlamıştı…

 

 

POLİGONUN ORTASINA

SOYUNUP YATMADIM…

Askerde dört-beş arkadaş oturuyorduk, telefon çaldı, çavuş açtı; biraz sonra da bana dönüp;

-Mustafa Başçavuş itfaiye bölüğündeymiş, iki tane güzel nevresim istiyor, hemen götür, dedi…

Hemen nevresimleri bulup koşarak komutana götürdüm… Ben de jilet gibi, tertemiz giyinmiştim, ayakkabılarım da boyalıydı… Komutanım bana teşekkür etmesini bekliyordum, bir topuk selamı verdim;

-Komutanım istediğiniz nevresimleri getirdim…

Komutan beni tepeden tırnağa süzdü, süzdü;

-İyi aferin evladım, o nevresimleri al, poligon sahasının ortasına ser, soyun, yüzüstü yat ben geliyorum…

Birden şimşekler çaktı, anlamamıştım, topuk selamımı tekrarladım;

-Komutanım anlayamadım…

Komutan aynı ses tonuyla cümlelerini tekrarladı…

-Nevresimleri poligon sahasının tam ortasına ser, soyun, üstüne yat ben geliyorum…

İtiraz edecek oldum, yanıt vermem olanaksızdı, ama çok korkmuştum, topuk selamı verip;

-Emredersiniz komutanım, dedim…

Nevresimler koltuğumun altında poligona doğru düşüne düşüne gidiyorum, yatsam mı, yatmasam mı? diye aklımdan geçirirken, birkaç askere rastladım, durumu anlattım…

-Arkadaşlar başçavuş bana böyle böyle dedi ne yapayım?

-Oğlum emir emirdir, ne söyleniyorsa harfiyen yerine getirmen gerekir, dedi birisi…

Diğer bir asker;

-Olur mu lan? Ben burada askerlik yapmaya mı geldim, poligonun ortasında soyunup yatmaya mı geldim?

Poligonun kenarına gittim, komutanı beklemeye başladım, bekledim, bekledim, bekledim, gelmedi, Allaha şükür kurtuldum… Şans burada bir ilk defa yüzüme güldü…

 

 

KALK SİKTİR LAN

12-13 yaşlarında annemle Osmaniye’ye gidiyorduk… Bindiğimiz Gaziantep otobüsünün en arka taraflarında bir yere oturmuştuk… O yıllarda çok modaydı, muavin otobüsün ön kodluğundan yolculara mikrofonla şöyle dedi;

-Sayın yolcularımız, seyahatimizin neşeli geçmesi için herkes buraya gelip, şarkı, türkü söyleyecek, ya da bir fıkra anlatacak… Bunu yapmayanlardan bir lira ceza alacağız… Bu parayla da ilk mola verdiğimiz yerde herkese çay ısmarlayacağız…

O yıllarda 1 lira Adana Osmaniye arasındaki ücretti… Koltuk numarasına göre yolcuları muavin çağırmaya başladı, bir numaralı kotlu, iki numaralı, üç, 20 numara diye herkes mikrofonda bir şeyler söylüyordu… Sıra bana gelince kalkıp koridordan yürüye yürüye en öndeki muavin koltuğuna oturdum… Benim de bildiğim bir tek fıkra vardı, mikrofonu elime aldım başladım anlatmaya;

-Lazın birisi Karadeniz de bir lokantaya gitmiş, garsonu çağırmış bana bir porsiyon balık getir ama taze olsun demiş… Garson da; tamam abi demiş… Müşteri balığa sormuş; 2 gün önce denize düşen pabucumu gördün mü baluk? Demiş… Balıkta, ne bileyim, senin pabucun, ben 15 gün önce denizden çıktım…

Ben de bu fıkrayı laz şivesiyle anlatmaya koyuldum; tam bu sırada trafik polisi otobüsümüzü durdurdu…  Ben ön koltukta oturuyorum diye mi polis benden şüphelenip mi durdurdu diye kara kara düşünmeye başladım…

Polis evrakları istedi, muavin götürdü, peşinden diğer şoför indi, tekrar gidip-gelmeler oldu… Uzun uzun tartıştılar, ama ben koltuğumdan hiç ayrılmadım, bu arada fıkramıda yarıda kesmiştim ya onu anlatmaya devam etmek istiyordum.. Şoför elindeki evrakları arabanın camına doğru sinirli bir şeyilde fırlatıp attı… Otobüs hareket etti, ben biraz ilerledikten sonra mikrofonda kaldığım yerden fıkramı anlatmaya devam ettim;

-Karadenizli demiş ki, oğlum, bana taze paluk getir… Garson getirmiş, adam balğıa sormuş, hey baluk, benim iki gün önce düşen pabucumu gördün mü diye sormuş derken, şoför direksiyonu yumruklayıp yerindel kalkıp kalkıp oturdu, sinirli biçimde bana bağırıyordu;

-Siktir git laaaan… Balığının da senin başlarım haaaaaa…!!!

Kıpkırmızı olmuştum, hem yerime gidiyor, hem de kendi kendime konuşuyordum;

-Hem çağırdınız, hem küfür ediyorsunuz? Ne biçim insansınız?

Şansım burada da yüzüme gülmemişti…

 

 

 

GÜLME KRİZİ TUTTU

İşyerimde çalışırken uzaktan bir arkadaşım olan kişi geldi;

-Mustafa Usta hayır yapmak ister misin? Dedi…

-Kim istemez ki?

-Gardaş bizim köylüler dinden, imandan, Allahtan, örften, adetten, iyice uzaklaşmışlar… Arabana benzin koyalım, bir de tanıdığım hoca var, hep birlikte köyümüze gidip dini sohbet edelim…

Düşündüm gerçekten hayırlı bir iş olduğu için kabul ettim… Kahvenin önüne vardık, köylüler oturuyor, sohbet ediyorlardı… Hoş-beşten sonra;

-Arkadaşlar, bizler dini sohbet etmek için geldik… Herhangi bir politik durumumuz yoktur… Siz de uygun görürseniz, bir yer hazırlayın, oturup sohbet edelim… Üstelik zamanınızın tamamını da bu kahvede oturup sigara dumanları arasında ciğerlerinizi çürüterek geçiriyorsunuz…

Köylü vatandaşlar kabul ettiler, hava kıştı, dev bir salon hazırlamışlar, odunlarla, sobaları doldurunca çok rahat bir ortam ortaya çıkmıştı… Köylülere şöyle dedik;

-Biz sizinle ilk defa görüşüyoruz, şöyle bir sohbet edelim ama önce birbirimizi bir tanıtalım…

Bende topluluk karşısında hiç konuşmadığım için çok heyecanlanmıştım… Hele sıra bana gelince yüzüm kıpkırmızı kesilmişti… Utana sıkıla, sesli biçimde kendimi tanıttım;

-Mustafa Tuna, esnafım, Adana kanal 1.durakta mobilya atölyem var…

Daha sözümü bitirmeden, benden daha çok heyecanlanan yanımdaki gençte;

-Musa Bilir, dedi…

Bende şaşırdım, benimle konuştuğunu sandım…

-Neyi bilir?

-Musa Bilir abi…

-Allah Allah bizim  kanalköprü de mi oturuyor?

-Yok abi rençberim, çiftçiyim…

Anladım ki, kendisini tanıtıyordu… Jetonum geç düştü… Bu sırada gülme krizim tutmasın mı? Gülsem mi gülmesem mi? Yüzümü arkaya dönüyorum olmuyor, mendille kapatıyorum, olmuyor, yaşamımın en zor saatini geçirmiştim… Adana ya gelince rahatlamıştım..

Bazen jetonumun geç düşmesi beni böyle zor durumlarda bırakabiliyor…

 

 

USTAMIN ÖLÜMÜNE AĞLADIM

İlkokulu bitirdiğimde mobilyacılığı öğrenebilmem için Ünal isimli bir ustanın yanına çırak olarak vermişlerdi… Daha sonra kalfa ve usta oldum, dükkanımı açtım… Aradan 4-5 yıl geçmişti, Ünal Usta bir gün dükkanıma geldi;

-Mustafa Usta, ben Hac’a gidiyorum, seninle helalleşmek için geldim, hakkını helal et, belki birbirimize hakkımız geçmiştir…

Ustanın elini öptüm, helalaştıktan sonra;

-Hac’ca gitmesine 4-5 gün var, gelin oturup sohbet ederiz, demişti, ama yolcu etmeye gidememiştim… sonra aradan bir süre geçtikten sonra “HOŞGELDİN” ziyaretine gidecektim, eşime de haber verdim, hazırlanmasını söyledim… Ustamın bir tespihini, külahını almak istiyordum… Bana verdiğin telefon numarasını, eşi çıktı;

-Ünal Ustanın evi mi? dedim..

-Evet, buyurun. Dedi…

-Yenge sen misin?

-Hayır ben temizlikçiyim, yenge alış-verişe gitti…

-Yengeye söyleyin, Ünal beye “HOŞGELDİN” e ziyaret etmek, elini öpmek istiyoruz… Eşim şu anda hazırlanıyor, evde olup olmadıklarını öğrenmek için telefon açtım…

Kadın soğuk bir ses tonuyla;

-Ünal bey sizlere ömür, demez mi?

Gözlerimden birkaç damla yaş düştü…

-Yapmayın, tuh tuh, nasıl öldü?

-Kalp krizinden öldü, hepimizin başı sağ olsun…

-Ne kadar oldu öleli? Diyebilmişim kadına…

-Bir yıl oldu, Allah sizlere ömür versin, dedi…

Birden jeton düştü, ama bir yandan da üzülüyordum, gözlerimden boncuk gibi yaşlar süzülüyordu…

-Vay ustacağım val, Allah rahmet eylesin, dedim…

Bir kısa ara oldu, telefondaki kadına sordum;

-Ünal bey ne iş yapıyordu abla?

-Doktordu, deyince rahatladım… Sevinmiştim, üzüntüm neşeye dönüşmüştü…

Sonradan anlamıştım numarayı bir rakam yanlış çevirmiştim… Dr. Ünal beyin evi çıkmıştı… Ünal Usta’nın yerine isimler aynıydı… Ünal Ustam yaşıyordu, sonra telefon numarasını doğru yazıp vermesini söyledim… Bu olayı anlattığımda o da çok etkilenmişti… Bazı benzerlikler işte insana böyle ilginç olaylar yaşatıyor…

Ama jetonum bu defa erken düştüğü için mutlu olmuştum…

 

 

POPOMU SİLİP ATTIĞIM

MENDİLE ÜZÜLÜYORUM

Kütahya’daki askerliğim bitmiş Adana ya bir arkadaşımla dönüyordum… Takım elbisem, beyaz yumurta topuk kunduram her şeyim yeniydi… Otobüse binmeden önce kendimi kontrol ettim, tuvalete gitme ihtiyacım yoktu… Bir saat sonra Eskişehir’e geldik, bir ara sıkışır gibi oldum.. Ama tuvaletin önünde uzun kuyruk vardı… Otobüsü kaçırmamak için de kuyruğa girmedim.. Ankara ya kadar idare edeceğimi düşündüm.. Ankara’ya geldik, gezdik, dolaştık, arkadaşlarımızın, yakınlarına gönderdikleri mektupları verdik, sinemaya girip çıktık, otobüsün kalkmasını bekliyoruz, yine tuvalet ihtiyacım yoktu… Arkadaş Ankara’ dan Adana yönüne doğru kaç kilometre geldiğimizi anımsamıyorum, bir sancı, bir sancı başladı, öleceğim… Yanımdaki arkadaşıma rica ettim;

-Ne olur şoföre söyle dursun, çok sıkıştım, dayanamaz oldum…

Arkadaşım tersledi;

-Kardeşim otobüs hareket etmeden önce tuvalete gitseydin ya… Başını daha fazla koltuğuna koyup uyumaya başladı…

Birkaç defa yine yalvardım, olmadı… Artık dayanma gücüm kalmadığı için iş başa düşmüştü, kıvrıla doğrula, kıvrıla doğrula şoförün yanına gittim, herkes uyuyordu, korkak hasta, suçlu bir sesle yalvarırcasına;

-Abiii, dedim, şoför dikiz aynasından baktı, sert bir sesle;

-Ne var? Dedi…

-Abi kulun kölen olayım, çok sıkıştım bir yerde dur öleceğim…

Şoför kafasını iki yana salahlı, Allah Allah çektikten sonra;

-Bak şu ileride yanan ışıkları görüyor musun? Eğer idare edersen orada duracağım…

Çaresizdim, başka seçeneğim yoktu;

-Peki idare etmeye çalışırım, hepsi 300 metre yol…

Arkadaş gidiyoruz, gidiyoruz, ışığa ulaşamıyoruz, mesafe daha da uzuyordu sanki… Ben şoförün başında iki büklüm bekliyordum, arada sırada dikiz aynasına bakıp başını iki yana sallıyordu… Keşke idare ederim demeseydim… Yol bitmiyor, sanki doğduğumda beri otobüste yolculuk yapıyormuşum gibi hissediyordum kendimi… Neyse bir ömürden daha uzun gelen 300 metrelik mesafeden sonunda otobüs durdu, kendimi arka kapıdan aşağıya attım… Doğru petrole koştum, o yıllarda böyle gelişmiş tesisler falan yoktu… Jeneratörle çalışan lambalar yanmıyor, adam uyuyor, petrol kapalı, tuvalet yoktu… Kendimi hemen karanlık ve meyilli bir boşluğa attım… Birden kendimi yerde bulmuşum.. İhtiyacımı gidermeye başladım, öyle sıkışmışım öyle sıkışmışım ki, sancılanıyorum aradan 15-20 dakika geçti, adamlar beni aramaya çıkmışlar… Muavinin elinde lamba bağırıyor;

-Heeeeyyyy! Hemşerim… Öldün mü kaldın mı?

Onun yanındaki Adana lı arkadaşım bağırıyor;

-Lan Mustafaaaa, öldün mü oğlum, geberdin mi laaaan?

Yolcuların seslerini de duyuyorum… Kendi aralarında konuşuyorlar;

-Belki de suçlu ve teröristti… Belki kaçmıştır…

Neyse biraz rahatlamıştım, ama yarım bırakıp otobüse yeniden bindim…

Adana lı olan arkadaşım bana küstü;

-Tüm yolcular ne dedi biliyor musun? Seni terörist sandılar…

Şoför ters ters baktı, kafasını iki yana yaladı, yeni takım elbisem pislik içindeydi, hepsinden daha da önemlisi, nişanlımın takım elbisemle işleyip gönderdiği mendille de popomu silip atmıştım…

Otobüs hareket etti, ilk mola verdiği yerde ben yine tuvalete koştum… Hareket edeceği sırada yine zorla yetiştim, baktım herkes beni bekliyor, herkes tepkisini koydu… Sonra bir uyumuşum Toroslar’a geldiğimde güneş doğuyordu, uyandım…

 

 

 

ALARM ZİLİNE BASMIŞIM

Şansım bana hiç gülmedi; nerede aksilik, nerede sakarlık varsa gelir beni bulur…

Bir bankanın Yağcami Şubesi’nin içindeki mobilya aksamlarını yeniliyorduk… Ama personel de bir yandan çalışmasına devam ediyordu… Biz bir bölümde çalışırken onlarda öteki bölümde işlerini sürdürüyorlar, daha sonra karşılıklı yer değiştiriyor, işimize devam ediyorduk…

Birg ün yanlışlıkla bankanın alarm ziline ayağım dokunmuş, haberim yok… Bir baktım doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden polis araçları sirenlerini çalarak bankayı kordon altına aldılar… Bende keserimi omzuma astım, dışarıda olup bitenleri seyretmeye başladım… Polis bana megafonla bağırıyordu;

-Keserli keserli, at o keseri… Bu işler keserle olmaaaaaz…

Bir şey anlamadım..

-At o keseri teslim oooollll.!!!

Sağıma soluma baktım benden başka kimse yok… O sırada arkamdan bir polis yanaşıp silahını kafama dayayınca kendimi yerde buldum…

-Bir şey yapmadım beeeeeen!!! Suçsuzumuuuuummmm!!!

Adamlar baktılar bende hiçbir hareket yok… İşimde gücümde, birisi olduğumu görünce, banka müdürü de yanıma gelmişti ona sordular;

-Alarm ziline kim bastı?

Herkes birbirlerine bakıyordu…

-Sen mi bastın? Dediler…

-Hayır kardeşim, ne zili, ne alarmı, ben buranın mobilyalarını yeniliyorum, değiştiren ustayım…

Kafama dayadıkları silahı indirdiler, sonra anlaşıldı ki, alarm ziline ben basmışım… Ama haberim olmadığı için de polislerin gelmesini anlayamamıştım… Hem polislerden, hem de banka müdüründen yediğim fırçaları bu gün bile unutamam…

 

 

 

DUALAR KURTARDI

Askerliğimin ilk gecesinde birliğim öyle kalabalık, öyle kalabalıktı ki, her taraf tıklım tıklım asker olmuştu… Yatahaneye çıktığımızda iki ranzayı birleştirip üç kişi yatmak zorunda kalmıştık…

Ben de üst ranzanın ortasında yatacaktım, bir yanımda Bursalı, bir yanımda Şanlıurfalı arkadaşlar vardı… Urfalı esmer, babayiğit, iri yaraydı; Bursalı ise beyaz benizli, parlak bir çocuktu… Yatağın ortasındaki demir belimi iyice ağrıtıyordu… Sağa-sola dönmek istiyordum, dönemiyordum… Çünkü tanımadığım kişilerle bitişik yatarken onlara armamı dönmekten korkuyordum… Saatler geçti, ama gözüme bir damla uyku girmiyordu… Askerliğimin bitmeyeceğine inanmaya başladığım sırada Urfalı da uyumuyormuş;

-Senin adın ne? Dedi.

-Mustafa…

-Memleketin neresi?

-Adana…

-Allah kaç?

-Bir, dedim…

Sordukça rahatlamıştı, ben de yanıtladıkça rahatlamıştım… Sonra şöyle dedi;

-Peki iyi, bir salavat getirip yatalım… Benim de adım Mustafa, Allah günahlarımızı affetsin…

Başladık ilahi söyler gibi salavat getirmeye… Sonra dualarımızı okuduk…

Artık her akşam önce salavat getirip, sonra da dualarımızı sırayla okuyor ve uyuyorduk…

Birkaç hafta böyle idare ettik, sonra başka birliklere sevkler başlamıştı, benim de tek yatabileceğim bir yatağım olunca çok sevinmiştim… O kritik günlerde okuduğum dualar beni tehlikelerden korumuştu…

 

 

DAVUL DENGİ DENGİNE

İşyerimi ilk açtığım yıllarda yanımda çalışan kalfa kendisine bir kız ayarladığını, sık sık kaytarmaya başlamıştı… Bir süre sonra diğer kalfaya da bir kız bulmuştu ve işleri asıp asıp gidiyorlardı… Bir gün bağırıp-çağırdım…

-Oğlum siz kız arkadaşlarınızla çekip çekip gidiyorsunuz, peki bu işleri kim yapacak?

İyice bozulmuşlardı… O sırada aklıma bir fikir geldi, ben kalfalarımın gönlünü almak, hem de biraz gönül eğlendirmek istiyordum..

-O zaman bir kız da bana ayarlayın da bari işleri birlikte asıp gidelim…

Asık üyzleri birden aydınlamış, gülüşmüşlerdi…

-Hay hay ustam, emrin olur…

Sonra kızlarla buluşmaya gittiler, ben de eve gittim, güzel takıp elbisemi giyip tıraş oldum… Biraz sonra da bana bir kız arkadaş getireceklerdi beklemeye koyuldum… Bir süre sonra iki kalfam üç kızla geldiler… Samimi biçimde hepimiz tanıştık… Benim için getirdikleri kız, tam elini uzatırken şöyle dedi;

-Amaaaaaa, sen benim babamın yaşındasın… Benimle arkadaş olmaya utanmayacak mısın?

Kesik kesik öksürdüm, boğazımı temizledim…

-Şey hanımefendi, dedim lafın devamını getiremedim…

Ama çok bozulmuştum, yaş konusu hiç aklıma gelmemişti… Daha sonraki ilişkilerimde yaş konusuna hep dikkat ettim… Davul dengi dengineymiş… Hayat bana bunu bir kez daha öğretti…

 

 

 

MEHMET’E CEZA

Kütahya da askerlik yaptığım sırada Mehmet Mutlu isimli bir şişman-iri yarı, obez bir arkadaşım vardı… Bu kişinin mutfağımızdaki tere yağını katıksız parmağıyla yemesinden herkes şüpheleniyor ama ispatlayamıyordu… Bir Pazar günü arkadaşlarımın hepsi çarşı iznine çıkmış, ben de çamaşırlarımı yıkamaz için kalmıştım… Bir ada dama çıkıp içeride yazdığım mektuba orada devam ederken, Mehmet Mutlu içeriden koşarak dışarıya çıktı, sağa-sola hızla baktıktan sonra koşarak geri girdi… Kuşkulu halinden şüphelenmiştim… Yavaşça aşağıya inip içeriye baktım ki, Mehmet tereyağı kavanozunu açmış, parmağını sokup sokup yiyordu… Midem bulanmıştı, kendisine kızdım;

-Ne yapıyorsun lan?

Gözlerini fal taşı gibi açan Mehmet Korktu;

-Mustafa kulun kölen olayım, kimseye söyleme, ben bunun hastasıyım…

-Lan hani geçenlerde komutan yemin ettirmişti sende yemediğini söylemiştin… Hem senin sağlığını, hem mideni bozar, hem de mikroplu parmaklarını sokarak yağı kirletiyorsun…

-Ne olur kimseye söyleme?

-Olur mu lan? Ben senin suçuna neden ortak olayım?

Mehmet çok korkmuştu, ama ben de komutana söylemeye karar vermiştim… Sabahleyin başçavuşumuz gelince hemen ayağa kalktım;

-Komutanım size daha önce şikayetçi olduğumuz bir konuyu bildirmek istiyorum…

-Nedir Mustafa?

-Komutanım tereyağına elini sokarak yiyen arkadaşımızı buldum…

Herkes birbirine baktı, komutan gözlerini benden ayırmıyordu;

-Kimmiş o kişi?

-Mehmet Mutlu komutanım…

Komutan her sabah geldiğinde önce kahvesini içer, işlerle sonra ilgilenirdi… Yine elinde kahve içiyordu, Mehmet kıpkırmızı yüzle ayağa katlı…

-Komutanım vallah ben yağ yemez, karnım ağriy, midem cımbıldiy, arkamdan da o içtiğin kave gibi gidiy…

Komutan sinirli sinirli bağırdı;

-Çık lan eşşekoğlu eşek, çık dışarı… Seni gözüm görmesin…

Bir süre sonra komutan Mehmet Mutlu’yu cezalandırmaya karar vermişti… Geri çağırdık içeriye girdi, suçüstü yakalanan Mehmet’e komutan, haykırırcasına emir verdi…

-Gir lan şu çekmecenin altına…Ben masanın üstüne vurana kadar da orada kalacaksın… Eğer önce çıkarsan seni öldürürüm…

Etli, butlu, şişman, iri yarı obez olan Mehmet Mutlu masanın altına güçlükle girip beklemeye başlamıştı… Ama kimseyi göremiyordu, bir süre sonra başçavuş ayağa kalktı, şapkasını alıp el hareketleriyle bize susmamızı işaret etti…

-Ben gidiyorum arkadaşlar, yalnız masaya kimse vurmasın, o burada cezasını bektin, dedi…

Bizler de gülüştük, masanın altında iki kat olan Mehmet Mutlu’ya daha fazla kıyamadık, başçavuş gittikten 10-15 dakika sonra da masaya yumruk vurduk, dışarı çıktı… Yüzü gözü pancar gibi kızarmıştı, nefes nefese;

-Komutan nerede? Dedi…

-Oğlum gideli bir saat oldu, hepimiz gülmekten yerlere yatmıştık…

 

 

BENDEN SAF MEMO

Abi ben safım ama benden saf olanlara da her zaman rastlarım… Yine askerliğim sırasında atış poligonunda görevliydim… Yedi arkadaşımla birlikte sabun, nevresim gibi istihkaklarımızı almak üzere bölüğe gitmiştik… Avluya girdiğimizde gurup komutanımız olan albay denetleme yapıyor, yüzbaşımda yanında esas duruşta, bekliyordu… Biz de isteklerimizi iletmek için albayımızın gitmesini beklemeye başlamıştık… İşte o sırada albayımız yüzbaşımıza demiş ki;

-Ben fırını denetlemek için ara yoldan yürüyerek gidiyorum, şoföre söyleyin arabayı yoldan fırının önüne çeksin…

Yüzbaşı da her yandan asker arıyordu, bizi görünce sert bir emirle;

-Askeeeeer! Gel burayaaaaa!!!

Arkadaşım Mehmet Mutlu da her zaman kendisini açık gözlü zanneder ya ama benden de saf birisiydi… Bizden önce koşa koşa yüzbaşının yanına vardı selam çakıp;

-Emret komutanıııııımmm!! Dedi…

-Oğlum söyle, şoför arabayı fırının önüne çeksin, dedid…

Mehmet Nizamiye’nin arkasına koşarak gitti, çöplükteki el arabasının üstündeki çöpleri döküp koşarak götürmeye başladı… Nizamiye de görevli askerde onun peşinden koşuyordu…

-Niye döktün laaaaan? Arabayı nereye götürüyorsun?

Mehmet son derece inat, kararlı biçimde araba elinde, bir yandan albaya doğru koşuyor, bir yandan da kendisine engel olmaya çalışan askere bağırıyordu;

-Albayım istediiiii… Çekil yolumdaaaan…

Mehmet’in amacı albaydan teşekkür almaktı… Nizamiyedeki asker de durdurmayınca bizde konuşmaları duyduğumuz için koşarak Mehmet’e engel olduk…

-Mehmet oğlum albay kendi makam arabasını istedi, sen çöp arabasını götürüyorsun salak, diye küfür ettik…

Mehmet’i zorla durdurmuştuk, çöp arabasını yeniden çöplüğe çektik, içinden dökülen çöpleri geri doldurduk… Mehmet eğer makam arabası yerine albaya çöp arabasını götürseydi, hem bölüğümüz ceza alır, hem de askerliğimiz bitmezdi… Bu olay benden de saf asker arkadaşımın MEMO olduğunu kanıtladı… Benden daha aptal arkadaşlarımın olduğunu anlayınca buna şahit olunca da kendimle gurur duydum…

 

 

 

MERCİMEK ÇORBASI

Çok acıkmıştım, hem de yorgundum, önüme ilk çıkan lokantaya hızla girip garsona;
-Bana bir mercimek çorbası verir misin?

-Baş üstüne abim…

Biraz sonra mercimek çorbam geldi, iştahla içtikten sonra yorgunluğum hem de dargınlıktan olacak ki tabağın dibinde ekmekle kalaylar gibi sıyırmıştım… Birden sağ omzumun üstünden bir kepenin karartısının geldiğini gördüm, baktığımda aşçıbaşı elindeki kepçeyle mercimek zorbasını kalayladığım tabağa koyarken şöyle diyordu;

-Çok acıkmışsın belli kardeşim, bu da benim sana sadakam olsun…

Çok utanmıştım;

-Niye zahmet ettin usta deyince de…

-Boş ver keyfine bak dünya kimseye kalmıyor arkadaş…

 

 

İKİ MERCİMEK ÇORBASI

Asker olan kardeşimi görmek için bir arkadaşımla Erzurum’a gidiyorduk… Otobüsümüz Elazığ’a gelince bir lokantada mola verdi, uzaktan bizi tepeden tırnağa süzün garson, iyi-zengin görüntülü biçimde giyindiğim için koşarak oturduğum masanın yanına gelmiş, esas duruşta bekliyordu…

-Ne emredersiniz?

-Yemeklerden ne var?

Centilmence, kibarca, nazikce, saygıyla yemek isimlerini teker teker saydı… Çok uzun bir liste olduğu için tam olarak anlayamamıştım…

-Hiçbir şey anlamadım, dedim…

Öteki garson da, koşarak yanımıza geldi, yemek isimlerini o da teker teker saydı… Gülümseyen bir yüz ifadesiyle;

-İki mercimek çorbası lütfen, deyince, üç garsonda elektrik çarpmış gibi hızlı çekim filmlerindeki adamlar gibi koşarak masamızdan uzaklaştılar… Mercimek çorbalarımızı getirdiklerinde bile başka yerlere bakıp, başka şeylerle ilgileniyorlardı…

İşin daha da komik yanı 140 kuruş olan mercimek çorbası için 250 kuruş verdim… Garson da tabakta on kuruşu geri getirmişti, onu da aldım, bahşiş bile bırakmadan kalktığım için sanırım peşimden küfür etmişlerdir… Umurumda bile değildi, padişahın da arkasından küfür ederler…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder