Efsane Gazeteci
EROL ERK
ve Anıları
Gazetecilik
geçmişten günümüze üstlendiği önemli misyonla
kişilere,
topluma ve tarihe karşı büyük sorumluluk gerektiren
önemli
bir meslek dalıdır.
Dünyada
yayınlanan ilk gazeteden günümüzün zengin sosyal
medya
mecrasında bu işi üstlenmiş meslek mensuplarına kadar
geniş
bir perspektifte mesleğinin gerektirdiği insani ve tarihi
sorumluluğun
bilinciyle hareket eden sayılamayacak kadar çok
gazeteci
vardır.
Dünyada
genel kabul görmüş mesleki kriterleri baz alarak
üstlendiği
vazifenin hakkını veren tüm gazetecilere bu vesileyle
bir
kez daha saygı ve sevgilerimi sunuyorum.
1950'li
yıllardan itibaren Adana medya dünyasında gerek
yaygın
gerekse yerel gazeteler ve televizyon kanalları aracılığıyla
aktif
gazetecilik, gazete sahipliği ve yöneticiliği görevlerinde
bulunmuş
Erol Erk'in 40 yıllık döneme yayılan hatıralarını bu
mütevazi
çalışma aracılığıyla meraklılarının ilgisine sunduk.
Gazeteci
Abdulkadir Kaçar'ın 1993 yılında hazırladığı 'Adana
Bab'ı
Ali'si yazı dizisi kapsamında 35 günlük bir söyleşinin ardından
kaleme
aldığı ve küçük bir bölümü Yeni Güney Haber Gazetesi'nde
tefrika
edilen yazı dizisi bu çalışmayla ilk kez kitap haline getirildi.
Sarıçam
Şehir Kitaplığı'nın ikinci ürünü olarak huzurlarınıza
gelen
bu çalışmaya emek veren herkese teşekkür ediyorum.
Kitaplığımızın
yeni eserlerinde buluşmak temennisiyle iyi okumalar
diliyorum.
Bilal
ULUDAĞ
Sarıçam
Belediye Başkanı
Her
gazeteci 'çağının tanığıdır' denir. Bu çok doğrudur. Çünkü
gazeteciler
yaşadıkları dönemde normal bir insanın görmedikleri,
bilmedikleri,
ulaşamadıkları, bilgilere ve kişilere ulaşarak elde
ettiği
bilgileri mensubu olduğu medya kanalıyla kamuoyuna yansıtır.
Erol
Erk, yerel ve ulusal anlamda döneminin en yıldız ve en
başarılı
gazetecisidir.
Mesleğini
aktif şekilde sürdürdüğü dönemde siyaset, yerel
yönetim
ve güncel konularla ilgili pek çok olayın içine bizzat girmiş,
inanılmaz
bazı olayları yaşamış ve görev yaptığı gazeteler aracılığıyla
bunları
topluma yansıtmıştır. Bu haliyle de günümüz gazetecilerine
örnek
bir davranış sergilemiştir. Bu arada aktif olduğu dönemde
mesleğe
başlayan gazeteciler içinde bir rol model pozisyonu
üstlenmiştir.
Erol
Erk, 1950'lerden başlayıp 1990'ların başına kadar Adana
ve Türkiye
medyasında önemli bir görev üstlenmiştir. Bu kitapta
yer
alan anıları ışığında değerlendirdiğimizde Erol Erk, kendisiyle
aynı
dönemde gazetecilik yapmış pek çok meslektaşından daha
önde,
daha öncü ve daha yönlendirici bir kimlik taşımıştır.
Tüm
gazeteci meslektaşlarımın üstad Erol Erk'i örnek alarak
gördükleri,
yaşadıkları, tanık oldukları olayları kaleme alıp
kendilerinden
sonraki kuşakların faydalanabilmesi için ölümsüzleştirmeleri
en büyük
mesleki sorumluluktur.
Bu
vesileyle tecrübeli bir gazetecinin hatıralarını kaleme
alan
Çukurova Gazeteciler Cemiyeti'miz üyesi Gazeteci–Yazar
Abdulkadir
Kaçar'a ve bu kıymetli söyleşinin gazete kolleksiyonları
arasında
kaybolmasına izin vermeyip kitaplaştıran Sarıçam Belediye
Başkanı
Bilal Uludağ'a tüm meslektaşlarım adına teşekkür ederim.
(Temmuz
2014)
GAZETECİ
ÇAĞININ TANIĞIDIR
Cafer
ESENDEMİR
Çukurova
Gazeteciler
Cemiyeti
Başkanı
EFSANE
GAZETECİ EROL ERK…
1979 yılında Hürriyet
Gazetesinin Adana bürosunda
mesleğe başladım…
İlk duyduğum, en çekinilen,
en büyük gazeteci, efsane
lakabıyla bilinen Erol
Erk’ti…
Gün geldi birlikte çalışma
şansım oldu… Yeni Güney
Haber Gazetesinde 5 yıl
sorumlu yazı işleri müdürlüğü ve
yazarlık yaptım…
Hayatımın en özgür
gazeteciliğini Erol Erk döneminde
yaptım…
Hakkımda en fazla
tazminat ve ceza davası yine o
dönemde açıldı…
Erol Erk bir dönem
Adana hatta Türkiye gazeteciliğine
damgasını vuran efsane
bir gazetecidir…
Söylediklerimin doğruluğunu
da anılarını okuduğunuzda
anlayacak ve bana hak
vereceksiniz…
Onunla çalışmak, onu
tanımak, her şeye rağmen
güzeldi…
Sağlıklı uzun ömürler
diliyorum…
...
ABDULKADİR
KAÇAR
2014 Adana Türkiye
(Gazeteci-yazar)
BİLAL
ULUDAĞ BAŞKANIMA
TEŞEKKÜRLER…
Sarıçam Belediye Başkanım
Sayın Bilal Uludağ;
1990'lı yıllarda kaleme
aldığım dosyalar arasında
unutulmaya yüz tutmuş
bu anıların kitaplaşmasını, gün ışığına
çıkmasını sağlayarak,
Adana ve Türkiye medya tarihine
önemli bir hizmeti yapmış
oldu…
İnsanlar gelip geçicidir,
kalıcı olan eserlerdir…
Bir söz vardır; ÂLİM
UNUTUR, KALEM UNUTMAZ…
Bu hizmetinizle medya
tarihine damganızı vurdunuz…
Sağ olunuz, var olunuz…
Saygılarımla…
ABDULKADİR
KAÇAR
2014 Adana Türkiye
(Gazeteci-Yazar)
BİRİNCİ
BÖLÜM
MAVİ TULUMLU İŞÇİYDİM
.........................................................................................1
CASUSLUK ÖYKÜSÜ
GECE YAŞAMIYLA TANIŞTIRDI ............................................8
GECE YAŞAMINA
ESRARENGİZ ROZETA’YI TANIYARAK ADIM ATTIM ...............18
LEOPAR KÜRKLÜ
ESRARENGİZ SEMRA YAŞAMIMI DEĞİŞTİRDİ .......................24
“EROL ROZİTA’YLA
NE YAPACAĞINI SANA SÖYLEYECEĞİZ….” ........................32
ROZETA HAVALI
BİR KADIN
...................................................................................38
KIRMIZI KARANFİL
OPERASYONUM YÜZDE YÜZ ETKİLİ OLMUŞTU .................48
VE BALIK YEME
GELDİ
...........................................................................................55
EROL BİR GÜN
KAYBOLURSAM BENİ ARAR MISIN ? ..........................................63
İKİNCİ
BÖLÜM
ILICAK VE SİMAVİ
DEMOKRAT PATRONLARIMDI .................................................79
TÜRKİYENİN
SOYGUN HARİTALARI TBMM’NİN NEMLİ MAHZENLERİNDE ........81
27 MAYIS 1960 İHTİLALİNİ
MİT ÖNCEDEN BİLİYORDU ........................................83
LİDERLERİN EN
BÜYÜK HASTALIĞI SEPTİZM (ŞÜPHECİLİK) TİR.......................84
LAİKLİĞİN BEKÇİSİ
HARBİYEDİR
...........................................................................87
EROL ERK'İN
TIRNAKLARINI ÇEKECEKLER... ......................................................90
İŞTE YEREL
BASININ GÜCÜ
..................................................................................93
GÜNEY HABER
EFSANEDİR
................................................................................101
IŞIK YURTÇU ELİMDE
BÜYÜDÜ
...........................................................................105
EŞEK
ARILARININ DELİĞİNE ÇOMAK SOKTUM
.................................................107
ERSİN AYDIN’LA
ANAVATAN’DAN YAVRUVATANA ...............................................110
ERSİN AYDIN’I
GÖTÜREN MOTOR KAYBOLDU ..................................................116
HERKES AĞLIYORDU
...........................................................................................120
İNGİLİZ GAZETECİNİN
DEV TEKLİFİ
....................................................................123
ŞEHİT OLDUĞUMA
ADANA AĞLIYORDU
.............................................................126
GÜL’E SAVAŞTA
AŞIK OLDUM ..............................................................................128
KIBRIS BARIŞ
HAREKATININ GÖBEĞİNE DÜŞTÜM ...........................................132
KIBRIS BARIŞ
HAREKATINI DÜNYAYA DUYURAN İLK GAZETECİYİM ..............136
ÇİĞDEM’LE ÖLÜM
YOLCULUĞUM ......................................................................
140
SOĞUKOLUK
BATAKLIĞINA İLK BASKINI YAPTIM
..............................................148
SAYFALARDA
DEVRİM YAPTIM
............................................................................152
İÇİNDEKİLER
SOĞUKOLUK
MAFYASININ LİSTESİ VE JAMES BOND ÇANTA .........................156
PATRONİÇE
ALTINLARI ÖNÜME YIĞDI
................................................................161
TERCÜMAN’DA
EYALET VALİSİYDİM ..................................................................164
İSKENDER
AYVALIK
..............................................................................................167
ADANA’YA TEMSİLCİ
OLARAK DÖNDÜM ............................................................169
ÖZER ÖZTEP’İN İSPİYONU
...................................................................................171
KEMAL KINACI
ARKAMDAN HANÇERLEDİ ........................................................174
EŞKİYA KOÇERO’YU
YARATTIM ..........................................................................177
TOROSLAR’DA DÜŞEN
UÇAK İLK FACİA HABERLERİMDİ .................................180
EROL SİMAVİ’YE
HAYRANDIM
.............................................................................183
MESLEKİ ACIM
.......................................................................................................185
EROL SİMAVİ’NİN
SEKRETERİNİ BULDUM .........................................................189
KAÇAKÇILIK ŞEBEKESİNİ
YAKALADIM ...............................................................190
MİLLİYET ELİMDEN
KURTULAMIYOR KEÇİ NİHAT YİNE KÜSTÜ ......................193
ALAADDİN KUTLU’YU
ÇILDIRTTIM NİHAT GEVEN’İ ATLATTIM ..........................195
ECEVİT LİDER
OLAMADI ......................................................................................197
DEMİREL KENDİSİNİ
BASINA KABUL ETTİREMEDİ ............................................199
MENDERES’İN
HATALARI
.....................................................................................202
ŞEREF BEY’İN ŞOK
EDEN HAREKETİ
.................................................................205
MENDERES BÜYÜKTÜ
..........................................................................................207
YILMAZ GÜNEY
ARKADAŞIMDI ............................................................................209
ÇUKURKAVAKLI
KOMİNİSTTİR
.............................................................................212
YAŞAR KEMAL
BUGÜN’ÜN ARMAĞANIDIR
........................................................214
ADANA BABIALİSİ
ÇAKMAK CADDESİ
.................................................................215
MUAZZEZ ABACI’YI
KEL HANEFİ’NİN PAVYONUNDA DİNLEDİM .......................217
AJDA PEKKAN’I
ADANA YARATTI
.........................................................................220
BİRSEN ARMAĞAN’I
SOĞUKOLUK’TAN KURTARDIM AMA ................................227
MAGAZİN DÜNYASINDA
DEPREM YARATACAK AÇIKLAMALAR .......................232
BERGEN GERÇEKTENDE
ACILARIN KADINIYDI ................................................234
SİYASİ İKTİDARLARIN
2. ELLERİ ÇOK TEHLİKELİDİR ........................................239
TÜM YOLLAR
AHMET, EFE ÖZAL AİLESİNE ÇIKIYORDU ...................................242
GÜNÜMÜZDE İKİNCİ
EL ÖZER ÇİLLER’DİR ........................................................246
TERCÜMAN’DAN
AYRILIŞ SIRRIMI AÇIKLIYORUM .............................................249
GÜNEY HABERİN
DOĞUMU
.................................................................................253
ÖMER BİLGİN’İN
BTP TEKLİFİ ..............................................................................257
24 SAATTE MDP’Lİ
OLDUM
...................................................................................265
ÖLDÜRME YETENEĞİ
OLANLAR POLİTİKADA YAŞARLAR ...............................268
ADANA’NIN İKİ
DEV POLİTİKACISI, DURAK VE ÇOLAK’TIR ...............................271
SIKIYÖNETİM DÖNEMİNDE
SELAHHATTİN ÇOLAK LOBİSİ YARATTIM ............272
-1-
MAVİ
TULUMLU İŞÇİYDİM
Her zaman, her yerde söylemekten
gurur duyduğum
cümleyi burada bir kez
daha dile getirerek yaşamımı anlatmak
istiyorum. Ben,
gazeteciliğe başlamadan önce Adana Tekel
Fabrikası’nda çalışan
sabah 06.00’da kart basıp, akşam
19.00’da çıkan mavi
tulumlu bir işçiydim.
Beni öykü yazmaya teşvik
eden de ünlü opera sanatçımız
Aydın Gün’ün kardeşi
olan Şefim Hamdi Gün’dü. Bu
saygıdeğer yöneticim
sayesinde daktilonun başına geçer,
zaman zaman ufak -
tefek öykü denemeleri yapardım, ama
yazdıklarımın gün
gelipte yayınlacağını, ya da bir gazetede
yer alacağını hiç düşünmüyordun,
sanmıyordum.
1952 yıllarında Adana
Babıalisi; Çakmak Caddesi’ydi.
Türkiye’nin en ünlü şöhretleri
(Gazeteci, sinemacı, yazar,
sendikacı vb.) hep bu
cadde de yetişmiş ulusal ve evrensel
olmuşlardır. Nihat Oral’ın
sahibi olduğu Bugün Gazetesi de
Çakmak Caddesi’nde yayınlanan
cesur, kararlı, yürekli, en
etkili ve yetenekli
gazeteydi. Ayrıca, Yeni Adana, Vatandaş,
Türksözü, Selahattin
Canka’nın sonradan çıkarttığı
DEMOKRAT Gazetesi de o
döneme mühürünü vuran günlük
yayınlardı.
BİRİNCİ
BÖLÜM
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-2-
Hiç unutamıyorum; bir gün
üzerimde mavi işçi
tulumuyla yazdığım öyküyü
BUGÜN Gazetesine götürdüm,
sonradan hocam olacak
Gazetenin Müdürü Çoban Yurtçu
ile karşılaştım. Nev-i şahsına
münhasır bir usta olan Çoban
Yurtçu’nun üzerimde o
andan itibaren başlayan ve bugünde
süren, büyük bir etkisi
vardır. Aslında onunla ilk karşılaşmamın
sonradan başlayacak
olan büyük serüvenimin ilk
dakikaları olduğunuda
bilmiyordum Makamına girdiğim de
etkileyici, vakur bir görüntüsü
vardı, yavaş yavaş masasına
yaklaştı hazır ol
vaziyette ilk öykümü korkarak uzatırken:
-Efendim, bir öykü yazdım,
acaba bunu gazetenizde
yayınlayabilir misiniz
?
O bilinen sert ifadesi
ile yüzüme baktı, etkilenmesi
olanaksız olduğu için ağır
ağır ve hakim olduğu harflerden
oluşan sözcüklerle şöyle
dedi:
-Peki, bırak şuraya
inceleyim…
O sırada karşı odada
benim gibi yeni gelen, muhabir
olduğunu sonradan öğrendiğim
birisi hızlı hızlı, hatta
uçarcasına daktilo yazıyordu.
Aynı yaşıtım olan bu genç
arkadaş hafifçe başını
kaldırınca göz göze geldik. İşte o
andan bugüne kadar dönemin
büyük ustalarından birisi olan
bu kişi Kenan Gedikoğlu
idi. O anı, sevgi dolu, saygılı, dürüst
bakışı BUGÜN Gazetesi’ne
girmemin gerçek nedenlerinden
birisi oldu. Gazeteye bıraktığım
öykümün hemen sayfalara
gireceğini düşünerek
ertesi sabah işe gitmeden önce gazete
bayi’ne uğrayarak, BUGÜN
Gazetesi’ni aldım, ama benim
öyküm yayınlanmamıştı.
O günkü heyecanımı bugün bile
unutamıyorum, Aradan
biraz zaman geçince Ander Abi
koşarak yanıma geldi:
-Erooool Müjdemi ver,
bak öykün yayınlanmış…
Abdulkadir KAÇAR
-3-
Gerçektende inanamıyordum,
kalbim duracak gibi
atıyordu, heyecanlanmanın
ötesinde tuhaflaşmış, aptallaşmıştım.
Fabrikada bu olay
kulaktan kulağa birkaç dakika
içinde yayılmıştı.
Çalışan bütün arkadaşlarım
sırayla tebrik ediyorlardı:
- Bravooo Erol,
- Helal olsun.
- İşte böyle başarılar
seni ileride ünlü birisi yapacaktır.
- Tebrikler Erol..
- Kitaplarını da
bekliyoruz..
Ama, ben işin tam
olarak bilincinde bile değildim. O
nedenle, şu anda bile o
yazdığım ilk öykünün ismini anımsıyamıyorum.
İşte ilk öykümün Çoban
Yurtçu tarafından yayınlanmasından
sonra kendime özgüvenim
gelmiş, BUGÜN
Gazetesine daha sık uğramaya
başlamıştım. Bu gidiş-gelişler
o kadar sıklaşmıştı ki,
19.00’daki paydos saatinden sonra
koşarak gazeteye
gidiyordum ve o zamanın gelmesini
sabırsızlıkla
bekliyordum. Artık yaşamımda fabrikadan sonra
gazete ilk sırayı alıyordu.
Gazeteye gitmekten, o atmosferi
solumaktan, oradaki
insanlarla birlikte olmaktan büyük
mutluluk duyuyordum. O
dönemde Kenan Gedikoğlu ile de
ilişkilerimiz iyice
gelişmişti. Herkesin yanına yaklaşamadığı
köşe yazarı Hakkı Gülmen’le
de çok samimiydi. Av. Kemal
Göksel de gazetenin köşe
yazarları arasındaydı, onunla da
çok iyi anlaşıyordum.
Ve 1952 yılında 140
Lira maaşla gazetenin muhabir
kadrosuna girdiğimde işçi
tulumumu çıkartıp dostlarımın
verdiği bir ziyafetle
gazeteciliğe ilk adımımı attım. BUGÜN
Gazetesi’nde 7 yıl
geceli gündüzlü sürecek olan serüvenim
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-4-
başlamış oldu. Ama hiç
bir şey dışarıdan görüldüğü gibi
değildi. Özellikle Çoban
Yurtçu’nun öğretmenlikten gelen
disipliniyle, o gençlik
döneminde oldukça sıkıntılı günler
geçirirken bir taraftan
da iyi eğittiğini anladım. Zaman zaman
çok duygusal olmasına
rağmen Çoban Yurçu’yla birlikte çok
büyük ve sancılı günler
yaşadım…
Çoban Yurtçu bana ilk görev
olarak adliye muhabirliğini
verdi. Ama, fabrika işçisi
iken öykülerimin noktasına bile
dokunmadan yayınlayan,
bana ‘ŞEHİR NOTLARI’ isimli köşe
yazısı yazdıran Çoban
Yurtçu haber yazmam konusunda
üzerimde olağan üstü
baskılar kuruyordu, hatta beni
bunaltıyordu. Sabah
gittiğim adliyeden akşamüzeri dönüyor,
haberimi yazıp Çoban
Bey’in masasına koyuyordum. O ise
yazdıklarımı önce
okuyup sonra yırtıp çöp kutusuna atıyor,
yeniden yazmamı
istiyordu. Buna çok üzülüyordum. Öyle
ya köşe yazmak, öykü
yazmak, uzun söyleyişler yapmakla
kalıplarına uygun haber
yazmak çok farklıydı, bende bu
konuyu bir türlü
kavrayamıyordum. Ama, çabalarım devam
ediyor ısrar ediyor ve
asla vazgeçmiyordum. Aradan biraz
zaman geçince, Çoban
Yurtçu haberlerimi artık üzerinden
düzelterek gazeteye
koyuyordu, yani birinci etap olan yırtıpatmayı
geçmiş, ikinci etaba başlamıştım.
Serbest söyleyişlerle
çok başarılıydım.
Denemelerimin bir tek noktasına dokunmadan
yayınlıyordu. Ama, günün
her dakikası, saniyesi
benim üzerimde baskı
kuruyor, bunalıyor, bunalıyordum.
Bir gün annem sıkıntılarımı
farketmiş olmalı ki çağırdı,
dizinin dibine
otutturdu :
-Oğlum (Gazetecilik
gazetecilik dedin ama her yanın
sinir küpü oldu) Eğer,
bu işi beceremeyeceksen kendini daha
Abdulkadir KAÇAR
-5-
fazla tüketme,
fabrikana geri dön, orda yükselirsin, ileride
ustabaşı, makam sahibi
birisi olursun…
Annemin bu söyledikleri
beni etkilemişti :
-Hayır anne, inat
ettim, bu işin en iyisini, en üstününü
ben yapacağım, hiç bir
güç beni yolumdan döndüremez…
Aslında, anneme bunları
söylerken çok sıkıntılıydım,
çünkü Çoban Yurtçu’nun üstümdeki
baskısı arttıkça artmış,
intihar etmeyi düşünmeye
başlamıştım. Hatta bir akşam
Seyhan Nehri üzerindeki
Taşköprü’ye gidip demir trabzanlara
yaslandım. Ay ışığında
bile pırıl pırıl akan bu nehre atlayıp
atlamama arasında gidip
geliyordum ki, bir el omzumu
şefkatle kavradı, dönüp
baktığımda 60,70 yaşlarında nur
yüzlü bir kişiydi. Ya
bir sarhoş, ya garip, ya da evliya gibi
bir adamdı. Bilge bir üslupla
sordu :
-Evlat, deminden beri,
seni izliyorum, bir şeyler düşünüyorsun
galiba ?
Durakladım, biraz
kekeledim:
-Şey, şu anda bir şey düşünecek
durumda değilim,
yalnız yaşamdan da, çalıştığım
iş yerinden de nefret ediyorum,
ölmek istiyorum kısacası…
Kırış kırış yüzlü, çok
tatlı bu kişi güldü :
- Evlat kaç yaşındasın
?
- 20 yaşındayım.
- Evlat, yaşam, yaşamaya
ne de ölmeye değmez, ama
adı yaşamdır. Gel sen
bu ölüm işinden vazgeç, önünde uzun
yılların tadını çıkartmaya
çalış…
Düşünce yapım bu sözlerle
değişmişti ki. O kişi; beni
sonu yüzde yüz
intiharla bitecek ölümden kurtarmıştı. Birden
silkindim ve kendime
geldim, eve dönmeye karar vermiştim.
Annemin hazırladığı
yemekleri bir güzel ve iştahla yedikten
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-6-
sonra rahat rahat bir
uyku çekerek, sabah gazetedeki işime
daha da hırsla sarıldım,
o bilge kişinin söylediği gibi, yaşamı
sürdürmek, meslekte başarılı
olmak gerekiyordu…
Tüm bu çelişkiler, sıkıntı
ve bunalımlar içinde öykü ve
denemelerimi de yazıyor,
gazetede yayınlamaya devam
ediyordum. Beni gerçekten
yaşama bağlayan, coşkumu
arttıran bir olayda
Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan ‘SERSERİ’
başlıklı öykümdü. Böylece
kendime güvenim daha da artmış,
yaşamı dört elle kavradığımın
bilincine varmıştım. BUGÜN
Gazetesinde ‘FANTAZİ’, ‘ŞEHİR
NOTLARI’ köşem de
başarıyla sürüyordu, Çoban
Yurtçu bile köşelerimi çok
beğendiğini söylüyordu.
Günler su gibi akıp geçerken,
mesleğimin ilk cinayet
haberine gitmemi söyleyen
Çoban Yurtçu, başarılı olmam
için öğütlerde
bulunuyordu. Adana’nın ünlü kabadayılarından
Karikatür Duran’ın kız
kardeşini kocası öldürmüştü.
Çoban Yurtçu :
- Erol, bu cinayetin
hem haberini, hem de geniş bir
röportajını yazacaksın.
Ünlü kabadayı Karikatür Duran’ın
ailesi ile ilgili
yazacağın her şey çok ilgi çeker.
Görevi aldıktan sonra
koşarak cinayet yerine ulaştım,
Avluya girdiğimde Boşnak
güzeli bir kız olan Karikatür
Duran’ın kız kardeşi
sapsarı saçlarıyla kanlar içinde yatıyordu.
Yüzünde o donuk, durağan,
korkunç görüntü, yaşamında
ilk defa bir cinayet
haberine giden gazeteci olarak beni şok
etmişti. Tek bir kelime
alamadan koşarak Hacıbayram
Karakolu’na gittim.
Orada yine bana meslek yaşamımda
ağabeylik yapacak olan
Hilmi Kürklü’yle ilk defa karşılaştım.
Demokrat Gazetesi’nin
polis muhabiri olarak o da cinayet
haberini izliyordu.
Ama, mesleğe benden önce başladığı için
deneyimli bir kişiydi.
Ayaküstü yaptığımız konuşmalardan
Abdulkadir KAÇAR
-7-
benim öykülerimi okuduğunu,
beğendiğini, ilerisi için ümit
verdiğimi, acemi olmam
nedeniyle beni tüm gücüyle
yetiştireceğini söyleyince
sevinmiştim.
Berberlik mesleğini bırakarak
gazeteciliği seçen Hilmi
Kürklü orada cinayetle
ilgili notlarını verip haberi nasıl
yazacağımı anlatmıştı.
Gazeteye geldiğimde Kenan Gedikoğlu
da bu ilk cinayet
haberimi yazmamda bana yardımcı olmuştu,
daha sonraki yazı
dizimde okurların büyük takdirini
kazanmış, olumlu
puanlar almıştım.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-8-
CASUSLUK
ÖYKÜSÜ
GECE
YAŞAMIYLA TANIŞTIRDI
Adana’mız pamuk, buğday,
narenciyesi kadar gece
eğlencelerinin odağı
olan pavyonlarıyla da Türkiye de bir
ekoldü. 1960’larda
Ziyapaşa Bulvarı gazinolarla doluydu.
Renk renk ışıkları,
botanik bahçelerini andıran dev
sarmaşıkları, okaliptüsleri,
palmiyelerin arasına kurulan
localarıyla pavyonlar eğlence
dünyasına açılan kapılardı.
Gönül Yazar’lar, Sevim
Tuna’lar daha pek çok sanatçılar
buralarda çalışarak ünlü
olmuşlardır. Aynı şekilde Kemani
Hasan Özçivi, Darbukacı
Hüseyin İleri, Şenyaylar Kardeşler,
Coşkun Erdemler’ler ve
adını duyamadığım daha yüzlercesi,
binlercesi Adana
Pavyonlarında sanatlarını icra ederek
Türkiye’de ünlü olmuş
kişilerdir…
İşte, bu pırıl pırıl
gecelerde 45 yıllık süren meslek
yaşamımda bir casuluk öyküsüne
karıştırılacaktım. Bu da
benim gece yaşamıyla
tanışmamı sağlayacaktı.
1950’li yılların sonlarına
doğru o zamanlar Adana’nın
en etkili yerel
gazetesi olan BUGÜN’de çalışan 20-22
yaşlarında, çubuk gibi
pırıl pırıl bir delikanlıydım. Çocukluğumdan
bu güne kadar
yurtseverliğimden, milliyetçiliğimden
kimse zerre kadar kuşku
duymamıştı. Atatürk
sevgisi de gençlikte,
hatta doğuştan itibaren oluşan benim
dünya görüşümün
kaideleriydi. Bu özelliklerim çevremde
Abdulkadir KAÇAR
-9-
çok iyi biliniyor,
izleniyor, seviliyordu. İşte bu nedenlerimden
dolayı beni baş aktör
olarak casusluk öyküsünün içine atmıştı.
BUGÜN Gazetesi’nin
bulunduğu Çakmak Caddesi
Adana’nın ünlü bir gezi
mekanıydı. Çalışma masamda bu
caddeye bakıyordu,
gelip geçenler de gazetemizi şöyle bir
göz ucuyla süzerlerdi.
O yıllarda mesleğe yeni atılmanın
heyecanı ve gururuyla
koltuğumda oturmanın heybetini
taşıdığımı, coşkusunu
yaşadığımı söylersem de beni kimse
lütfen yanlış anlamasın.
Çalışma masamdan gelip geçen genç
kızları süzerdim.
- Acaba, bunlar bana
ilgi duyuyor mu ? Genç kızlar
beni beğeniyorlar mı ?
Hatta bazen daktilo
yazarmış gibi yapıp, kimseyi
ürkütmeden dışarıyı kolaçan
ediyordum. Onların arada bir
benimle olan düşüncelerini
öğrenmek istiyordum…
Bekar olmanın verdiği
coşkuyla akşam saatlerinde Kız
Lisesi’nin önüne gidip,
oradan çıkacak kızları bekliyor, onun
çocuksu heyecanıyla yaşıyordum.
Kadınları ise sadece
Çakmak Caddesi’nden ve
akrabalarımdan tanıyordum. Gece
yaşamının kapısını bile
bilmiyordum. Hatta, akşamları eve
geç kaldığımda babamdan
bir ton azar işitiyordum. Nereden
bilebilirdim ki, yaşamım
hiç ummadığım bir tesadüfe
karışacak, devlet güçleri
beni bir manken gibi kullanarak
Rus Casusu Kadını
Rozeta’yı yakalatacaktı? İşte gazetecilik
mesleğimde karşılaştığım,
yaşamımın rengini değiştirecek,
ilk macera budur. Üstelik
benim gece yaşamına girmeye iten
olayların başlangıcıda
budur. O günlerde kıymetli patronum
Nihat Oral , gazetede
dizgicilik yapan Muzaffer Bey, gece
aleminin ünlü isimleri
arasında yer alıyorlardı. Ayrıca,
Vatandaş Gazetesi’nin
sahibi Mahmut Karabucak’ta bu
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-10-
ekipteydi. Bu kişiler
gece sabahlara kadar yaşadıkları
maceraları gündüz
ballandıra ballandıra anlatıyor, onları
duyuyor merak ediyordum
:
- Bu alem nasıldır ?
Nasıl girilir ?
- Orada yaşam nasıldır
?
Ama bir yandan da çalıştığım
BUGÜN Gazetesi’nden
aldığım 140 lira maaşla
hiçbir şey olmayacağını da tahmin
ediyordum, üstelik
param olsada ayrıca gece alemine
giremezdim. Çünkü, kapısını
bile bilmiyordum. İşte çiçeği
burnunda, tertemiz, çubuk
gibi, ince narin bir gazeteci olarak
dünyanın sınırları böyleyken
BUGÜN Gazetesi’nde oturduğum
bir gece vakti saat
21.00 de iki meçhul kişi geldi,
kapıda :
- Erol Erk kim?
dediklerinde, koşarak kalktım :
- Benim buyurun
efendim.
- Erol Bey, kabul
ederseniz, bir kahvenizi içmeye geldik,
olur mu ?
- Çok memnun olurum hay
hay buyrun.
Bana karşı böyle nazik,
saygılı davranan bu kişiler
hoşumada gitmişti. Bir
ara gazetede yer alan küçük fantezi
yazılarımı okuyup- beğenen
hayranlarımın olduğunu
düşündüğümde içimden
daha da çok sevinmiştim. Bu saygı
değer iki kişiyi
patronum Nihat Oral’ın makamına aldım,
gece çalışanlara iki
kahve yaptırdım, bu kişilerle güya sohbet
ediyorduk:
- Nasılsınız Erol Bey ?
- İyiyim … ya siz nasılsınız
?
- Bizde çok iyiyiz…
- Gazeteye başlayalı kaç
yıl oldu ?
- Birkaç yıl oldu
efendim, henüz genç sayılırım.
Abdulkadir KAÇAR
- Ama, biz sizin yazılarınızı,
günlük olarak okuyoruz
çok da beğeniyoruz, hoşumuza
gidiyor dikkatimizi çekiyor.
Bu konuşmalar sürerken
gelen kişilerin kim olduklarını,
neden gazeteye
geldiklerini benimle niçin konuştuklarını
bir türlü soramıyordum.
Bu ilginç kişiler benim ileride
yaşamımı çok büyük ölçüde
değiştirecekler, etkileyeceklerdi.
O sırada sadece:
- Afedersiniz bende
sizleri tanımak isterim, dedim
Birbirlerine bakıp gülümsediler:
- “Bizler sizi tanıyoruz”
lafı hoşumada gitmişti. Çünkü,
bir iki yıllık gazeteci
olmama rağmen tanınmış olmak güzel
bir duyguydu. Böyle çabuk
tanındığım için kendimle gurur
duymuştum.
- Herhalde benim yazdıklarımı
da takip ediyorsunuz?
- Evet, her gün
okuyoruz ve senin kim olduğunu
biliyoruz.
Onların bu sözleri
merakımı daha da arttırmıştı,
heyecanlanmıştım, o sırada
şöyle dediler :
- Sen tam bizim aradığımız
kişisin…
O gece geç saatlerde
gazetede tektim, Kenan Gedikoğlu
gitmişti, Çoban Yurtçu
da çıkmıştı, iki yabancı ben üçümüz
baş başa oturuyorduk.
Aklıma da yavaş yavaş kötü şeyler
gelmeye başlamıştı.
Adana’da oluşan cinayetler film şeridi
gibi gözümün önünden geçiyordu.
Ama, ben henüz o büyük
haberleri giremiyordum,
çünkü yeni bir gazeteciydim, sıradan
bir muhabirdim. Güçlükle
ve sesim titreyerek:
- Afedersiniz, nasıl
tam sizin aradığınız kişiyim ?
Bu iki kişi aşırı
heyecanlandığımı görünce,
- Erol Bey,
heyecanlanmanıza gerek yok…
Beni güya yatıştırmak
istiyorlardı. Yüzüm pembe pembe
-11-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
olmuştu, utanmıştım,
biraz çekinmiştim. Kahvelerinide
bitirdikleri için hemen
ayağa fırladılar:
- Bugünkü görüşmemiz bu
kadar yanına daha sonra
yeniden geleceğiz. Bugün
sizi sadece yakından görmek ve
tanımak istedik hepsi
bu kadar… Gerçektende çok dürüst,
saf, bir insana
benziyosun. Kahve için teşekkür ediyoruz…
Bu kişileri kapıya
kadar yolcu ettim ama başka hiç bir
şey sormamıştım. Onlar çekip
gidince o saatten sonra
kuşkularım heyecanım
daha da artmaya başlamıştı. Hatta
çekinmiştim, olayı
babama bile anlatmak istiyordum. Çünkü,
yaşımın daha genç olması
nedeniyle sorunlarımı ailemle
paylaşmak istemiştim. Özellikle
anneme - babama saygım
çok büyüktü, ancak
heyecanımıda bu arada gizlemeye
çalışmam gerektiğini
biliyordum.
Aradan uzun bir süre geçmişti,
bu iki kişinin beni
unuttuklarını düşünmeye
başladığım zaman saat 21.00’e
doğru yine telefon çaldı,
kaldırdım, nazik bir ses :
- Erol Bey, nasılsınız
?
- Çok teşekkür ederim
kimsiniz ?
- Hatırlamadınız
galiba, geçenlerde ziyaretinize gelip
kahvenizi içmiştik ya. İşte,
biz o kişileriz. Ama, şu anda
arkadaşım yok, sadece
ben arıyorum, sizinle görüşmek
istiyorum:
- Buyurun gazetemize
gelin, kahve içelim.
- Tamam, bende zaten
bunu bekliyordum, yarım saat
sonra oradayım.
Telefonu kapatmıştım
ama yine heyecan basmıştı beni.
Yanaklarım al al olmuştu.
Başıma nelerin geldiğini ya da
geleceğini çözüyordum.
Kendi kendimede düşünüyordum:
- Erol sen bir çeteye
mi karıştın?
-12-
Abdulkadir KAÇAR
-13-
- Erol tehlikenin içine
mi giriyorsun ?
- Yazdığın haberle
birisine hakaret mi ettin ?
Telefon açan kişi gerçekten
de yarım saat sonra gelmişti,
yine patronum Nihat
Oral’ın makamına almıştım...
- Öteki arkadaşınız
neden gelmedi ?
- Haa, onun işi vardı,
gece sadece ben gelip sizinle
sohbet etmek istemiştim.
İsminin Naci olduğunu söyleyen
kişiyle kahvelerimizi
içtik yüz yüze bakıyoruz,
yine dereden tepeden konuşuyoruz:
- Nasılsınız ?
- İyiyim. Ya siz ?
- Bende iyiyim ?
İçimde sormam gereken çeşitli
sorular yankılanıyor
- Beyefendi siz
kimsiniz ?
- Beyefendi beni neden
arıyorsunuz ?
- Beyefendi açık konuşur
musunuz ?
Bu soruların hiç
birisini soramıyordum. Bir süre sonra
Naci Bey açıldı,
- Erol Bey, sizin gece
hayatınız var mı ?
- Hayır Naci Bey ?
- Peki, gece dışarıya çıkar
mısınız ?
- Hayır efendim.
- O zaman sizin kadın
arkadaşlarınız da yok.
- Yok tabi…
- Erol Bey, senin gibi
genç, yakışıklı bir delikanlının
kadın arkadaşı olmaz mı
? Olması gerekmez mi ?
Düşündüm, sustum.
Naci Bey bana ‘Kadın’
konusunu sorunca bu kişilerin
kadın tellalları olduğunu
düşünmeye başlamıştım. O konuşmasını
sürdürdü :
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-14-
- Yarın akşam benim
davetlim olmayı kabul eder misiniz?
Oldukça afalladım, çünkü
gece hayatım olmadığı gibi
gece bir yerlerde
yemekte yememiştim… Bir nefeslik bir
düşünmeden sonra :
- Hayhay… dedim.
O tarihlerde Bebekli
Kilise’nin yanında Adana’nın en
ünlü KONAK Oteli bulunuyordu.
Eski Koç Otobüslerinin
kalktığı yerde.
- Erol Bey, yarın saat
20.00’de Konak Oteli’nde buluşalım,
benim davetlim
olursunuz.
O otelde de ünlü
kabadayılardan Karikatür Duran
kalmıştı, ismini oradan
biliyordum, ama onun lüks lokantasına
ilk defa gidecektim.
Ertesi gün, davete
uymak gerekiyordu, her zaman
yiğitlik ve korkusuzluk
olduğu için bu onurlu davranışı da
gösterme şartı vardı. Çok
şık giyinerek Otel’e gitmiştim.
Ahşap olan binanın
ikinci katına çıktığımda Naci Bey’i
sordum, Garsonlar
birden etrafımı sarıp:
- Naci Bey, sizi
bekliyor…dediler, beni onun masasına
beş - altı garson
birden götürdü.
Naci Bey, beni ayakta
karşılayıp, saygıyla elimi sıkmıştı.
İçkili, temiz, lüks bir
lokantada kadınlı erkekli gruplar çeşitli
konularda yüksek sesle
konuşuyorlar, kahkahalar atıyorlardı.
Naci Bey, centilmence:
- Erol Bey hoş
geldiniz.
- Sağolun hoş bulduk…
- Sen buralara hiç
gelmedin galiba, böyle telaşlı ve
heyecanlı olduğuna göre.
- Hayır, ilk defa
geliyorum, sizin tarifiniz üzerine buraya
çıktım.
Abdulkadir KAÇAR
-15-
Sonradan gecelerin kralı
olacak Erol Erk’in başına
gelen işlerin heyecanını
anlatayım da, bana herkes hak versin.
Bir süre oturduk:
- Ne alırsınız ?
- Bir duble rakınızı
alayım.
Servisler geldi, soğuk
mezeler, sıcak yemekler, meyveler,
tatlılar her şey dolu
doluydu…
Naci Bey sık sık:
- Erol Bey, sıkılmayın,
rahat oturun, bakın herkes nasıl
mutlu kahkahalarla gülüyor,
sen de gül rahat ol.
Aslında Adana da o dönem
pavyon artistlerinin dışarıya
çıkmaları yasaktı, ama
bazen kaçamak olarak gelip, Adana
kebabı yiyorlar, müşterileriyle
kahve içiyorlardı. Ben de
etrafıma saf saf
bakarken, garson yanımıza gelip, eğilip Naci
Bey’in kulağına bir şeyler
söyledi :
- Efendim, konuğunuz
geldi…
Naci bey, hemen ayağa fırladı
- Gelsin, buyursun…
dedi.
İçeriye leopar kürklü,
kalın kaşlı, beyaz benizli Türkücü
Hülya Süer’in benzeri
30 yaşlarında bir kadın girdi. Naci
Bey ayakta karşıladı,
kadını yanıma oturttu:
- Hoşgeldiniz… dedi
Garsonlar kürkünü, çantasını
alırken, Naci Bey, bana
dönüp tanıştırdı:
- Semra Hanım, Erol Bey…
Erol Bey, sıkılma Semra
benim akadaşım...
Semra Hanım, bıçkın,
nazik, buğulu bir ses tonu ile
çok güzel bir kadındı.
Yaşamımda ilk defa böyle bir kadınla
yan yana oturuyordum…
Naci Bey ve Semra Hanım şakalaşıp
gülüşüyorlardı.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-16-
- Konuğumuzu nasıl
buldun Semra ?
- Yeni tanıştık,
- Erol Bey gazetecidir,
bu gece kendisini ağlıyorum,
sıkılmasın diye de seni
çağırdım.
Naci Bey bana döndü:
- Erol, sende katılsana
bize.
Sesimi çıkartmadım,
Semra Hanım ekledi :
- Çok genç ve yakışıklı
bir delikanlıymış.
Yüzlerim utandığım için
pembe pembe olmuştu…
- Erol kaç yıldır
gazetecisin ?
- Hanımefendi, yeni sayılırım.
- Gazetede neler yazıyorsun
bakalım ?
- Adliye muhabiriyim,
cinayet davalarını izliyorum, bir
de polis olaylarına
gidiyorum.
Gece geç saate kadar
sohbet ettik, zaman oldukça
ilerlediği için izin
istedim:
- Eve geç kaldım,
gitmem gerekiyor.
Semra Hanım alaycı
alaycı güldü:
- Ne yani, siz evden
hala korkuyo musunuz ?
- Hayır, şeey aslında
anneme-babama çok saygılıyım,
özellikle babam çok
disiplinlidir. Geç kalırsam, önce gazeteye
gider, arayıp bulmasa
olmaz.
O yıllarda Melekgirmez’de
oturuyorduk, izin verdiler
kalkıp gitmek üzereyken,
Semra Hanım o buğulu sesiyle
sordu :
- Erol Bey, zaman zaman
sizi arayabilir miyim ? Yanınıza
gelebilir miyim ?
Gazetede kahveni içebilir miyim ?
- Hayhay, ne zaman
isterseniz, gelip benim kahvemi
içebilir, ziyaret
edebilirsiniz…
Abdulkadir KAÇAR
-17-
- Erol Bey, sizin gözünüzü
biraz açacağız…
- Teşekkür ederim, iyi
geceler… deyip ayrılmıştım.
“Gözünüzü açacağız” sözü
beynimin içinde yankılanıp,
duruyordu,
- Gözümü nasıl açacaksınız
diye soramamıştım.
Eve geldiğimde uzun süre
yatağımın içinde bir sağa bir
sola dönüp durdum bir türlü
uyuyamıyordum. Kendi kendime
de :
- Oğlum Erol, başına büyük
işler açıyorsun.
Önce iki erkek ziyaret
ediyor, kahve, içiyor, sonra bir
kadın-bir erkek yemeğe
davet ediyor, “Gözünüzü biraz
açacağız” diyorlar.
Bu nasıl iştir
anlayamadım…
Yorgunluğun etkisiyle
uyuyup kalmıştım…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-18-
GECE
YAŞAMINA ESRARENGİZ
ROZETA’YI
TANIYARAK ADIM ATTIM
Semra ile ilişkilerimiz
daha sonraki günlerde de devam
etmişti. Samimiyetimiz öyle
ilerlemişti ki, her gün telefonla
halimi- hatırımı
soruyordu. Ama, aramızdaki ilişkileri çözmem
olanaksızdı. Bana aşık
bir kadın mıydı ? Gizli görevli miydi?
Casus muydu ?
Bunları bir araya
getirip kafamdaki mozaiklerden bir
sonuç çıkaramıyordum.
BUGÜN Gazetesi’ndeki Çoban
Yurtçu’nun makamında
otururken telefon çalmış, ben
açmıştım, karşımdaki kişi
Semra’ydı.
-Erol Bey, bu gün İstasyon
Lokantası’nda buluşalım mı?
-Şeey, yani.
-Buluşalım buluşalım,
bu gün belki daha ciddi konular
konuşuruz…
İlk defa bu laf hoşuma
gitmişti, bir süreden beri
yaşamımın etrafını
saran esrarengizlik dalgası biraz dağılacak,
gerçeği daha net biçimde
görme şansını yakalayacaktım.
-Peki, mutluluk duyacağım.
-O zaman saat 15.00’te
yarın orada buluşalım.
-Peki, gelirim.
Abdulkadir KAÇAR
-19-
Saat 15.00 ‘te yine
giyinip- kuşanıp, şık biçimle faytonla
lokantaya gidiyordum.
Ne de olsa karşımda güzel bir artist
bulunuyordu, bir bayan
vardı. Kendisine karşı herhangi bir
cinsel his duymuyordum
ama, gençlik maceramın başlangıcında
olduğum içinde tuhaf ve
pembe duygular taşıyordum.
İlk defa bir artistle
arkadaşlık yapıyordum. Üstelik, her geçen
gün biraz daha gizemli
rüzgarlara kaptırıyordum kendimi.
Randevu saatinde karşı
karşıya oturmuştuk. Söze Semra
girdi:
-Erol istersen aparitif
bir şeyler alalım.
-Peki
Garsona emir verdi,
-Erol Ağaya hafif bir
cintonik yapın.
Yaşamımda ilk defa
cintonikle orada tanışmıştım…
Üstelik garsonların
Semra’ya karşı iki kat biçimde saygı
göstermesi beni çok
etkiliyordu. Demek ki, bu lokantaya sık
sık gelenlere garsonlar
böyle davranıyorlardı. Semra ile
cintonik içip fıstık
yerken biraz rahatlayınca söze başladım:
-Semra, beni ziyaret
eden esrarengiz kişiler piyasada
yoklar, sadece Naci bey
zaman zaman telefonla arayıp hatırımı
soruyor. Bu kişiler
neden benim yanıma geldiler ? Seninle
neden tanıştırıldık ?
Şu anda karşımda sadece
sen varsın, bir şeyler sormaya
kalktığımda benim lafımı
başka yerlere çeviriyorsunuz, siz
kimsiniz ? Benden ne
istiyorsunuz ? Gece-gündüz şüpheler
içinde yaşıyorum, lütfen
beni anlayın kimseye de bir şeyler
anlatmıyorum, çok tuhaf
durumdayım. Nedir bu olayın gerçek
yüzü ? Ben bir maceraya
mı atıldım ? Bir yanlışın içinde
miyim ? Üstelik bana aşık
olmanız olanaksız. Çünkü, daha
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-20-
olgunsunuz, siz olgun
erkeleri seversiniz, ben sana layık bir
kişide değilim üstelik.
Saf, toy, deneyimsiz bir gencim.
Böyle kararlı, birazda
sinirli konuşmamda havayı
yumuşatmak için gülmüştü,
yüzündeki ben yüzüne yayılınca
da:
-Erol, belki sana aşık
olmuşumdur. Sen çok hoş bir
delikanlısın, tam bizim
istediğimiz gibisin.
Ellerimi tuttu:
-Erol, inan bana sen çok
temiz, pırıl pırıl, bir çocuksun.
Öfkem geçmemişti:
-İlk defa, sizin
sayenizde, esrarengiz bir olaya girerek
kaşarlanmış oluyorum.
Ben gazetede yazı yazmaktan başka
hiçbir şey bilmeyen küçük
dünyası olan kişiydim. Dünyam
gazetemdeki Müdürüm Çoban
Yurtçu, Patronum Nihat Oral,
sık sık bisikletini
sakladığımız Dizgicimizdi… Benim bu
küçük dünyamı
allak-bullak ettiniz.
-Erol, o halde küçücük
dünyana biraz renk katmak
istiyorum.
-Nasıl bir renk ?
-Bak göreceksin, çok beğeneceksin
bu rengi şimdi sana
anlatacağım.
Bu cümleler beni biraz rahatlatmıştı,
o zaman gerçeğe
doğru yakınlaşıyordum
ve çok sevinmiştim.
-Evet, bekliyorum.
-Var mısın, Adana’nın
gecelerine götüreyim seni.
Ürpermiştim, Adana’nın
renkli gecelerini bilmiyordum.
Zevk sahibi, iri
heybetli, kalıplı, saygın bir kişi olan Nihat
Oral, yani patronum bu
yaşama girip- çıkıyordu. Onun girdiğiçıktığı
yere uğramam olanaksızdı.
Ben ona karşı aşırı
Abdulkadir KAÇAR
-21-
saygım ve sevgimden
dolayı, birazda korkumdan neredeyse
geceleri sokağa bile çıkamıyordum.
- Peki nereye götüreceksin
?
- Adana’mızda harika
gece kulüpleri var, oralara
götürmek istiyorum.
- Peki, oradaki eğlenceler
kaçta başlayıp – kaçta bitiyor?
- Bunları sorma, yaşayarak
öğreneceksin. Yarın saat
20.00 de giyinip buraya
gel tamam mı ?
- Tamam anlaştık…
Bu kezde aklım eve takılmıştı
? Anneme - babama hangi
yalanları söyleyecektim
? Neyse, zamanım yaklaştıkça anneme
– babama Çoban Yurtçu
ile Adana Kulübü’ne gideceğimizi,
geç kalırsam merak
etmemelerini söylemiştim. Babam da:
- Aferin oğlum, seninle
gurur duyuyorum, sana inanıyor,
kötü bir yola sapmayacağına
inanıyorum:
Oysa gittiğim yol gerçekten
kötü değildi, ama maceralı
bir yolun eşiğindeydim,
büyük bir serüven denizinde kulaçlar
attıkça dalgalar daha
da büyüyordu.
Çağla yeşili takım
elbisemi giyip İstasyon Lokantasına
gittiğimde Semra da
beni bekliyormuş, birlikte yemek yedik
ben bir an önce
gidip-sonra eve erken dönmekte istiyordum.
- Kaçta gideceğiz Semra
?
- Saat 23.00 te başlıyor
eğlenceler, ama biz 22.00’ye
kadar burada oturalım,
sonra kalkarız…
- Nereye gideceğiz ?
- Seni Adana’nın en ünlü
eğlence merkezi olan Yıldız
Gazinosu’na götüreceğim
biraz bekle…
Gerçekten de Yıldız
Gazinosunda diğerleriyle birlikte
Ziyapaşa Bulvarın’daki
Eski Güney Haber ve MİT binasının
olduğu köşedeydi.
Botanik bahçesini andıran bahçede
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-22-
dünyanın bütün çiçekleri
açıyordu, tam bir cennetti. Adana’nın
bitmeyen renkli
geceleri oralarda yaşanıyor ve bitiyordu.
Semra’ya sordum:
- Peki, Yıldız Gazinosu’nda
ne yapacağım ?
Gülümsedi:
- Ne yapılacağını bilmiyor
musun ? Hiç gitmedin mi ?
- Hayır, vallahi
gitmedim, ilk defa seninle gideceğim.
Kahkahalarla gülmüştü…
O kahkaha atarken beni
büyük bir korku sarmıştı,
çünkü, üzerimde hiç
para yoktu. Maaş zaten 140 liraydı,
Semra zaten bu sıkıntımı
fark etmiş olmalı ki, hemen beni
rahatlatmak istemişti :
- Erol, sen işin
parasal yönünü hiç düşünme, oraya
benim konuğum olarak
gideceksin, bütçenin dar olduğunu
çok iyi biliyorum. Bu
aleme para yetmez, oradaki hiçbir
masrafa karışmayacaksın.
Bu lokantada dahi senin paran
geçmez…
- Semra sen öyle
diyorsun ama, ben erkeğim ve bir
eziklik duyuyorum.
Masrafları ben karşılamak isterdim aksi
takdirde çok ağrıma
gider.
Gülmüştü:
- Hayır hayır, biz
dostuz, arkadaşız, asla ağırına
gitmesin…
Sonra tekrar kafamı
kurcalayan bir soru sordum:
- Semra beni neden Yıldız
Gazinosun’na götürmek
istiyorsun ?
Hemen söze girdi:
-Erol, sana ufak ufak
bilgiler vereyim. Yıldız
Gazinosu’nda Türkiye’nin
en güzel artistleri çalışıyor.
- Bu artistlerle ben ne
yapacağım ?
Abdulkadir KAÇAR
-23-
- Program izleyip, eğleneceğiz
o kadar.
- İyi…
- Yalnız senden küçük
bir ricam var, sakın küçükte olsa
bir pot kırma, falso
yapma.
- Neden ?
- Çünkü, seni Türkiye’nin
ve Adana’nın en güzel
artistleriyle tanıştıracağım.
Adı ROZİTA İtalyan kızı, harika
bir kişi …
- Rozita mı ?
- Rozita…
- Peki, Rozita’yla
benim ilişkim nedir? Neler olacak?
Gülerek:
- Gençsin, delikanlısın,
erkeksin birazda bu renkli
dünyaya kapı açmalısın.
Yaşamına heyecan, renk kat. Sabah
gazeteye gelip, akşam
eve gidiyorsun, artık yaşamayı öğren
Erol Erk, yaşamayı…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-24-
LEOPAR
KÜRKLÜ ESRARENGİZ SEMRA
YAŞAMIMI
DEĞİŞTİRDİ
Ertesi sabah erkenden
uyanıp, gazeteye koşmuştum.
Çünkü, Müdür Çoban Yurtçu’nun
mesai saatlerine olan
hassasiyetini bildiğim
için her dakikanın hesabını soruyordu.
O gün ve ertesi gün
beni kimse aramayınca yine
endişelenmeye başlamıştım.
Çünkü, Semra beni çok
etkilemişti. Naci
Beyden de haber çıkmamıştı. Üçüncü gün
öğle vakti Kenan Gedikoğlu
yazılarını erkenden bana bırakıp
gitmişti, Çoban Yurtçu’nun
masasında bu yazıları kontrol
ediyordum. Gözüm kapıda,
kulağım telefondaydı. Sık sık
dışarıdan gelip - geçenlere
de bakıyordum, ama içimde bir
endişe vardı. Saat
13.30’da telefon çaldı, açtım, karşımdaki
buğulu sesiyle Semra’ydı:
- Erol Bey orda mı ?
- Evet benim buyurun…
- Erol beni tanımadın mı
?
Tanımıştım ama tanımamazlıktan
geldim
- Hayır tanımadım.
- Ben Semra canım, vay
hayırsız vay daha geçenlerde
Konak Lokantası’nda
buluşmadık mı ?
- Ooo Semra Hanım, nasılsınız
?
Abdulkadir KAÇAR
-25-
- İyiyim Erol, sen çok
hoşuma gittin, arayıp halini
hatırını sormak
istedim. Çok cazip bir delikanlısın.
- Vallahi bilemiyorum
cazip miyim, değil miyim ?
Farkında bile değilim…
- Yok yok alçakgönüllülük
etme, çok dikkat çekici
birisin.
- Teşekkür ederim,
buyurun.
- Yoo, sadece öyle bir
aradım, küçük bir teklifim var
bilmem kabul eder
misiniz ?
- Nedir o ?
- Yarın benim davetlim
olur musun ? Seninle birlikte
İstasyon Lokantasında
bir öğle yemeği yiyebilir miyiz ?
- Tabi, neden olmasın…
Muharrem Gülergin’in ünlü
lokantasına bir defa sportif
amaçla gitmiştim. Adana’daki
tüm ünlülerin, sporcu ve
politikacısının uğrak
yeri olan nadide ve lüks bir lokantaydı.
Ama, gazeteden aldığım
140 lira maaşla bir kadın oraya nasıl
götürürüm ?
Semra bu tereddütümü
bildiği için hemen açıklama
yaptı :
- Erol senin ekonomik
durumunu çok iyi biliyorum,
takdir ediyorum. Benim
davetlim olacaksın, orada sana para
ödettirmem, paran orda
geçmez… Yarın saat 14.00’ de
buluşalım.
- 14.00 biraz geç değil
mi ?
- Hayır, o saatte
lokantada kimse olmaz, oturup baş
başa konuşuruz biraz.
- Peki, saat 14.00 ‘ te
oradayım.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-26-
Telefonu kapattım, yine
bir heyecan almıştı, karışmaya
devam ettiğim olayların
boyutlarını düşünmeye başlamıştım.
Kafamı karıştıran, beni
gıdıklayan sorular yankılanıyordu
kafamda. Ama yine de
yemeği kabul etmiştim. Ertesi
gün öğle saatlerinde
eve gittim, çağla yeşili takım elbisemi
giyerek, bir fayton
arabasıyla randevu yerine gittim. Cebimde
de fayton parasını zor
yetecek bir miktar vardı. Bunu
düşününce yüzüm bir
hayli kızarmıştı. Ama, bana para
ödetmeyeceğini bildiğim,
ısrar ettiği için oraya geldiğimi
düşünüp rahatlamıştım.
Fayton lokantanın önünde durdu,
indim, 5-6 garson etrafımı
sardı :
- Erol Bey Erol Bey,
buyurun, buyurun.
Şaşırmıştım :
- Siz beni nereden tanıyorsunuz
?
- Sizin şeklinizi ve
saat kaçta geleceğinizi söylediler,
talimat aldık.
Hemen içeride çiçeklerle
süslenmiş bir masaya
oturttular:
- Siz, bugün bizim konuğumuzsunuz…
Rahat edin…
Semra ortada görünmüyordu,
gelip gelmediğini de bir
türlü soramıyordum.
Hemen soda istedim, alkol alıp
almayacağımı sorduklarında
da kullanmadığımı söyledim.
Birkaç dakika sonra
siyah Cadillac marka bir araba lokantanın
önünde durunca
garsonlar yine koşuşturmaya başladılar.
Gidip kapısını açtılar,
Semra’nın Leopar Derisinden Kürkünü
alıp, masaya kadar eşlik
etmişlerdi. Semra, kırmızı bir bluz
giymiş, başına kırmızı
bir gül takmış, tıpkı İspanyol dansözleri
gibi salına salına
gelip karşıma oturmuştu… İlk sözü şöyledi:
- Çok mu beklettim Erol
?
Abdulkadir KAÇAR
-27-
- Hayır, birkaç dakika
oldu. Ama, sizi burada bulacağımı
sanıyordum.
Bu arada servisler yapıldı:
- Nasılsın Erol Bey ?
- İyiyim ama nasıl
olmam gerektiğini bilemiyorum. Bir
aydır başıma gelen
ilginçlikler, buluşmalar, sizin karşıma
çıkışınız beni hayli
meraklandırdı ve tedirgin etti…
- Hiçbir şey yok,
kendini üzme, Erol biz bir dost
grubuyuz. Naci Bey seni
çok seviyor, arkadaşı da beğenmiş.
Bende seni çok sevdim,
dürüst, yakışıklı bir insansın,
sohbetimizi dostluğumuzu
seninle devam ettirmek istiyoruz,
hepsi bu kadar, canını
sıkma, endişe etme…
O sırada yemeklerimiz,
gelmişti, içki içmediğimi
öğrenince çok şaşırmıştı:
- Erol bari bir bira
al.
O saatlerde zaten rakı
olmazdı, üstelik Tekel’in geçmiş
yıllarda ürettiği siyah
bira vardı ve insan içince oldukça
rahatlıyordu. Bira
istedim… Zaman zaman İstasyon Büfesi’ne
patronum Nihat Oral’da
gelip – giderdi, onu düşününce bu
kez heyecanlanmaya başlamıştım,
alnımdan boncuk boncuk
terler beliriyordu,
siliyordum, yine kızarıyordum. Semra
şaşırmıştı:
- Hayırdır Erol ? Neden
korkuyorsun ?
- Hayır, üşüdüm biraz.
Halbuki ne üşünülecek,
ne de sıcaklanacak bir hava
yoktu…
-Gelen biradan iç bakalım…
Birkaç yudum aldım,
kendisi de viski içiyordu…
Semra’ya da, sormak
istiyordum :
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-28-
- Semra Hanım, siz
kimsiniz ? Çok garip biçimde
karşılaştırılıp – tanıştırıldık
? Sizler neden beni seçtiniz ?
Bu soruyu bir türlü
soramıyordum… Sürekli bu soruyu
sorup – sormamak için
kafamın içinde yankılanırken Semra
birden sordu:
- Erol sen vatanını
seviyor musun ?
- Evet çok seviyorum.
- Bayrağı seviyor musun
?
- Evet çok seviyorum.
- Ya milletini ?
- Evet çok seviyorum,
tabi seviyorum.
Semra rahatlamıştı,
- Zaten bizde bu özelliklerini
bildiğimiz için seni seçtik,
onun için seviyoruz
seni. Mazini biliyoruz, tertemiz, pırıl
pırıl…
Yine şaşırmıştım:
- Mazimi nerden
biliyorsunuz ?
- Erol sen aynı zamanda
asker çocuğusun.
- Ben asker çocuğu olduğumu
unutmuştum:
- Bunu nerden
biliyorsunuz ?
Sorular peş peşe geldikçe
şaşırıyor, şaşırdıkça heyecanlanıyor,
heyecanlandıkça
soruyordum:
- Bir yerde
gazetecilerle ilgili sohbet yapılırken senin
adın, geçti babanın
asker olduğunu söylemişlerdi.
- Öyle miii ?
- Üstelik, Adana’da
yeni yeni parlamak isteyen bir
gazetecisin, gülmece
konusunda yazdığın yazılar harika...
Gerçekten de gülmece
konusunda çok güzel yazılar
yazıyordum.
Abdulkadir KAÇAR
-29-
Aradan saatler geçti,
yine hiçbir şey konuşmamıştık
neredeyse ? Kafamdaki
soruların hiç birisine yanıt alamadığım
gibi, hayretim daha da
artmıştı… Semra:
- Erol vatanın –
milletini seven birisi olarak seninle
dostluğumuz devam
edecek. Bazen buluşacağız, ayrıca
Ceyhan’da da bir görevim
var oraya gidip – geliyorum.
Bir gecede seni oraya götürmek
isterim…
Ceyhan’a da birkaç defa
patronum Nihat Oral la politik
olarak gitmiştik, hiç
bilmiyordum. Israr ederek :
- Yani senin için uygun
mu ?
- Olabilir… ama nasıl
gidip – geleceğiz ?
Dışarıda duran Cadillac
marka arabasını görtererek,
- Sen yarın giyin gel,
burada bekle bir şeyler atıştırırız,
bu arabayla gider –
geliriz…
Lahavle çekiyordum
kafamda binlerce soruyla. Ertesi
gün yine buraya
gelecektim. Anneme – babama akşam
çıktığım zaman yalan üstüne
yalan söyleyip, ertesi gün yine
fayton arabasıyla Semra’nın
İstasyon Lokantası’ndaki
randevusuna gelmiştim.
Semra oturuyordu, saçını toplamıştı,
kırmızı bir gül takmıştı…
İçimden de geçiriyordum :
- Semra Hanım bana aşık
mı oldu acaba ?
Ama, bu soruyu onunu yüzüne
karşı sormak ne
haddime… Lokanta’da
hafif bir şeyler atıştırdık, Semra
- Erol, yine bira al…
dedi.
- Ama, yola gideceğiz,
- Önemli değil,
rahatlarsın…
- Olsun canım gideceğimiz
yer eğlenceli, çakır keyif
olursun hiç olmasa.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-30-
Gece ilk defa Adana dışına
çıkacaktım… Birkaç kadeh
siyah biradan sonra çakır
keyif olmuştum, biraz sonra
Ceyhan’a gidecektim
ama, içimden korkuyordum. Çevremde
tanıdık kişiler arıyor,
ama bulamıyordum… Hatta lokantanın
resepsiyonuna ‘ BEN
CEYHAN’A SİYAH CADİLLAC MARKA
ARABAYLA GİDİYORUM ‘
diye not bırakmak istiyordum,
buda olmamıştı.
Eski yollardan geçerek
Ceyhan’a vardığımızda, renkli
ışıklarla çevrili kapısından
‘SAZ’ yazılı bir yere gelmiştik,
ama burasının neresi
olduğunu bilmiyordum, ilk defa
giriyordum. Yine kapıda
garsonlar karşılamıştı, etrafımızda
iki sıra halinde bizi içeriye
götürürken bir yandan da iltifat
ediyorlardı :
- Hoşgeldiniz hanımefendi.
- Sizleri görmek ne büyük
mutluluk.
- Şeref verdiniz…
- Şuradan buyurun Semra
Hanım.
Loş ve izbe bir yerde
Semra benden ayrıldı, ve en dipte
yapayalnız bir masaya
oturttular. Üzerimde para olmadığı
içinde yine ter basıyordu,
garsonlar bu konuyu çok iyi anlayıp
ölçtüklerinden
profesyonelce davranıyorlardı:
- Beyefendi, lütfen
rahatınıza bakın, Semra Hanımın
talimatıyla siz bizim şeref
konuğumuzsunuz…
- Ne emredersiniz ?
- Ben siyah Tekel Birası
rica ediyorum.
- Peki… demişlerdi.
Bu sırada, sahneye
etleri yanlarından fışkırmış, göbekli,
popolu, takma kirpikli
bir kadın çıkıp şarkı söylüyordu,
meğerse okuyucuymuş.
Masama yanaştı :
Abdulkadir KAÇAR
-31-
- Erol Bey, hangi şarkıyı
emredersiniz ?
Ne şarkı biliyordum, ne
de emretmeyi, ama pot
kırmamam gerekiyordu:
- İçinizden ne
geliyorsa, onu benim için okuyun.
Kadın sonra ‘NEREDEN
SEVDİM O ZALİM KADINI’
şarkısını benim için
okumuştu. Bir süre sonra da sahneyi
terk etmişti. Ceyhan’ın
toprak ağaları, ekabir takımı, beyler
masalarda kadınlarla
birlikte kahkahalar atıyorlardı. Semra
hala yoktu saatler gece
yarısını çoktan geçiyordu. Garsonu
çağırdım:
- Semra Hanım nerede ?
Garson, her şeyi bilen
bir eda ile gülümseyip, gizemli
bir ses tonuyla:
- Size bir süprizi var
efendim…
Bir süre sonra uzun
boylu, bir sunucu çıktı, elinde
mikrafon vardı, şöyle
demişti :
- Saygıdeğer konuklarımız,
gecenin yıldızı, şuh dansöz
SEMRA SARI’yı takdim
ediyoruuum…
Sahneye Semra fırlayarak
çıktı, bir oynuyor, bir
döktürüyor, hayretle
onu izliyordum. Harika bir oryantal
yapıyor ama, benim yüzüme
bile bakmıyordu. Çok profesyonelce
davranıyordu, meğerse o
harika kadın Semra
Dansözmüş…
Ceyhan o günlerde
teksas gibi bir yerdi, şampanyalar
patladı, viskiler açıldı,
bir süre sonra Semra kıvıra kıvıra
masama gelip, elindeki
kastanyelleri başımda iki defa
şıkırdattıktan sonra
kulağıma eğildi:
- Biraz sonra işim
bitecek, sıkılma.
Yanağıma da bir öpücük
kondurmuştu. 15-20 dakika
daha oynadıktan sonra çekilip
gitmişti.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
“EROL
ROZİTA’YLA NE YAPACAĞINI
SANA
SÖYLEYECEĞİZ….”
Kafamda bilerce soruya
bir de ‘ROZİTA’ eklenmişti
tekrar sordum:
-Semra iyi güzel
diyorsunda, Rozita ile ben ne
yapacağım?
- Seni şimdi tanıştıracağım,
sonra ne yapacağını zaten
biz söyleyeceğiz..
Kafam yine karışmıştı,
Ne yapacağını sonra biz
söyleyeceğiz sorusu
beynimde yankılanıyordu. Kim söyleyecekti
? Neyi söyleyecekti ?
Neden söyleyecekti ? Talimatı
kim veriyordu ? Nerede
duracaktı bu esrarengizlik? Bunu
bilemiyordum..
- Peki, Roziya’lla tanıştım,
sonra ne olacak ?
- Erol, yapacağın tek şey
var.
- Rozita’yı kendine aşık
edeceksin.
Haydaaa, başımdan
kaynar sular dökülüp, tırnaklarımdan
çıkmıştı… Vücudum ateş
gibi yanıyordu, şaşırıp –
heyecanlandım:
- Neee ? Kendime aşık mı
edeceğim ? Nasıl olacak bu
iş ? Ben kimim ? Ben
neyim ki ?
- Erol’cuğum, Erol’cuğum,
bizim senden istediğimiz
küçücük bir rica var,
hepsi bu. Tabi, bunların tamamı da bir
-32-
Abdulkadir KAÇAR
gecede olacak diye bir
kural yok. Ne yapacaksın, ne edeceksin,
o kadını kendine aşık
edeceksin.
- Bilemiyorum,
mahallemde tek bir aşık olduğum kızın
dışında kimseyi tanımıyorum.
Ufak – tefek maceralarım
olmuşsa da hiçbir zaman
aşk macerası falan yaşamadım,
kimseyi tanımıyorum..
- Yahu Erol, gerçektende
çok saf konuştuğun kadar saf
olma arkadaş. Sende büyük,
çok büyük kendin bile farkında
olmadığın kabiliyetler
var, bunu henüz keşfetmemişsin…
İşte bu sözcükler,
ileride olacak olaylar konusunda ilk
sözü Semra söylemişti,
ve bu kabiliyetlerimin gerçektende
hiç farkında değilmişim…
Adana’nın sosyal yaşamının
kalbinin attığı Eski İstasyon
Lokantası’nda, Yıldız
Gazinosu’na gideceğimiz saati beklerken
bir yandan da bu konuşmalar
oluyordu. Ama benim gerçek
korkum, patronum Nihat
Oral’ın gelmesiydi. Etrafa iyice
bakarak tanıdığım olup –
olmadığını gözlemliyordum. İyi ki,
hiç tanımadığım simalar
vardı. Sadece Muharrem Gülergin’i
ve bazı futbolcuları
birkaç defa görmüştüm, onları tanıyordum.
O dünyada yabancı bir
kişiydim sanki. Saat 23.00’e doğru
Sema hareketlendi:
- Erol, istersen haydi
gidelim.
- Peki, ama kalkalım mı
? oturalım mı bilemiyorum ?
Ben sana karşı büyülenmiş
gibiyim. Ne dersen aynısını
yapıyorum. Benim yaşamıma
girdiğinizden beri rahatım,
huzurum kalmadı. Zaman
zaman çıldıracak gibi oluyorum.
Gel, otur, kalk, git,
konuş, sus, hareketlerine dikkat et… Bu
emirlerinize aynen
uyuyorum…
-33-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-34-
Semra bu söylediklerimi
bir süre dinledi, biraz tedirgin
olduğumu, çekingen
davranacağımı düşünerek yavaş yavaş
konuştu:
- Erol, Vatan ve Bayrak
sevgisinin ne olduğunu sen bilir
misin ?
Her yanım ürpermişti:
- Tabi bilirim Sema,
Vatanımı, Milletimi, Bayrağımı
sevdiğimi herkes
biliyor…
Durdu
- O Halde, Vatanına,
bayrağına, milletine hizmet etmek
istemez misin ?
Ama, benim gideceğim
yerle vatan-millet-bayrağın ne
ilgisi olduğunu bir türlü
çözemiyorum… Bu konuşma üzerine
hiçbir şey diyememiştim,
yutkundum:
- Tamam Hanımefendi,
kendimi sizin kollarınıza teslim
ediyorum, etki alanındayım,
ne istersen onu yapacağım..
Semra sevinmişti:
- O zaman sesini çıkartma,
senden istenenleri yaparsın
olur biter.
- Peki, peki dedim.
Biraz sonra siyah
Cadillac marka siyah otomabil gelip
bizi aldı, Ziyapaşa
Bulvarı’ndaki Gazinoya getirip bıraktı.
Yıldız Gazinosu’da pırıl
pırıldı, yıldızların arasında yeşil,
kırımız, sarı lambaların
altında muhteşem bir görüntü
sunuyordu. O günler de
Yıldız Gazinosu’nun eşiğinden
adımımı atarak, GECE
ALAMİNE giriş yapmıştım. Bizi bir
garson ordusu karşılamış,
şaşırmıştım. En çok dikkatimi
çeken de Adana’nın yakından
tanıdığı daha sonra öldürülen
Yahya o zamanlar gençti,
koşarak gelip Sema hanımın elini
öperek:
Abdulkadir KAÇAR
-35-
- Buyurun Hanımefendi…
Bana da ilk defa pavyon
alemine girdiğim anda, bir
garson:
- Buyrun Beyefendi…
demişti.
Bu garson Yahya’ydı… O,
daha ileriki yıllarda çok
sevdiğim o alemin tatlı
bir simasıydı. İşi herkesin aşağılık
görebileceği insanlara
hizmet etmekti, ama bunu severek,
profesyonelce yapıyordu.
Öyle ki, bu garsonlar, gelen
müşterilerin cebinde kaç
lirası olduğunu, bunu kaç lirasını
harcayacağını, gazinoda
kaç dakika kalacağını, hangi kadınla
kaç dakika sohbet etmek
istediğinin röntgenin çekebilecek
kapasitede insan sarrafı
profesyonellerdir. Bahçeye girdiğimizde
Semra:
- Yahya, bize şöyle
teras’ta bir yer bul, biraz serinlemek
istiyorum..
- Emredersiniz ablacığım…
Teras’a oturduğumuzda
etrafımız sarmaşıklarla doluydu,
büyük bir pist, harika
bir fıskiyeli havuzu muhteşem biçimde
görebiliyorduk. İçkili
kadınlar, birbirileriyle sohbet eden
konuklar, Adana’nın en
zenginleri bir araya toplanmıştı. Bu
görüntüleri zevkle
izlerken, bir yandan da patronum Nihat
Oral’ın gelip buraya
beni görmesinden çok korkuyordum,
birazda bu nedenle
tedirgin olmuştum. Nihat Abi de zaman
zaman buraya geliyordu,
bir de sevgilisi vardı, ona bir içki
ısmarlıyordu. Beni bu
tedirginlikten uzaklaştıran, etrafımızda
garsonların pervane
olmasıydı. Kimileri Semra’nın Leopar
derisi kürkünü alıyor,
kimisi çantasını, kimisi masayı
düzenliyor, kimisi
servis yapıyor, kimisi de hazır ol vaziyette
duruyordu. Semra masaya
uymam için cintonik içmemi
istemişti, bir yandan
da çılgın kahkahalar yükseliyordu, bu
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-36-
o renkli gecenin ilk başlangıcıydı.
Semra bir ara Yahya’yı
çağırmıştı, düğmeleri
ilikli, iki büklüm masaya gelen Yahya,
-Emredin ablacığım.
-Yahya, bu arkadaşım
gazeteci Erol Eerk, kendisi benim
konuğum, onu eğlendirmek
istiyorum, ama bu alemi o fazla
tanımıyor.
Yerlere kadar eğilip
seramoni yapan Yahya:
-Hay haaay, başımızın üstünde
yeri var. Erol Bey
emretsin ne isterse
yapayım ? Erol Bey, Erol Erk, Nihat
Abi’nin gazetesi’nde çalışan
kişi mi ? diyince tepeden tırnağa
ürpermiştim, çünkü,
beni tanımıştı.
Biraz ürkek bir sesle:
-Yahya Bey, aman Nihat
Abi duymasın olur mu ?
-Merak etmeyin Erol
Bey, merak etmeyin, Nihat Abi
bu saatte gelmez. O geç
gelir, bir kahve içer çeker gider. Ben
sizi asla karşılaştırmam.
Yahya’nın bu teminatı
beni rahatlatmıştı…
Semra devam etmişti:
-Yahya, Erol’u bu gece
biraz eğlendirelim.
-Yook, bir tek kişi
gelecek, o da henüz teşrif etmemiş
herhalde.
Yahya, şöyle bir etrafına
bakındı:
-Kimi istiyorsunuz Abla
?
-Rozeta ne yapıyor ?
Yahya birden tokat yemiş
gibi susmuştu, yutkunarak,
-Şeeey, Abla Rozeta
buranın süper starı, bak şu
gördüğün Kadirli, Kozan
masaları hep onun gelmesini
bekliyorlar.
Semra gülerek:
-Ne yani, biz Rozeta
ile oturamaz mıyız ?
Abdulkadir KAÇAR
-37-
Yahya endişeliydi:
-Vallahi Abla,
bilemiyorum, o programa gelmeden tüm
dakikaları doldu da.
Yahya ile Semra bu konuşmaları
sürdürürken kendi
kendime söyleniyordum,
-Bu kadın kimmiş ? Ben
onunla ne yaparım ? Kendime
nasıl aşık ederim ? Üstelik
Çukurova’nın tüm ağaları- beyleri
kadının peşinde ? Olmaz
böyle şey.
Semra bastırıyordu,
-Yahya, Rozeta gelirse
benim selamımı söyle, 5-10
dakikasını bize ayırmasını
rica ettiğimi ilet, seni kırmaz.
Yahya gittikten sonra
Semra’ya:
-Yahu Semra, ne yapıyorsun,
baksana kadını kimse
paylaşamıyor, bu lüks
kadınla ben ne yapacağım ? Aşık falan
nasıl olacak bu iş ?
Semra rahattı:
-Olabilir, o buranın süper
starı olabilir, paylaşılmayan
bir artist olabilir.
Ama, senin konumunda çok farklı…
-İtalyan Kızı Rozy,
Rozy dudaklarımdan bu cümleler
dökülürken, Semra beni
rahatlatmak istiyordu.
-Hiçte kötü birisi değildir,
canı sıkılırsa kalkıp İtalyanca
şarkılar söyler,
herkesle oturmaz denildiğine bakma, Adana’yı
kasıp kavursa bile seni
beğeneceğine inanıyorum…
-Semra, Adana’yı kasıp kavuran
kadın, benimle ne, işi
olabilir ki ? Gencim,
toyum.
-Kafanı yorma Erol’cuğum.
-Kalantor zenginler
varken, bu kız beni ne yapsın,
bugün senin ısrarınla
masaya geldi, ya yarın ne olacak ? Ben
nasıl geleceğim ? Nasıl
neyi ısmarlayacağım ? Üstelik dışarıya
çıkıp yemekte yemiyormuş…
Ne yaparım söylesene ?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-38-
ROZETA
HAVALI
BİR
KADIN
Biz aramızda bu konuşmaları
yapıp Yıldız Gazinosu’ndaki
sarmaşıkların arasında
masamızı aydınlatan kırmızıyeşil-
sarı- mavi ışıkların altında
otururken, garsonlar arasında
bir hareketlenme, bir
koşuşturmaca başlamıştı. Biraz sonra
da içeriye Rozeta girmişti.
Aman tanrım, kürkler içinde, film
artisleri gibiydi. Hiç
etrafına bakmıyor, randevu olan masalarla
bile ilgilenmeden yürüyordu.
Garsonların tamamı etrafında
pervane olmuşlardı.
Kimisi kürkünü alıyor, kimisi çantasını,
kimi masayı düzeltiyor,
kimi masasına servisler yapıyor, kimi
oturacağı sandalyeyi
hazırlıyodu. Etrafındaki diğer garsonlarda
hazır ol vaziyetinde
bekliyorlardı. Sanki, artist değilde,
kraliçe gibiydi.
Uzaktan gördüğümde bu muhteşem pahalı
ve havalı kadının değil
bizim masamıza gelmesi, benimle
konuşmaya bile tenezül
etmeyeceğini düşünerek korkmuştu.
Semra’nın eline
dokundum:
- Semra haydi kalk
gidelim, baksana kadının havasına.
- Erol, sen kafanı
yorma, bu gece bu kadınla tanışıp
sohbet edeceksin, bunu
başaracaksın sana bunu ispatlayacağım.
- Neden tanışacağım ?
- Tanışacaksın, bizim
sana ikramımızdır. Senin iyi bir
Abdulkadir KAÇAR
-39-
arkadaşın olarak gece
alemine eğlenmeni, yaşamına renk
katmanı istiyorum o
kadar.
Yine sessizlik olmuştu,
ne kadar zaman geçtiğini
anımsamıyorum, Yahya sözünde
durmuştu, koşarak yanımıza
geldi, yerlere kadar eğilerek
selam ve saygısını sunduktan
sonra:
- Rozeta Hanım, size 10
dakikasını ayırıyor…
Birkaç dakika sonra da
10 garsonun arasında bizim
masaya, alımlı biçimde
teşrif etmişti. Elini Semra’ya uzattı:
- Hanımefendi hoş
geldiniz.
Bana da lütfen elini
uzatıp:
- Beyefendi, sizde hoş
geldiniz.
Ben tam o sırada ayağa
kalktım, neredeyse masa
devrilecekti, oturmak
sonradan aklıma geldi, karşılıklı
konuşmaya başlamıştık.
- Nasılsınız ?
-İyiyim, Ya siz ?
- Eh, bende iyiyim.
Nerede çalışıyorsunuz ?
- BUGÜN Gazetesi’nde.
- Haa, Nihat Oralla mı
?
Korku basmıştı onun adını
duyduğumda, heyecanla:
- Evet ama, n’olur
geldiğimi duymasın.
Rozata gülerek:
- Yok canııım, bunlar söylenecek
şeyler değil. O büyük
bir insan, hepimizin
abisi:
- Teşekkür ederim.
- Erol Bey, Nihat Oral’ın
bir sürü arkadaşı var, sizin yok
mu ?
- Rozy hanım ilk defa
geliyorum buraları ilk kez
görüyorum.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-40-
Gülerek:
-Öyleyse çok acemiymişsiniz.
-Öyle, Semra da
biliyorlar.
Semra da:
- Rozy Erol’un bu gece
bu güzellikleri görmesini ve
sadece senin gibi büyük
bir artisti tanımasını istedim, hepsi
bu. Ona sizden çok söz
ettim.
Rozeta şuh bir kahkaha
atmıştı:
- Aaah, Teşekkür
ederim.
Bize ayrılan 10 dakika
su gibi akıp geçmiş, garsonlar
sürenin bittiğini
anlatmak için, özellikle de Yahya eliyle
saçlarını tarıyarak ona
işaret veriyordu. Bende onların bu
garip hareketlerine
hayretle bakıyordum. Sonradan
öğrenmiştim ki,
gazinolarda bir artist eğer kadının daha
zengin müşterisi
gelirse, oradaki garsonlar saçını tarıyarak
işaret veriyorlarmış.
Artistin işini bitirip, sohbeti toparlayıp
kalkmasını istiyorlarmış.
Rozy kalktı:
- Erol Bey, sizinle
sabaha kadar sohbet etmek isterdim
ama inanın çok müşterim
var, hepside sırasını bekliyorlar.
Kadirli’den, Kozan’dan
gelen avukatlar gurubu da beni
bekliyor. Hatta verilmiş
sözlerim olmasına rağmen Semra
ve Yahya’yı kıramadım.
Erol Bey artık görüşürüz, beni ara
olur mu ?
Şaşırmıştım:
- Nereden, nasıl
arayacağım ?
Esprili biçimde:
- Nihat Abine söylersen
o beni bulur.
Rozeta izin isteyip
garsonların hazır olduğu bir
koridordan çekip gitti.
Semra’ya döndüm:
- Semra, yahu bu kadın.
Abdulkadir KAÇAR
-41-
Sözümü kesti:
-Ben sana, bu gece
onunla tanışacaksın, sohbet
edeceksin demedim mi ?
- İyi hoşta bu kadın
bana aşık olur mu ? Baksana tüm
Çukurova’yı avucunun içine
almış, zenginler, yakışıklılar
hep etrafındalar. Parasız,
pulsuz bir gazeteyi ne yapsın…
Semra Israrlı ve kararlı
hatta iddialıydı:
- Erol, bir gün bu kadını
kendine aşık edeceksin.
Canını da sıkma, tüm
masraflarıda biz karşılayacaz.
Adana’nın renkli
gecelerine adım atmıştım. Türkiye’nin
en ünlü gazinosunda, en
ünlü artistiyle bir arada olmama
rağmen mutsuzdum. Çünkü,
Rozeta o kadar havalıydı, o
kadar havalıydı ki, ayağı
yere basmıyor, sigara dumanını da
havaya üflüyordu, üstelik
tanışırken, masa devrilecek gibi
olmuştu, çok çaylak
olduğumu düşünüyordu. Semra da
ısrarla, ve tekrar
tekrar:
- Bu kadını kendine aşık
edeceksin…
O gece kalktık, Semra
siyah Cadillac marka arabasıyla
beni evimizin yanındaki
Erciyes Sineması’nın önünde
bırakmıştı…
Arabadan inerken de:
- Erol merak etme, ben
seni yine arayacağım demişti.
Sabaha kadar düşünüp
bir kabına koyamıyordum.
Rozeta’nın bana aşık
olması olanaksızdı. Kendi kendime
böyle bir işe giriştiğim
için kızıyordum. Hatta kendimle
konuşuyordum
- Erol, nasıl bir işe
girdin çetelerin eline mi düştün ?
Mafya seni filmlerdeki
gibi kullanıyor mu ?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-42-
Mafya sözünü de
Amerikan filmlerinda ‘İTALYAN
MAFYASI’ olarak
duyuyordum, bu da Türkiye’deki Çetelerin
karşılığını oluşturuyordu…
Ertesi gün Semra beni
yine telefonla aradı:
- Erol’cuğum, nasılsın,
iyi misin ? Memnun musun ?
- Vallahi hiç memnun ve
de mutlu değilim. Semra sen
benim başıma öyle bir iş
açtın ki, eve geç gittim, istifra ettim
babamla annem çok kızdılar..
- Erol sana inanıyor, güveniyorum,
bu işi başaracağını
da biliyorum. Al sana
Rozete’nın telefonunu veriyorum, bir
yere yaz ve hemen ara..
- Neee arayım mı ?
- Ara, halini hatrını
sor canım…
O zaman artistlerin dışarıya
çıkmaları yasaktı,
gazinoların kadınlar
pansiyonu vardı, orada kalıyorlardı.
Yıldız Gazinosu da bu günkü
Çetinkaya’ların olduğu yerdeki
pansiyonunda kalıyordu…
Telefonu çevirdim uzun uzun
meşgul çaldı daha sonra
açılmıştı:
- Ben Erol Erk’im Rozy
hanımla görüşebilir miyim ?
- Kim arıyor diyelim ?
- Ben Erol’um …
Telefon bir süre
bekledi, cevapı santral memuru
veriyordu,
- Rozy hanım rahatsızmış,
rahatsız edilmek istemiyorlar.
Çaat diye telefon yüzüme
kapanınca, maneviyatım yine
sıfıra düşmüştü.
Telefonda bile beni anımsamayan kadını
kendime nasıl aşık
edecektim? Yarım saat sonra Semra
yeniden aramıştı:
- Ne oldu konuştun mu ?
Abdulkadir KAÇAR
-43-
- Yoook, telefona bile çıkmadı,
üstelik santral telefonu
yüzüme kapattı..
- Erol bu işler böyle
olur, sen aramaya devam edeceksin.
- Semra nasıl devam
ederim.
- Ne diyorsam onu yap, önemli
olan senin ona kendini
aşık etmen ...
- Bu nasıl olur Semra ?
- Edeceksin, edeceksin,
üstelik bu akşam aynı gazinoya
tekrar gideceksin..
- Semra iyi güzel hoşta,
para nerede ?
- Merak etme, tabi bu
konuları senin cebinden harcayacak
halin yok. Biraz sonra
birisi gelip, zarf içinde sana
para getirecek, masraflarını
bununla karşılarsın…
Bu konuşmalar aramızda
geçerken, korkacağım o kadar
çok şey vardı ki,
bunların en önemlilerinden birisi de Müdürm
Çoban Yurtçu’ydu. Eğer,
bu olayları duyarsa beni mahvederdi.
Dünyada korktuğum
ikinci kişiydi, öğrencilerine karşı çok
sert ve zalimdi. Hele
bu tip işleri hiç sevmezdi…
Gazetede otururken, gözlerim
kapıda, kulağım telefondayken,
akşamüstüne doğru genç
bir çocuk içeriye girdi,
elinde beyaz bir mektup
zarfı vardı:
- Erol Erk, burada mı ?
Hemen ayağa kalkmıştım,
- Benim..
Zarfı uzatarak:
- İçinde, fotoğraflarınız
var..
Beyaz zarfı alıp, Nihat
Oral’ın masasına koşmuştum.
Açtığımda içinden o dönemin
çok büyük parası 100 lira
çıkmıştı. Afalladım,
ama yapacak başka şeyim yoktu, yine
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-44-
yüzüm al al, kızarmıştı.
Parayı aldığıma göre, yine pavyona
gidip Rozy’le karşılaşacaktım.
Cebime parayı yavaşça yerleştirmiştim.
Bu konuda muhatabım
hesap vereceğim kimse de
yoktu. Tam bu sırada
telefon çalmıştı, Patronum Nihat Oral
Duvudi sesiyle seslendi:
- Eroool.
Koşarak gitmiştim:
- Buyur Nihat Abi ?
- Oğlum seni bir hanımefendi
arıyor ?
Şaşırarak:
- Kim acaba ?
Eyvaaaah..
- Al eline sor öğren,
yoksa sendemi azıttın ?
- Şeey abi, olur mu ?
bir okurum falandır.
Telefondaki ses Semra’ydı:
- Emaneti aldın mı Erol
?
- Evet… dedim, hemen
lafı değiştirdim, komşumuz
Meserret abla vardı:
- Meserret Abla ben şu
anda müsait değilim, sen sonra
yine ararsın olur mu ?
dedim, telefonu kapattım.
Nihat Oral’ın yüzü
simsiyahtı, kızdığı zaman yüzü
asılırıdı, ama Meserret
Abla lafım iyi tutmuştu.
Saat 17.00’ye doğru,
telefon yine çaldı, arayan Semra’ydı:
- Erol kusura bakma,
ben seni yalnız sanıyordum, iyi
misin ?
- İyiyim, iyiyim… Ama
siz benim amatör yaşamımı allak
bullak ettiniz. Ben
sadece gazetemi biliyordum, yazımı yazıyordum,
bunu değiştirdiniz.
- Erol, bu gece yalnız
gideceksin tamam mı ?
- Nee ? Yalnız mıı ?
Abdulkadir KAÇAR
-45-
- Canım, git bir iki
duble içki ısmarla, sonra çek git.
Ama hafızasında yer et,
seni unutmasın. Tanışıklılığın devam
etsin, kendini ona
unutturma ama üstüne de fazla düşme.
- Peki, başüstüne…
Erken gitmeyi kafama
koymuştum saat 22.30’dan önce
hareket başlamıyordu.
Annem-Babama yine o yıllarda
ayrıcalıklı olan
Alsaray Sinemasına gideceğim yalanını
söylemiştim.
Saat 23.00’e doğru Yıldız
Gazinosun’dan içeriye girince
Garson Yahya karşılamıştı,
sanki 40 yıllık dostummuş gibi
yerlere kadar eğilip, güleç
bir yüzle:
- Oooo Erol’cuğum ? Nasılsın
? Semra hanım yok mu?
- Yok ben tek geldim..
Rozeta hanıma bir teşekkür edip
gideceğim. Bu konuda yardımcı
olursan sevinirim.
- Olur Erol’um, bir iki
dakika senin için randevu isterim
hatta alırım..
Ben de zaten zoraki görevim
için orada bulunuyordum.
Bir süre sonra
garsonları yine koşuşturunca Rozete’nın
geldiğini anlamıştım.
Yahya çok anlayışlı olduğu için, bende
kaç lira bulunduğu, ne
kadar oturup – gideceğimi çok iyi
bildiğinden Rozeta içeriye
girer girmez hemen benim masama
oturt-muştu.
- Abla’cığım, Erol Erk,
size teşekküre gelmiş.
Rozy çok sevinmiş gibi
bir ifade takındı:
- Ooo, Hangi Erol ?
- Hani dün akşam Semra
Hanım tanıştırmıştı ya
- Aaa unuttum, Vallahi
kusura bakma, Erol otur otur
unutmuştum..
İçki ısmarladım,
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-46-
- Erol kusura bakma,
yani o kadar yoğunum ki…
Bu arada Rozeta’nın şöyle
demesini beklemiştim:
- Erol Bey kusura
bakmayın, bu gün telefonla aramışsınız,
yok dedirttim, özür
dilerim..
Ben bunları söylemesini
beklerken o hiç oralı bile
olmuyordu..
- Rozeta Hanım, bugün
sizi telefonla pansiyondan
aradım.
- Haa, sahi birisi beni
aramıştı siz miydiniz o kişi ?
- Evet.
- Yahu kusura bakma, akşamları
alkol alınca, olan her
şeyi unutuyorum ,
kusura bakma..
- Ne iş yapıyorsun ?
Allah allah, yaptığım işi
de unutmuştu:
- Dün akşam söylemiştim
ya Nihat Oral’ın gaztesinde
çalışıyorum..
Yani, Rozeta kendi dünyasında,
ben kendi dünyamda
yaşıyordum. Ama, Semra
Hanımın talimatlarını uyguluyordum,
bir iki dubleden sonra
kalkmak istedi, ben Yahyanın
eline bir büyük bahşiş
sıkıştırıp apar – topar kaçmıştım.
Kadın yüzüme bile bakmıyordu.
Nasıl arkadaşlık kurabilirdim
nasıl aşık edebilirdim
? Böyle dengesizlik olur muydu ?
Semra ertesi gün ararsa
kızacaktım:
- Yahu arkadaş, siz
deli misiniz, divane misiniz Böyle
aşk olurmu ?
Kafamda bunları
tasarlarken, telefon çaldı Semra’ydı,
- Erol nasıl geçti ?
- Semra Hanım, bu kadın
benim yüzüme bile bakmıyor
benimle konuşmuyor
bile, neden zorluyorsunuz ?
Abdulkadir KAÇAR
-47-
Israrını sürdürüyordu ?
- Hayır Erol, o kadın aşık
O-LA-CAK, Kendine onu aşık
edeceğine inanıyorum o
kadar. Sadece söylediklerimi yap,
gerisine karışma..
Şaak diye telefonu yüzüme
kapatmıştı…
Bu olay beni daha çok
tahrik etmişti, kendi kendime
şöyle demiştim:
- Erol, Rozetayı
kendine aşık edeceksin bunun başka
yolu yok..
Daha sonra kendimi
derin düşüncelerin içinde
bulmuştum. O Adana’yı
ve Çukurovayı avucunun içine alan
bir artistti. Üstelik
zengindi, bir kraliçeydi. Ben ise fakir bir
gazeteciydi. Bu halimle
bana nasıl aşık oalcaktı ? Param
yoktu, olağanüstü yakışıklı
bir yanım yoktu. Ama, kafamda
da onu nasıl elde edeceğim
konusunda senaryolar üretmeye
başlamıştım bile. Öncelikle
gazinoya gitmeyi kafamdan silip
atmıştım, pek acemice görünen
bu formül çok büyük bir
aşkın meyvesi doğmasına
neden olacaktı…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-48-
KIRMIZI
KARANFİL OPERASYONUM
YÜZDE
YÜZ ETKİLİ OLMUŞTU
Aşk, öfke, macera,
sevgi, kin, silahtan oluşan meslek
yaşamımın 45 yıllık bölümünün
ilk dönemlerinde yaşamımın
ilk operasyonundan başarıyla
çıkmayı, tamamen kendi
yeteneklerimden ve düşüncelerimle
gerçekleştirmiştim. Bu
operasyon zaman aşımına
uğradığı için çok rahat anlatıyorum.
Rozeta konusunda daha
sonraki yıllarda tamamen çözmüş
olarak, her şeyi
anlayacaktım, ama anlamam içinde benim
yaşantımda yarattığı
sarsıntılar ve acılar, hatta kara
sevdalardan sonra GECE
YAŞAMININ KRALI olacaktım,
oraya ulaşmak çok kolay
olmayacaktı. Ama, oraya ulaşmam
için, başkaları tarafından
çizilmiş bir senaryoda oynamam
gerekiyordu, verilen
talimatlarla çizilmiş bir rolü yerine
getirmem gerekiyordu.
Bu görevimi yaparken devletin
çıkarlarına hizmet ettiğimi
kabul ediyorum. Çünkü, benimle
ilişki kuran kişiler sıradan,
yasadışı değillerdi, bunların
sayesinde başım hiçbir
zaman derde girmediği gibi sürekli
korunan insan
halindeydim.
Beni gecelerin kralı
yapacak olan, yarım asıra ulaşacak
meslek yaşamımda Rozy’i
elde etmek için bu bölümü
tamamen kendimin yazıp
oynadığım senaryoya, onu kendime
aşık etme girişimine ‘KIRMIZI
KARANFİL OPERASYONU’
Abdulkadir KAÇAR
-49-
adını vermiştim. İlk
bakışta safça tasarlanmış, ama yüzde
yüz etkili olmuştu. Çünkü,
onun gibi erişilmez bir kadını
yakışıklılıkla, parayla,
erkeklik gücüyle, hatta silahla ya da
gazinoda uğruna yüzlerce
şişe viski açtırarak. Kadınlar
pansiyonuna günde
20-30-40-50 defa telefon açarak elde
edilemeyeceği teşhisini
koymuştum.
Çünkü öyle profesyonel,
öyle olağanüstü bir kadındı
ki, aynı masada sigara
içmesine rağmen dumanını havaya
üflüyor, yüzüme bakmıyordu.
Dudaklarındaki o alaycı
gülüşüyle hem beni
tahrik ediyor, hem de bu olay benim
maneviyatımı bırakın kırmayı
çökertiyordu. Bu işin içinden
zafer kazanmış komutan
edasıyla çıkmam gerekiyordu,
bunun içinde kafamda
senaryolar üretmeye devam ediyordum.
Bir gün Çakmak Caddesi’nde
ellerim cebimde, akşam üstü
dolaşırken birde yere çivilenircesine
dolmuştum, kafamda
şimşekler çakmıştı…
Gözlerime inanamıyordum,
çünkü az ilerimde, 14-15
yaşlarında önündeki
sepette bir dolu çiçek satan çocuğa
gözlerim takılmıştı.
Onun sepetinde pek çok çiçek vardı ama
benim kızıl olanlarına
gözüm takılmıştı. Artık, ne para
harcayacaktım, ne de
Rozy’i taciz edecektim. Bu olağanüstü
etkili olacağını düşündüğüm
karanfil operasyonuna
başlayacaktım. Satıcıya
yaklaşarak:
- Adın ne senin ?
- Ali Abi.
- Bu çiçekleri ne yapıyordun
Ali ?
- Abi, satıyorum, bazen
deste deste, bazen teker teker
sevgililere satıyorum…
- Ali, sana çok iyi
para versem, bir görev yapmanı
istesem yapar mısın ?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-50-
- Neden yapmayayım abi
? Herhalde bana vereceğin
görevde kötü bir şey
olamaz.
- Tabi, olur mu? Sen şimdi
sepetini şu bitişikteki
kunduracıya emanet et,
benimle birlikte bir kırmızı karanfil
alıp gel, gazetede
seninle konuşalım.
- Tamam Abi, emrin
olur.
Birlikte gazeteye çıkmıştık,
Ali’yi Nihat Abi’nin
makamına adlım.
-Ne içersin Ali ?
O içerideki havayı, ve
makam odasının güzelliğini
süzüyordu,
- Abi bari çay içeyim
Hemen çay getirmelerini
istemiştim.
- Bu çiçek paralarını
ne yapıyorsun Ali ?
- Anneme, kardeşlerime,
bakıyorum. Bazen çiçek satıyor,
bazen ayakkabı
boyuyorum. Para kazanarak, evimizi
geçindiriyorum. Bazı
abiler, sevgililerine deste deste çiçekler
alıyorlar ama az para
veriyorlar, bazılarıda az alıp, çok para
veriyorlar, bende
keyfime bakıyorum. Birde sizin gibi abiler
olunca, bir çiçek alıp,
bir deste çiçek parası verdiklerinde
mutlu oluyorum. Yoksa
sende mi çiçek alacaksın abi ?
-Olabilir ama sana çiçek
almaktan daha da önemli bir
görev vereceğim ?
- Abi, deminden beri görev
görev diyorsun ama, bu
görevi söylemedin daha
- Yapar mısın ?
- Neden yapmayayım Abi
?
- Ama zamanın var mı ?
- Saat kaçta ?
Abdulkadir KAÇAR
-51-
-23 - 23.30 arasında
bir kadına her gün kırmızı karanfil
vereceksin.
Düşünüp, düşünüp:
- Tamam Abi, yaparım…
- Ali’ciğim, yalnız bu
ikimizin arasında ebedi sır olarak
kalacak olur mu ?
- Tamam.
- Ziyapaşa Bulvarı’ndaki
Yıldız Gazinosu’nu biliyorsun
değil mi ?
- Abime bak, oraları
bilmeyen adam mı var ?
- Çok güzel, bu geceden
itibaren her gece bir adet
kırmızı karanfili
jelatinle çok kibar bir şekilde sarıp, 23-
23.30 saatleri arasında
ROZETA hanıma götüreceksin.
Oradaki görevlilere
sor, Rozy Hanım geldi mi? Gelmedi mi?
diyeceksin. Eğer gelmişse,
o kırmızı karanfili kendisine
verceksin, ama kimin gönderdiğini
söylemeyeceksin tamam
mı?
-Tamam Abi, hiç merak
etme.
- Yalnız bu iş aralıksız
15 gün sürecek ama, hafta dolunca
gelip benden paranı
fazlasıyla alacaksın.
Ali çok sevinmişti:
- Vay be abi, çok kolay
bir görev. Hem teyzemin kızı da
pavyonların önünde çiçek
satıyor, daha sonra onu da eve
götürürüm. Çok iyi çok
iyi…
Sıkı sıkıya tembih etmiştim,
- Rozy’den başkasına
vermeyeceksin tamam mı ?
- Tamam abi ?
- Kimin gönderdiğini söylemeyeceksin
- Çiçeği kim gönderdi
derse, bilmiyorum, diyeceksin.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-52-
- Emrin olur abi, bu
kadar görev için bana bu kadar
tembihte bulunmana
gerek yoktu be…
Ali bir hafta süreyle
dediğim saatte ve kişiye çiçekleri
götürüp vermişti.
Haftalık parasını almak için geldiğinde,
biraz heyecanlandı ?
- N’oldu Ali ?
-Sorma abi, ilk iki gün
sesini çıkartmadı, üçüncü,
dördüncü gün bağırıp
azarladı. Sonraki günler garsonlar
peşimden koştular:
- Eee ?
- Beni yakalayamadılar.
- Eee ?
- Hatta bir defasında
hangi terbiyesiz gönderiyor diye
kızdı. Ama, ben her gün
karanfil vermeye devam ettim.
- Aferim Ali
- Bir defa sorduğunda
da:
- Bir beyefendi gönderiyor,
hayranınızmış dedim.
- Eline sağlık, aferim
sana… Al şu paranı, daha fazlasını
da 15 günde vereceğim
tamam mı ?
- Emrin olur abi…
Planımın birinci
perdesi çok iyi tutmuş, pavyona
gitmeme, para
harcamama, viski açtırmama gerek kalmadan
işler şıkır şıkır rayına
oturmuştu… Aradan bir süre daha
geçip Ali yeniden yanıma
gelmişti:
- Ali şimdi ne yapıyor
?
- Abi, vallahi, bazen öfkeleniyor.
Kim bu alçak ? Onun
gözlerini oyacağım
diyor. Bazen de garsonlar peşimden
koşuyorlar. Garsonlara
da (Abi, ne yapayım, bir müşterisi
vermemi söylüyor, parasınıda
ödüyor, ben de bu işten para
Abdulkadir KAÇAR
-53-
kazanıyorum ) diyorum.
Garsonlar da kızar gibi olmasına
rağmen, benim karanfili
vermemi istiyorlar. Kim bu adam
diye merak ediyorlar.
- Ali onlara zengin bir
adam dersin tamam mı ?
Ali, etrafı şöyle bir gözden
geçirdikten sonra:
- Abi be, gördüğüm
kadarıyla sende zengin falan değilsin
yani.
Yok be çocuğum, tabi
zengin değilim, o kadına bir defa
tutuldum, kalbini
kazanmak için çeşitli çareler arıyorum, ne
yapayım ?
Büyük adam havasında
Ali:
- Abi, bana sorarsan
biraz zor gibi.
- Beni görünce son günlerde,
‘YİNE Mİ GELDİN
BEEEEEE’
- Ali’ciğim sen 15. gününü
doldur, 16. Günü yanıma
gel ücretinin fazlasıyla
ödeyeceğim.
- Tamam Abi, zaten bu işi
yapmaktanda laf aramızda
büyük mutluluk
duyuyorum. Benim için büyük bir kazanç
oldun. İşin bitmesinde
de korkuyorum. Senin sayende her
gece hem eğlence
yerlerini geziyorum, hem de teyzemin
kızını gece geç
saatlerde alıp evine götürüyorum. Demet
demet karanfil sattığım
müşteriler, senin bir tek çiçeğe
ödediğinden daha az
para veriyorlar…
- Sen görevini yap,
paran için kafanı yorma.
Benim gece yaşamına
girmem için Semra tarafından
gönderilen paraları
harcamıyor, bir bölümünü de stok
yapıyordum. Kafamdaki
senaryoya göre, içkiye, vereceğime,
karanfile ödeme yapıyordum.
Anılarımı okuyanların, Karanfil
operasyonunu uygulamaya
davet ediyorum çok iyi tutuyor…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-54-
Bu arada Semra ile
telefon görüşmelerimiz sürüyordu.
Bir gün telefonla:
-Erol, Roze’yla görüşüyormuşsun,
pavyona gitmiyormuşsun.
Sana bir miktar daha
para ödememize rağmen bu
işleri bıraktın, bir adım
yol alamadın galiba ?
Gülmüştüm:
- Bana fazla para göndermeyin,
istemiyorum. Elindekileri
gerekli yerlere zaten
harcıyorum.
- Nasıl yani ?
- Canınızı sıkmayın,
benden asla kaçmaz, kuş kafese
girdi sayılır, bu işi
bitmiş sayın.
Semra kulaklarına
inanamamıştı:
- Pavyona bile
gitmiyormuşsun ?
- Semra gazinoya
gitmeme gerek yok, ben gitmiyorum,
ama gölgem oraya
gidiyor…
Semra’yı iyice şaşırtmıştım,
- Bu iş nasıl oluyor ? Çok
merak ettim, bu kadar yıllık
bu işi yapıyorum, bilgi
verde, bende uygulayayım.
- Hayıır, o benim özel
taktiğim, kendim geliştirdim, çok
özgün bir yöntemdir.
- Göreceğiz tutup
tutmadığını.
Demek ki, onlar benim
gazinoya gidip-gitmediğimi
adım adım kontrol
ediyorlarmış…
Abdulkadir KAÇAR
VE
BALIK
YEME
GELDİ
15 gün süren ‘KIRMIZI
KARANFİL OPERASYONUM’
un sonuna gelmiştim. Ali’yi
çağırmıştım,
-Ali, gösterdiğin olağanüstü
başarıya, özveriye,
hizmetine teşekkür
ederim. Ama benden ikinci bir talimat
gelmeden artık karanfil
götürme olur mu ?
- Olur abi.
- Belki yakında Gül
operasyonuna da başlayabilirim.
- Nasıl istersen abim.
Artık, balığın oltaya
takıldığını iyice anlamıştım.
Semra da sık sık arıyordu,
o gün yine:
- Erol n’oldu ?
- Galiba sonuca varmaya
çok az bir süre kaldı.
Ya yarın, ya da ertesi
gün gazinoya gideceğim.
- Güzel.
- Ama, bana biraz örtülü
ödenekten para verlimesini
rica ediyorum, çünkü büyük
harcama yapacağım.
- Nasıl olur bu iş Erol
? Şu ana kadar hiç gitmedin,
pansiyondan bile aramadın
Rozy’i, büyük harcamayı nasıl
yapacaksın ?
Semra her tarafta
ellerinin olduğu mesajını farkında
olmadan vermişti:
-55-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-56-
- Merak etmeyin canım,
ben özel bir yöntemle bunu
başarıyorum, sonucuna
bakın siz. Ancak, yöntemimin ne
olduğunu söyleyemem, bu
da benim sırrım. Çok gizli sadece
bu olayı bir tek kişi
biliyor…
Semra telaşlanmıştı,
- Bir kişi daha mı ?
Kim o ?
- Canım bir çocuk.
- Yarın gidecek misin ?
- Tabi, ama para
gerekli.
- Tamam tamam ? Ama, çok
parayı nasıl harcayacaksın?
- Saatlerce benimle
oturacak.
- Yahu Erol, ben 50 yıldır
bu işi yapıyorum, senin şu
anlattıklarından
haberim yok, biraz da bana öğret bu işi.
Kadınını kimse makasına
alamıyor. Kadirli, Kozan’lılar servet
harcadılar. Adana’lı çifçiler
peşinde bir şey yapamadı…
İncirlik’teki, bazı kişiler
bile peşinden avuçlar dolusu paralar
harcıyorlar bu işi
anlayamadım…
İncirlik deyince bende şimşek
çakmıştı, ama olayı tam
çözemeyecektim. Orasının
adını duyuyordum, ama fazlaca
bilgim yoktu. Nato Çerçevesinde
oraya bir hava üssü inşaatı
devam ediyordu. Bir
kezde gazeteci olarak bizi götürüp
gezdirmişlerdi. İncirlik
sözünü Semra’dan ilk defa duyuyordum.
Semra girdi söze:
- Yarın zarfın geliyor.
Bu laftan sonra
operasyonu tekrar gözden geçirmiştim,
ama biraz da kuşkulu ve
heyecanlıydım, kendi kendime de
söylüyordum:
- Ya balık yeme
gelmediyse ? Operasyon ya tutmasa ?
Abdulkadir KAÇAR
-57-
Biraz sonra döneminde çok
büyük para olan 100 lira
zarfla bana ulaştırılmıştı
bile. Hemen yeni bir gömlek, gravat,
almıştım. Çakmak
Caddesi’ndeki büyük ustalar yetiştiren
şöhretler berberi İbrahim
Çalı’ya traş olmuştum. Anneminde
sevdiği yeşilimtrak elbisemi
giyinmiştim. Önce İstasyon
lokantasında
aperatifler atıştırıp Tekel siyah biradan sonra
tanıdığım Cintonik’te içmiştim.
Saat 23.30’da Yıldız
Gazino’suna gidecektim,
kendimi öyle planlamıştım. Ama,
bu operasyonun
sonucunun ne olacağını kesinlikle bilmiyordum.
Faytona binerek kalbim
her zamankinden daha
fazla ve hızlı çarparak
Gazino’nun önünde indim. Yaptıklarım
doğru muydu yanlış mıydı?
Bu işler nerede duracaktı ? Beni
nereye kadar götürecekti
? Kendi kendimi teselliye çalışırken:
- Boşveeerr Erol, devam
et oğlum…
Zaten bu ‘DEVAM ET’
kararlarım 45 yıl sürecekti.
Benim faytondan indiğimi
gören Yıldız Gazinosu’nun
palabıyıklı üniformalı
kapıcısı, saygıyla elimi sıkarken:
- Buyur Erol Ağam,
Buyur…
İçeriye adımımı atarken
Garson Yahya beni tepeden
tırnağa süzmüştü. Üzerimde
kaç lira olduğunu kestirmiş,
dedektör gibi gözleriyle
100 lirayı o gece harcayacağımı
anlamış kapıda karşılamıştı:
- Ooooo Ağam, hoş
geldin, neredesin? Bir aydır kayıpsın?
- Yahya ben Adana’da değildim,
iş seyahatine gitmiştim.
- Öyle mi, Semra Hanım
da gelmiyor, neden yoksa bize
küstüler mi ? Rozy hanım
sizi sık sık sorup duruyor.
Şaşırmıştım:
- Gerçekten soruyor mu
?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-58-
Yahya Profesyonelce ve
geçiştirmek için:
- He canım, tabi, neden
sormasın ?
Arkamdanda dehlemişti…
- Erol, haydi şu sarmaşıkların
altına otur bakalım. Belki
Rozy Hnımefendi’nin boş
zamanı olur, gelip seninle sohbet
eder. Ne de olsa aylardır
görüşmüyordunuz ?
Ben oturmuştum ama,
gazino yarı yarıya dolmaya
başlamıştı. Bu arada içime
birde patronum Nihat Oral korkusu
düşlemez mi ?
- Yahya, Nihat Oral
gelir mi acaba ?
- Merak etme Erol’cuğum
o gelse de çok geç gelir, sizleri
karşılaştırmam. Nihat
Abi, localarda oturur, kimseye
görünmeden çeker gider.
Sizi karşılaştırmam.
- Yahya sağol beni
rahatlattın. Bu iyiliğini asla unutmayacağım…
Rozy Hanım saat kaçta
gelecek ?
- Her günkü saatinde…
- Peki, 5 dakika
randevu alabilir miyim ?
- Vallahi bakalım, Rozy’u
şu gördüğüm masalardaki
kerizlerin tamamı
bekliyorlar.
Gerçektende çevre ilçelerden
gelen, ekabir zenginleri
çifçiler, avukatlar,
Kozan’lılar, Kadirli’den gelenler hep
bekliyorlardı. Yahya hınzırca:
- İşte şu Kozan’lı
Avukat’ta onu bekliyor.
Adam zulaya yatmış,
Rozy’in gelmesini bekliyordu.
- Tamam Yahya teşekkür
ederim.
Düşüncemde söyleydi;
Her gün karanfili veren Ali
kapıda bekleyecek, o
gelir gelmez çiçeği verip kaçacaktı.
Abdulkadir KAÇAR
-59-
Ben de onun çiçeği
verme saatiyle aynı zamanda beni göreceği
zamanı aynı ana
getirmek istiyorum…
Biraz sonra Komilerin,
garsonların koşuştuğunu,
görünce Rozy’in geldiğini
anlamıştım… O havalı, bıçıkın, ve
zirvelerde olan kadın
salına salına içeriye girmişti. Ne yalan
söyleyeyim o anda yaşadığım
heyecan nedeniyle vücudumun
her zerresi titriyordu
ne yapacağımı, nasıl davranacağımı
bilemiyordum. Çünkü,
her gün rüyalarımı süsleyen, hayaliyle
yaşadığım Rozy o alımlı,
havalı, erkeklere tepeden bakmanın
cazibesinin doruk
noktasında oluşu da beni çok etkilemişti.
Aramızda geçecek olan
bu ilişki, filmlerdeki gibi amatörce
bir aşk duygusuna dönüşecekti…
Ben tüm bınları düşünürken
Yahya biraz sonra
elinden tutarak Rozy’i getirmişti. Her
zamanki haliyle
arkamdan yaşanarak elleriyle gözlerimi
kapatıp, o buğulu ve şuh
sesiyle, sormuştu :
- Bil bakalım ben kimim
- Kraliçe Rozy’sin. Yıldız
Gazinosu’nun Kraliçesi Rozy…
Yanağıma bir öpücük
kondurmuş, karşıma geçip
oturmuştu. Eski havasından
hiçbir şey kaybetmemişti. Kırk
yıllık arkadaşım gib
sitem ederkende:
- Nerelerdesin Vefasız
? Kaç zamandır görünmedin ?
- Şeey, yani
Seyahatteydim.
Lafımı tamamlamamıştım
ki:
- Hem insanları kendine
alıştırıyorsun, sonra da
gelmiyorsun…
Doğru söyle Erol,
patronun Nihat Oral’dan korkuyor
musun ?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-60-
- Hayır, ama biraz çekiniyorum
Rozy, doğrusunu
konuşmak gerekirse o
saygı duyulacak bir insan. Onunla
burada, aynı çatı altında
karşılaşmak istemiyorum.
- Çok haklısım, o dünyanın
en iyi insanıdır. Benim çok
samimi sohbet ettiğim,
saygıdeğer aziz bir dostumdur. Zaman
zaman dertlerimi anlattığım
müstesna bir şahsiyettir.
Rozy bir yandan konuşuyor,
diğer yandan da kolundaki
saate sık sık bakıyordu.
Bu hareketi benim de merakımı
uyandırmıştı.
- Ne o Rozy, bir
randevun mu var ? Birisi mi gelecek ?
Birden durakladı:
- Hayır Erol, hayır başımda
öyle bir iş var ki ?
Bir süre sonra tekrar
saatine bakıp, içkisinden bir
yudum aldıktan sonra:
- Evet, birisini
bekliyorum, başıma bela oldu.
- Hayırdır, seni tehdit
felan mı ediyorlar ? Öyle birileri
mi var ?
- Yok canım keşke
tehdit eden birisi olsa daha iyiydi.
- Seni rahatsız eden şeyi
bilmek isterim.
Dişlerini sıkıp, yüzünü
ekşiterek:
- Bir hayvan, kim olduğunu
bilmediğim bir hayvan, her
gün aynı saatte bana kırmızı
bir karanfil gönderiyor. Karanfil
getiren çocuk beni öyle
şartlandırdı, öyle şartlandırdı ki,
gelmediği zaman merak
etmeye başladım. Erol böyle bir şey
olabilir mi ? Üstelik çiçeği
gönderen insan ortada yok,
çıldıracağım…
Bende şaşırır gibi yapmıştım:
- Haklısın, tam bir
sinir savaşı.
Abdulkadir KAÇAR
-61-
Bu cümleden sonra içim
içime sığmıyordu, kafamın içi
uğulduyordu, gülmeyi, ağlamayı,
şaşkınlığı, düşünmeyi,
heyecanı, yaşanmış ve
yaşanacak tüm duyguları aynı anda
yaşıyordum… Bir
taraftanda kızarıp, bozarıyordum, suçüstü
basılmış bir çocuk
gibiydim adeta. Birden bunu fark eden
Rozy,
- Erol, hayırdır, kızarıp-bozardın
?
- Şeey, yoook, önemli
değil.
Sözünü sürdürmüştü:
- Bir oğlan çocuğu koşarak
geliyor, karanfili bırakıp,
koşarak gidiyor. Arkasından
bir iki defa koşarak yakaladım
ama kim olduğunu söylemiyor.
Erol sen de tahmin et bakalım
kim olabilir bu kişi ?
- Rozy senin hayranlarındandır
galiba ?
- Tamam, iyi doğru, hoş
söylüyorsun. Ama, ne yalan
söyleyeyim, bu olay hoşuma
da gitmiyor değil. Yaşamımın
başından beri ilk defa
böyle bir olay yaşıyorum. Ama, bir
kez yakalasam o çiçek gönderen
hayvanı tutup ezeceğim,
parçalayacağım…
Ben bu kez de gülmemek
için, rengimi belli etmemek
için dudaklarımı ısırıyordum
kendime hakim olamazken,
Rozy yine sormuştu:
- Erol, neden gülüyorsun
? Ben çocuk muyum ? Çiçek
gönderen hayvanı
mutlaka bulacağım.
Rozy bunları söylerken
de:
- Rozy o kişi benim,
ben sana kırmızı karanfil gönderiyordum…
diyemiyordum, böyle bir
cesareti kendimde
bulamıyordum.
Ellerini ellerime almıştım,
pırlanta yüzüğünü görünce:
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-62-
- Ne o Rozy, ‘KARANFİLLİ
ADAMI’ çok mu merak
ediyorsun ?
- Hem de nasıl ? Bir
bulsam asabilirim. Çünkü o kişiye
karşı içimde, tarif
edilemez, tam olarak anlayamadığım hisler
var. Aramızda bu konuşmalar
geçerken, yanımızdan gazino
içinde dolaşan çiçekçilerinden
birisi geçiyordu, çağırıp, bir
kırmızı karanfil çektim.
Beyaz jelatine sarıp uzatırken,
- ROZY O KARANFİLLİ
ADAM BENİM… demiştim.
Abdulkadir KAÇAR
-63-
“
EROL BİR GÜN KAYBOLURSAM
BENİ
ARAR MISIN ? ”
O anımı hiçbir zaman
unutamam, gözleri birden
dolmuştu, hem ağlıyor,
hem de boynuma çocuklar gibi sarılıp
beni bağrına basıyordu,
Hıçkırıkları arasında da
- Eroool, Erol’um,
demek o kişi sen misin ?
- Evet, Rozy’m o kişi
benim.
- Tahmin etmeliydim
Erol’u, o kişinin sen olduğunu
düşünmeliydim, hatta
bir an aklımdan geçmiş, ama sonra
vazgeçmiştim. Çok
sevindim, çok sevindim.
O gece sabaha kadar tüm
masalardaki randevularını
iptal edip, hatırlı müşterilerinin
isteklerini geri çevirmişti.
Benim masamda oturmuş,
başını omuzuma koyup sabahlara
kadar ağlamıştı. Garson
Yahya ve diğer garsonların saç
tarayarak verdiği işaretlere
de kızmıştı :
- Yahya git başımdan,
bu gece benim gecem, n’olur
dokunma…
Çukurova’nın tüm ekabir
takımı Rozy’i beklerken,
Avukatlar, avuçlar
dolusu paralar harcarken, çifçiler binlerce
dönüm tarlalarını satıp
ayaklarının altına altınlar sererken,
Tek Kişilik Gazeteci Okulu -
Erol ERK
-64-
o bunları reddetmiş,
gariban bir gazeteci olan Erol Erk’le
oturmayı tercih etmişti.
O günden sonra Rozy’mle
aramızda inanılmaz bir aşk
doğmuştu. Her
saniyesini dolu dolu yaşadığım bu mutluluk
belki 15 gün, belki bir
ay devam etmişti. Bugün bile
soruyorum, ben Rozy’i
kendime neden aşık etmiştim ? Neden
böyle davranmıştım ?
Farkına varmadan iyilik mi, kötülük
mü etmiştim ? Hala çözebilmiş
değilim…
Artık havalarda uçuyordum,
çok mutluydum. Annem
ve babam bendeki bu değişikliği
fark etmişti:
- Erol bu günlerde
sende değişik haller var.
- Yok anne-baba, sadece
çok mutluyum.
Artık deliksiz uykular çekiyordum.
Ertesi sabah gazeteye
gittiğimde Çoban Abi’nin
masasında oturup çalışırken telefon
çalmıştı arayan Semra’ydı.
- Erol seni kutluyorum,
çok büyük adamsın.
- Neden kutluyorsun ?
- Çünkü, sen kimsenin
başaramadığını başarıp, o kadını
kendine aşık ettin.
Benim söylediklerim de doğru çıktı.
Oysa artık Semra’nın,
Naci’nin aramasını istemiyor, bu
sevgimize kimsenin
dokunmamasını istiyordum.
- Nereden haber aldın ?
- Biz haber alıyoruz
dostum, Rozy şu anda sırılsıklam
aşık, sende onu sevmeye
başladın. Ama, kendini iyi kontrol
etmelisin Erol. Bu
maceranın sonu hüzünle bitebilir, kendini
fazla kaptırmadan devam
et. Biz belki farkında olmadan saf
ve büyük bir aşkın doğmasına
neden olduk, ama bunu
yapmaya zorunluyduk.
Artık buluşup gezin-eğlenin, bunların
Abdulkadir KAÇAR
-65-
hiç birisi önemli değil,
ama gittiğiniz her yerde sizi bir gölge
gibi takip ediyoruz.
Çoban Yurtçu’nun masasında
yine oturuyordum, Nihat
Oral erken gelmişti. Bu
arada bir haftadır gazinoya gitmemiştim
nedense ? Ama, dışarıda
görüşüyorduk. Nihat Abi,
gür sesiyle:
- Eroooool !!!
Koşarak yanına gitmiştim:
- Buyurun sayın
patronum.
- Ah yaramaz ah, kızı
niye ihmal ettin ?
- Hangi kızı Nihat Abi
?
- Hangi kızı var mı ?
Her şeyi biliyorum. Rozy’i, Rozy’i.
Kız şu anda sana sırılsıklam
aşık olmuş, üstelik rahatsız,
hüngür hüngür senin için
ağlıyor, hemen ona telefonu aç ilaç
gönder…
Rozy meğerse Nihat Oral’a
her şeyi itiraf etmişti. Hemen
ilaçları göndermiştim,
zaten ilişkimizde gazino dışında devam
ediyordu. Garson Yahya
bile bu işe çok şaşırmıştı. Ama, biz
her gün öğrenciler gibi
el ele tutuşup, art niyetimiz olmadan
geziyorduk. Bazen
faytonla Sular semtinde geziyor, o
zamanların en gözde
buluşma yeri ve seçkin izleyici grubunun
buluştuğu Alsaray
Sinemasına gidiyor, arka koltuklara oturup
Yabancı filmleri
izliyorduk. Bu birlikteliğimiz ya 15 gün, ya
da bir ay sürmüştü.
Rozy bana öyle aşık olmuş, öyle bağlanmıştı
ki, artık ayrılmak
istemiyordu. Bir gün şuh sesiyle :
- Erol, artık seni
benden hiçbir kuvvet kopartamaz, ama
bu işin sonu ne olacak
merak ediyorum.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-66-
Bende ona karşı aynı
duygularla doluydum:
- Rozy’m, bende
bilemiyorum, iyice şaşırdım.
Bir keresinde de Rozy’m
şöyle demişti :
- Erol, olur ya, bir gün
ortadan kaybolacak olursam,
beni arar mısın ?
- Tabi ararım sevgilim,
hem de nasıl ararım ?
- Ama, bizim yaşantımızın
nerede başlayıp biteceği pek
belli olmaz. Sana şimdiden
bir adres veriyorum, ola ki, bir
gün ortadan
kaybolursam.
O anda içim,
- Cızzzzz !!! diye yanmıştı:
- Eee ? Ağzından yel
alsın.
- Beni, Beyoğlu’nda
Kont Oteli’nin sokağında Madam
Olga’ya sorabilirsin.
Ben eğer orada olmasam bile sana
kesinlikle bir not bırakacağım,
notumu bulursun.
İkimizinde gözlerinden
birer damla yaş düşmüştü.
O gün sanki ayrılacağımızın
işaretini veriyordu. Neden
veriyordu, nasıl
veriyordu, bilemiyordum. Çünkü, biz sadece
aşkımızı yaşıyorduk.
Gece alemine açılan penceremdeki bu
en büyük aşkı tadıyorduk.
Hiç bir art düşüncemiz yoktu.
Birbirimizle ilişkimiz
bile yoktu. Sadece fayton arabalarıyla
dolaşıyor, sinemaya
gidiyorduk. Semra’ yla buluştuğumuz
İstasyon Lokantası’nda
birkaç defa da yemek yemiştik. Fakat
izlendiğimizi, her
hareketemizin kontrol edildiğini hissediyordm.
Sanki bir gölge bizimle
geziyordu. Hatta sonradan
beni aramazda olmuştu. Şüphelerim
iyice artmış sinirlerimd
boşalmıştı. Rozy’ede
bir şeyler anlatmak istiyor, ama anlatamıyordum.
Abdulkadir KAÇAR
-67-
Bir hafta sonr ne
olduysa olmuştu. Yine Alsaray
Sineması’na gitmiş, yan
yana oturuyorduk. Önümüzde,
arkamızda, sağımızda,
solumuzda da oturan kişiler farklıydı.
İlk defa gördüğüm
tiplerdi. Çok ilginç bir kuşatma altındaydık
sanki. Sinemanın her
zaman ki havası yoktu. O ünlü GONG
sesi vurmuştu. Salon kararmıştı,
perde aydınlanır gibi oldu
ama, film oynamamıştı,
bir ara elektrikler kesildi sanki, perde
açılıp film oynar gibi
olmuş, sonra yine kararmıştı. Bu sırada,
ön sırada oturanlar
arkaya dönmüştü, ellerinde bir paret mi
vardı, bir şeyler oldu
ama bir türlü anlayamamıştım. Bir
elektriklenme, alış-veriş
olmuş, hareketler yapılmıştı.
Karanlıkta ne olduğunu,
insanların neden böyle dalgalandığını
falanda anımsayamıyordum,
şu anda da zaten anımsamak
istemiyorum. O sırada
arkamdaki koltukta oturan kişi
karanlıkta, sert ve
emir veren bir ses tonuyla :
- Erol Erk, ayağa kalk.
Karanlıkta ne olduğunu
anlamadan kalkmıştım.
Aynı ses bu kez:
- Hiç etrafına bakma,
dosdoğru çıkışa doğru yönel.
Bu arada sesleniyordum:
- Rozy, Rozy…
Kimseden ses çıkmıyordu.
- Rozy nerdesin ? Rozy
Aynı ses bu kez:
- Onu merak etme Rozy
burada…
Korkarak çıkış kapısına
doğru yürürken, benimle birlikte
dışarıya iki dizi adam
kordon altında beni sürüklüyorlardı
sanki. Ama ne olduğunun
da o anda farkında değildim.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-68-
Rozy yoktu, yer yarılmış
yerin dibine girmişti.
Ama, ben bağırmaya
devam ediyordum,
- Rozyyyyy !!!
- Rozyyyyy !!!
- Rozyyyyyyyy !!!
Bu arada film başlamıştı,
ben yine ona seslenirken birisi
arkamdan dürtmüştü.
- Hadi git, dışarıya doğru
git, senin görevin artık burada
bitti…
Bu görevin ne olduğunu,
nerede başlayıp bittiğinin
bende bilemiyordum.
Sinemanın her tarafında Rozy’i yeniden
aramaya koyulmuştum.
Kapıdaki görevlilere soruyordum.
Bize bilet veren gişeciye,
kapıda bileti kesenlere.
- Rozy’i görmediniz mi
?
- Ne Rozy’si kardeşim ?
- Biraz önce leopar kürklü
bir kadınla içeriye girerken
siz bilet vermiştiniz,
biletimizi siz kontrol etmiştiniz ya.
- Git kardeşim, bizimle
alay mı ediyorsun ?
- Çık dışarı…
- Öyle kimseyi görmedik.
- Yahu biraz önce hani
buradan içeri girmiştik, lambalar
söndü çıkıp gitti mi
acaba ?
Ne olduğunu anlayamamıştım.
Rozy ortada yoktu.
Ağlaya ağlaya eve dönüyordum.
‘ERKEKLER AĞLAMAZ’
sözünün boşuna söylendiğini
bu olayda anlamıştım.
Hüngür hüngür ağlıyordum,
hıçkırıklarım birbirine
karışıyordu sanki… O
gece artık benim için yaşanmazdı.
Hem ağlıyor, hıçkırıklara
boğuluyor, hem de alkol alıyordum.
Sabahın olmasını
bekliyordum. Yine gazeteye gidecek, Çoban
Abdulkadir KAÇAR
-69-
Yurtçu’nun masasına
oturacak, Rozy’nin ya da hiç tanımadığım
birisinin beni aramasını
bekleyecektim. Bu duygularla
uyuyup kalkmıştım, gözümü
açar açmaz koşarak gazeteye
gitmiştim, duramıyordum,
çıldıracak gibiydim. Hemen Yıldız
Gazinosu’nun Kadınlar
Pansiyonunu aramıştım. Santral
memura:
- Rozy’i bağlar mısın ?
Telefondaki ses,
- Ne Rozy’si kardeşim ?
Burada öyle birisi kalmıyor.
- Nasıl olur ?
- Sana yalan mı söyleyeceğim
yok dediysem yoktur.
- Ben Erol Erk’im, daha
dün birlikteydim.
- Erol Erk, seni tanıyoruz
ama Rozy çoktan buradan
ayrıldı…
- İsterseniz yarın yine
arayın… Belki bir yerlere gitmiştir.
Yapabileceğim hiçbir şey
yoktu, ‘YOK’ larla baş başa
kalakalmıştım, telefon
elimdeydi. Bu arada Nihat Oral Abiyi
bekliyordum. Bir süre
sonra gelince de, sıkıla sıkıla makamına
sokulmuştum:
- Nihat Abi, sizinle
bir şey görüşebilir miyim ?
- Otur bakalım çapkın,
sende mi gece aleminin tadına
vardın ?
- Abi, birkaç defa
masumca gitmiş, Rozy’le tanışmıştım,
o beni çok seviyordu.
Nihat Abi, sözümü
keserek:
- Tabi o da seni
seviyordu, sana aşıktı.
- Nereden bildin abi ?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-70-
- Bu işler böyledir.
Ama, dün gece gazinoda Rozy yoktu.
Garsonlar da nereye
gittiğini bilmiyorlardı, sanırım kayıp
olmuş.
Nihat Abi’nin bu sözleri
üzerine yığılıp kalmıştım. Kime
sorsam hep ‘YOK’, ‘KAYIP’
sözleriyle karşılaşıyordum. Benim
için her şey bitmişti,
yaşamak istemiyordum. Karasevdanın
kara sularında boğulmak
üzereydim, bir ışık, bir minik haber
arıyordum. Pansiyonu
ikinci kez aradığımda.
Santraldaki ses:
-Kardeşim, biraz öncede
aradın Rozy isimli birisi yok
burada…
- Ama, şeyyy
- Müşterisiyle gitmiş
olabilir.
- Nasıl gider, her gün
telefonla görüşüyorduk.
- Evet görüştürüyorduk
ama şimdi yok, böyle ısrarla
neden arıyosun ? Bize
inanmıyor musun ? Belki çıkar gelir,
fazla canını sıkma.
Bu kız müşterisiyle
gitme sözü kafamda yankılanmıştı,
hemen aklıma Kozan’lı
Avukat gelmişti. İsmi de Kemal olan
Avukatın Kozan
telefonunu 03’e yazdırmıştım, kendi kendime
de:
- Acaba, bu zengin
avukatla mı kaçtı ?
- Kozanda mı acaba ?
- Ne zaman geri dönecek
?
- Kozan’a gitsem mi ?
Bu düşünceler kafamdan
geçerken, santral memuru
Kozandaki Avukat Kemal
Bey’in telefonun hazır olduğunu
söylemişti. Çıkan kişiye:
Abdulkadir KAÇAR
-71-
- Avukat Kemal Bey yok
mu ?
- Hayır kardeşim, o çoktaaan
gitti.
- Nereye gitti ?
- Bilemiyorum… Bizde
izini arıyoruz, görürseniz haber
verin.
Yine tepemden kaynar
sular dökülmüş, tırnaklarımdan
çıkmıştı… Kendi kendime
nasıl bir işe düştüğümü düşünüp
kızıyordum. Oysa Rozy’i
sorabileceğim tek önemli kişide
avukattı. Çünkü Rozy
ona değil ama Avukat Kemal ona aşık
olmuştu. Telefondaki
ses yine de şöyle demişti :
- Kemal Bey ararsa,
gelirse kim aradı diyelim ?
- Adana’dan Erol Erk
aradı dersiniz, gelirse lütfen beni
arasın.
- Peki… Geleceğini sanmıyorum
ama gelirse söyleriz.
Tam kara sevdaya
tutulmuş, perişan olmuştum… Çocuk
gibiydim. Çakmak
Caddesi’nde ipil ipil yağan yağmurun
altında günlerce tek başıma
ağlayarak ellerim ceplerimde
dolaşmıştım. İliklerime
kadar ıslandığım da sayıklıyordum:
- Rozy’mmm
- Rozy’m, güzel Rozy’m…
- Hadi gel, gel bir
tanem .
- Gel sevgilim…
- Rozyyy !!!
- Rozyyy !!!
O arada gazinoya bir uğramıştım,
Garson Yahya’yı
buldum:
- Yahya Rozy’den haber
yok mu ?
- O çoktaaan ayrıldı.
- Ne zaman ?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-72-
- Abi çok oldu hatta
sana bir de mesajı vardı…
Tüylerim diken diken
olmuştu.
- Nee ? Mesaj mııı ?
- Erol’umu benim yerime
yanaklarından öpün demişti.
- Gerçekten mi ?
- Öyle, bizde diğer
garsonlarla birlikte çok merak ettik.
Ama, bir ara seninle
gittiğini düşünmüştük. Ama, izine
rastlayamadık. Eşyaları
da pansiyonda. Nüfus cüdanı bizdeydi
onu da alıp götürmüş…
Rozy’mden tam olarak ümidimi
o zaman kesmiştim.
Nasıl yağı bir tavaya
koyduğunuzda,
- Cazzz !!! diye yanma
sesi çıkartırsa, yüreğimde aynı
öyle yanmıştı…
Her şeyin bittiğini,
izini kaybettiğimi, onunla bir daha
asla görüşemeyeceğimi
anlamıştım. Rozy artık yoktu. Semra
ve Naci’den de haber çıkmıyordu.
Kendilerine ulaşabileceğim
telefonlara çıkan kişiler,
yüzüme kapatıyordu. Notlarıma
yanıt vermiyorlardı…
Çoban Abi’den izin alıyordum:
- Abi, ben çok rahatsızım,
n’olur biraz idare et.
O da şöyle diyordu :
- Erol, sen çalışmayı çok
seven bir kişisin, bu günlerde
değişik haller yaşıyorsun.
N’oldu sana Erol ? Rengin soldu,
gözlerin şiş, yoksa
uyumuyor musun ?
Kenan Gedikoğlu da:
Erol Ağa herhalde çapkınlığa
başladı ?
- Yok be Kenan, çapkınlık
falan yok ortada.
- Erol öyle diyorsun
ama yazı da yazamıyorsun artık.
Abdulkadir KAÇAR
-73-
Gerçektende tüm
duygularımı, düşüncelerimi yitirmiştim.
Aklımda Rozy vardı,
karasevdalım, aşkım, büyük
sevgilim, karasevdam.
Ondan başka hiçbir şeyi düşünemiyordum.
Günler su gibi akıp geçiyordu.
Bir gün Çoban
Abi’nin masasında
oturuyorken telefon çalmıştı. Tanıdığım
isimlerden birisi değildi,
Rozy’nin kaybolduğunun 11.
günüydü ve çok
heyecanlanmıştım. Koşarak telefonu elime
aldığımda ;
- Erol Erk orada mı ?
- Evet, benim, Erol Erk
benim, kim arıyor, yoksa Rozy
mi ?
O ses,
- Biraz bekle…demişti.
Biraz sonra metalik bir
erkek sesi, hiç duymadığım bir
ses tonuyla şöyle demişti
:
- Erol Bey kusura
bakmayın, bazı gelişmeler oldu, ama
biz o kadar gaddar değiliz.
Sen tarihi görevini başarıyla
tamamladın. Bugün saat
17.00’ de Havaalanına gelip bizi
orada bekle…
Saate baktığımda 17.00’ye
geliyordu. Hemen
muhasebecimiz Muzaffer
Abi’ye koşarak:
- Abi, bana acil para
ver.
Ne yapacaksın Erol’um
.?
- Sorma Abi, çok önemli
- Nasıl ?
Hemen parayı almıştım,
o dönemin eski model
taksilerinden birisine
binmiştim. Şoföre bağırıyordum:
- Biraz daha hızlı,
Biraz daha hızlı…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-74-
Havaalanının kapısında
taksi durur durmaz parasını
hızlı verip içeriye
dalmıştım. Üzerimdeki beyaz pardesünün
yakalarını da kaldırmıştım.
O yağmurun altında uçağa doğru
hızla koşuyordum, koşuyordum
ama bir türlü gidemiyordum.
Demirden iki pençe
arkamdan beni sarmıştı, kımıldayamıyordum.
- Dur bir dakika
bekleee… diyordu.
Kımıldamak, Rozy’i
belki orada görebileceğimi sanıyordum,
nerede olduğunu merak
ediyordum. Onu görmek
için bir mucize bir
mucizeye doğru koşuyordum… Anonslar
yapılmış, yolcular çıkış
kapısına doğru yönelmişti…20-30
kişilik yolcu
kafilesinin arasında üzerinde beyaz pardesü
olan, saçları toplanmış
Rozy vardı, beni görünce o bana, ben
ona doğru koşuyorduk...
Gelip boynuma sarılmıştı,
ağlaşıyorduk karşılıklı.
- Erol’um, Erol’um…
- Rozy’m Rozy’m…
- Ben gidiyorum Erol,
ama seni çok seviyorum.
- Böyle habersiz
gidilir mi ? Rozy’m aşkım.
Parmaklarını dudaklarıma
bastırmıştı:
- Sus Erol, artık dönemem…
Sana daha önceki verdiğim
adresi unutma… Belki o
adreste İstanbul’da beni bulabilirsin.
Benim ne olduğumu,
nereye gittiğimi, hiç sorma, sormana
gerek kalmadı…
Hem onun arkasından,
hem de benim arkamdan demir
pençeler tutarak zorla
ayırmıştı. Rozy de bende ağlıyorduk.
Onu zorla uçağa
bindirmişlerdi. Yağmur şiddetini arttırmıştı,
uçak motorlarını çalıştırmış,
beş dakika sonra da kapıları
kapanıp büyük bir
homurtuyla gökyüzüne doğru yükselip,
Abdulkadir KAÇAR
-75-
bulutların arasında
Rozy’mi de alıp kaybolmuştu… Onu
görmem artık olanaksızdı,
çünkü, ne olduğunu hala
bilemediğim rolüm bitmişti.
Ama, onunla birlikte bende
bitmiştim. Rolümün ne
olduğunu hiçbir zaman anlayamamıştım,
işime gelmemişti…
Havaalanının dışında
Naci’yle karşılaşmıştım, hemen
yakasına yapışarak:
- Naci, Naci, neydi
bana yaptığınız ? Neydi bu işkence?
Rozy’mi benden nasıl
koparttınız ?
Naci soğukkanlı ve
kararlı bir ses tonuyla:
- Erol, her oyun kuralına
göre oynanır. Ne sen bir şey
sor, ne de ben bir şey
söyleyeyim. Yalnız şunu iyi bil ki, artık
oyun bitti. Sen görevini
yaptın, Rozy şu anda gidiyor. Belki
yıllar sonra fısıltı
halinde sana nasıl bir rol verildi, nerede
oynadın, nerede oynamadın.
Bunları sana anlatabiliriz. Ama,
bu işin gizli tarafları
çok fazla, Semra da görevini yapıp
bitirip gitti…
- Naci Rozy’den haber
alabilmek için seni arayabilir
miyim ?
Arabasına binerken bir
yandan da:
- Belki, belki.
Havaalanından simsiyah
bir cadillac marka arabaya
binip kaybolmuştu… Gözlerimde
şakır şakır yaşlar akıyordu,
ama beni orada tek başıma
bırakıp gitmişlerdi. Tekrar
gazeteye dönmüştüm.
Sabahlara kadar içmiş, içmişti.
Kendimden geçmişim.
Neyin ne olduğunu bilemiyordum
artık…
Aylarca Semra’dan Rozy’den
haber gelir diye
beklemiştim ama hiçbir
bilgi yoktu. Onun:
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-76-
- Erol bir gün seni
arayabilirim… sözleri beynimin
içinde yankılanıyordu…
Ne arayan, ne de soran vardı.
Patronum Nihat Oral’la
dertleştiğimizde:
- Erol kafanı yorma,
canını sıkma. Bu yaşamın kadınları
böyledir. Bilki
birisiyle gitmiştir. Ama sana itiraf edeyim ki,
Rozy seni çok, çok ama çok
seviyordu. Senin aşkından kız
sabahlara kadar hıçkıra
hıçkıra ağlıyordu, buna defalarca
tanık olmuştum. Sende
para pulda yoktu, oğlum ama seni
çok sevmişti. Bak sende
onun aşkıyla sararıp soldun,
yaşamdan koptun, artık
kendini toparla, daha önünde
yaşanacak uzun yıllar
var…
Artistlerin birisi
gelir, birisi gider.
İşte bu olay benim gece
yaşamına geçişimi oluşturacaktı…
Günlerce kimseden haber
gelmeyince artık tek çıkar
yol İstanbul’a gidip
Rozy’imin verdiği adreste Olga’ya ulaşmak
olacaktı. Paralarımı
biriktirerek bir ay sonra İstanbul’daydım,
verilen adresteydim.
Ama, her adımım sanki Rozy’e beni
daha çok yaklaştırıyordu.
Adrestekilere sormuştum:
- Olga burada mı ?
- Evet, bir Olga var.
O günlerde saçları
beyazlamış, kömür mangalının
başında bir kadın
elinde bir yün yumağı, gözünde gözlükler
iş işliyordu.
- Olga siz misiniz ?
Titrek sesle:
- Hangi Olga ?
- Vallahi, bilemiyorum,
Olga’yı arıyorum bana burayı
tarif ettiler. Burası
Kont Sokağı değil mi ?
Abdulkadir KAÇAR
-77-
- Evet.
- Siz Olga mısınız ?
- Evladım benim adım
Olga
Uzun süre beni süzdükten
sonra:
- Rozy’mi gördünüz mü ?
- Hangi Rozy ? Rozy kim
?
- Rozy’m, bana bu
adresi vermişti. Eğer kendisi yoksa
bile bir mesajını
bulabileceğimi söylemişti. Bana not bırakmadı
mı ?
Olga tekrar yüzüme bakmıştı,
ellerini omuzlarıma
koyarak:
- Oğlum, not bırakan
olmadı, yalnız burada çok Rozy’ler
var… Rozy’i artık, unut
beni dinlersen unut…
O günlerden bu güne
kadar Rozy’nin ne yaptığını, adını
sanını bilemediğim ama
o günkü koşullarda inşa edilen
İncirlik Hava Üssü’nden
bilgi toplamaya gelen bir Rus Casus’u
olduğunu daha sonraki
araştırmalarımda anlamıştım…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-78-
Abdulkadir KAÇAR
ILICAK
VE SİMAVİ
DEMOKRAT
PATRONLARIMDI
Tercüman ve Hürriyet
Gazetelerinde çalıştığım
dönemlerde, iki
kurumunda sahipleri olan patronlarımla çok
samimiydim.
Rahmetli Kemal Ilıcak
Tercuman'ı Türkiye'de sağın
öncüsü yaparak dev
trajlar almasını sağladı, kendisi milliyetçi
bir kişi olmasına rağmen,
çalışanlarının büyük bir kısmı
solcu, Ecevit'çiydi.
Ama, bir gün bile onların düşüncelerine
etki yapmak istemedi,
değiştirmeye kalkmadı.
Daha da ötesi, sağın
tek temsilcisi olan Tercüman
Gazetesi'nde Bölge
Temsilcisi olduğum dönemde yerel
seçimlerde CHP'nin adayı
Av. Eğe Bağatur'u destekleyerek,
onun Belediye Başkanı
olmasını sağlamıştım. Heyetler halinde
karşı görüşteki kişiler
İstanbul'a beni Kemal Ilıcak'a şikayet
ettiklerinde de şöyle
demiş:
-Erol Erk, benim
temsilcimdir, yetkilidir, onun yaptıklarına
karışmam...
-79-
İKİNCİ
BÖLÜM
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-80-
Aynı biçimde Hürriyet
Gazetesi'nde bir skandalı ortaya
çıkartmıştım, Türkiye'yi
günlerce etkilemişti bu skandal.
Yine şikayetler
kendisine gittiğinde Erol Simavi de:
-Ben Erol'un yazdığına
karışmam... yanıtını vermişti..
Çağının en büyük
demokrat patronları, en iyi gazetecileri
olan Sayın Ilıcak ve
Simavi'yi saygıyla anıyorum.
Onlardan aldığım
terbiyeyle de ileride yetiştireceğim
öğrencilerime hep örnek
oldum.
Gerek Sayın Ilıcak,
gerek Simavi'nin yakınlarının da
onların yolundan
gitmelerinden büyük bir haz duyuyorum..
Abdulkadir KAÇAR
-81-
TÜRKİYE'NİN
SOYGUN HARİTALARI
TBMM'NİN
NEMLİ MAHZENLERİNDE
Topladığım bilgilerle,
inanarak söylüyorum ki, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti son
30, 35 yılda inanılmayacak biçimde
soyuldu. Gerek Devlet
Bankaları, gerek Kamu kuruluşlarının
uğradığı soygunlar, bu
günkü, paraya çevrilecek olursa,
katrilyonlara ulaşarak
devletin bütçesinin 4, 5, 6 katına
ulaşır. İşte bunların
belgeleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
altındaki arşivlerin
tozlu raflarında, rutubetli köşelerinde
yer alıyor.
Türkiye Büyük, Millet
Meclisi Başkanı Sayın Mustafa
Kalemli'ye sesleniyorum:
Lütfen, Mahzenierdeki
arşivleri ciltler dolusu yolsuzluk
zabıtlarını kamuoyuna açıklayın.
Temiz devlet, temiz toplum
için bu şarttır. Ancak
geçmişi iyi bilirsek geleceğe güvenle
bakabiliriz...
Hiç unutamıyorum, Dönemin
İçel Milletvekili Ali İhsan
Elgin Fikri Sağlar,
Adana Milletvekili Cüneyt Canver daha
bir çok kişi bir dönem
parlamentonun yaramaz çocuklarıydı.
Özellikle Sayın Ali İhsan
Elgin sık sık meclise soru önergeleri
vererek yolsuzluklarla
ilgili iddialarda bulunuyordu. Örneğin:
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-82-
-Falan kamu kuruluşu
nasıl soyuldu?
-Şu banka neden
soyuldu?
-Bunları yapanlarla
ilgili neden işlemler yapılmıyor.
Televizyondan ve yaygın
basından da çok yakından
izlediğim Ali İhsan
Adana'ya geldiğinde sordum:
-Aziz Dostum, bu kadar
yolsuzluk iddialarıyla ilgili
belgeleri, bilgileri
nereden buluyorsun?
Gülümsemişti:
-Erol Abi, Ankara'ya
geldiğinde bana uğra, bu kaynakların
kuyusunu göstereceğim,
gözlerine inanamayacaksın...
Bir süre sonro Başkente
gittiğimde yanına uğrayıp, çay
ve kahvesini içtikten
sonra, forsunu kullanarak, sivillerin
girmesine asla izin
verilmeyen TBMM mahzenlerine beni
indirmişti... O tozlu
raflardaki arşivlerde, nemli ortamda cilt
cilt kitaplar,
dosyalar, belgeler duruyordu. Birisini alıp
hafifçe karıştırdığımda
gözlerime inanamıyordum:
O mülkiyemin saygıdeğer
müfettişleri,
O Devleti Denetleme
Kurulunun saygıdeğer yetkilileri
Bakanlığın saygıdeğer
denetçileri, mülkiyeliler...
Abdulkadir KAÇAR
-83-
27
MAYIS 1960 İHTİLALİNİ
MİT
ÖNCEDEN BİLİYORDU
Albay rütbesiyle Mit'in
Adana Bölge Başkanı olan Fuat
Doğu'yla dosttum.
General ve MİT Müsteşarı olduğunda da
bu dostluğum artarak
devam etti. 27 Mayıs 1960 ihtilaline
adım adım yaklaştığımız
günlerde Fuatpaşa ile sık sık
tartışıyorduk, bana şöyle
diyrdu:
-Erol, yukarıyı (Başbakan
Menderes'i) sürekli
uyarıyoruz, basının üstüne
gitmesinin, sansür yapmasının
hatalı olduğunu anlatıyoruz,
ama vesveseye kapılmış,
dünyanının kendisinin düşmanı
olduğunu düşünüyor...
Türk Basını 1950, 60 yılları
arasında uygulanan sansürle
çok bunalımlı bir dönem
geçirdi, bunun sonucu ortaya çıkan
FISILTI GAZETESİ de aslı
astarı olmayan iddiaları ortaya
atınca, 27 Mayıs
ihtilali oldu, ve bunu çok aylar önceden
Fuatpaşa anlatmıştı...
Gelmiş-geçmiş en büyük
istihbaratçı olan Fuatpaşa
ihtilalin olacağını
biliyordu, MİT'te biliyordu, ihtilal olmadan
Fuatpaşa İran'a gitmişti,
sanırım ya oradayken ya da
döndükten sonra ihtilal
olmuştu;
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-84-
LİDERLERİN
EN BÜYÜK HASTALIĞI
SEPTİZM
(ŞÜPHECİLİK) TİR
Türk Siyasi tarihinde
liderleri bekleyen bu konuda
başbakan Adnan
Menderes'i bile kaybettiğimiz hastalığın
nedeni 'SEPTİZM' (şüphecilik)
halk deyimiyle vesvese
hastalığıdır... Bu
hastalığın ilk kurbanı olan -Menderes tedavi
olamadan yaşamını
yitirdi. Çünkü, onda öncelikle İsmetpaşa
fobisi vardı. Daha
sonra da tüm basının aleyhinde olduğunu
düşünüyordu. Bu nedenle
de sansür yasalarını çıkartı, ama
şüphecilik hastalığını
tedavi ettirmediği içinde, hem iktidarını
hem de yaşamını
yitirdi.
Çok tehlikeli olan bu
hastalığa günümüzde Erbakan ve
Çiller yakalanmış
durumdadır, çok acele Kayaş Rehabilitasyon
Merkezine giderek
tedavi olmaları gerekir, Ne zaman
televizyonu açsam, aynı
şeyi tekrarlıyorlar
-Basın yalan yazıyor,
-Basında çıkan
haberlere inanmayın,
-Basın sabaha kadar hükümet
aleyhine yazacaklarını
düşünüp, sonra gelip
yazıyor, diyorlar.
4-5 yıllık meslek yaşamı
olan birisiyim ve bu konuda
çok samimi olarak söylüyorum
ki, basın yalan yazmaz, ancak
abartabilir. Bende aynı
şeyleri yazdım. Yazdığı yerde mutlaka
Abdulkadir KAÇAR
-85-
bir şeyler vardır ve
kesindir... Bu nedenle, 'SEPTİZM'
hastalığına yakalanan
devlet büyüklerininin yeni bir basın
yasasıyla, medyayı sansüre
teşebbüs etmeleri çok tehlikelidir;
Bugün erdemliliğe erişerek,
halkı ve silahlı kuvvetlerle
hükümetin arasında denge
olan Aydın Menderes, bu konuda
kesinlikle bir ölçüdür,
acıyı babasını kaybederek yaşamıştır.
Sayın Aydın Menderes'in
Erbakan'ı ve Çiller'i ikna etmesini
istiyorum.
Çünkü biliyorum ki; eğer
hükümet, basın ve medyayı
susturmak için bir takım
sansür yasaları çıkarırsa o zaman
ne mi olur?
Rotatiflerde sayıları 10'larca milyona ulaşan
FISILTI GAZETELERİ
devreye girer, ve o da askeri kışlasını
rahatsız eder... Yaşadığım
için biliyorum, bir kaç generaldan
başka dostu olmayan
rahmetli Adnan Menderes, bu yanlış
politikası nedeniyle fısıltı
gazeteleri kulaktan kulağa
yayılıyordu.
“DEMO KRAT PAHTİNİN İL
ERİ GELENLERİ
MİLYARLIK YOLSUZLUK
YAPIYORLAR”
YÜZLERCE KİŞİ HER GÜN ÖLDÜRÜLÜP
KUYULARA
ATILIYOR.
Halk, asker, Türkiye'nin
her taşı-toprağı artık huzursuz
olmuştu, bir tek kişininin
bir tek damla kanı dökülmeden
yapılan 27 Mayıs 1960
ihtilalinden sonra, Menderes ve
Bakanların hepsi
mahkemelerde hesap verdiklerinde ne
kimsenin öldürülüp
kuyuya atıldığı, ne de Demokrat Parti
ileri gelenlerinin
devletin kör kuruşunu bile zimmetlerine
geçirmedikleri,
yolsuzluk yapmadıkları anlaşıldı. Ama, normal
gazetelere uygulanan
sansür FISILTI GAZETESİ'nin bu
şekilde şok başlıklar
bularak askeri kışlasından çıkartmıştı.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-86-
İşte bu 'SEPZİZM'
hastalığı ve şüphe sonunda hem demokrat
partininin iktidarı
kaybetmesine neden oldu, hem de ülkeninin
geleceğine farkında
olmadan farklı bir yön vermesini zorunlu
hale getirdi.
O yıllarda yaşı küçük
olmasına rağmen Aydın Menderes
olayların içindeydi, ve
acılarını yaşadı, bu gün yaptığı konuşmalarında
bunu sezinliyorum.
Liderler Tansu Çiller ve
Erbakan'ın, babasını
şehit veren kişi olan Menderes'e fikir
sormalarını
öneriyorum...
Sayın Erbakan ve Çiller
sakın ola ki, basına sansür
uygulamasınlar, bunu
akıllarından bile geçirmesinler, Adnan
Menderes örneğini iyi
degerlendirerek, ders alsınlar! Tüm
dünyada olduğu gibi
Türkiye de de basınla uğraşılmaz, bu
maceraperestlik
DONKİŞOT’luktur...
Abdulkadir KAÇAR
-87-
LAİKLİĞİN
BEKÇİSİ
HARBİYEDİR...
Gözlerim görmese bile
televizyondaki siyasi haberleri
günü gününe dinliyorum,
bazı parti liderleri ekrana çıkıp,
iri iri laflar
söylüyorlar:
-Laikliğin teminatı
benim.
-Laikliğin bekçisi
bizim partimizdir.
-Ölürüz de laiklikten
taviz vermeyiz...
Bunları düşünürken, 45
yıllık deneyimlerime dayanarak
söylüyorum ki;
Türkiye’de laikliğin
tek koruyucusu, kollayıcısı ve
uygulayıcısı
Harbiye’dir... O değişmez bir güç, vazgeçilmez
bir bekçidir.
Ne Tansu Çiller,
Ne Mesut Yılmaz,
Ne Deniz Baykal,
Ne Bülent Ecevit,
Ne o, Ne de bu?
Siyasi partilerin
liderleri elbette, Atatürk ilkelerine
sahip çıkacak, demokrat
Türkiye’nin haklarını savunacaklardır,
bunun için
kurulmuşlardır. Ama Laikliğin bekçiliğini
yapamazlar.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-88-
Eğer Harbiye korumamış
olsaydı, 1960 ihtilalinden
sonra, Şeriatçılar daha
meydanda yokken Türkiye koministlerin
eline geçecekti...
Burada bir anımı
anlatmak istiyorum:
Bu gün Türkiye de
İslamiyetin en yoğun, koyu gerçek
biçimde yaşandığı il
Konya’dır. İster yerel basın, ister yaygın
basın olarak kim
giderse gitsin, yaşları 65, 70, 80 olan kişilerle
konuşsun. Onlara
Mustafa Kemal’i sorsunlar. Bu güzel
Konyalılar, her birisi
dünya tatlısı olan insanlar, büyük Atatürk
için bir tek söz
söylerler:
BETON MUSTAFA...
Onun Kurtuluş Savaşında
verdiği mücadeleyi,
kahramanlıkları
övgüyle, saygıyla anarlar. Başbakan
Necmettin Erbakan’ın
seçim bölgesi olan Konya işte böyle
bilir Atatürk’ü...
O Beton Mustafa ki,
yani Atatürk Harbiye mezunudur...
Harbiye öyle bir
betondur ki, onun ilkeleri, devrimleriyle
öyle bir kıvama
gelmiştir ki, çağın en güçlü silahı bile, onu
delemez, ona zarar
veremez. İşte bu zırh, şeriat güçleri, solcu,
kominist, Marksist,
Leninistler ve her türlü fanatikler
tarafından Harbiye ele
geçirlmediği sürece kesinlikle laiklik
yaşayaçaktır, devam
edecektir... 1968'liler kuşağı Koministler
Malatya'da yaptıkları
toplantıda:
-Harbiye'yi ele
geçiremediğimiz sürece, Türkiyeyi ele
geçiremeyiz...
demişlerdir.
Politikacılar dua
etsinler, iyiki, harbiye var...
Son yıllarda
erdemliliğe erişen Devlet adamlığının
verdiği rahatlıkla
Atatürkçü neslin sesini duygularını,
Abdulkadir KAÇAR
-89-
duşüncelerini
rahatlıkla ifade eden Süleyman Demirel de,
Erbakan'da bu gerçeği
biliyorlar..
Atatürk'ün de annesi
abdestli-namazlı dindar bir insandı,
Başkomutanın çeşitli
camilerde verdiği hutbeler vardır...
Atatürk'ten sonra
laikliğin ikinci simge ismi de İsmet
İnönü'dür. Eşi, Mevhibe
İnönü beş vakit abdestli namazlı
oruçlu iyi bir mümindi.
Ama, İsmetpaşa, dini hiç bir zaman
politikaya alet etmedi;
Genç, çubuk gibi bir gençken izlediğim
Atatürk'ün silah arkaşa
İsmet İnönü'nünün şöyle konuştuğuna
kulaklarımla tanık
olmuştum:
-Allahın lafını ağzıma
alarak hiç bir zaman sizleri kandırmadım...
İnönü'den sonra tüm liderler,
yerel ve ulusal politikacılar
laikliği hep
çiğnemişlerdir... Hatta öyle ki, dindar çevrelerin
oyunu alabilmek için,
çeşitli zamanlarda Cuma namazları
kılanlar, insanları
kandırmaya kalkışanlar oldukça fazla.
Kimse dine karşı değil,
ama dini alet edip, memleketi bu hale
sürükleyenlere
karşıdır, bu günkü aydınlar!...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-90-
“EROL
ERK'İN
TIRNAKLARINI,
ÇEKECEKLER...”
Gazetecilik mesleğimin
en yoğun, stresli, zevkli günlerini
askerlerin döneminde
icra ettim, Sıkıyönetim zamanında,
askerlerle çekişe
çekişe gazetecilik yapmayı başardım...
Günümüz de bile
askerlere kafa tutmanının olanaksız olduğu
dönemlerde Güney Haber
Gazetesi'nde vurucu başlıkları
atmak olanaksızdı, her
babayiğidin karı değildi...
Çalışma arkadaşım, dostum,
rahmetli Kenan Gedikoğlu,
Sıkıyönetim
Komutanlığından her telefon geldiğinde eli ayağı
titrer, Sekreterim
Ayşe'ye eliyle işaret ederdi:
-Ben yokum, Ben yokum,
Erol'u Bağla, Erol'u... derdi.
Her haberden sonra 6.
Kolorduya gidip-gelmekten
oranın gediklisi
olmuştum, oraya gidip-gelirken, yayınlarımdan
rahatsız olan bazı
çevreler:
-Erol Erk'in
tırnaklarını sökecekler..
-Erol Erk, artık
çıkamaz, gidişi olur-dönüşü olmaz,
diyorlardı.
Tüm paşalarla dost ve
arkadaş olmuştum, Her gün
çaylarını, kahvelerini,
hatta daha ileri aşamalarda rakılarını
içtiğim paşalar bana
saygı duyuyorlardı. O dönemin Adana
Belediye Başkanı olan
Albay Nuri Korkmaz:
Abdulkadir KAÇAR
-91-
-Kardeşim, ben Erol
Erk'ten korktuğum kadar hiç bir
şeyden korkmuyorum...
diyordu.. .
Kurmay Başkanı Albay
Turgut Nasun'un karşısında
titremeyen yoktu... Çok
yumuşak görünümün arkasında katı
ve çok sert olabilen
Burhanettin Bigalı Paşa bir gün beni
tebrik etti:
-Erol seni kutluyorum,
elinden ne uçan, ne de kaçan
kurtulmuyor...
Mümtaz Ün Paşa yakın
arkadaşımdı...
Aslında sivil
kıyafetler, şeytanı temsil eder, askerler
elbiseleri içinde
masumdur. Ve askerin en önemli bir yanı,
eğer yazdıklarını
kanıtlarsan sana bir şey yapmaz...
Yavuz Sultan
Süleyman'ın Hazineleri yüzünden,
işkenceyle yaşamlarını
yitiren üç gariban çoban olayından
sonra Mersin'de seri
operasyonlara giriştim, oraları titrettim.
Valileri devirdim,
Çukobirlik Genel Müdürünü görevden
aldırdım. O dönemde en
az 100 kişi Güney Haber’in yayınları
nedeniyle
tutuklanmıştır, Toplumu bu yasadışı davranışlarda
bulunanlardan
temizlemeyi başardım.
Bu arada Adana da
tutuklu olan ve kaçırılma teşebbüsünde
bulanacağını daha
önceden öğrendiğim, Hollanda
da hapishaneden
helikopterle kaçırılan Gaziantepspor'un
Başkanlığını da yapan
kişiyle ilgili çeşitli bilgilerim vardı,
hepsini teker teker
değerlendirmiştim...
Çukobirlik'in tarihinde
en büyük ve seri yolsuzluklarını
ortaya çıkartmıştım,
işbaşına gelen paşalar, sivillerin
yolsuzluklarını
çıkartıyoruz derken, onların yaptıkları
kusurları da ortaya
çıkarttırdım...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-92-
Bölgemizde
Sıkıyönetimin ortaya çıkartamadığı pek
çok yasadışı olayları,
'DEDEKTİF SALİM' olarak bir bir ortaya
çıkarttım...
Tüm bunları neyle
yaptım? Yerel gazetem olan Güney
Haberle... inanmış
kadromla, arkadaşlarımla, sahip olduğum
bugün bile açıklamayı
istemediğim çok büyük ve özel
kaynaklarımla bunları
başardım... Yerel Basında çalışan
arkadaşlarımızda bu
güçlerini iyi bilmelerini, kullanmalarını
öneriyorum...
Abdulkadir KAÇAR
-93-
İŞTE
YEREL BASININ GÜCÜ
Yerel basının
gerektiğinde ulusal basından daha çok
etkili, olayları daha
çabuk izleyip süratlendiren, çözümünü
sağlayan en önemli
sektör olduğumu söylemiştim. İster
günlük, ister haftalık,
hatta isterse aylık ve tek yaprak olsa
bile yerel basınımın
gücünü ve etkisini tüm arkadaşlarımın
iyi bilmesini
istiyorum. Meslektaşlarımın kendi gazetelerinin
sayfasının azlığı,
baskı sayısının az olması nedeniyle bir
psikolojik duyguya
kendilerini kaptırmamalarını, aksine en
büyük gücün kendi
ellerinde olmalarını öneriyorum. Bunu
da yaşadığım bir örnek
vererek yerel basının gücünü anlatmak
istiyorum.
İlk Güney Haber
Gazetesi'nin yeri Ziyapaşa Bulvarında,
eski MİT binasının
yanında, Yüzme Havuzunun da karşısında
bulunuyordu. Benim
danışmanı olduğum gazeteye Yeni
Adana da çalışan Oğuz
Baytok'u Genel Yayın Yönetmeni
yapmak istedik, fakat
nazikçe teklifimizi geri çevirmişti. Ama
bu konuda sağ kolum
olacak Şahin Esendemir'le çalışmaya
başladım. Gazetenin
Yazı İşleri Müdürü de Nejat Çorapçıoğlu'ydu.
Kalemi Türkiye çapında
olan, rahmetli Kenan
Gedikoğlu’yla
birlikteydik. Yayın yaşamına yeni başladığı
için Güney Haber
Gazetesi kendisini kanıtlamanın peşindeydi.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-94-
Bir gün sabah kahvesi
içerken, elinde Hürriyet
Gazetesiyle Şahin
Esendemir koşarak ve heyecanla yanıma
geldi.
-Erol Abi, Erol Abi, şu
habere bak, çok ilginç buldum.
Haber, gazeteninin
üçüncü sayfasına dört satır ve tek sütun
olarak kullanılmıştı
şöyleydi:
“MİSİS'TE YAVUZ SULTAN
SELİMİN DEFİNELERİNİ
ARAMAYA ÇIKAN ÜÇ GARİP
ÇOBANININ DEVLET
HASTAHANESİ KAPISININ
ÖNÜNDE CESETLERİ
BULUNDU... Haberi
okuyunca şimşekler çakmıştı ve Şahin’i
bu dikkatinden dolayı
kutladıktan sonra şöyle dedim:
-Aferim, dört satırlık
ama büyük ve cinayet kokusu
aldığım bu haberi çok
deyatlı araştır. Üç garip çobanının
macerasını çok iyi
hazırlayarak bana getir...
Ve, bir süre sonra
Şahin araştırmasını bitirip geldiğinde
olayı şöyle anlatmıştı:
-Abi, Üç Çoban
köylerinde hayvanlarını otlatırken, Nur
Dağlarının eteklerinde
Roma ve Bizans döneminden, kalma
çanak-çömlek bulmuşlar
ve yine bu kişiler kahvehanede
otururken, birisine
Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethe giderken
gömdüğü muhteşem
hazinesini bulduklarını söylemişler...
Bu dedikoduya herkes
inanmış, çoban şakası olduğunu
bilmediği içinde
kulaktan kulağa, yayılmış...
Olayı Yakapınar
Jandarma Karakolu’na birisi ihbar
etmiş, orada günlerce
sorguya çekilmişler, sonra da cesetleri
Devlet Hastahanesi'nin
önünde bulunmuş...
Yerel Gazetelerde
çalışan meslektaşlarım çok dikkatli,
ama bir'tek satır
atlamadan bu vahşeti iyi okusunlar, ellerinde
tuttuğu gücün anlamını
öğrensinler...
Abdulkadir KAÇAR
-95-
Gerçekten de üç kişiye
Yakapınar Jandarma Karakolu'nda
günlerce işkence
yapılmış :
-Yavuz Sultan Selim'in
Hazinelerini nereye gömdünüz?
diye sorulmuş..
Onlarda, ısrarla, yemin
ederek :
-Biz hazine bulmadık,
çanak-çömlek bulduk, bir
arkadaşımız şaka yaptı,
bulsak yerini söyleriz demişler.
Bunlar gerçeği
anlattıkça dayak yemişler.
Gerçeği anlattıkça
dayak yemişler, daha sonra artık
işkenceye
dayanamayınca, kafalarından yalan uydurmaya
başlamışlar.
-Evet, hazineyi bulduk,
dağın yanındaki dut ağacının
altına gömdük...
Gidip jandarmalar orayı
kazmış yok.
Tekrar dayak yemişler.
Yine yalan söylemişler, hayali
yerleri söylemişler...
Daha sonra da :
-Vallahi Billahi
Komutanım, Başçavuşum, yapmayın,
bizi öldüreceksiniz,
biz hazine bulmadık, bu kadar işkenceye
rağmen bulsaydık
söylerdik... demişler. Ama, anlatamamışlar.
Aç ve susuz
bırakılmışlar, ama artık kendilerinde
değillermiş. Yakapınar
Jandarma Astsubayı zavallı üç çobanı
Adana Merkez Jandarma
Komutanlığında Yüzbaşı Agah'a
teslim etmişler... Agah
Yüzbaşı da. Edremitli'ydi, benim
annem tarafımda
oradandı, ama bu olayın üstüne giderken
hiç etkilenmemiştim. O
nedenle şimdi vicdani rahatlık içinde
konuşuyorum...
Üç zavallı çobanı eski vilayet
binasının arkasındaki
Jandarma Komutanlığının
ağaçlarına ayaklarından başaşağı
asmışlar, üçünü de gece
gündüz dövmeye, konuşturmaya
devam etmişler :
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-96-
-Yavuz Sultan Selim'in
Hazineleri neredeee?
-Bilmiyoruz komunatım.
-Sizi konuşturmasını
bilirim... diye işkenceler devam
etmiş...
Yakapınar Karakolu'nda
olduğu gibi, burada da hayali
yerler söyleyip,
dayaktan kurtulmaya çalıştıkça daha çok
işkenge görmüşler, daha
çok acı çekmişler...
Zavallı Üç çobanının
yakınları bu arada vilayete dilekçe
vererek :
-Bizim yakınlarımızı,
jandarma göz altına aldı, bir
haftadır haber
çıkmıyor, yaşanlarından endişe ediyoruz, bu
konu da gerekli
işlemlerin yapılmasını ve tarafımıza bilgi
verilmesini arz
ederiz... demişler.
Bu olayda vilayetin
tasarrufunda olduğu için, dönemin
valisi dilekçeyi
gündeme getirmemiş veya bekletmiş.
Buradan sonrası daha
vahimdir, daha ilginçtir. -Dönemin
Hükümet Tabibi ve
renkli kişisi olan Dr. Nebi Ziya Akan,
koyu bir CHP'liydi ve
tek amacı da milletvekili olabilmekti.
Üç zavallı kişiyi
sorgulayan Agah Yüzbaşı, Hükümet Tabibine
resmi bir yazı
göndererek soruyor :
-Biz, Hazineleri bulan
üç köylüyü günlerdir jandarmada
sorgulayoruz,
Üstlerinde her türlü tasarrufu denedik, ama
konuş turamadık acaba
sizin hükümet Tabibi olarak bir
müdahaleniz, konuşma
yönteminiz olabilir mi?
Koskoca Merkez Komutanı
Yüzbaşı Agah bu yazıyı
yazabilme yanlışlığına
düşmüş, İşte çok önemli olan bu
belgeyi de ortaya
çıkarttım Dr. Nebi Ziya Akkan da ona şöyle
yanıt vermiş :
-Komutanım, siz hiç
merak etmeyin, onları konuşturmasını
çok iyi bilirim...
Abdulkadir KAÇAR
-97-
Önce Adana'lı olarak üç
çobanı gördükleri işkenceden
dolayı üzüldüğünü
konuşmalarının kendilerinin yararlı
olacağını, yoksa, çok
farklı yöntemler uygulanacağını
anlatarak konuşturmaya
çalışmış... İkna edemediği çobanlar
da yalvarıyormuş.
-Doktor Bey, Komutanım,
Astsubayım, valiahi-bilahi
biz hazine falan
bulmadık, içinde altın olacağını sandığımız
çanak ve çömlek bulduk,
köyden bir arkadaşımız yalan
söyleyip, Yavuz Sultan Selim"in
Hazinelerini bulduğumuzu
söyledi... Bize acıyın,
çolumuz-çocuğumuz var, nolur
yapmayın...
Ama, kimseye bunu
dinletememişler... Dr. Ziya Akkan,
Bunları Yakapınar’a
götürün, orada konuşturmasını bilirim...
demiş.
Ve kimsenin aklına
gelmeyecek biçimde bir işkence
yöntemiyle koskoca bir
kazana tuzlu su yapmış, üç garip
çobanı başaşağı
ayaklarından asarak, Dr. Akkan, bardak
bardak tuzlu suyu
saatlerce çabanlara içirmiş. O gariplerin
iç organları
parçalanmış, sabahlara kadar inileyip, yalvarmışlar.
İşkence yapanlardan
birisini bir korku almış,
ayaklarından ipleri
kesip, mideleri parçalanan, ağızlarından
salya akan üç kişiyi.
-Eyvaah, başımızı derde
soktuk, bunları Devlet Hastahanesinin
önüne atıp, canımızı
kurtaralım demiş. Jeep'in
içine konulan zavallı üç
köylününün cesedi Devlet Hastahanesinin
önüne atılmış...
Bu olay Ulusal basın
olan Hürriyet'te üç satır verilmiş,
cesetler daha sonra
yakınlarına teslim edilmişti...
Bu konuda beni
uyandıran Şahin Esendemir’di. Bu gün
bile kendisine teşekkür
ediyorum, ama o dönemde bu haberi
yazmak kolay değildi.
Çünkü karşımızda Asker, Vilayet ve
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-98-
Hükümet vardı, üstelik
bunun kanıtlanması da çok zordu.
Olayı adım adım
bilip-yaşayanlarda konuşamıyor, hiç kimse
zavallı üç kişiye tuzlu
su içirildiğini işkenceyle öldürüldüğünü
söyleyemiyorlardı...
Vilayette adi bir olay
gibi konuyu örtbas etmişti,
dosyalarda kapanmıştı.
Adliye harekete geçemiyor, savcılar
ve hakimler görev
yapamıyordu...
Herkesin her zaman
girip-çıktığı, kapımın açık olduğu
uzun masada bir
toplantı yapıp, Güney Haber'in yeni bir
gazete olması nedeniyle
vurucu haberlere ihtiyacımızın
olduğunu anlattım,
sonucunun ne olacağını bilmeden,
başladım. Vurucu
başlıklarla, herkesi titreten haberi
duyurmaya :
“ÜÇ ÇOBANININ KANI YERDE
KALMAYACAK”
“KORKUNÇ İŞKENCE”
“TÜYLER ÜRPERTEN
CİNAYET...”
Bu riskli başlıkları
atarkende bir yandan gelen ihbarları
değerlendiriyordum,
Çoban Aileleri gazeteye geldiler, konu
hakkında vilayete
dilekçe verdiklerini söylediler... Bu
dilekçeninin örneğini
ele geçirip, yayınladım fırtınalar koptu.
İhbarların ardı arkası
kesilmiyordu, Dr. Nebi Ziya Akkap'ın
Agah Yüzbaşı'ya yazdığı
konuşturma yöntemlerini sorduğu
belgeyi yayınladım
depremler oluyordu... Ve en son olarakta
bu işkencenin ilk
basamağını yaratan astsubayın bir
yakınından bana ihbar
mektubu gelince, orada olay en ince
biçimde anlatılınca,
doğru adliyeye gittim ve Cumhuriyet
Savcılığına teslim
ettim... Bu yayınlarımız ve belgelerimiz
üzerine Cumhuriyet
Savcıları zorunlu olarak soruşturma
açmak durumunda
kaldılar. O dönemin savcılarını da bu gün
Abdulkadir KAÇAR
-99-
bile tebrik ediyorum.
İlk olarak Hükümet Tabibi Dr. Nebi
Ziya Akkan tutuklandı.
Lüzumu Mahkeme kararı
alındıktan sonra Yakapınar
Jandarma Astsubayı
tutuklandı, Peşinden Agah Yüzbaşı da
tutuklandı...
12 Eylül'e doğru adım
adım giderken, yerel basın olarak
garip üç çobanın
işkenceyle öldürülmesi olayında yavaş
yavaş intikam
alıyorduk...
Bu kişiler Ağır Cezada
yargılanmaya başlayınca suçu
birbirlerinin üstüne
atmaya başladılar. Olay artık tüm
berraklığıyla gözler
önüne serilmişti...
Sonraki Günlerde
Sıkıyönetim beni sorguya aldı:
-Erol Erk, sen asker
düşmanı mısın?
-Hayır efendim, benim
babamda askerdi, kesinlikle
asker düşmanı değilim,
açın dosyalarıma bakın, o zaman
benim kim olduğumu göreceksiniz...
dedim.
Dosyalarım teker teker
ortaya konulduğunda, devlete
verdiğim hizmetten
övgüyle söz ediliyordu. Gurur belgelerimi
görünce beni tebrik
ettiler. Çünkü, hiç bir hatam olmamıştı,
devletin yanında ve
onunla olmuştum, yasaların hükmünü
uygulanması için
sağlamıştım...
Adana'da artık bu olay
çok büyük depremler yaptığı,
fırtınalar koparttığı,
herhangi bir kamu olayına neden
olabileceği hesap
edilerek İzmir Ağır Ceza Mahkemesi'ne
alınmıştı...
Duruşmaların sonunda,
Mahkeme Hükümet Tabibi Dr.
Ziya Akkan'ı, Agah
Yüzbaşı'yı, Yakapınar Jandarma Karakol
Komutanını 36'şar yıl
hapis cezası verdi...
Dr. Nebi Ziya Akkan
cezaevinde rahmetli oldu.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-100-
Agah Yüzbaşı ve
Astsubayın izlerini de kaybettim.
Ama, bugün anılarımı anlatırken,
bir gazeteci olarak
pişmanlık duymuyorum ve
vicdan huzuru içinde anlatıyorum.
Yüzlerce olay çıkarttım
ortaya, bazılarından pişmanlık duymuş
olabilirim belki, ama
bu olaydan asla ve asla pişmanlık
duymuyorum.
Abdulkadir KAÇAR
-101-
GÜNEY
HABER EFSANEDİR
Yerel basında yaşamak
bir üniversiteye gitmek kadar
hatta daha da
önemlidir. Çünkü, yerel basın kolluk kuvvetlerinin
yapamayacağı şeyleri
bile yapabilecek bir güçtür.
Toplumun arasındaki
uçurumları yok eder. Hatta çok liyakatli
kişileri politik alanda
da yükseltecek güçtür...
Yerel basının Adana
tarihine bakacak olursak, bu süreç
çok büyük bir dev
niteliğindedir. 1918 yılından beri, Türkiye
Cumhuriyeti'nin
kurulmasında önemli görev alan Yeni Adana
Gazetesi bir simgedir,
bir ayrıcalık taşır. Ancak, bu güzel
gazete, ekonomik
sıkıntıları nedeniyle toparlanamadığı,
istenilen güce
ulaşamadığı için olduğu yerde kaldı, yani başka
deyişle, emekleme
aşamasını yürümeye çeviremedi. Bu
haldeyken Adanamızda
mantar gibi yeni gazeteler çıkmaya
başladı, bu konudaki
bir efsane isim GÜNEY HABER'dir...
Bugün benim anılarımı
yayınlayan Güney Haber, ilk Güney
Haber'in bir yerde
torunu sayılır... Gerçektende ilk Güney
Haber Doğu ve Güney'de
bir efsane isimdi, Zaloğlu Rustem
kadar güçlü, Tarih
yaratan Köroğlu destanı gibi korkusuzdu.
Bu efsanenin doğuşu,
benim Tercüman'dan emekli olduktan
sonra orada kader
birliği yaptığım çok değerli dostumarkadaşım
İsmail Okuroğlu'yla
işbirliği yapmamız ve rahmetle
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-102-
andığım Kemal Ilıcak'ın
bize verdiği olanaklarla mümkün
olmuştur. 12 Eylül
ihtilalininin olduğu dönemlerde fırtınalar
yaratan bir dev,
şaheser, bir efsaneydi o... Bütün ulusal basın
askerden korkup zangır
zangır titrerken Güney Haber
destanların üstüne
destanlar yazdı, arşivlerde bu başarıları
görmek olanaklı.
Danışmanı ve Genel
Yayın Yönetmeni olduğum Güney
Haber Gazetesi
cesaretin simgesi olarak girdiği her yerden
ses getiriyordu, ve
aynı dönemde hiç bir İstanbul gazetesi
onun kadar vurucu,
etkili, değildi olamazdı, olamadı. Bugün
aktif olarak çalışan
pek çok gazeteci arkadaşım, o gazetede,
gerçek basın mensubu
olmanın zevkini tatmışlardır... Biz o
zaman ne yaptık? Halkı
haraca mı bağladık? Hayır, Masumları
mahkum mu ettik? Hayır,
Zavallıları ezdik mi? Hayır. Yerel
basın olarak, gaddarları,
soyguncuları, yasadışı olanları dize
getirdik... O dönemde
yasaların dışında hareket edenler,
Güney Haber
Gazetesi'nin karşısında buz gibi eriyip, zangır
zangır titriyorlardı...
Güney Haber'in öncülük
ettiği yerel basın atağında
meslektaşım Alaaddin Kutlu,
Ekspres'i yarattı. Eksperese
önücülük eden Güney
Haber sonradan kapandı, haha küçük
ama en az onun kadar
etkili olan YENİ GÜNEY HABER
Gazetesi'ni çıkarttım.
Pehlivan fıkralarındaki Arnavutoğlu'nun
Kel Aliço'ya meydan
okuduğu gibi biz o küçücük boyumuzla
dev yolsuzlukların
karşısına dikilerek meydan okuduk. İyi
mi ettik, kötü mü
ettik? Bunu tartışmıyorum, fakat Güney
Haber Gazetesi'nin
adını Yerel Basının silinmez simgesi
haline getirip,
bölgemizin ve Türkiye'nin kaderine altın
harflerle yazdık...
Abdulkadir KAÇAR
-103-
Daha sonraki yıllarda,
bizden güç ve cesaret bulanlar
da yerel basın
konusunda faaliyete başladılar. Bölge, Toros,
Haftalık Haber
bunlardan bazılarıdır. Ama, devletin ve halkın
katkısı olmadığı için,
biz nasıl battıysak, şu anda da Adana'daki
yerel basın
çırpınmaktadır. Devletin resmi ilanla verdiği
parayla Çalışanların
maaşını ancak ödeyebilmekte, resmi
vergilere bu para
yetmemektedir.
Burada bir gerçeğin
daha altını çizmek istiyorum;
Birinci Güney Haber'de
her şey çok iyiydi, ama ikinci
YENİ GÜNEY HABER, de
para bulabilmek, personelin
maaşını ödeyebilmek
için, zaman zaman 50, 100 abone için
teslim oluyorduk. Ve
yine çalışanların maaşlarını ödeyebilmek
için, olmadık
zenginlerin önünde 50 kere takla atıyorduk.
Bunu yapmak zorunda
kaldık. İyimi ettik, kötü mü ettik? Bu
da tartışılacak bir
konudur. Ama, ekonomik özgürlüğü
olmadığı sürece yerel
ve ulusal "basın içi kof olan koskoca
bir hikayedir. Benim bu
alanda çalışan ve yatırım yapmak
isteyen arkadaşlarıma
ricam şudur. Ekonominizi kesin olarak
dengelemeniz
gereklidir. Aksi takdirde sonu hüsran olur,
teslim olmaktan başka
çareniz kalmaz... Ekonomik özgürlüğü
olmayan gazete kafa
tutamaz, boynu hep eğiktir.
Benimle ilgili
şunu-bunu söylediler, ama asla haram
yemedim. Zaten ben bu
gün o şekilde davransaydım, trilyoner
olurdum, kirada
oturmazdım... Yerel basındaki gibi yerel
televizyonlarda da aynı
sıkıntılar yaşanıyor ama orada
uyanıklarda yer alıyor.
Çaresizlik içinde idealizm peşinde
koşan arkadaşlarım da
var. Uyanıklara helal olsun, çaresizlere
de Allah yardım etsin.
Ben hiç bir zaman uyanık olamadığım
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-104-
için bu işi
beceremedim. Uyanık olmak, yapay olmak ayrı
bir kabilyet
gerektiriyordu oyunu kurallarına göre oynayan
arkadaşlarımda belli
bir sayıda vardır...
İdealist olan gazeteci
arkadaşlarıma şunu söylemek
istiyorum:
Lütfen, yerel basının
gücüne inanın, etkinliğinizi
arttırmanın çabası
içine girin. Bazen idealist olmaktan
vazgeçin ve toplumun
istedikleri güzelliklerini bulmaya,
yazmaya ve yansıtmaya çalışın.
En büyük olayları, 45 yıllık
meslek yaşamımın yerel
basında olan bölümünde gerçekleştirdim.
Bazı odaklar :
-Amaaan canım, Güney
Haber Gazetesi yazmışta ne
olmuş? diyenlere
aldırmayın.
Bu şekilde davrananlara
geçmişte dünyayı zından
etmiştim.
Dahasını söyleyeyim :
-Güney Haber ne yazarsa
yazsın... diyen pek çok kişide
hapise girdi...
Gerçek gazeteciyi hiç
bir olay, hiç bir kişi bozamaz
Gerçek gazeteci
katıksız bal gibidir, zaman geçtikçe kıymeti
daha çok anlaşılar...
Abdulkadir KAÇAR
-105-
IŞIK
YURTÇU ELİMDE BÜYÜDÜ
Gözlerimi henüz
kaybetmeden televizyonlardan
birisinde, Işık
Yurtçu'yu, saçı-sakalı birbirine karışmış, tutuklu
bir gazeteci olarak
izlediğimde çok üzüldüm. Çünkü, Işık
benim elimde buyüyen,
küçücük bir çocuktu o dönemlerde
kısa pantalonlu çocuktur.
Babası Çoban Yurtçu ile çalışırken,
sürekli gazeteye
gelip-gider, dizgi-baskı işleriyle yakından
ilgilenir bu mesleğe
aşırı ilgi duyardı. Benim Ustam olan
Çoban Yurtçu da onu çok
sever üstüne titrerdi... Ama, Işık'ın
yaşamımın bir bölümü
yurtlarda geçti daha sonra da büyük
bir adam olunca fanatik
bir dünyaya, şu anda HAKİKİ; sosyal
adalet sınırlarını aşan
fanatik bir ileri uca gönül verdiği içinde
başı dertten derde
girdi. Zaman zaman yazı işleri Müdürlüğü
yaptığı çeşitli
gazetelerdeki haberler nedeniyle de büyük
cezalar yedi...
Işık kendisini hala
düşünce suçlusu olduğunu söylüyor,
savaşını haklı
buluyorum, katılıyorum, basın ve her konuda
ülkelerin alabildiğince
özgür olması, düşünceninin suç
olmaması şarttır. Bu
düşünce öyle bir pınardır ki, tadına
doyum olmaz. Ama
düşünce özgürlüğünün sınırları toplumun
yararlarının dışına
çıktığında o özgürlük geri tepen silah
gibidir.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-106-
Sevgili Işık'ın
idealinde pek çok gazeteciye yanımda iş
verdim, neredeyse
denetlenemez olan sağcı-solcu gazeteeilere
müdahale etmeden
onlarla aynı masaya oturma becerisini
gösterdim. Benim bu
düşüncemde özgür düşünceye verdiğim
önemden kaynaklanır.
Demek ki, bende sosyal adaleti ileri
ucuna kadar
savunuyorum, ama bir yerde duruyorum. Eğer,
o sosyal adaletin ileri
ucunda, cemiyeti tahrip edici, illegal
yollara sapma olayı
varsa, ben onda yokum. Rahmetli Çoban
Yurtuçu yani Işık'ın
babası da solcuydu. Bunun ekolünde
yetişen herkes
solcuydu, ama solcu olmak ayrı, bir illegal
tarza dönüşüp cemiyetlere
ters düşecek, konularda zıtlaşmalar
anlamsızdır..
Anılarımı okuyanlara şu
konunun altını iki defa çiziyor
rum... Geçenlerde
televizyonda 1968'lilerin kuşağının
tartışmalarını
dinledim. Aslında Kominizmin Türkiye de ilk
kez patlaması,
koroinistlerin özgürlük istemiyle sokaklara
dökülmesi, vurucu ve
kırıcı olmaları o dönemlere rastlar. Bu
yolda idam edilenler
vurulanlar, yaşamını yitirenler oldu.
Ama istedikleri yere
varamadılar. Bu sorun o zamandan bu
zamana kadar geldi ama
hala, kapanmadı. Sağda da solda
da ölenleri rahmetle anmak görevmizdir. Sorunu insani
açıdan ele almak
istiyorum. Bu yerel basın açısından çok
önemlidir. Ben insanı
insan olarak kabul eden bir kişiyim.
İster kominist, ister
sağcı olsun, o kişi insansa bir zarar
gelmez.. Ama, o içindeki
fırtınaları, kötülüğe, eyleme
dönüştürünlerde
yasaların önünden kaçamayacaklardır.
Abdulkadir KAÇAR
-107-
EŞEK
ARILARININ
DELİĞİNE
ÇOMAK SOKTUM
Dünyada bile gücü
tartışılamaz boyutta olan Yerel
Basının en somut örneği
Amerika ve Avrupa'da görülür. Bu
ülkeler uygarlıklarını
yaratırlarken, yerel basınla kol kola
yürümüş, onun hep güçlü
ve etkili kalabilmesi için her türlü
desteği, yardımı,
işbirliğini yapmıştır. Gerek okur, gerek
devletler bu uygar
ülkelerde yerel basının önünü hep açık
tutup, teşvik etmişlerdir.
Dünyada bu kadar güçlü
olan yerel basın ülkemizde,
iyi organize olamadığı
için ekonomik sıkıntılar nedeniyle,
çaresizlikler içinde,
çalışanı ve patronlarıyla birlikte olumsuz
ve kötü bir kaderi
paylaşmaktadır. Bu nedenle gücünü tam
olarak kanıtlayamadığı
içinde, layık olduğu yere ve hedeflere
ulaşamamıştır. Yerel
basının yerini son 5-6 yıldır Görsel basın
diye
niteleyebileceğimiz yerel televizyonlar aldı, onlarda aynı
kültür ve olumsuz
kaderi yaşamak zorunda kaldı.
Devlet politikalarında
yerel basına ayrılan tahsisatlar
hep çok çılız,
yetersiz, olduğu için yerel basın can çekişircesine
debelenmekte, canını
kurtarmaya çalışmaktadır. Oysa, yerel
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-108-
basına gösterilecek
ilgi yaygın basından daha da etkilidir.
Yerel basında yetişen
ve mesleklerini orada sürdüren
arkadaşlarım, üzülerek
belirtmeliyim ki, karınlarını doyurmanının
çabası ve mücadelesi
içindedirler. Bunu yaparkende
demokratça davranış
biçimi gösterememektedirler. İdeal
peşinde koşma yerel
basında önemli bir ölçü, bir hedef
olmasına rağmen, bunun
peşinde koşupta toplamak,
istedikleri ve layık
oldukları yeri bulamazlar. Çünkü, ideal
ölçülere sığındığında
menfaat guruplarının birlik oldukları
yuvalara girmek zorunda
kalacaktır. Bu guruplara karşı
çıktığı sürece de onlar
gün gelip gazeteciyi boğacaklardır.
Başka deyişle, Eşek
arılarının olduğu deliklere çomak
sokmadığıdın sürece,
cebinde basın kartın, kokteyllerde,
elinde içki bardağınla,
kuş sütünün eksik olduğu sofralarda
kahkahalarla gülebilir,
Başbakanlar, Bakanlar, Milletvekilleri,
Valiler, Emniyet
Müdürleri, Belediye Başkanlarıyla kahkaha
atabilirsin. Ama, o
gazetecilik değil, sadece bu mesleğin
renkli, özenilen, ama
içi kof dünyasıdır...
Bu tipler, toplumun
sevdiği, ilgi gösterdiği kaleminin
ucunu sivri tutmayan,
gerek kişisel, gerek devlet çıkarları
için eğriye doğruya
karışmayan, köşesinde oturan,
BEYEFENDİ kılıklı
heriflerdir. Bu işin içinde rahatlıkla
yaşayabilirler, halktan
kopuk yaltakçılardır...
Ama, gerçek gazeteci
halkı sortmlarla birleştiren
adamdır, halkın gözünü
açan, doğruları ortaya koyan kişidir.
Ve çıkar gurupları ise
halkın gözünün açılmasını asla istemez.
Çünkü, büyük halk
yığınları bir şeylerin farkına varırsa, gözü
açılırsa, yolsuzluklar,
vurgunlar, rüşvet, talan yağmalar ortaya
Abdulkadir KAÇAR
-109-
çıkacağı için, kimse bu
şekilde, aktif gazetecilik yapan kişileri
sevmez... Üzülerek
belirtmeliyim ki, bu gazetelerin ne
patronları, ne de
çalışanlar pek sevilmezler, ben bunu yıllarca
yaşadım. Bunun aksini
idda eden bir kişi varsa ğörsel
medyanın önünde
tartışmaya hazırım, onlara HODRİ
MEYDAN diyorum.
Ama buna cesaret
edebilecek, benimle bu konuyu
tartışacak kişilerin
olduğunu sanmıyorum. Çünkü, 45 yıla
varan gazeteciliğimin
tarihsel deneyimimle, mesleğimin her
aşamasında yıllarca
çaba harcayan birisi olarak bu konuyu
benden daha iyi
bilenlerin olacağını sanmıyorum.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-110-
ERSİN
AYDIN'LA
ANAVATAN'DAN
YAVRUVATANA
Tercüman Gazetesi'nde 9
yılı aşkın süren çalışmalarımda
beni doruk noktaya
çıkartan, adımı Türkiye'ye dünyaya
duyuran en önemli, bir
olay da ünlü maratoncumuz Ersin
Aydın'ın, Anavatan'dan
Yavruvatan’a yüzerek gitmesidir.
İngiliz basının da
peşimden koştuğu bu olay yaşamımın en
heyecanlı, en unutulmaz
serüvenidir,
Kıbrıs Barış Harekatı
henüz yapılmıştı. Ancak biz
Türkler yüzerek de
Türkiye'den Kıbrıs’a çıkacağımızı
kanıtlamak istiyorduk.
Bu konunun projelendirilmesi seviğili
dostum, spor yazarı
Necmi Tanyolaç ile İslam Çupi’ye aittir.
Adana'da yetişmiş,
çeşitli, madalyaları olan, Kısa boylu,
tıknaz, esmer bir
arkadaşım olan Ersin Aydın bir süre önce
Manş Denizini geçerek,
Avrupa'dan İngiltere'ye yüzmüş ve
dünyada adından söz
edilmişti. Tercüman'ın bu fikrini
benimseyen Ersin'in
Anamur'dan Kıbrıs'a yüzme olayını
kimin
gerçekleştirebileceği düşünülürken, İstanbul'da
tartışılırken benim
adım geçmiş :
-Erol Erk, biraz deli
doludur, ama olayları değişik
boyuttan ele alan,
farklı yöntemler kullanan ve Adana
Temsilcimizdir. Bu
projeninin gerçekleşmesi ona bağlıdır...
demişler.
Abdulkadir KAÇAR
-111-
Bu planlar yapılırken
beni İstanbul'a çağırdılar. Kemal
Ilıcak’ın odasına
gittik. Düşünce henüz hamdı, ve yapılacak
çalışmaları tartıştık,
sonuç olarak Kemal Ilıcak şöyle dedi.
-Erol, bu büyük
planımız Türkiye'de değil, dünya da
büyük yankı
uyandıracak, sansasyon yapacak, gazetemizin
trajını da
arttıracaktır... Senin, bu işi yapmanı istiyorum.
-Emrin olur abi,
Ersin'i Anavatan'dan Yavruvatan'a
yüzme işi başarıyla
uygulanacaktır, en küçük bir şüpheniz
olmasın.
-Sağol Erol Sana
güveniyorum... dedi.
Dönemin parasal değeri
ve Tercuman'ın bütçesine göre
Kemal Ilıcak, hiç bir
şey esirgemedi, para sınırı koymadı.
Plana göre Ersin Aydın,
Anamur'la Girne arasındaki
mesafeyi yüzecektir. En
büyük faktör, köpek balıklarıydı.
Bunun için bir demir
kafes planladım. Mersin'de boyu 10x5
metre olan büyük bir
demir kafes yaptırdık.
Bu organizasyonun
patronu bendim, İslam Çupi ile
dönemin en büyük foto
muhabiri olan Mahmut Küçük, gemi
ya da motordan olayı
takip edecek, ben de helikoplerle bu
maratonu Kıbrıs'a kadar
sürdürecektim. Ancak, planlar
düşündüğüm biçimde
kolay olmamıştı, bir takım zorluklar
vardı. O günlerde bu
yüzme de kullanacak motoru
bulamamıştık. Kadere
bakın ki, Mersin ve İskenderun'da
bulamadığımız motoru,
benim "Soğukoluk’ta bastığım
Muhteşem Otelin sahibi
Bahriyeli Emin'in kardeşinde bulduk.
Durumu anlattığımda
şöyle dedi Emin Ağa.
-Erol, zamanında sen
bize büyük kötülük yaptın, ama,
biz sana iyilik
yapacağız, bu milli davaya motorumuzla
katılmak istiyoruz ve
ücret talep etmiyoruz...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-112-
Çok sevinmiştim, büyük
bir balıkçı motoruydu. Görkemi
falan harikaydı, ama ne
bir telsizi, ne de radarı yoktu.
Serüveninin ikinci
boyutuda havadan benim olayları
izlemem, olayı İstanbul
ve Kıbrıs'a anında bildirmemdi. Yine
kendi insiyatifimi
kullanarak Konya'daki 2. Ordu Komutanı
General Gemal Turan'a
önce dilekçe verip, sonra da kendisini
ziyaret ederek, bu
milli davada havadan izlemem için adıma
bir helikopterin tesis
edilmesini istedim.
Mersin'e yerleştirdiğim
İslam Çupi ve Mahmut Küçük
endişeliydiler.
-Erol, bu işi nasıl
becereceğiz?
-Siz kafanız'ı
yormayın, sadece izleyici olarak
gözlemleyin, sonucu
görün.
İslam Çupi :
-Erol sana Şeytanı bile
baştan çıkartır diyorlar, bakalım
bu konularda ne
yapacaksın?
İkisi de Mersin'de
benden talimat bekliyorlardı...
Bu işin üstesinden
gelmemin tek koşulu ordunun bir
helikopter tesis
etmesiydi. Aksi takdirde günlerdir yayınlanan
haberlerimiz fos
çıkacaktı. Tercuman olarak yarattığımız bu
heyecanlı eylemin
etkisi Kıbrıs halkını, Rauf Denktaş'ı, orada
görev yapan büyük asker
Bedrettin Demirrel'i de sarmıştı,
herkes bekliyordu. Esas
olayın kahramanı olan Ersin Aydın
da günlerdir,
haftalardır bu yüzmeye hazırlanıyordu...
Bir süre sonra
Mersin'de yaptırdığım, demir kafeste
törenle Anamur'a
getirildi, motorumuzun kaptanları da hazır,
benden START
bekliyorlardı. Bu arada beklenen son gelişme
de olumluydu. 2. Ordu
Komutanın Erol Erk adına tesis ettiği
helikopter iki yüzbaşı
pilotla birlikte Mersin'e gelmişti. Kıbrıs
Abdulkadir KAÇAR
-113-
Barış Harekatına da
katılan, birisi kıdemli iki yüzbaşı
şöyle'dediler:
-Erol Erk, Şu andan
itibaren senin emrindeyiz. Ancak
bize 24 saat süre
verildi, bu süre içinde görevimizi tamamlamak
zorundayız..
Canım çok sıkılmıştı.
-Vallahi, bu süre
yetmez, ama merak etmeyin ben uzattıracağım...
-O halde 2. Ordu
Komutanlığıyla yeniden temasa
geçmeniz gerekecek..
Yüzbaşıları da Türkmen
Oteli'ne yerleştirdim.
Benim kadim dostum,
arkadaşım olan Kel Hasan
Mersin’de WHİTE HORSE
isimli enternasyonal bir gece
kulübünü işletiyordu.
Yıldızların hepsi İngiliz, Fransız,
Amerikalı, Perulu,
Kanadalı, Venezuellalıydı. Kel Hasan kel
kafasıyla beyaz ceketi,
lacivert pantolonuyla kızılderilileri
andıran o muhteşem
tablosuyla nevi şahsına münhasır bir
patrondu. O kadar güzel
arkadaşlığımız vardı ki, benim ve
benim adıma gelen bütün
konukları White Horse’de
ağırlamayı kendisine
birinci görev sayıyordu. Tercuman gibi
muhafazakar bir
gazeteninin temsilcisi olarak eğlence ve
gece yaşamından uzak
durmam gereken bir dönemde
Kelhasan'ın bana
yakınlığı, arkadaşlığı hiç bir zaman
değişmedi. Oysa ben
onun ne reklamını yapıyor, ne gazetede
haberini çıkartıyor, ne
de dolaylı bir yardımım olmuyordu.
Kelhasan'la olan
dostluğum tamamen benim emrimdeki bir
platoydu. O gece benim
pilotları kandırmam ve 24 saatlik
süreyi kesinlikle uzatmak
gerikiyordu. İslam Çupi, Mahmut
Küçük ve büyük ekip
show programı içerisinde ne
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-114-
yapacaklarını
şaşırdılar. Dünyanın dört bir yanından gelen
kızlar show yaparken
yüzbaşılarda keyifleniyorlardı. Hiç
unutamam pilotlar bir
ara, alkolün bolluğuyla.
-Yahu Erol Erk, sen
büyük adamsın, kardeşim istersen
merkezden izin al,
istersen alma, biz senin emrindeyiz.
Bu benim için büyük
başarı, hatta süper gelişmeydi.
Anamur'daki gemiye
erzakları yığmaya başladık,
yolculuğun ne kadar
süreceğini bilemiyorduk, 30 - 40 - 50
saat gibi laflar
dolaşıyordu. Motoru tepeden tırnağa, kuş
sütüyle donattım. İslam
Çupi ve Mahmut Küçük içinde bir
kaç koli rakı
koydurdum. İstanbul’la da sürekli temas
halindeydik, yaptığım
her çalışma için, Necmi Tanyolaç abim
sürekli İstanbul'dan
bağırıyordu :
-Aferim Erol, fevkalade
güzel, fevkalade güzel.. kafanı
yorma abi, bu iş
kesinlikle olacak...
-Erol sana güveniyorum,
inanıyorum, hiç bir hata
yapmayacağına
inanıyorum... Senden adım adım kazanılmış
dev bir zafer
bekliyorum...
Planımıza göre motor
akşam Anamur'dan hareket
edcek, ertesi gün saat
16.00'da Girne’de olacaktı. Ama, o gün
gördüğüm deniz, hırçın,
dev dalgalarla dolu, korkunç, fışkıran
bir görünümdeydi. Motor
bile, Ersin'i alacağı iskeleye yanaşamıyordu.
Ama start vermek
zorundaydım. Ersin Aydın'da
havasındaydı.
Artık hareket saatini
beklerken, Anamur'da bir
lokantada son
yemeklerimizi yeyip, sohbet ettik, Pilotlar
Mersin'de beni
bekliyorlardı. Anamur'dan start vermek için
her şey gözden geçiriliyordu,
motorun kaptanları, bir tehlike
altında, ne bir telsiz,
ne bir radarları yoktu. Ama, yine de
Abdulkadir KAÇAR
-115-
tüm kaptanlar ve
personel motora bindi. Azgın Akdeniz
suları da susmak
bilmiyordu. Ersin'i göndermenin riski de
vardı. Ama, mutlaka start
gerekiyordu. İslam Çupi ve Mahmut
Küçük'te biraz alkolle
rahatladıkları için :
-Erol Abi,
gidebiliriz..
-Korkmuyoruz abi, bize
bir şey olmaz dediler.
Motordaki kamaralarına
yerleştirdim. Onları yolcu
ederkende:
-Arkadaşlar hiç
canınızı sıkmayın, sucuklar, peynirler,
pastırmalar, turşular,
aklınıza gelen gelmeyen yiyecekleri
gemiye doldurdum...
Ersin biraz
tereddütlüydü :
-Erol ben denizde nasıl
yüzeceğim?
-Kafanı yorma, Manş'ı
geçen adama Akdeniz çerez
gibidir. Hem tel
kafesle yüzeceksin, artık köpek balıklarının
da sana hiç bir zararı
olmaz.
Ersin soyundu,
yağlandı, kafesine girdi, saat 22.00 de
iskelede toplanan
binlerce halkın yoğun katılımıyla star
verdim. Yerel
yöneticiler, coşkulu kalabalık saatlerce alkışladılar,
hatta bir kaç pare de
top atıldı... Onlar açıldıktan
yarım saat sonra
şoförüm Ramazan Gülle'ye dedim ki:
-Ramazan arabanın
yönünü Mersin'e döndür...
Kısa sürede Mersin'e
geldiğimizde pilotlar eğleniyorlardı.
Bende o guruba
katıldığımda, herkes soruyor.
-Noldu? Noldu?
-Bizim kahramanlar yola
çıktı sabahın seher, vaktinde
kontrol edip, Sayın
Denktaş'a ve askeri yöneticilere bildireceğim...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-116-
ERSİN
AYDIN’I GÖTÜREN
MOTOR
KAYBOLDU...
Sabahleyin erkenden
kalktık. Gümrük alanındaki
helikoptere binip Anamur’a
doğru uçmaya başladık. O sırada
kıyıdaki muz
bahçelerinin ne kadar güzel olduğunu gördüm.
Kıbrıs Barış Harekatına
da katılan birisi kıdemli Yüzbaşılara
sordum:
-Kıbrıs barış
Harekatını nasıl başardınız?
-Biz Allah’a sığınarak
yaşıyoruz, Akdeniz’e düşsek
köpek balıklarına yem
oluruz, bu konuda karşı hiç bir
önlemimiz yok.
ALLAHUEKBER diyerek yola çıkıyoruz.
Çok şaşırmış,
korkmuştum da.
-Şimdi denize düşsek ne
olur?
-Yine köpek balıklarına
yem oluruz.
Hem Amerikalı pilotlar,
bizim Akdeniz’i böyle aşmamızı
bir türlü
anlayamamışlardı. Çünkü onların köpek balıklarına
karşı özel korunma
yöntemleri vardır...
Hem konuşup, hem de
Anamur Girne arasını helikopterle
gidiyorduk, ama bu
güzergahta, ne bir gemi, ne bir
tekne, ne de akşam
22.00 de yolcu ettiğimiz arkadaşları
göremeyince iyice
telaşlanmıştım. Motorun ne telsizi, ne de
Abdulkadir KAÇAR
-117-
radarı olmadığı için
şüphelerim arttıkça artıyor, pilotlar da
aynı tedirginliği
yaşıyorlardı.
-Ya battılar, ya da
kayboldular... diyorlardı.
Girne’ye kadar uçuş
yaptık ama bir ize raslamadık.
Muhafızlardan haber
almak için Mersin’e geri döndüğümüz
de saat 16.00’ydı. Oysa
bu saatte motorun ve Ersin Aydın’ın
Girne’de olması
gerekirdi. Bir türlü haber alamıyor, çırpınıyor,
çırpınıyorduk.
Ertesi gün çıkan tüm
gazeteler, bizim bu planımızın
fiyasko ile
sonuçlandığını belirtiyorlar, şöyle manşet
atıyorlardı:
-ÜNLÜ MARATONCU ERSİN
AYDIN AKDENİZ’İN
SULARINDA KAYBOLDU.
-ERSİN’İ KIBRIS’A
GÖTÜREN MOTORDAN HABER
ALINAMIYOR.
-ERSİN’İN YAŞAMINDAN
ENDİŞE DUYULUYOR.
Tüm dünya aynı şeyleri
söylüyordu, gazeteler, okurlarına
ve dinleyicilerine
duyuruyorlardı... Ben akdeniz’in üzerinde
dolaşıyordum. İstanbul
beni bulamıyor, büyük panik
yaşanıyordu.
Necmi Tanyolaç’ı
bulduğumda o da bağırıyordu.
-Yahu Erol koskocaman
motoru nasıl kaybettin?
-Abi, Vallahi, yolcu
ettim, yarım saat arkalarından
baktım. Ama motorun
radarı, telsizi olmadığı için “ALLAHUEKBER”
diye yola çıktılar...
O kritik geceyi
Mersin’de biraz telaş, biraz heyecan,
korku ve panikleyerek
geçirdim. Pilotlar aynı telaşı, paniği
paylaştılar, o sırada
Kel Hasan’ın WİHİTE HORSE’unda
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-118-
oturuyorduk, ama diken
üstündeydik. Vazgeçilmez dostum
Kel Hasan beni teselli
etmeye çalışıyordu.
-Erol, kafanı yorma, o
motorcuların hepsi profesyoneldir.
Akdeniz’i karış karış
bilirler, canını sıkma, bir akıntıya kapılıp
ters yöne gitmiş
olabilirler, rotayı şaşırmış olabilirler...
Söylenenlerin hiç
birisi beni teselli etmiyordu. Sabahın
erken saatlerinde
yeniden havalandık. Pilotların oysa 24 saati
iki defa geçmişti.
Onları teselli etmeye çalışıyordum.
-Arkadaşlar, bu bir
milli davadır. Kafanızı hiç bir şeye
takmayın, size
komutanlarınız hiç bir şey diyemez, deseler
bile bu olayın
organizatörleri olarak sonuna kadar sizi
savunacağım, kesinlikle
endişe duymayın.
Sabahleyin ikinci
seferimizde Akdeniz’in üzerinde
yaklaşık iki saat
aramamızdan sonra Anamur’dan yolcu
ettiğim motoru Girne’ye
çok uzaklarda bulduk. Yavaş yavaş
Kıbrıs’a doğru yol
alıyorlardı. El salladık. Onlar da rahatlayıp,
bize el salladılar. Ben
show yapmamız gerektiğine inandım.
Çünkü Rumlar motorun
gelmemesine, kaybolması haberlerine
çok seviniyorlar, nara
atıyorlar, Rauf Denktaş ise eziklik
duyuyordu. Bu konuda
Bedrettin Dalan Paşaya mesaj iletmem
gerektiğini düşündüm.
Kalemle beyaz kağıda, motorla Kıbrısa
yaklaşan İslam Çupi’ye
bir not yazdım:
-Girne’ye bir mil kala
demirleyin, benim talimatımı
bekleyin...
Saat 11.00 - 12.00
olmuştu, alçaldık, alçaldık bu notu
sert bir madde ile
motora atmayı başardım... Onlar da elleriyle
işaret ettiler,
söylediklerime aynen uyacaklardı. Helikopterimiz
Girne’nin küçük bir
platformuna indi, herkes peşimizdeydi.
Benimle birlikte
yürüyorlardı ve soruyorlardı:
Abdulkadir KAÇAR
-119-
-Ersin Aydın nerede?
-Ersin ne zaman
geliyor?
Elimde James Bond
çanta, siyah gözlüklerimle, hiç
renk vermeden Adana’dan
tanıdığım Bedrettin Demirel
Paşa’nın yanına gittim,
selam çaktım, Kıbrıs Barış Harekatında
kahramanca büyük
mücadele veren Paşa beni görünce sarıldı:
-Paşam saat 16.00’da
motorumuz Girne açıklarında
olacak.
Bedreddin Paşa daha da
rahatlayıp, kalkıp beni bir
daha öptü, hemen
telefona sarılıp Rauf Denktaş’a bilgi verdi.
Motor iki gün
gecikmeyle adaya ulaşacaktı.
-Paşam, yeniden
Helikoptere binip, motoru izleyip,
rotayı takip edeceğim,
proğramı ayarlayacağım.
-Peki Erol, seni bekliyoruz.
Tekrar havalandık,
bizim motor Girne’ye bir mil kala
demirlemişti. Verdiğim
talimat aynen uygulanıyordu. İki
kruvazötörde bizim
motoru bekliyordu.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-120-
HERKES
AĞLIYORDU
Helikopterle saat
15.00'te yeniden Kıbrıs'a döndüm,
tüm GİRNE ayaktaydı,
liman Türk bayraklarıyla donatılmış,
bando çalıyor,
onbinlerce vatandaş doğal limanı bayram
yerine döndürmüşler,
hazırlıklar tamamlanmış, gelişimiz
bekleniyordu.
Helikopterden inip Bedrettippaşa'nın yanına
gittim :
-Paşam, her şey tamam,
istediğiniz saatte Girnedeyiz...
-Erol, Rauf Denktaş'ta
gelecek, ayarlamayı iyi yapalım,
hiç bir aksilik
olmasın..
-Tamam Paşam, saat
16.30'da biz GİRNE'deyiz...
Ama, halkın ve
protokoldeki herkesin o gözyaşartıcı
manzarasından
olağanüstü etkilenmiştim, helikopterle son
kez havalanıp motorun
yanına gittim, Ersin Aydın’a vermem
gereken 2. mesajı da
kağıda yazıp ağır bir maddeyle aşağıya
attım. Mesajım şöyleydi
:
-Ersin, startı
verdikten sonra yüzerek kıyıya ulaşacaksın...
Aşağıdan el salladılar,
her şey tamamdı.
Burada bir şeyin altını
çizmek istiyorum, Ersin'in geceleri
motora alınmış
olabileceğini tahmin ediyordum, ama karaya
çıktığında Akdenizi
yüzerek geçen bir yüzücününün görüntüsünü
vermesi gerekiyordu.
Söylediklerimde tamamen doğru
çıkmış, talimatlarım
aynen uygulanmıştı. Saat 16.00'da
Ersin motordan atlayıp
yüzmeye başladı. Kıyıda bekleyen
Abdulkadir KAÇAR
-121-
onbinlerce kişi
sevinçten çığlık çığlığa bağırıyor, kıyametler
kopuyordu. Protokolde
Rauf Denktaş, Bedrettin Dalan, herkes
nefesini almadan
bekliyordu. Doğal rıhtımda iki tane asker
ellerinde büyük bir
Türk-Bayrağı, Beyazlar içinde Doktor
Binbaşı Sağlık
Ekibi'nin başındaydı, Bende, denizden
çıktığında elini tutup
çekmek için en uca kadar inmiştim.
Ersin'in bir millik
yüzmesi 16.30 da tamamlandı, kendi
ellerimle onu tutup
karaya çektiğimde, İnzibatlar ve doktorlar
hazır bekliyorlardı...
Zaman aşımına uğradığı
için ilk defa itiraf ediyorum,
Ersin'i çok iyi
tanıdığım için hemen ona sarıldım, öperken
kulağına söyle dedim:
-Ersin, burada hemen
bayıl...
Sesini çıkartmadı, o
muhteşem bayram yerindeki halkın
coşkusu artık zirveye
ulaşmış herkes hüngür hüngür
ağlıyordu. Ersin benim
talimatıma hemen uydu. Sudan çıkıp,
yerlere döşenen
halıların üzerinde bir iki adım attıktan sonra
kendisini yere bırakıp
bayıldı. O sırada inzibatlardan birisi
elinde tuttuğu Türk
Bayrağını Ersin'in üstüne örttü. Ben
uyanması için tokatlar
gibi yapıyordum, bir kaç dakika baygın
kaldıktan sonra:
-Erol, ben öldüm mü?
Türk Bayrağını neden üstüme
örttüler ki?
-Hayır ölmedin, ama
biraz sonra kalk, bir süre daha
bekle... dedim.
Beyazlar içindeki Türk
Doktoru, Ersin'in tansiyonunu
falan ölçtü, gerekli
tıbbi müdahaleler yapıldı... Ersin ayağa
kalkınca, hemen elinden
tutup Rauf Denktaş'ın yanına çıktık,
bir selam verdim:
-Sayın Denktaş,
Türkler'in Anavatan'dan Yavruvatan'a
yüzerekte
geçebileceğini kanıtladık, Cumhurbaşkanımız
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-122-
Sayın Fahri Korutürk'ün
en iyi dilek masajlarını Adanın en
büyük lideri olarak
size iletmekten haz duyuyorum.
Rauf Denktaş'ın
gözlerinden bir damla yaş aktı...
Bedrettin Demirel
Paşaya da bir selam çaktım :
-Sayın Pasara, Türk
Ordusunun ve Ulusunun mesajını
selamlarını şükran
duygularını iletiyorum... dedim.
Hayatında hiç ağlamayan
Bedrettin Paşa ilk defa hüngür
hüngür ağladı, bunları
söylerken bende hıçkara hıçkıra
ağlıyordum. Herkes
denizden yukarı çıkmıştı... 10 yaşındaki
Kıbrıs'lı bir öğrenci
Ersin'in boynuna bir çelenk takıp, Kıbrıs
şivesiyle :
“Sayın Ersin Aydın,
Anavatandan Yavruvatan'a hoşgeldiniz,
halkım adına size
saygıları, sevgileri, minnetlerimizi
sunuyoruz.” dedi.
Bayram yerine dönen o
karşılamada onbinlerce kişi
hüngür hüngür
ağlıyordu...
Ersin Aydın omuzlara
alındı, bir süre Girne'ye taşındı,
gündüz olmasına rağmen,
havai fişekler atıldı, çok büyük
bir heyecan, sevinç,
ağlama birbirene karışmıştı.
Daha sonra Orduevi'nde
yüzme olayının nasıl gerçekleştigi
konusunda Rauf Denktaş
ve Bedrettin Paşa ve üst
düzey protokolün
katıldığı her bir salonda brifing verdim.
Yüzme olayının nasıl
oluştuğunu, nasıl gerçekleştiğini saatsaat,
dakika dakika anlattım,
tutup-tutmadığını şu anda bile
kesin olarak
bilemiyorum. Orada aklıma bir de jest yapmak
geldi.
-Bu büyük serüvenin
anısına, köpek balıklarından Ersin
Aydın'ı korumak için
yaptırdığımız özel tel kafesi Kıbrıs
Müzesine armağan
ediyorum...
Büyük bir alkış
kopmuştu... O kafes hala oradadır...
Abdulkadir KAÇAR
-123-
İNGİLİZ
GAZETECİNİN DEV TEKLİFİ
Yüzme olayı buraya
kadar dörtdörtlüktü ama Kıbrıs
Rum ve İngiliz Basını
peşime düşmüşler. Lefkoşe'de Barış
Harekatı sırasında da
uzun süre kaldığım otelde bir İngiliz
bayan gazeteciyle, Genç
Türk Tercümanı beni yakaladılar.
Aslında onların amacı,
bu organizasyonda yüzme konusunda
şüphe ediyorlardı.
Tercüman aracılığıyla İngiliz Gazeteci:
-Bize bu olayı
anlatırmısınız? dedi.
-Ben bu olayı Girne'de,
Orduevi'nde iki defa anlattım...
Şüpheli şüpheli dediler
ki :
-Peki, bu olayın başka
bir yönü var mıydı?
-Yoktu kardeşim,
Türkiye’de büyük bir gazeteyiz.
Organizasyon yaptık,
amacımız Türklerin Anavatandan
Yavruvatana Kıbrıs'ı yüzerekte
işgal edebileceklerini kanıtlamaktı,
bunu da yaptık...
Resepsiyon sona erdi,
olaylar bittikten sonra barlarda
buluştuk, o İngiliz
Bayan Gazeteci, Tercümanla tekrar
yanımıza geldi,
Tercümanı :
-Erol Bey, arkadaşım
sizinle tanışmak istiyor...
-Buyursunlar,
tanışalım.
-Sizin bu maceranızı
yazmanız için, mensup olduğu
gazete adına size 30
bin paund öneriyor...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-124-
-Yavrucuğum, bunlarin
neyini yazacağım, hepsini
anlattım zaten, bu
milli bir davadır.
-Erol Erk, kafanı
kullan, 30 bin paund bu çok büyük
bir paradır...
-Anılarım dünyanının ve
Türkiye'nin hatta Kıbrıs'ın
gözleri önünde oldu
neyini yazacağım.
Tercüman ısrar edince
sordum, Peki, senin bundan bir
çıkarın var mı?
Bocaladı :
-Şeey, yok, yani neden
olsun ki.
Onların merakı, Ersin
Aydın'ın yüzmesinden şüpheleniyorlar,
bir hilenin olup
olmadığını ortaya çıkartmak
istiyorlardı. Eğer, o
günlerde ben vatanımı, milletimi satıp,
30 bin paund'u belki
50, 100 bin paundda yaptırabilirdim ve
bunu öderlerdi. Ama,
aklımın ucundan en küçük bir ihanet
olmadığı, geçmediği
için, onların bu isteklerini geri çevirdim.
Belki büyük bir para
alabilirdim, ama bu bemim yapımda
olan birisinin bunu
yapması zaten bahis konusu olamazdı.
Benim, vatanım,
milletim, askerim, sivilim, o günlerde
inandığım vazgeçilmez
değerlerdi. Şu ortaya koyduğum
olayda zaten her şeyi
dört dörtlük biçimde açıklıyor.
Bu gün, latife, espiri
olarak gördüğüm için yüzme
olayının iç yüzünü, bir
takım hilelerini açıklarken pişman
değilim, bir üzüntü.
duymuyorum. Şöyle ya da böyle bu
yüzme olayı
gerçekleşmiştir, ama kötü hava koşulları
nedeniyle Ersin’in bu
şekilde davranması da normaldir...
Bu maceranın Tercüman’a
çıkartığı tüm faturası o günün
değeriyle sadece 250
bin liraydı. Kemal Ilıcaktan AFERİM
aldım, Necmi Tanyolaç,
'Büyük Erol’, "Ağa”, Erol dedi, bu
iltifatlar benim için
parayla ölçülmeyecek değerde büyük
Abdulkadir KAÇAR
-125-
şeylerdi. Meslek
yaşamımdaki Ersin Aydın olayı benim
gururla yüz akım,
saygınlığım, gerçekleştirmeyi başardığım
en büyük organizasyondur.
Bugün Erol Erk, için
bir takım iddialar ortaya atılırken,
erkek, cesur, mert bir
gazeteci olarak Tercüman'daki özelliğimi
kimse unutamaz. Bugün
benim için bazı konularda ileri geri
konuşanlar, bu olayları
yaratıp, merkezi olduğum yıllarda
henüz annesinin
karnında bile değillerdir, ya da kısa
pantolonlarıyla okula
gidiyorlardı. Adana'dan yetişen bir
gazeteci olarak
Babıali'ye mal olmuş bir Kişiyim.
Tercuman'daki bu dev
saltanat yıllarım, Güney Haberde de
devam edecekti...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-126-
ŞEHÎT
OLDUĞUMA ADANA AĞLIYORDU
Kıbrıs Savaşının tam
ortasında, Adana'ya şehit olduğum
haberi ulaşmaz mı?
Benim hiç haberim yoktu, oysa her gün
gazeteyle temas
halindeydim. Akşam üzeri telefonu açtığımda
Şahin Esen demir hüngür
hüngür alıyordu.
-Şahin ne oldu yavrum?
Neden ağlıyorsun?
-Baba, sen misin?
Yaşıyorsun demek? Allaha şükürler
olsun...
-Ne oldu Şahin bana da
anlatsana?
-Baba, senin şehit
olduğunu herkes biliyor, Milliyet ve
Hürriyet Gazeteleri de
biraz önce yayınlamak için fotoğrafını
istediler. Hatta
Cenazenin Mersin Devlet Hastahanesi
morgunda olduğu
söyleniyordu.
Olay şuydu:
Yine Kıbrıs Barış
Harekatında Samsun'lu Metin İsimli
bir gazeteci, olaylar
sırasında oradaymış. Yaralanarak ölmüş,
kalbi mi durmuş?
Bilinmiyordu. Cenazesi Kıbrıs'tan Mersin
Devlet Hastahanesi'ne
getirilmiş. Oradaki Gazete Bayii de
herkesin, dostu
arkadaşı olan Mustafa Tekgüç, Morga gitmiş
cenazeye bakmış :
-Tamam, ölen Erol
Erk... demiş.
Abdulkadir KAÇAR
-127-
Onun bu beyanı üzerine
Adana ayağa kalkmış... Şahin
Esendemir'i nihayet
susturdum.
-Ağlama yavrum,
yaşıyorum, bak telefondayım.
-Tamam Abi, inandım çok
sevindim.
-Hem tüm gazetelere
haber ver böyle bir haber kullanmasınlar.
Senden şimdi önemli bir
ricam var, gazetecilerden
en fazla ağlayan kim?
Bana bir liste hazırla.
-Tamam Baba...
Eve telefon açtım,
feryat, figan kızılca-kıyamet
kopuyordu...
-Yahu, ben yaşıyorum,
ölmedim arkadaş, böyle bir
yanlışlık olmuş.
Haftalar sonra Kıbrıs
Barış Harekatı yüzde yüz zaferle
sonuçlanmış, ben
Türkiye'ye Adana'ya dönmüştüm. Şahin'den
en çok ağlayanların
listesini istedim ve onları eğlenmeye
götüreceğimi söyledim.
Meğerse en çok Şahin Esendemir,
sonra Keçi Nihat ve de
hiç aklımın ucundan geçmezdi
İskender Ayvalık,
saatlerce ağlamış. Dört beş kişi daha
gazeteci olarak
ağlamıştı. Eğlenceye götüreceğim lafını
duyunca, Hamit Deste,
kendisininde ağladığını yemin ederek
söyledi...
Bu da Kıbrıs
olaylarının magazin yönüdür.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-128-
GÜL'E
SAVAŞTA AŞIK OLDUM
Ne olursa olsun,
savaşla, eğlenceyi bir arada götürüp
zamanı iyi kullanan,
bilgi toplayan adamımdır. Ne eğlenceyi
bırakmam, ne de büyük
istihbarat kaynaklarından vazgeçmem
olanaksızdır. İşte
Kıbrıs Barış Harekatı sırasında ve sonrasında
VATAN isimli bir
restaurant vardı, pavyon gibi bir yerdi. Şefi
de Hasan Bora’ydı.
Neredeyse Kıbrıs'ın efesi gibiy'di. Büyük
anılarımız oldu.
Her gece Vatan
Restaurant'taydım, büyük saygı ve sevgi
görüyordum, içeriye
girdiğimde garsonlar etrafımda pervane
oluyorlardı...
-Erol Ağa hoşgeldin.
-Erol Baba hoşgeldin...
derlerdi. Bir gece saat 0l.00
oldu, sahneye bir
dansöz çıktı. Ama ne dansöz, sanki cennetin
hurilerinden birisiydi.
Bembeyaz bebek gibi tenli, siyah uzun
saçları, diğer hiç bir
kıza benzemiyordu. Playboy Dergilerindeki
kızlar gibiydi.
Her gece gidip, onun
dansını izliyordum, dansı bittikten
sonra da orada
oturuyordum. İlgisini çekmiş olmalı ki, bir
gün dans ederken
kafasından çıkarttığı gülü masama koydu,
bu olay bana büyük bir
heyecan yarattı.
Abdulkadir KAÇAR
-129-
Vatan Restaurant'ın
Müdürü olan Cihan İşisağ'a sordum:
-Bu olay nedir? Bu
Dansöz kimdir?
Çihan'da,
-Aman Abi, karıştırma,
Kıbrıs Mafyasa'ndan Ulusu'nun
özel dostudur. Kimseyle
görüşemez, konuşamaz, hatta yanına
yaklaşamaz, aman
dikkatli ol.
-Adı nedir?
-Gül.
Gerçekten de Gül gibi
bir kızdı, zaten ilk gördüğümde
Hasan Bora'ya
sorduğumda :
-Abi, çok tehlikeli,
aman karıştırma... demişti.
Bütün kumarhanelerin,
eğlence yerlerinin sahibi olan.
Ulusu'nun özel
sevgilisi olduğunu anlatmıştı...
Ama, aklım GÜL'deydi.
Hiç bir şey benim
gözümü korkutmuyordu. Bir gece
yine geç saatte sahne
aldı. Biraz oynadı hemen yanıma gelip
oturdu. Tüm müşteriler
ve garsonlar şoke olmuştu.
-Buyurun Hanımefendi ne
emrederdiniz?
-Teşekkür ederim, hiç
bir şey içmeyeceğim, yarın size haber
göndereceğim görüşürüz.
-Ciddi misiniz?
Evet, çok ciddiyim.
Benim bardağımdan bir yudum içki
aldı, kalkıp yeniden
dans etmeye başladı...
O günlerde ben
Lefkoşe'deki Saray Otelden ayrılıp Vatan
Gazinosu'nun
pansiyonuna yerleştim, eğlence çok büyüktü.
Hasan Bora ile bir
elimiz yağda, bir elimiz baldaydı. Bu sıra
da Gül’den bana haber
geldi :
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-130-
-Erol Pansiyonu terk
etsin, Girne’deki şu isimli otelde
kalsın. Uçarak gidip o
otele yerleştim, biraz sonra Gül
ayağında kot pantolonu,
üstünde kırmızı bir blüzla yanındaki
çocukla çıkıp geldi.
Birlikte yemek yedik. Bu sırada bir film
şirketi Kıbrıs
villalarında savaşın bıraktığı izlerin belgeselini
çekiyormuş. GÜL'de
orada yansıtıcı manken olarak rol
alıyormuş. Gül dedi ki
:
-Erol, önemli bir
belgesel çekiyoruz, yarısı Türk yarısı
İngiliz bir film
şirketi, yarın şu büyük Villa'ya gel orada
buluşalım.
-Tamam dedim.
Bende fotoğraf
makinamla, gazeteci olarak, olayı görüntülemek
için oraya gittim.
Gül’le romantik bir arkadaşlığımız
başladı. Ancak, mesaisi
bitince koşarak geri dönüyordu.
Bir gün Hasan Bora beni
yakaladı.
Erol, dostu olayı
duymuş, biraz tedbirli ol.
Boşveeer, ben
Gazeteciyim, ne tedbiri kardeşim
röportajlar yapıyorum.
Erol abi, bunu
yemezler, sen dediğimi yap, tedbirli ol.
Peki teşekkür ederim.
Herhangi bir olumsuzluğun
olmamasına rağmen, tedbirli
olmaya başladım.
Girne’deki Siyah Kaya isimli otelde
kalıyordum, bir telefon
geldi. Baktım Gül, kendine özgü
şivesiyle :
-Nasılsın Hayatım?
-İyiyim, ya sen?
-Bende iyiyim, bir
saatlik zamanım var, sana geliyorum...
dedi.
Abdulkadir KAÇAR
-131-
Sabırsızlıkla, yolunu
dört gözle bekliyorum... dedim.
Bir süre sonra geldi.
Oradaki dostluğumuz, arkadaşlığımız
gerçek anlamda başladı.
Mafya sevgilisi Ulusu’yu da terk
ederek peşimden
Türkiye’ye geldi. Arkadaşlığımız uzun süre
devam etti.
Hasan Bora ve Cihan
İşisağ ve de Vatan Gazetesinin
sahibi Çetin, çok
renkli kişilikleri olan bu arkadaşlar daha
sonra Türkiye’ye döndü.
Her gece yüzlerce Fransız, İngiliz,
Arjantinli, dilberlerle
ilişki kuran Çetin Tatar kızı Arzu’ya
aşık oldu. Ben de Gül’e
aşık olmuştum. Hasan Bora da Jülyet’e
aşık olarak bileklerini
keserek intihar etmek istedi. Ama
Hasan’ın hayatında 22
tane intiharın hepsi de şike intiharlardır...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-132-
KIBRIS
BARIŞ HAREKATININ
GÖBEĞİNE
DÜŞTÜM
Barış Harekatının
ertesi sabahı bir teleks daha;
-Erol Erk, Kıbrıs Barış
Harekatını izlemek için, ilk
gemiyle adaya gitsin,
Kemal Ilıcak...
Güneş doğarken Adana’ya
geldim. Alel acele hazırlıklarımı
yapıp, ilk çıkartma
gemisine binerek Kıbrıs’a vardım.
Kolumda daktilo
makinası, küçük bir valizle birlikte Girne
açıklarında bir savaş
gemisinin uç güvertesinden karaya
attılar. Tüm Kıbrıs
panik içindeydi. Bir karmaşa, bir panik
yaşanıyordu ki
anlatamam. Kıbrıs’a girerken gemilerimiz,
Deniz Muhliplerimiz
denizin içinde yılan gibi kıvrıla kıvrıla,
dans ederek, oynayarak
suların üstünde kayak yaparak
Beşparmak dağlarını
yerle bir ediyordu. İlk defa bir savaş
muhribinin savaştığını
görüyordum. İlk defa böyle muhteşem
sözcüklerle ifade
edilemeyecek biçimde suyun üstünde paten
yaparak savaştığına
tanık oldum. O geminin heyecanla dans
ettiğini o kadar çok
dalmışım, o kadar çok etkilenmiştim ki,
ne yapacağımı
bilemiyordum. Oysa, elimde daktilom, fotoğraf
makinam, küçük
valizimde biraz giysi, ne olacağını bilemiyordum.
Bilgi alabileceğim hiç
bir kimse yoktu. Benden sonra
10 gazeteci de başka
bir gemiyle Ada’ya geldi. Ama bunlar
Girne’deki ganimet
arabalarına binerek Magosa’ya
Abdulkadir KAÇAR
-133-
giderken Rumlar’ın
eline esir düşerek, başta Mete Akyol
olmak üzere 72 saat
esir oldular.
Girne’nin bir köşesinde
pantolonumun kayışı da
kopmuş, boynumda
fotoğraf makinamla dolaşıp, sağa - sola
kaçışan insanlara
soruyordum. Onlar da bilgi vermiyorlardı:
-Sen kimsin kardeşim?
-Ben Press’im, Basınım.
-Git kardeşim, kim
şaapar Press’i, git işine...
Hedefim Bedrettin
Demirel Paşa’nın yanına kapağı
atmak, oradaki iletişim
imkanlarından yararlanmak, savaşı
askerlerle birlikte
takip etmekti... Ama, ona ulaşmam için ne
yapmam gerktiğini
bilemiyordum. Tam bu sırada yanımda
bir askeri jeep durdu.
İçinden bir seksen boyunda kara yağız
bir Teymen belindeki
kılıcından kan damlayarak indi :
-Kimsin sen, nesin sen?
-Teğmenim, ben
gazeteciyim, Karargaha gitmek
istiyorum.
-Ne Karargahı, Karargah
falan mı kaldı, hareket
halindeyiz hepsi
birbirine karıştı.
Bir süre sonra :
-Bin bakalım arabaya...
dedi.
Arabayla Girne
Beşparmak Dağlarına yakın bir mevziye
geldiğimizde, havadan
savaşan ilk komandoları indiren,
Kıbrıs’ı alan iki
adamdan birisi olan Bolu Komando Tuğayı’nın
tek adamı Sabri Paşa
isimli büyük bir komutanla karşı
karşıyaydım. Sivilden
nefret eden bu paşa karşısında beni
görünce herkese
bağırmaya başladı :
-Sen kimsin? Seni
buraya kim getirdi? Niye getirdi?
Vuracağım ulan
hepinizi, öldüreceğim!
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-134-
Elim zangır zangır
titriyordu, beni getiren Teğmen:
-Paşam, gazeteci
bizden, Girne sahillerinde perişan
halde bulduk. Nereye
gideceğini bilmediği, bizim gazetecimiz
olduğu içinde buraya
getirdim.
Sabri Paşa kafasını
sağa-sola salladı, bir kaç dakika
geçti, ne olacağını
bilemiyordum. Bana dönerek:
-Oğlum, sende şeytan
tüyü mü var? Kimsin?
-Paşam, Türkiye’den
geldim, Tercüman Gazetesi’nin
temsilcisiyim.
-Gel lan buraya, bin
arabama bak sana savaşın nasıl
yapıldığını
göstereyim... dedi.
Birlikte cepheleri
teker teker gezerek, Türk Komandolarını
nasıl yönettiğini
izledim. O sıcakta elim, ayağım buz
kesmişti. Kafamızın
üstünden mermiler ıslık çalarak
geçiyordu. Ama Sabri
Paşa banamısın demeden dolaşıyordu
cepheyi yönetiyordu...
Çok büyük kahraman bir paşaydı.
Uzun süre nefes
almadan, panik halinde izledikten sonra,
-Paşam fotoğrafını
çekebilir miyim?
-Çek haydi, çek...
Bir subayla cephede,
başımızın üstünden vızır vızır
kurşunlar geçerken
fotoğraflarını çekip, Tercuman’da
yayınladım.
Ovacık’tan getirilip
indirilen 1600 Komandonun
Paşasıydı. Diğer
tanıdığım Paşa da Kayseri’den gelen Adnan
Doğu’ydu. Kıbrıs’ı bu
iki paşa almıştır. Gerisi hikayedir, ikside
eşsiz kahraman birer
askerdir. İkisi de asla sivillerle
görüşmezlerdi...
Akşama kadar yanında
Sabri Paşa’nın cephedeki
kahramanlıklarını
hayran hayran izlemiştim. Zaten saat 19.00
Abdulkadir KAÇAR
-135-
da harekat
durdurulmuştu Magosa yakınlarında durduk, bu
arada Osmaniyi’den
gelen Karaoğlanoğlu isimli Albay Şehit
Olmuş, ama birliği
fazla zaiyat vermemişti. İşte Karaoğlanoğlu’nun
da şehit olmasının
verdiği öfkeyle Kenan Doğu
Paşa ve Sabri Paşa
Komando birlikte Kıbrıs’ı yerle bir
ediyorlardı. Bu savaşın
kazanılmasında Bedrettin Demirel
Paşa’nın da büyük ve
inkar edilemeyecek rolü vardı. Eylemi
yaratan oydu, uygulayan
da diğer paşalardı.
Kıbrıs Barış
Harekatı’nda Özel Deniz Timleri’nin de
büyük katkısı vardı.
Hepsi de birer kahramandı. Bunlar
gerektiğinde sivil,
gerektiğinde polis, gerektiğinde asker
olan, son derece
yakışıklı, düzgün fizikli Assubaylardır. Ova,
dağ, ateş, kurşun
bunları etkilemez. Kıbrıs’ı çıkarken ilk
mayın tarlasını söküp,
denizden 22 mt lik alanı Türk
Askerlerine açan, en
büyük öncülerdir. Bunlar öncü olarak
askere alınırlar, öncü
olarak devam ederler. Görevleri bitince
de bir kenara
çekilirler. İşte o harekatta bu 26 kişilik özel
komando timiyle
röportajlar yapmak istedim. Mümkün
olmadı. Savaş bittikten
sonra halkın arasına karışanlardan
bir ikisini
tanıyabildim. Fakat hiç bir şey öğrenemedim. Kıbrıs
mayınlarını temizleyen
o kilit noktaları Türk Ordusuna açan
bu kahramanlar 1500
kişilik birliklerden sadece 16 tane şehit
vermişlerdir...
Kıbrıs’ta ölenlerin büyük kısmı, piyadelerdir.
Bunlar armut gibi
avlandılar. Türk Askerlerinin tamamının
komando olarak
eğitilmeleri gerekir. Ancak o zaman rantabl
şekilde savaş
kazanırız. Ordumuz, bundan sonra da savaş
kazanacaksa, bu
kesinlikle komandoların katkısıyla olacaktır.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-136-
KIBRIS
BARIŞ HAREKATINI
DÜNYAYA
DUYURAN İLK GAZETECİYİM
Tercuman Gazetesi’nde
görev yaptığım yıllarda yine
gurur duyduğum, alnımın
akıyla çıktığım, büyük bir çalışma
yaptığım olay Kıbrıs
Barış Harekatı’dır. O harekatın bizzat
içinde olan, ona
katılan gazetecilerden birisiyim. Türkiye’nin
Kıbrısa çıktığını
dünyaya ilk kez Tercuman aracılığıyla
duyuran gazeteciyim...
Kıbrıs’ta Makarios’a
karşı darbe olmuş, ada kaynıyor,
Türkiye ayaktaydı.
Müdahale ha bu gün, ha yarın olacak
diye hepimiz büyük bir
beklenti içinde olduğumuz için
Mersin’e tezgahımı
kurmuştum. Türk ve yabancı bütün basın
mensupları da daha
sonra arkamdan oraya gelmişti. Foto
Muhabiri de o zamanlar
Nurettin Tezcan’dı. Ama benim
orada şimşek gibi
çalışmamı, olayları birbirine bağlamama
en büyük cesareti veren
de şoförüm Ramazan Gulle’ydi. Ve
Türkiye’nin Kıbrıs’a
çıktığı haberini Türkiye ve dünyaya
duyurmamda en büyük
yardımcım da Ramazan’dır.
Unutamam; Türkmen
Oteli’ndeydik, Ankara Bürosu’nda
da Yavuz Donat’la
sürekli irtibat halindeydik. Onlar da
Başbakan Bülent
Ecevit’i adım adım izliyorlar, ne yaptığını
Abdulkadir KAÇAR
-137-
hangi yönde karar vereceğini
kolluyorlardı. 1974 yılında
barış harekatı önceki
Türk Ordusu’nun Kıbrıs’a müdahale
edip etmeyeceği
konusunda hiç bir belirti yoktu. Kimse
bilmiyordu. Bende de
meslekle ilgili önceden sezinleme
dürtülerim vardır. Bu
ayrı bir özelliktir. Kolay kolay kimsede
yoktur. Kıbrıs’a Türk
Ordusu’nun müdahale edeceğini
hissediyordum. Ancak bu
güne kadar üç-dört defa Türk
Ordusu yoldan geri
döndüğü için Amerika dahil ihtimale
kimse inanmıyordu.
Hatta Amerika’nın gizli haber alma
örgütü olan CIA’da hiç
bir şey öğrenememişti. 19 Temmuz
gecesi kötü bir
havaydı, Ramazan Gulle’ye talimat verdim.
-Ramazan, arabayı
hazırla, havada değişik şeyler
duyuyorum...
-Tamam Baba... dedi.
Arabayı hazırladı, foto
muhabiri Nurettin Tezcan’ı da
alıp doğru Silifke’ye
gittik. Mersin-Silifke arasını Ramazan
22 dakika gibi bir
sürede almıştır.
Hükümetlerin,
Devletlerin bazı temel kuralları vardır.
Eğer bu kurallar yerine
gelmişse, savaş başlamış demektir.
Yaşamımda edindiğim en
önemli deneyimlerden birisi de
buy du. Neydi bu
kurallar-kaideler?
1-Savaş için harekat
başladıysa, o yörenin tüm telefon
hatları görüşmelere
kapatılır. Yöre enterne ediler, kimse
kimseyle konuşamaz,
görüşme yapamaz. O bölge dış
dünyadan soyutlanır.
2-Yollar kesilir.
3-Daha önemli bir şık
vardır, onu da burada açıklamak
istemiyorum...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-138-
Biz saat 22.00 de
Türkmen Oteli’nde yemeğimizi
yedikten sonra yola
çıkıp Silifke’ye 32 dakika gibi bir sürede
varmıştık, bu korkunç
bir hız rekorudur. Bu gün o güzel
yollarda bile bu
mesafeyi belirtilen sürede alacak şoför
göremiyorum. Bu kısa
sürede Silifke’de olmamız büyük
avantaj sağlamıştı.
Orada ki Askeri Karargahlarla irtibat
kurdum. Mersin’in
Silifke ile tüm hatları ve yolları kesilmişti.
O sırada MİT Başkanı
olan arkadaşım Albayı nasıl bulup
bulmadığımı bilemiyorum
:
-Erol benimle görüşme
kafanı kullan...
Bu onun bana verdiği
önemli bir mesajdı. Silifke’de 25
dakikalık bir sürede
tekrar Mersin Türkmen Oteline geldik.
Odama çıktım. Ankara’yı
aradım, saat sabaha karşı 05.00’ti.
Yavuz Donat’a:
-Yavuz, Harekat
başladı. Türk Ordusu Kıbrıs’a çıkıyor,
bu deniz harekatını
biraz sonra uçaklar, helikopterler, asker
sevkleri izleyecektir.
Yavuz inanmıyordu.
-Olmaz böyle şey, biraz
önce Başbakan Bülent Ecevit’le
görüştük, toplantı
yaptı. Henüz böyle bir karar yok.
-Yavuz, bana inan,
harekat başladı...
Bu sırada telefon
kapandı, saat 06.00’ya doğru yavuz
yeniden beni aradı.
-Erol, bizde bir
şeylerden şüpeleniyoruz, Ecevit bu
konularda hiç bir şey
söylemiyorsa da konular ortada.
-Yavuz, ben Adana
baskısını durduruyorum. 2. baskıya
TÜRK ORDUSU KIBRIS’ta
diye yazacağım.
-Erol, bu senin
insiyatifinde olan bir şey...
Abdulkadir KAÇAR
-139-
Hemen Adana’ya
talimatımı verdim. Haberleri
yazdırdım. Kıbrıs Barış
Harekatını dünyaya ve Türkiye’ye
ilk ben duyurdum. Saat
12.00 olduğunda Adana’daki diğer
gazetecilerin
temsilcileri hala uyuyorlardı. Barış harekatı
oldu mu olacak mı diye
terettüt içindeydiler. Hatta paniktelerdi...
Onlar bu panikleme
sürecini yaşarken Tercuman
Türkiye de ve Adana’da
ikinci baskılarıyla yüzbinlerce
satıyordu. Adana’da ki
temsilciler, İstanbul ve Ankara’dan
fırça üstüne fırça
yediler . Hele Cumhuriyet’in temsilcisi Özer
Öztep, pepe olduğu için
konuşamıyordu da... Saat 12.00’den
sonra Cumhuriyet,
Milliyet, Hürriyet yıldırım baskı yaparak
harekatı duyurmuşlardı.
Ben de, onların paniklediğine
kahkahalarla
gülüyordum.
Bizim gazete sokaklarda
satarken Başbakan Bülent
Ecevit’in o davudi
sesini hiç unutamıyorum. Radyolardan
şöyle diyordu:
“KIBRIS BARIŞ HAREKATI
BAŞLAMIŞTIR, TÜRK
ORDUSU ADAYA SAVAŞ İÇİN
DEĞİL, BARIŞ İÇİN
ÇIKMIŞTIR.
ASKERLERİMİZE AÇILMADIĞI SÜRECE
ONLAR DA ATEŞ
AÇMAYACAKLARDIR...
Bu başarımdan sonra
Kemal Ilıcak teleksle bir teşekkür
mesajı geçti. Çok
yorulmuştum biraz eğlenmemizi söylemişti.
Türkmen Otel’deki tüm
gazeteci arkadaşlarıma bir eğlence
düzenlemiştim.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-140-
ÇİĞDEM’LE
ÖLÜM YOLCULUĞUM
Gazino patronun salakça
kardeşi, çiğdem, ben, şöfürmle
birlikte Gaziantep’in
ünlü mesire yerine gidip yarım saat
kadar oturduk. Bu
arabaya iniş-biniş, oturuş sırasında Çiğdem
James Bond çantayı bana
verdi. Hemen gazeteyi sarıp
koltuğun altına koyması
için Ramazan’a verdim…
Esas hedefim çantaya
kavuşunca, bana verilen bilgilerin
doğruluğu birinci
planda gerçekleşmişti. Sonucunu asla
tahmin edemeyeceğim
serüvenin tam ortasındaydım.
Hep birlikte
Kahramanmaraş’a doğru yola çıktık,
Çiğdem tedirgin,
patronun salakça kardeşi çok sevinçli
görünüyordu, Bu
kentimize vardığımda orada da çok iyi
tanındığım için harika
biçimde karşılandık. Hatta gezmeye
geldiğimizi falan söyledim.
Ancak, plak doldurmasına
yardımcı olmaya söz
verdiğim Ayten de biraz sonra çıkıp
gelmez mi? Bana hep
şişko derdi, hınzırca gülümseyip :
-Gene ne haltlar
karıştırıyorsun Şişko? dedi.
Dost gezmesi
yaptığımızı, söyledim, Kahramanmaraş’ın
ünlü sayfiye yerine
gittik. Masalar kuruldu, Ayten, Çiğdem,
Patronun salak kardeşi,
Ramazan Gulle oturup sohbete
başlarken, Ayten sık
sık sorduğu için artık gerçeği anlatmaya
karar verdim :
Abdulkadir KAÇAR
-141-
Ayten, bu çocuğun kalbi
temiz, Çiğdem’i seviyor bunları
evlendir. Ama
Gaziantep’te patron olan büyük abisi duyarsa
durum ne olur bilemem…
Adana’ya gitmek zorundayım .
Ayten çok mutlu olmuştu
:
-Tamam şişko, bunu
hallederim ama ya olaylar duyulursa
ne yapacağım.
-Orasını düşünme…
Benim aklım fikrim
çantadaydı. Ayten’in söylediklerimi
yapacağından emindim.
Ramazan Gulle ile 2 saatte Adana’ya
geldik. Ben gazeteye
çantayla birlikte çıktım. Ünlü makamımı
da özlemiştim. Çanta
şifreli olduğu için bir türlü açılmıyordu.
İsviçre yapısı ve son
derece kaliteli bir şey olduğu için
kırmakta içimden
gelmedi. Ama şifreyi de bulamıyordum,
sonra masanın altına
teptim. Tam bu konularla uğraşırken
telefon çaldı, açtım.
Ayten Kahraman Maraş’tan nefes nefese
arıyordu.
-Şişkom, olaylar
Gaziantep’te duyulmuş. Didik didik
Çiğdem’i arıyorlar,
patronlarda büyük panik var. Belki seni
öldürmek için oraya
gelirler. Dikkatli olman için telefon
açıyorum.
-Peki, o salak aşık’la,
Çiğdem nerede?
-Onlar otobüsle
İstanbul’a kaçtılar, salak Çiğdem’i de
birlikte götürdü. Kızın
üzerinde yüklü bir şeyler varmış.
-Tamam anladım, Ayten
sen işini gücünü bırakıp doğru
Adana’ya gel seni
bekliyorum.
Ayten Adana’ya geldi.
Ertesi gün Ayten ve James Bond
Çantayla birlikte
İstanbul’a uçtu. Ayten’in de plak kayıt işi
vardı, SONBAHAR
RÜZGARLARI’nı Handan Kara’dan sonra
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-142-
en iyi okuyan solistti.
İstanbul’da Şişhane’de kimsenin aklına
gelemeyecek bir otel
vardı, her zaman orada kalırdım.
Laz’ların işlettiği
otel Unkapanı’na da yakındı. 10.
Katına yerleştik, ama
Adana ile de sürekli temas halindeydim.
Bu arada Gaziantep’te
Çiğdem’i arayan patronların iki araba
dolusu Adana’ya
gazeteye geldiklerini öğrendim. Çok iyi
yetiştirdiğim, başarılı
bir gece amiri olan Tamer Ünal her
şeyini bilen sağ
kolumdu, Tamer’e :
-Tamer, Soğukoluk haberini
tamamlamak için elinde
çok büyük belgeler var
o nedenle İstanbula’a geldim.
Tercümana gideceğim,
fakat şu anda otelde kaldığımı bile
kimseye sakın söyleme…
-Olur abi, merak etme,
emrin olur.
Gaziantep’li patron
Çiğdem’i soracak olursa.
-Sensin salak kardeşine
aşık olmuş kaçıp gittiler dersin.
-Peki Abi… dedi.
Ben bu şekilde Çiğdem
olayından sıyrılmıştım…
Ertesi gün, gazeteci
esnekliği, ince zeka ve politikası
isteyen bir olayla
karşı karşıya geldim. Soğukoluk
Şebekesi’nin
Familyasını, adres, telefon, ad soyadlarının
bulunduğu James Bond
Çantanın bende olduğunu bildiğini
öğrendim. Üstelik
şebekenin benim izimi bularak peşime
düşeceklerini de
biliyordum, ama beni ve çantayı bulacaklarını,
nerede bulacaklarını,
onlarla nasıl karşılaşa-cağımı
tahmin edemiyorum.
Otele gizlenmemin tek nedeni de buydu.
İşte gazetecilik hem
macerayı seveceksin hemde olayları
yaratarak önlemini
alacaksın. Bu prensipler meslek
yaşamında sürekli
birinci planda yer aldığı için sitemim
Abdulkadir KAÇAR
-143-
çökmüyor, en zor anlar
da bile olayların içinden sıyrılmayı
başarıyordum…
Ayten Unkapanı’na
gidip, planını doldurup gelmiş.10.
kattaki odamda kayıdın
nasıl olup olmadığını tartışıyorduk
ki, konuşmamızı telefon
sesi böldü. Açtım, resepsiyondaki
görevliydi.
-Erol Bey, sizi görmek
istiyorlar…
Benim burada olduğumu
kimse bilmiyor. Adana daki
Tamer Ünal bile hangi
otelde olduğumun bilincinde değildi.
Şaşırdım, bir süre
heycenlandım, hatta yüreğim ‘Gümm!! ‘
etmedi desm yalan
söylerim. Çünkü, benim orda olduğumu
Tercüman gazetesinin
patronu bile bilmiyordu. Santral
memuruna sordum;
-Şeey, nasıl birisi ?
-Efendim, esmer, uzun
boylu, yakışıklı, sizin askerlik
arkadaşınızmış…
Kimse benim yerimi
bilmiyordu. Asker arkadaşımın
bilmeside olanaksızdı
çünkü, 15-20 yıl olmuştu askerlik
biteli… Beni burada
nasıl bulur? Santral memuru terddüt
ettiğimi iyice
öğrenince bu kez devam etti :
-Abi, beyaz bir
chevrolet arabayla geldi, balkondan
bakarsanız aşağıda
arabayı görebilirsiniz.
Telefon açık kaldı,
balkona çıktım, gerçektende harika
bembeyaz güvercin gibi
bir chevrolet’ti. Hala hayalimdedir.
Bir kısa tereddütten
sonra devam ettim:
-Oğlum yukarı gönder,
gelsin bakalım.
Bu sırada Ayten hayli
telaşlandı:
-Şişko, burada
olduğumuzu kimse bilmiyor bu neyin
nesidir?
-Asker arkadaşım
olduğunu söylemiş:
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-144-
Ayten panikliyordu:
-Haydi gidelim, kaçalım
buradan, arkadaşın olduğunu
söyleyen kişi beklide
mafyadır.
-Ayten yavaş ol, sakin
ol, bana güven ve beni izle, ne
istersem onu yap.
Tam bu konuşmalarımız
sürerken kapı çaldı, açtım,
esmer, uzun boylu,
yakışıklı, kara kaşlı-kara gözlü, gerçektende
Tarsus’lu Mehmet
Ali’ydi ve askerliğimizi birlikte
yapmıştık…
Öyle şaşırdım, öyle
şaşırdım ki :
-Yahu Mehmet Ali, senin
burada ne işin var?
Sarıldı öptü, gayet
samimiydi.
Erol yerin kulağı
vardır, senin gibi kıymetli bir dostum
İstanbul’a gelmiş,
benim haberim olmayacak haaaa… Haydi
toparlanın sizi
Bursa’ya götüreceğim, benim esas işim
Bursa’da.
Mehmet Ali Pepe olduğu
içinde tutuk tutuk konuşuyordu.
Bende heyecanlandım,
ve:
-Yahu Mehmet Ali, lan
oğlum, sen buraya neden geldin?
Bursa’ya beni neden
götüreceksin? Şu anda sen ne iş
yapıyorsun?
diyemiyordum arkadaş.
-Olur Mehmet Ali,
gidelim, Ayten hemen toparlan
dedim…
Ama, bu arada da
kafamda ışık hızıyla planlar, programlar
yapıp, Mehmet Ali’den
kaçmaya çalışıyordum. Ayten
itiraz etti :
-Erol akşam programımız
falan...
-Sen boşver programı,
hemen hazırlan, toparlan
gidiyoruz.
Abdulkadir KAÇAR
-145-
Mehmet Ali de:
-Eeerrrol Aaaağa
geeelmiş bee Yeeen geeee…
Kırk yıllık arkadaşım.
Bursa Taylaaad Otelde’de sizi
eğlendireceğim… Erol’u
görmeyeee ve götürmeye geldim,
İstanbul’da hiiiç
bırakırmıyım.
Böyle diyor, ama
gözleri fır fır odayı radar gibi tarıyor,
James Bond çantayı
arıyordu…
Aklıma bir fikir geldi,
şimşekler çaktı, hemen odadaki
telefona sarıldım,
Resepsiyona :
-Oğlum bana tercüman
Gazetesi’ni bağla hemen acil..
dedim.
Bir süre sonra telefon
çaldı, gazetenin bağlanıp bağlanmadığını
da bilmiyorum,
parazitli bir gürültü geliyordu:
Ben basbas bağırıyordum
:
-İstihbarat Şefi Fuat’ı
bağlayın.
Orasıda bağlandı mı,
bağlanmadı mı bilmiyorum. Şöyle
diyordum :
-Fuat, İstanbul’a dün
akşam geldik. Şimdi Canım Bursa
ya gidiyoruz, sana
dönüşte uğrayacağım.
Mehmet Ali:
-Niye arıyorsun
kardeşim Erol, boooş veeer…
-Olur mu, bir emanet
var, onu bırakmam lazım, yoksa
benim dumanımı
attırırlar…
Böyle heyecanlı,
heyecanlı konuşuyordum ama çok
samimi söylüyorum,
karşı tarafla bağlantı yapılıp- yapılmadığını
bile bilmiyordum.
Yalnız aşağıdaki santral sık sık,
“ABİ”,”ABİ” falan
sesler geliyordu, devam ettim.
-Şu anda askerlik
arkadaşım Mehmet Ali ile sen nerden
tanıyacaksın,
tanımazsın, o şimdi burada bir bayan arka-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-146-
daşımla birlikte
Bursa’yaaa gideceğiz, bir emanet var, sana
bırakacağım…
Karşıya mesaj
veriyordum. Gidip gitmemesi önemli
değil değildir, o zatın
etkilenmesi önemliydi, o sırada Ayten
hazırlığını bitirdi.
Mehmet Ali bu telefon konuşmamdan çok
rahatsız olmuştu; Daha
fazla duramadı:
-Eeeeroooool, ben
aaaşağıdaaa bekliyorum… dedi.
Odadan kaçarcasına
çıktı. Ben 10. Kattan kartal gibi
aşağıyı gözlüyorum.
Mehmet Ali arabaya yaklaştı. Şoför
çıkıp, kapısını açtı,
geri bindi, araba hızlaaa otelden
uzaklaştı… Daha sonraki
yaptığım araştırmalardan Mehmet
Ali’nin bu Soğukoluk
Şebekesi’nin İstanbul sorumlusu
olduğunu anladım. Çanta
için de her yolu kullanıp, benden
almak istediğini
anladım. Şebeke tamamen çözüldü.
Aralarında ünlü bir
büyük hakim, İstanbul yeraltı dünyasından
bazı liderlerin de
Soğukoluk örgütünün elemanları olduğu
ortaya çıktı.
Fakatt üzülerek
belirtilmeliyim ki; ıstranca ormanlarından,
iki gün sonra Çiğdem’in
cesedi bulundu. İstanbul
basının da tek
sütunnnnn olarak yer alan haberde “KİMLİĞİ
BELİRLENMEYEN BİR KADIN
CESEDİ BULUNDU”
deniliyordu. Yüzü
tanınmaz haldeydi. Ama çantası ve
ayakkabıları
Kahramanmaraş’ta kullandıklarıydı. Cesed’in
Çiğdeme aitt olduğunu
sadece ben biliyordum. Şebeke
tarafından
öldürüldüğünü daha sonradan kendi özel kanallarından
öğrendim. Fakat polise
bilgi veremedim, poliste
bana gelip sormadı.
Ama, çantayı gerekli yerlere, gerekli
Abdulkadir KAÇAR
-147-
biçimce sundum. Burada
açıklamak istemiyorum çantanın
sırrını ve esrarını
bazı nedenlerden dolayı muhafaza etmek
istiyorum…
Tercüman’daki büyük
maceralarımdan birisi de buydu.
Ancak, bu olayı tek
satır olarak yazmadı, çünkü bazı olaylar
meslek sırıdır, iyi
korumak gerekir, yoksa gazetecilerin
başına büyük sorunlar
gelir.
Soğukoluk’a gelince,
benim baskınımdan sonra iflak
olmadı…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-148-
SOĞUKOLUK
BATAKLIĞINA
İLK
BASKINI YAPTIM
Tecrüman Gazetesinde
beni sivrilten, ünlendiren, ülke
genelinde tanıtan
olayda benim ilk defa fuhuş ve bataklık
yuvası olan Soğukoluk’u
basmakla orada yarattığım
sansasyonel
haberlerdir…
Benim yaptığım baskında
yıllar sonra, Uğur Dündar
ikinci büyük baskın
yaptırarak, Soğukoluk bataklığının
içyüzünü televizyonda
halkın gözleri önüne serdi, ama o işin
ilk kahramanı yazılı
basında bendim…
Soğukoluk hafızalarda
yer ettiği şekilde küçük ya da
büyük otellerin,
çamların arasına yerleştiği, Türkiye’nin zevk
sektörünün çalıştığı
yöreydi. Bu oteller Fransız’lar tarafında
yapıldığı için altında
büyük demir parmaklıkları mahzenlerle
doluydu ve bu
parmaklıkların arkasında İstanbul, Samsun,
Ankara, İzmir gibi
Türkiye’nin her yanından kaçırılan,
ailelerinden kopartılan
15-20 yaş arası kızlarla doluydu. Ve
bu kızlar erkelere
zorla satılıyor sabahlara kadar otellerde
eğleniyorlar, daha
sonra otellerin ve evlerin altındaki mahzenlerde
demir parmaklıkların
arkasında tam bir tutuklu yaşamı
sürdürüyorlardı.
O yıllarda bu fuhuş ve
bataklık merkezine girmek her
babayiğidin harcı
değildi! Çünkü merkezi Beyrut’ta bulunan
Abdulkadir KAÇAR
-149-
uluslarası bir mafya
örgütü tarafından yönetiliyordu. Bu gün
düşündüğümde ben böyle
bir çılgınlığa nasıl giriştiğimi hala
anlamıyorum. O
zamanlarda basın kamyonlarının kahraman
şoförlerinden olan
Adana’lı Gulle Ramazan’ın kullandığı
benim Siyah konsolos
tipi chevrolet marka arabam vardı.
Yaşamımda tanıdığım en
büyük profesyonel şoför olan
Ramazan Gulle ile bu
arabaya bindiğimizde bizi kimse
tutamıyor, Kilometreler
metrelere dönüşüyordu. Bu günkü
lüks Jeeplerin farklı
tipi olan arabam, altımdaki bir Arap Atı
gibiydi…
Sık sık şikayetlerin
geldiği Soğukoluk, evden kaçan,
ya da kaybolan kızların
ailelerin yüreğini yakan bir korkunç
bataklıktı. En çokta
İki çeşmelik, İstanbul Zeytinburnu’ndaki
fakir aile kızları, ya
da küçük yaşta evlenip ayrılan genç
kızları bu örgütün
kadın avcıları tarafından yakalanıp buraya
getiriliyordu. O
yıllarda değil oradan kız almak, bu duyguyla
giren kişiler bile
bunun bedelini yaşamlarıyla ödüyorlardı…
Tercüman yıllarımda
yoğunluğum itibarıyla kolay kolay
boş zamanım olmuyor,
ancak randevulu biçimde görüşüyordum.
Ağabeylerini tanıdığım
Samsunlu bir ünlü aile bana
ulaşmayı başarmışlardı.
İki gözü iki çeşme ağlayan kadının
hıçkırıkları bu gün
bile gözlerimin önünden gitmez:
-Erol Bey, Erol Bey,
tek umudumuz sensin. 18 yaşındaki
kızımı kaçırıp
Soğukoluğa sattılar. İskenderun’a gittik almaya
teşebbüs ettik bizi
yukarı almadılar, ölümle tehdit ettiler.
Kızımızı aradığımız
için bizi İskenderun’dan da kovuldular…
Sana Eyalet Valisi
diyorlar, noooolur bize yardım et.
Üzülmüştüm, tepkim
büyüktü. Ama olayın ciddiyeti ve
boyutlarının
tehlikesini bildiğim için fazla ümit vermekte
istemiyordum. Sadece
şöyle dedim :
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-150-
-Üzülmeyin, her şeyin
bir çaresi vardır, biraz düşünelim
bakalım.
Evden çıktım, olaya
konsantre olmak için Adana da bir
otele yerleşip, kafamda
planlar kurmaya başladım. Şoförüm
Ramazan Gulle de bana
engel olmak istiyordu :
-Abi, bu iş olmaz.
Soğukoluğ’a girmenin faturasının ne
olduğunu sen benden
daha iyi biliyorsun…
Bir çıkar yol geldi
aklıma, ilişkilerim iyi olan, hatta
arkadaşım sayılan
İskenderun Jandarma Komutanını telefonla
arayıp olayı kendisine
anlatınca, bir süre durdu :
-Erol, sana yardımcı
olmayı elbette isterim, fakat bu
çok büyük bir bela,
Soğukoluk’a girersek, o kızın çıkmasını
beceremeyecek olursak,
hepimiz yanarız. Hem yerel
politikacılar orasını
koruyor, hem de mafyanın uluslararası
bağlantısı var. O
bakımdan hükümetle de başımız derde
girebilir, oradaki
heriflerle kötü oluruz… Ama, madem sen
istiyorsun, yarın atla
İskenderun’a gel…
Sabahleyin erkenden
İskenderun’a gittik, oradaki
ünümde fazla olduğu
için gazeteci arkadaşların yardımıyla
birlikte götürdüğüm
Samsun’lu aileyi de otele yerleştirdim.
Benden haber almadan
dışarıya çıkmamalarını söyledim.
Jandarma Binbaşısıyla
oturup planlar yaptık. Şikayetçi ailenin
ifadeleri ve
şikayetleri alındı, rapor hazırlandı, bunların bir
kopyasını da ben
Cumhuriyet Savcılığına götürerek baskın
için izin istedim.
Ve gece saat 24.00’ te
iki cemse dolusu tam techizat
askerlerle birlikte
Soğukoluk’taki otellere baskın düzenledik…
Demir Parmaklıklar
arasındaki o feryadları, figanları
görecektiniz, Dünya
basının orada olduğu görüntüsünü
veriyordum.
Abdulkadir KAÇAR
-151-
Kısa zamanda Samsun’lu
kızı bulup ailesine teslim ettik.
Ama 40-50 tane yaşları
15-20 arasındaki kızı da kurtarmıştık
onlarda ailelerine
teslim edildi. Bu haberi bir hafta sürecek
biçimde Tercümanda seri
ropörtaj olarak yayınladım. Daha
sonra İstanbul, İzmir,
Ankara’dan diğer ailelerden de şikayetler
gelemeye başladı.
İkinci bir baskınla 102 genç kız daha
ailesine teslim
edilmişti.
Oradaki mafyanın
elemanları Ankara’da devreye girip
feryad ettiler.
-Yerli turizmi
öldürüyorlar, bizleri mahfediyorlar.
Bölgeninin tek gelir
kaynağı olan halkın rızkıyla
oynuyorlar…dediler.
Hiçbir kimse ve kurumda
aldırmadı.
Yaklaşık 4-5 gün süren
bu serüvenden sonra Siyah
arabamla ve Ramazan
Gulle ile birlikte Adana’ya döndük.
Marmara Bar’a gittim,
kafam estiğinde her şeyi yapan bir
kişi olduğumu herkes
biliyordu. Bize masalar falan ayrıldı.
Ramazanla otururken
önümüzdeki masada iki kişi konuşuyordu
:
-Lan o Allahsız Erol
Erk varya, onun hakkı 2,5 liralık
bir kurşun, onu ilk
gördüğümüz yerde temizliyeceğiz…
Bu konuşmaları duyunca
moralim çok bozuldu.
O gün orada hemen karar
verip, Ramazan Gulle’ye
dedim ki :
-Ramazan doğru
İskenderun’a gidiyoruz.
Şaşırdı:
-Baba şimdi geldik
İskenderun’dan…
-Olsun, kimseden
korkmadığımı dünyaya göstereceğim…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-152-
SAYFALARDA
DEVRİM YAPTIM
Adana’da matbaalar
kurulmuştu ama sayfa kalıpları
İstanbul’dan uçakla
geliyor, daha sonra Yazıişleri Müdürleri
telefon açarak talimat
veriyorlardı.
-Aynı gazete basılacak
sakın sayfalara dokunmayın,
sakın haberlerle
oynamayın, aman bizden habersiz başka
haber girmeyin…
derlerdi.
İşte, İstanbul
Babıalisinin bu direktiflerini Adana
basınında ilk defa
bozan kişi benim. Özellikle sporda bunu
yapıyordum. O dönemde
Gaziantepspor, Adanaspor, Adana
Demirspor, Mersin
İdmanyurdu, İskenderunspor tanınmış,
halkla bütünleşmiş
kulüplerdi. Biz maçları daktilo sayfasıyla
ikişer-üçer satır
yazıp, yama diye tabir edilen biçimde
sayfalara koyuyorduk.
Ancak bu şekilde davranmamız yöre
sporu ve spor severleri
tatmin etmemeye başladı.
Aldım elime makası,
İstanbul’daki yöneticilerin yüzünde
bir tokat gibi
patlamıştı. Önceleri uzun süre şaşkınlık yarttı,
daha sonra talimatlarda
sıklaşmalar, geliyordu.
-Erol Erk, sen bunu
nasıl yaparsın ?
-Erol Erk, çıldırdın mı
?
Onlara şöyle diyordum :
-Ben değil, çıldıran
sizsiniz. Madem ki gazeteyi
buralarda satmamı
istiyorsunuz, o zaman halka sevdirmeme
Abdulkadir KAÇAR
-153-
de ses
çıkartmayacaksınız. Bölgenin takımlarının haberlerinin
manşetten verilmesi ve
onlar için sayfa hazırlanması şarttır…
Bu konuşmalardan sonra
aşırı tutkularını bildiğim için
Gaziantepspor için özel
sayfalar hazırladım, gazeteyi gören
halk şaşırıyordu,
onların yöresel diliyle şöyle diyordu :
-Vaay Yuuurum,
Gaziantepspor ne kadar büyük bir
takım mış ki koskaca
gazetenin yarım sayfasında bizim takım
yer alıyor.
Gazetelerin daha sonra
gideceği kentlere göre spor
sayfalarının
hazırlanmasını sağlıyordum. Antakya sayfası,
İskenderun sayfası,
Malatya, Kahramanmaraş, Diyarbakır,
en son Adana sayfası.
Bu kandırmaca diyebileceğimiz sayfa
düzeni uzun süre devam
etti. Tüm bölgede büyük puanlar
aldık, trajımız da bir
hayli arttı. Bir süre sonra bu hile çözüldü
ama, yine de
Gaziantepliler bizim gazeteden vazgeçmediler.
Hatta öyle bir hale
geldi ki, maçlarını galip geldiklerinde
küçük verdiğimizde
telefon açıp, ya da mektup yazıp hakaret
ediyorlardı. Bu
çalışmalarımı Hürriyet ve Milliyet taklit ettiler.
Bu çalışmalarım olurken
Bölgesel İlancılığı keşfederek
İstanbulla uzun süre
aramızda tartışmalar çıktı. Hatta beni
Genel Merkezden
çağırarak, yaşamında bir kez bile Adana’ya
gelmeyen, Ankara’ya
gitmeyen Genel Yayın Yönetmeni
Saadettin Çulcu’ya
yoğun biçimde tartıştık. Kemal Ilıçak’ın
önünde yaptığımız bu
tartışmada, Çulcu şöyle bağırıyordu:
-Erol, nasıl olurda
Türk Milletinin öz malı olan,
Galatasaray, Fenerbahçe,
Beşiktaş Kulüpleriyle ilgili haberleri
keserek yerine başka
takımların haberlerini koyarsın. Bunlar
milletin öz
takımlarıdır.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-154-
Bende aynı ses tonuyla,
-Sayın Çulcu, kabul
ediyorum. Üç büyük takım Türk
milleti’nin öz malıdır.
Ama bir Gaziantep, Hatay, Adana,
Mersin, Kahramanmaraş,
Malatya, Diyarbakır takımları da
oradaki insanların
malıdır. Ben bu şekilde davranarak gazeteyi
satmak zorundayım ve
benden istediğiniz trajı tuturmam
gerekiyor…
Saatlerce süren bu tartışmalardan
sonra Kemal Ilıcak
bana hak vermiş ve
çalışmalarımı sürdürmemi istemişti.
Daha sonra bölge spor
sayfaları, Bölge haberleri de girmeye
başlamıştım. İstanbul’a
da hiç bir şey sormuyordum. Gerektiğinde
ilk sayfayı bile baştan
sona kadar değiş-tiriyordum.
Onlarda cesaret ederek
bana bir şey soramazlardı…
İşte bu çalışmalarımla
İstanbul gazetesi olan
Tercüman’ın sayfalarını
bölge gazetesi havasına sokmuştum.
İstediğimi, istediğim
biçimde yazıyordum. Diğer temsilciler
İstanbul’a sormadan bir
santim bir şey koyamıyorlar, hatta
tuvalete bile
gidemiyorlar, oradan aldıkları talimatla yönetiliyorlardı.
Şu andaki bölge
temsilcileri de bundan farklı
değildir… Bir defa 2.
patron Nafiz Ilıcak telefon açıp bağırıpçağırmıştı.
-Erol sen kendini
Eyalet Valisi mi sanıyorsun ?
-Evet, ben bölgemin
eyalet valisiyim…
Kemal Ilıcak’ın ağabeyi
olan Nafiz Bey’in küfürlerine
alışmıştık. Ama hiçbir
zaman incitmeden, dozojını iyi
ayarlardı. Anadolu
insanının bilge tipi, babacan tavırlarıyla
bayilerin de
gönüllerinde taht kurmuştu.
Abdulkadir KAÇAR
-155-
Malit Yolaç ve Pepe
Cemal ile birlikte Anadoluda gazete
bayiciliğinin
yayılmasında örnek olan Nafiz Ilıcak, zaman
zaman Adana’ya
geldiğinde, dağıtım kamyonlarıyla birlikte
seyahate çıkardık. Hiç
unutmam, bir gün bir kamyonla
Antakya ya gitmiştik.
Güneş henüz doğmamış gazete
tomarlarını omzumuzda
taşımıştık bayii daha açılmamıştı.
Nafiz Beyle isteyenlere
de gazete satışını başlattık. Sonradan
gelen barutçu isimli
bayii bundan çok utandı ve ömrü boyunca
hiçbir zaman bayisine
geç kalmadı. İşte bunlar bu işi yürütmek
isteyenlere büyük
örnektir…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-156-
SOĞUKOLUK
MAFYASININ
LİSTESİ
VE JAMES BOND ÇANTA
İskenderun’dan
dönecektik ama karnımız aç olduğu
için paça içmek için
bir lokantaya girdik. Ramazan’da dışarıda
beklediği için olayları
bilmiyordu:
-Ne oldu baba şimdi ne
yapacağız?
-Adana ya geleceğiz
oğlum, ama önce karnımızı
doyuralım…
Lokantaya girip masaya
oturmuştuk ki; Genç, düz siyah
ceketinin altında
kırımızı kareli gömleği vardı, sarı benizliydi
masamıza yaklaştı,
fısıltı şeklinde sordu:
-Erol Erk siz misiniz ?
Oradaki arkaşalarımı
hep tanıdığım için tanımadığım
bu kişiye ne yanıt
vereceğimi bilemiyordum, bocalarken
Ramazan Gulle girdi:
-Evet, Erol Abi, Erol
Ağa bu işte…
Genç sağına - soluna
baktı, yavaş bir sesle:
-Siz Soğukoluk olayının
tamamını çözmek, devamını
getirmek istiyor musun?
O sırada biraz
tedirgindim ya beni vurmak için gelen
bir kişiyse, ya bu
konulardan sonra beni kurşun yağmuruna
tutacaksa, ama
gazetecilik yanım ağır bastı.
-Evet istiyorum tabi,
elbette.
Sağına, soluna kuşkuyla
baktı, fısıltı gibi benim
duyacağım bir sesle :
Abdulkadir KAÇAR
-157-
-Öyleyse 15 dakika
sonra Atlantik Oteli’nin lobisine
gel, otur senin yanına
geleceğiz, bizim kahvemizi de içersin…
Ramazanla göz göze geldik,
bir yandan serüvenin
tehlikesi, bir yandan
mesleki tutkuların dürtmesi ile çelişkide
kalıyordu. Ancak, beni
rahatlatan bir düşünce de şu olmuştu;
Beyrut tan Soğukoluğu
yöneten örgütün bir de karşı tarafı
bulunuyordu. Derin bir
nefes alıp bir süre sessiz kaldım. Ve,
üstelik İskenderun’da
hiç ummadığım kişiler bu örgütün
elemanı olarak karşıma
çıkmışlardı. Genç benden yanıt
bekliyordu :
-Git oğlum, biraz sonra
geliyorum…
Gerçektende 15 dakika
sonra Atlantik Oteli ne gittik.
Giriş kapısının
lobisinde oturduk. Garson ne içeceğimizi
sorunca teşekkür ettik,
şöyle dedi:
-Abi bir şey içmek
istiyorsan, size viski ikram edeceğim.
Çünkü başarılarınızı
gazetelerden okuyorum. Sizi tanıyorum,
ünlü gazeteci Erol Erk
Abi, Soğukoluk’u bitiren adam değil
misin?
Bu sırada ikinci bir
Garson geldi :
-Sizinle görüşmek
isteyen birileri var…
-Gelsinler bekliyorum…
dedim.
O sırada aniden,
değişik bir tip çorapları ayağında
boğulmuş, ayağı
fırlamış tık nefes biçimde şişman bir kadın
yanımıza gelip,
masamıza oturdu :
-Nasılsın yavrucuğum ?
Çünkü ben sizden yaşlıyım bu
şekilde davranmama izin
verin.
-İyiyim bacım siz
nasılsınız ?
Uzunca bir süre
birbirimize karşı olan güven bakışması
yaptık. Ramazan söze
başladı,
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-158-
-Nerelisin Abla?
-Ahh ah İstanbul’luyum
yavrum, buraya geldim, keşke
gelmez olaydım.
Yine kızı kaçırılan bir
kadınla karşı karşıya olduğumu
sanmıştım, doğru
çıkmıştı. Kadın fısıltı şeklinde benim
kulağıma:
-Erol yavrum, bu işi
yapanların aradıkları bir James
Bond çanta var.
Şaşırdım !
-Nasıl ! Kimde ! Neler
var içinde ?
Kadın sürdürdü :
-Üstü Beyrut’ta olan
uluslararası mafyanın tüm
üyelerine, familyasının
tüm kollarını adı, soyadı, kod adı,
adresleri telefon
numaraları hep onda... O çanta da benim
kızımda.
-Kızınız nerde ?
-Gaziantep’te çok ünlü
bir gazinoda çalışıyor. Sizi
buraya çağıran otelin
komisiydi, benimde hemşehrim olduğu
için yardımının
dokunmasını istiyor, burada bulmam büyük
tesadüf oldu, yoksa
Adana’ya yanına gelecektim.
-Kızınızın ismi ne ?
-Çiğdem.
-Haaa, şu sarı saçlı,
mavi gözlü, 20-25 yaşlarında,
-Hah tamam…
-Onun çalıştığı gazino
benim arkadaşımın, çok iyi oldu.
-Ama, Çiğdem korkuyor,
bana telefon açtı, sakın gelme,
hem senin, hem de benim
sonumuz olur dedi. Şimd korkudan
ölüyorum. Eğer, o
çantayı ele geçirebilirsen tüm bilgiler
orada bulunuyor,
Türkiye’ye yardım etmiş olursun, kızları
kaçırılan tüm anne
babaların hayır dualarını alırsın yavrum.
Abdulkadir KAÇAR
-159-
-Peki, sen merak etme,
Adana’ya dön, beni orada bekle,
istersen ben arabamla
geri götürürüm.
-Yok evladım, senin
arabanla gidersem hakkımda iyi
olmaz, beni öldürürler,
en iyisi otobüsle gidelim…
Otel Atlantik’den
ayrıldıktan sonra şoför, Ramazan’a
döndüm.
-Oğlum, sür
Gaziantep’e…
İskenderun’dan
ayrıldığımızda saat 24.00 ‘tü. İslahiye
üzerinden 1,5-2 saatte
Gaziantep Pavyonları kapanmadan
Çiğdem’i bulmak
istiyordum…
Düşündüğüm gibi oldu,
Çiğdem’i sordum tüm tanıdık
kızlar etrafımı
sardılar:
-Yengeye söyleriz,
yengeye söyleriz.
-Yahu, Çiğdem benim
kızım onunla önemli bir şey
konuşacağım…
-Doğru zaten patronun
kardeşi ona yanık.
Patronun salakça bir de
kardeşi vardı kızları başımdan
uzaklaştırdıktan sonra
masama gelip oturdu:
-Çiğdem nerede ?
-Konsümasyonda abi
-Hakkında ne
düşünüyorsun ?
-Yanıyorum abi,
yanıyorum
Patronun salakça
kardeşinin bu özellkiklerini saptadıktan
sonra kaçırmaya karar
verdiğim Çiğdem konusunu
başka türlü çözecektim.
Doğruca Çiğdemin kaldığı otele
gittik.
Biraz sonra o da geldi,
sarhoş olduğu için yukarıya
çıkarttılar.
Patronun salakça
kardeşiyle aşağıda konuştum:
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-160-
-Erol Abi n’olur bana
yardımcı ol, Çiğdem benim
derdimden içiyor abi,
öleceğim yardım et.
-Kaçırmak ister misin ?
-Tabii Abi, ama nasıl
olacak ?
-Vallahi iyice düşün-
taşın ben gece buradayım, gel
konuşalım…
-Tamam Abi, yarın gelip,
sana planlarımı anlatacağım.
Ertesi sabah telefon
çaldı, uyandım, gelen Patronun
kardeşiydi, beni
aşağıda bekliyordu:
-Ben planı kurdum Erol
Abi... Çiğdem’i Kahramanmaraş’a
kaçıracağım…
-Aşağıya geliyorum
konuşalım.
Aşağıya indim, Çiğdem’i
uyandırmalarını istedim, banyo
yapıp aşağıda
beklediğimi söyledim. Çiğdem geldi. Bir ara
baş başa kaldık,
annesini gördüğümü söyleyince ayağıma
bastı, salakça aşığını
lahmacun yaptırmaya gönderince şöye
dedi.
-Erol Abi, James Bond
çantayı mı arıyorsun ?
-Evet, çok iyi bildin.
-Abi, o çanta, yukarıda
odamda, yatağımın altında içinde
ne olduğunu da
bilmiyorum. Zaten şifreli olduğu içinde
açamadım Soğukolukta
bir hafta süreyle çalıştığımda birisi
elime tutuşturmuştu,
açarsam yanacağımı söylemişti, onuda
tesadüfen anneme anlattım.
-Çiğdem, bu salak seni
Kahramanmaraş’a kaçıracakmış
onunla evlenir misin ?
-Abi, bu hayattan bende
kurtulmak istiyorum, ama bu
salak beni nasıl
besler? Abisi sonradan ne der?
-Orasını bilemem.
-Erol Abi, olay
bildiğin gibi değil, benim peşimi ölsem
bile bırakmaz…
Abdulkadir KAÇAR
-161-
PATRONİÇE
ALTINLARI
ÖNÜME
YIĞDI...
İskenderun’a
vardığımızda, hem ulusal bir gazetenin
oradaki muhabiri, hem
de bir yerel gazetenin patronu olan
arkadaşımla
karşılaştık:
-Ooooo Erol,
gelip-gelip gidiyorsun, bir kahvemizi
içmedin. Gel
Allahaşkına otur şöyle, Türkiye’yi sallayan
adam…
İş yerine girdik,
olaylardan falan konuşurken, o arkadaş
bir olay daha anlattı :
-Yahu geçenlerde bir
İstanbul gazetesi’nden muhabir
geldi. Burada yedirdik
içirdik, kadınlarla da yattı, fotoğraflarını
çekti. Burası
Türkiye’nin Turizm cenneti olacak dedi ve gitti...
Ama sen böyle
yapmıyorsun.
Ben çok özel eğlenirim,
bu türlü konularda kesinlikle
ilişkiye girmediğim
için çok dikkatliyim. Türkiye’nin sayılı
çapkınlarından olmama
rağmen kadın konusuna çok dikkat
ederim.
İşte biz böyle
konuşurken, içeriye ayağı şalvarlı,
üzerinde bir bluz,
başında yeni bir eşarp olan 35-40 yaşlarında
bir kadın girdi. Gazete
patronu saygıyla ayağa kalktı. Hanımın
elini öptü, benimle de
el sıkıştı. Soğukoluk’un önemli
patronlarından
birisiymiş… Gazeteci arkadaşım beni tanıttı.
-Erol Erk geldi, onu
ağırlamayacak mıyız?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-162-
Kadın bana baktı:
-Eveet, Erol Erk,
sizsiniz. Demek ki, bizim ocağımıza
incir ağacı diken kişi…
Demek bu muymuş Erol Erk ?
Sesimi çıkartmadım,
saygıda kusur etmedim, sohbet
koyulaştıkça koyulaştı…
Kadın o sırada şalvarın cebinden
kocaman bir mendille
bağlanmış, altınlarla, pırlanta ve değerli
taşlı takılarla dolu
olan mendili masaya, ‘Şangııırrr’ diye
döktü… Ben tuhaf oldum.
Şaşkınlık içinde bocalarken kadın
şöyle dedi :
-Biz dostlarımızı
severiz, ve dostlarımızla varız.
Şaşkınlığım iyice
artıyordu.
-Dostluk başka, alış
veriş başkadır ama… dedim.
Masada, kendisine yakın
olan altınları, zümrütleri,
pırlantaları takılar
yığınını iki eliyle bana doğru iterken de:
-Erol Bey, bunları sana
Soğukoluk patronları olarak
veriyoruz… Hepimizde
senin yiğitliğini, Adana’dan bildiğimiz
için seviyoruz… Sez
bize baskın yaptırdın, Türkiye’ye tanıttın.
Bütün kızlarımızız
gitti, üzerlerinde milyonlarca senetleri de
birlikte götürdüler.
Ama sana yine de saygı duyuyoruz…
Elini erkek gibi masaya
vurdu:
-Dikkat et Erol, hiç
birimizden hiçbir ses çıkmıyor…
Bunları sanaaaa hediye
olarak veriyoruz…
Tepemden kaynar sular
dökülüp, tırnaklarımızdan
çıkıyordu, gayet rahat
bir şekilde İskenderun’lu gazete
patronu da:
-Al Erol al, n’olacak
canıııım …
Ama asıl korkuları
benim tekrar tekrar bu baskını
yaptırmamdan
korktukları için beni durdurmak için bunları
kullanıyorlardı, belki
almak istesem fotoğraflayıp suçüstü
yaptıracaklardı…
Abdulkadir KAÇAR
-163-
Aslında baskın
yaptırmadan bu hediye sunulsa farklıydı.
Ama olay oryata çıktığı
için, Ankara’da hükümet duyduğu,
bataklığı kurutma
yönünde adım atıldığı içinbu şekilde
davranmalarını
çözemiyordum. Ben bu konuları düşünürken
içinden çıkamıyordum.
Şimdi bile kafamdaki ekrana tekrar
tekrar getiriyorum,
çözemiyorum.
Bu olay devam ederken
kimsenin beklemediği biçimde
kahkahalarla gülmeye
başladım herkes aptallaşmıştı sonra
şöyle bağırdım:
-Ey gazetecilik sen
nasıl bir mesleksin beee ?
Ramazan dışarıda
bekliyordu…
Masanın üstünde bana
doğru itilen bugün milyarları
bulan ziynet eşyalarını
toparlayıp, mendile geri doldurdum.
Birde güzel gemici
düğümü atarak kadının önüne iteledim.
-Bacım benim bacım,
bunu al al bunu… Bu mesele artık
kapandı. Söz veriyorum
en kısa zamanda gelip yukarıya
çıkacağım, buz gibi
rakımızdan içeceğim, sohbet edeceğim,
dertlerimizi,
sorunlarımızı Turizm Bakanlığına ileteceğim…
Bu şekilde davranmamın
çok özel bir nedeni de, onların
hiddetini, kinini, daha
fazla üzerime çekmememin politikasını
yapıyordum. Bu meslekte
biraz esneklik, soğukkanlılık,
hoşgörü olması
gerekiyor. Nitekim ellerindeydim, başıma iş
getirip beni orada
gazete bürosunda ya da İskenderun’daki
herhangi bir sokakta
vurup öldürebilirdi… Gelişen olay
karşısında bu tip
politika izlemem gerekiyordu. Hislerim
bana bunu böyle yapmam
gerektiğini söylüyordu.
İskenderun’lu patron
gazeteci de bir daha üstelemedi şöyle
dedi:
-Erol Ağa Türkiye’nin
en büyük zamparasıdır ama bu
türlü şeyleri sevmez.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-164-
TERCÜMAN’DA
EYALET VALİSİYDİM
Hayri Berkay isimli
arkadaşın ayrılmasıyla benim
Tercüman’a temsilci
olarak gelişim aynı günlere rastlıyordu.
Kısa bir devir teslimi
yapıldı. Hürriyet’te uzun yıllar birlikte
çalıştığımızı arkadaşım
Kemal Özbayrak’ın tavsiyesiyle beni
aldıklarında Tercüman’ı
yeri Edirne Pasajı’nda tek odalı bir
yerdi. Üstelik
bitişiğinde Cumhuriyet vardı, temsilcisi de
Özer Öztep’ti. Kader
bizi orada da yan yana getirip koydu.
Tercüman Gazetesi’ne
temsilcisi olarak girdiğim
dönemler, benim en
görkemli, en saltanatlı günlerimin de
başlangıcıdır. İlk
Güney Haberi’in kuruluşuna kadar devam
edecek olan bu süreç
beni bölgemde ve Türkiye de gazeteci
olarak doruk noktaya
getiren bir dönemdir. Aslında biraz da
çılgınlıklarla doludur.
bugün İstanbul Gazetelerinin Bölge
Temsilciliklerini
yapanlar ile, benim yaptığımın arasında
dağlar kadar farklar
vardır. Öyle ki o zamanlar kendimi
eyalet valisi gibi
hissettiğim, yöneticisi ve olayların odak
noktası olduğum
günlerdi, ve mesleğiminde reform yıllarıydı…
Ben sürekli bir
kalkınmaya yöneldim, Çakmak
Caddesi’nde ki Ramazan
Atıl’ın fabrikasının boş alanlarının
Tercüman’ın tesislerini
kurdum. Çünkü o dönem İstanbul
Basınının Anadolu’ya
geçiş günleriydi. Hürriyet ve Akşam
bunun öncüsü sayılırdı.
Abdulkadir KAÇAR
-165-
Tercüman
Gazetesin’ndeki günlerime geçmeden önce
İstanbul Babıalisi’iyle
ilgili bilgiler vermek istiyorum.
1960’lardan önce
İstanbul basını Marmara ve Ankara’ya
uzanan sınırlar
çerçevesi içindeydi. Gazeteler, kara trenle
Adana’ya 2, 3 gün sonra
gelir, Van’da bir hafta sonra
okunurdu. Malik Yolaç,
Anadolu ufkunu açan basının en
büyük lideriydi. Hiç
bir patronun programında-planında
başkent yokken
Ankara’ya matbaasını kurmuş, Akşam
Gazetesi’ni karayoluyla
Adana’ya, aynı gün de Güneydoğu’ya
gönderiyordu.
Akşam’ın TAŞ isimli
köşesindeki sürükleyici dili ve
üslubuyla Çetin
Altan’ın sosyalizmi yazması, Türk basınına
ayrı bir hava, renk
olmuştu. Diğer yazarlar, manşetlerde
Türkiye’nin, ekonomik,
siyasi, sosyal, politikasını belirliyordu.
1960 ihtilaliyle giren
aşırı sol Akşam’ın öncülüğünde
daha da yaygınlaştı.
Öyle ki, Akşam Gazetesi Adana şehir
içinde 22 bin satmaya
başladı.
Akşam Gazetesi’nden
sonra Hürriyet Ankara da da bir
matbaa kurdu, sırada
adana vardı. Çünkü buradan Güneydoğuya
ve Doğuya açılmak
istiyorlardı. O dönemde Gazeteler
Amerika Fort 350 - 550
kamyonlarla sistemli biçimde
dağıtılmaya
başlanmıştı. Ancak bugünkü E – 5 in yerine kışta
kıyamette kapanan, Ama
oraları geçmek zorunda olan
kahraman şoförler
Hürriyet, Akşam, Tercüman’ı dağıtıyorlardı.
Cumhuriyet ve Milliyet,
Hürriyet’te bazen
Terciman’da
basılıyordu. İşte bu zor doğa koşullarında
gazeterleri okurlarıyla
buluşturan kahraman şoförler arasında,
Mucurlu Fikret, Abaza
Hikmet, Ankara’lı yakışıklı Haluk,
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-166-
Tayfur, Trakonyalı
Necmi, Rüzgar Selami, Adana’lı Ramazan
Gulle ve şu anda
isimlerini anımsayamadığım pek çokları
vardı. Gazeteler daha
önceleri kendi olanaklarıyla dağıttıkları
ürünlerini birleşip güçlerini
ortaklaşa kullanmak için
GAMEDA’yı kurdular.
İşte bu geçiş dönemlerinde ve
sonlarında yıllarca
gazeteyi ezberi bir biçimde yönetti. Bir
ara Tercüman ve
Milliyet ekibi olarak aynı anda yola çıkardık.
Fakat Patron GAMEDA’da
olduğu için bazı aksaklıklar
yaşanıyordu. Kadere
bakın ki, Alaaddin Kutlu ile birlikte
takışma-kapışma
birbirimizi atlatma heyecanı, bu kezde
nakliyede başlamıştı
özellikle maç günlere kalıp değiştirildiğinde
gazetelerin baskısında
gecikme oluyordu. Zaman
zaman Tercüman olarak
biz, zaman zaman da Aladdin’in
Milliyet’i erken
bitirirdi. Milliyet erken gitmeye kalkarsa
Kürt Onbaşının aynısı
olan Feke’li İsmail bunu engellerdi,
ya lastiklerini
patlatır, ya da kamyonunun önüne yatarak,
-Beni öldürmeden
geçemezsiniz… derdi.
Abdulkadir KAÇAR
-167-
İSKENDER
AYVALIK
Çoban Yurtçu’nun bir
başka değişiği olan İskender’in
farklı bir yapısı
vardır. Dostluğu ayrıdır, çalışma yapısı ve
şartları farklıdır.
Adana’ya geldiğinde,
İstanbulda telefonla haber
yazdırdığım arkadaşım
yüzde yüz değişmişti, benimle konuşmuyordu.
Hatta her zaman yan
yana bitişik oturmamıza
rağmen benimle ilişki
kurmuyor, yapılacak çalışmalar
konusunda Necdet İşler
kanalıyla bana talimat gönderiyor,
ya da ona
söylettiriyordu. Bir gün, iki gün çok dayanılmaz
boyutlara ulaşan bu soğuk
ilişkilere çok sıkılmıştım, yanına
girdim :
-İskender Bey, sen
benim arkadaşımsın, İstanbulda
yazıcıydın, ben sana
haber geçiyordum. Şakalaşıyor,
konuşuyorduk, aramızda
hiçbir şeyde geçmedi. Adana’ ya
sen temsilci oldun, ben
de yardımcınım, bu suskunluk neden,
büyük planlar yapalım,
çalışmalarımızı daha da geliştirelim…
Yine hiç ses çıkmadı,
yüzünde en küçük bir ifade
değişikliğide yoktu,
ısrarla konuşmuyordu. Bu suskunluk
bir hafta daha sürdü,
Necdet İşler’e sordum :
-Yahu İskender’in bu
hali nedir, biliyor musun ?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-168-
-Erol bende bilmiyorum,
benimle de konuşmuyor…
Bazen beni haberlerden
de kesmeye, önüme set
çekmeye de başlayınca
artık bana karşı bir kastınının
olduğunu anladım. Bir
gün yine bir büyük olay oldu. İskender
Muhabir Necdet’i ise
gönderdi, beni göndermedi. Meslek
yaşamımda her zaman
kuyruğum dik gezmiş bir adam
olduğum, kimseye taviz
vermediğim, özgürlüğü tattığım
içinde her zaman bu
yönümle gurur duyuyorum. Bu gün
pinekleyen salla başı
al maaşı olan bir kişi olsam bir gazetenin
hala temsilcisi
olabilirdim. Ama bendeki, fırtına, iffilak,
haksızlığa olan
kızgınlık hiçbir zaman kimliksiz kalıba
sokmadı. İskender’in bu
davranışına dayanamıyordum, hızla
odasının kapısını
açtım, birazda sert biçimde azarlar ses
tonuyla :
-İskender, benimle
alıp-veremediğin olay nedir ?
Benim deneyimlerimi,
beni neden kullanıyorsun ? Varsa
bir şey çeker giderim…
Uzunca bir konuşma
yapmama rağmen ağzından yine
en ufak bir söz
çıkmadı, hiçbir hareket yapmadı, yüzüme
donuk donuk baktı.
Sanırım biraz hırçın davrandım, kapıyı
vurup çıktım, Muhabir
Necdet’in yanına gittim onu da biraz
hırpaladıktan sonra
çekip gittim…
Abdulkadir KAÇAR
-169-
ADANA’YA
TEMSİLCİ
OLARAK DÖNDÜM
Gazeteciliğe bir daha
dönmeyeceğim konusunda
verdiğim karardan sonra
İstanbul’da tam Hayat Sigortası
bir gazeteye vediği tam
sayfa ilanla yetiştirilmek üzere
elemanlar arıyordu.
Hemen müracat ettim, kursları birincilikle
bitirerek üç ay bir
süreyle elimde James Bond çanta kapı
kapı dolaşarak
İstanbul’da sigortacılık yaptım.
Ailem İstanbul’da
olduğu için o sıralar orada kalmak
zorundaydım. Tam bu
sırada Kemal Kınacı’dan önce Adana
Hürriye Bürosu’nda
temsilci konumnda birlikte çalıştığım
Kemal Özbayraç Tercüman
İstanbul’un Yurt Haberleri Şefi
olmuştu. Beni günlerce
aradıktan sonra bulmayı başarmıştı.
İlk sözü şu oldu:
-Erol, kesin olarak bu
mesleğe döneceksin, bu işler
sensiz olamaz sensiz
olmaz. Gazeteciliğe dönmeme kararını
sen veremezsin, bizim
sana ihtiyacımız var.
-Düşüneyim Kemal Bey…
dedim.
Uzun aylar boyunca kabul
etmedim, direndim ama
teklifin Adana Tercüman
Gazetesi’nin Temsilcisi olarak
dönme yanı hoşuma
gitmiş, damarlarımdaki gazetecilik kanı
ağır bastığı için de
bunu kabul ettim.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-170-
1967 yılında Tercüman
Gazetesi’nin Bölge Temsilcisi
olarak geri döndüm
Enidre Pasajı’nda göreve başladım.
Büromun karşında beni
Apdi İpekçi’ye şikayet eden, ihbar
eden Özer Öztep
Cumhuriyet’in Temsilcisi olarak oturuyordu.
İstanbul Lobisiyle
çarpışarak Adana’da temsilcilik
makamını elde eden tek
adam bendim. Oysa temsilcilik
denince İstanbul ve
İstanbul lu Gazeteciler düşünülürdü.
İstanbul Ankara’lı
Gazetecileri bile hazmedemezdi. Benim
çabamdan sonra
Adana’lıların da gazeteci temsilcileri
olabilecekleri
düşünülerek kapılar açıldı.
Adana’da gaztecilikte
yetişmem İstanbul’dan gelen
Kemal Kınacı, Özer
Öztep gibi birkaç kişi daha var onların
adını da anmıyorum, bir
türlü kabullenemedi. Beni uzun süre
hazmedemediler.
Arkamdan sürekli kuyular kazıp, Toroslar’ı
aşmama engel olan
zihniyeti lanetliyorum. Ben bugün
zamanında İstanbul’a
geçiş yapmış olsaydım, çok önemli bir
yerde olacaktım,
mesleğimin onur ve haysiyetini çok daha
iyi muhafaza
edebileceğimi söyleyebilirim.
Abdulkadir KAÇAR
-171-
ÖZER
ÖZTEP’İN İSPİYONU
Hürriyet Gazetesi’nin
İstanbul Müessese Müdürü
kendisine yardımcı
ararken Adana Büro Sorumlusu, Kemal
Kınacı’yı önermişler, o
da bu gazetenin kaosunu bildiği için
kısa sürede parlayan
bir personelin bir anda söneceğini
bildiğinden bana
danıştı:
- Erol İstanbul’a
gitmek istemiyorum, çünkü bilmiyorum
önce parlak, sonra da
yok olurum. Babıali beni harcan,
bitirirler.
Saatlerce ikna etmeye
çalıştı:
-Kemal sen başarılı bir
kişisin, orada da bunu sürdüreceğine
inanıyorum, hem belki
sen İstanbul’da olursan buraya
daha çok yararın olur.
Belki ben senin yerine geçerim,
bizlerede bir kapı
açılı.
Ama, bir türlü ikna
olmuyordu, sabahlara kadar ikna
turlarım sürerken,
alkole karşı dayanıklı olmadığı için bir
gün yarım şişe rakıyı
içtikten sonra ağlayıp şöyle dedi:
- Erol, ben Adana’yı ve
seni nasıl terk ederim.
Bir hafta, 10 gün kadar
süren iknaa turlarım etkili
olmuştu, İstanbul’a
göndermeyi başarmıştım.
Burada şunun da altını
çizmek istiyorum:
Hürriyet’ten önce
İstanbul’da büyük bir ekol olan Sefa
Kılıçoğlu’nun YENİ
SABAH’ı kapanınca, bu gazetedeki
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-172-
elemanlar Hürriyet’te
geçmiş, Hürriyet 1960’larda kadrolaşmasını
tamalamıştı.
O yıllarda teleks, faks
henüz olmadığı için haberler
akşamları İstanbul’a
telefonla yazdırırdım, ve haberleri
İskender Ayvalık
daktilo ile yazardı. Onparmak daktiloyu
onun kadar hızlı yazan
başka bir kişide tanımıyorum. İşte
Kemal Kınacı’nın
İstanbul’a gitmesiyle temsilci olmayı
beklerken yardımcısı
olmuştum.
Milliyet Alaaddin
Kutlu’nun adı dahi geçmediği dönemde
İstanbul’daki Milliyet
Camiası benim ısrarla bu gazetenin
temsilcisi olmamı da
istiyordu. Çünkü, Hilmi Kürklü görevden
alınmış, yerine beni
istiyorlardı. Çünkü, Hürriyet’teki
performansımı İstanbul
Babbıali konuşuyordu. Bir gün Telgraf
çeken Milliyet’çiler
beni İstanbul’da görüşmeye davet
ediyorlardı, hemen
uçağa atlayıp sabahleyin Milliyetin
Cağaloğlu’ndaki yerine
gittim…
Haber Müdürü Dinçer
Beyin yanına çıktım.
Beni ayakta karşıladı,
muhabbetle öptü, fakat yüzünde
hafif bir tedirginlik
hissettim. Konuşmaya bir türlü başlamıyordu,
ben söz aldım:
-Dinçer Bey, telgraf
çektiniz görüşmek istediniz, işte
geldim…
Çok üzüntülüydü:
- Erol Bey seni Apdi
İpekçi’ye öneren benim, yalnız
bazı şeyler oldu, bunu
sana söylemek zorundayım.
- Hayırdır
Çekmecesini açtı,
daktiloyla yazılmış iki sayfalık mektup:
- Bunu Abdi İpekçi’ye
yazmışlar.
- Ne mektubu yahu ?
Abdulkadir KAÇAR
-173-
Okumaya başladı, şöyle
diyordu:
- Sizin Adana
Milliyet’e temsilci olarak tayin etmek
istediğiniz Erol Erk,
iyi bir gazetecidir, fevkelade yeteneklidir.
Ancak gece yaşamına aşırı
düşkün olduğu için iş disiplini
yoktur. Bu da sizin
gibi mazbut ve ideal bir gazeteye yakışmayan
bir arkadaştır vs…
Mavi-kırmızı daktilo
şeridiyle yazılmış bu mektupla
ilgili yıllardır
konuşmadım, anımdır açıklamak istiyorum.
Mektubun altındaki imza
Özer Öztep’indi. Kendisi de o
yıllarda Cumhuriyeti’in
Adana temsilcisiydi, İstanbul’da
çalıştığı için Abdi
İpekçi Beyle arkadaşlık ilişkileri vardır…
Ayağa kalktım:
-Dinçer çok teşekkür
ediyorum, mektubun devamını
okumana gerek yok, ben
Adana’ya dönüyorum…
Adana’ya tekrar geldim,
o zaman bana duyduğu gizli
kinin ilk kopyasını
Özer Öztep, mektupla ele vermişti…
Ama, gün gelecek, Özer
Öztep Adana da işsiz kaldığında
ilk Güney Haber
Gazetesi’nde kendisini özel bir yere
getirecektim. Bu
mektupla ilgili gerçeği hiçbir zaman yüzüne
vurmadım. İlk defa
açıklıyorum. Eğer Milliyet Gazetesi’nin
temsilcisi olsaydım
yaşamım daha başka olacak, o kadar
değişecek ki, bunu
sınırlarını tahmin bile edemiyorum…
İşte bu olay,
çalışmakta olduğum Hürriyet Gazetesi’nde
duyulunca, bana biraz
kızgınlık, öfke oldu. Sanırım sırf bu
nedenden dolayayı
İskender Ayvalık’ı benim üstüme temsilci
olarak gönderdiler
bende yardımcısı oldum…
(Merhum Özer Öztep bu
iddayı ret etmişti).
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-174-
KEMAL
KINACI
ARKAMDAN
HANÇERLEDİ
Hürriyet'teki bu
olaylardan sonra tutanak tutmuşlar,
İstanbul'a
göndermişler, bir hafta sonra da beni çağırıp elime
bir mektup verdiler
şöyle diyordu :
"Bugüne kadar
gösterdiğiniz başarıdan dolayı sizi
kutlarım, çalışkan bir
gazetecisiniz, ancak görülen lüzum
üzerine görevinizden
alıyoruz..."
Mektubu alıp, hiç bir
tepki göstermeden en küçük bir
renk atması olmadan
tebellüğ ettim, yasal haklarımın
verilmesini istedim.
Erol Simavi'nin burs
verip İstanbul Basın Yayın Okulu'nu
da bitiren kardeşim Erhan'ı
da alıp doğru Hürriyet Genel
Merkezine gittim. Ben,
yazıyı değil, kovuluş nedenimin
arkasındaki gerçegi
öğrenmek istiyordum. Sabahın seher
vakti Kanlıca'ya
gittik, puslu bir gündü. İstanbul'un harika
bir sabahında martılar,
gemiler tablolardaki gibi görünüyordu.
Tam Erol Simavi'nin
kapısını çalmak üzereyken, açıldı. Büyük
Patron sakallıydı,
bitişikteki berberine gidiyormuş, beni
görünce gülümsedi :
-Oooo Adaşım,
hayrola...?
Okuttuğu için Erhan'ın
da hatırını sordu.
Abdulkadir KAÇAR
-175-
Kıyıdaki yürüyüş
bandında bir süre Kanlıca Yoğurdu'
nun yapıldığı
imalathaneye doğru giderken bir süre suskunluk
oldu, ilk sözü ben
aldım :
-Erol Abi, ben sizden
iadei görev istemiyorum, böyle
bir talebim yok,
üstelik ahlak anlayışıma da terstir. 7-8 yıl
birlikte çalıştık, ama
az çok birbirimizi tanıyoruz, bana
haksızlık yapıldığını
biliyorum, bu olayın arkasındaki gerçeği
anlatırsanız tatmin
olacağım.
Erol Simavi gülümsedi:
-Erol, bunun adı
Babıali Kanunudur.
Yine sessizlik oldu:
-Ben Babıalide
çalışmıyorum, Adana'dayım ve bu
kanunları bilmiyorum.
Sizden görev talebim yok, sadece
nedenini öğrenmek
istiyorum. Hatta benim ne yapıda ve
nasıl bir insan
olduğumu bilen daha önce beraber çalıştığımız
Müsessese Müdür
Yardımcısı Kemal Kınacıya da sorun.
Onun raporuda benim
için önemli, uzun süre içtiğimiz suyu
paylaştık, çetin bir
müadahaleden başarıyla çıktık. Hürriyet'in
Hürriyet olmasındaki
katkımızın sadece Adana alanında
kalmadığını siz de
biliyorsunuz...
Konuşmalarımı uzun uzun
dinleyen Erol Simavi, bana
yaşamımın en büyük dersini
verdi, gülümseyerek omuzumu
tuttu :
-Erol işte Babıali
Kanunu bu. Yaşamak için adamı
öldürürler. Sen Kemal
Kınacı'yı İstanbul'a göndererek bu
konu da büyük çaba
harcadın. Bu senin ona yaptığın en
büyük iyiliktir,
hizmettir. Ama o buraya gelir gelmez hançeri
senin sırtına vurdu...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-176-
O sözleri duyduktan
sonra buz gibi oldum, hiç bir şey
söylemedim :
-Teşekkür ederim Erol
Abi, beni tatmin ettiniz, sağolun...
Elini sıktım:
-Sağol Erol bir gün
yine görüşürüz...
-Teşekkür ederim,
görüşmeye hiç niyetim yok, çünkü
yollarımız burada
ayrıldı, hadi Erhan gidelim... dedim.
Bu olayda yıllarca
içimde sakladığım, Adana Babıalisin'den
İstanbul Babıalisine
uzanan bir olaydır. İki
Babıali'ninde
birbirinden hiç farkı yoktur.
Hançeri Kemal Kınacı'
dan yemiştim çünkü benim
kabiliyetlerimi,
niteliklerimi çok iyi biliyordu. Şayet benimle
ilgili olumlu bir rapor
verseydi, bir iki ay sonra bende
İstanbul'da olacak,
gazete'nin en üst düzeyine kadar fırlayacak
niteliklerim vardı. Hem
idareci, hem gazeteci, hem nakliyeci,
hem de uluslararası
istihbarat kaynaklarına sahiptim.
Meslekte komlpe
yetiştiğimi Kemal Kınacı keşfetmişti.Ve
vurulan damga olan gece
yaşamına düşkünlüğüm beni hiç
bir zaman üzmedi.
Çünkü, gece yaşamım bana yaşamın
gerçek yüzünü,
üniversitesini öğretti. Türkiye'nin şu anda
bile en büyük
istihbarat kaynaklarına sahip gazeteci benim,
Türkiye'nin şu anda
bile en büyük ver-kaçlarını en iyi bilen
kişiyim. Ama, o günler,
kuyruğum dik, kimseye taviz
vermedim fakat
yaşamımdan ve gazetecilikten nefret ettiğim
günlerdi. Hatta kendi
kendime şu sözü de verdim:
-GAZETECİLİĞE BİR DAHA
DÖNMEYECEĞİM
Abdulkadir KAÇAR
-177-
EŞKİYA
KOÇERO’YU YARATTIM
İşte coşkulu,
heyecanlı, başarılı geçen çalışma ve başarı
tempom arttıkça
artıyor, başarı grafiğim yükseldikçe
yükseliyor ulaşılamaz
sanılan bilgilerim yoğunlaştıkça
yoğunlaşıyordu.
Hürriyet gazetesi’nin
Adana Bürosu kurulduktan sonra
sıra Diyarbakıra’a
gelmişti, ancak oralar bize bağlıydı,
haberlerini telefonla
veriyorlar, bizde İstanbul’a aktarıyorduk.
Bir gün Diyarbakır
muhabiri basit bir cinayet haberi verdi.
Buna göre namus uğruna
cinayet işleyen Mehmet Kilit isimli
kişi, olaydan sonra
dağlara kaçmıştı. Muhabir haberin
sonunda bir tek cümle
ekleyince şimşekler çaktı:
- Erol Abi bu kişinin
nam-ı diğer KOÇERO’ dur..
Koçero, Koçero, Koçero
!
Bu cümle zihnimde
yankılandı, yankılandı, çok ilginç
bulmuştum. Bugünün
Türkiyesi için önemli sayılır ya da
sayılmaz ama, muhabirin
bu şekilde yaptığı tarif sonradan
yaratacağım ünlü Eşkıya
Koçero’nun ilk kıvılcımı olacaktı.
Magazin haberini çok
seven, Türk basınında bir akım olan
Hürriyet, Koçero’yu
benim sayemde işlemeye başlamıştı.
Basit bir bekçi,
doğunun en azılı eşkiyası olup-çıkmıştı.
İşlenmiş ve işlenmemiş
ne kadar cinayet varsa hepsi KOÇERO’
ya yıkıldı. Bugünkü
gibi PKK falan olmadığı içinde o zaman
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-178-
büyük yankılar
uynadırdı. Hürriyet gazetesi olarak Koçero’yu
manşetten verdikçe
diğer basının da doğuya olan ilgisi
artmıştı, herkes onunla
röportaj yapmak için girişimde
bulunuyordu. Ama yine
bu olayın yıldızı ben olacaktım, işin
kaymağını ben
yiyecektim. Çünkü yerel muhabirlerimiz
aracılığıyla KOÇERO’yu
dağda bulup söyleyişi yapmayı,
fotoğraflamayı başlatan
tek gazeteciydim. Hakımda bu
görüşme Jandarma
soruşturma açtı. Ama gazeteci olarak
verilen randevuya
sadakat göstermek zorunda olduğunu
söyleyerek Koçero’yla
görüşme yerimizi açıklamamıştım.
Savunmamdaki tek cümle
şöyleydi:
- O eşkıya, kanun
kaçağı olabilir, ama yerini bildirmek
bana düşmez, arayıp
bulmak Jandarmanın asli görevidir.
Günlük olarak yazdığım
uzun söyleşilerden sonra efsane
haline gelen Koçero
devlete ait bir kurumu basıp paraları
gasp etmiş, kaçarken
çatışmada öldürülmüştü. Cenazesine
gittiğimizde vahşi,
silah kullanmasını bilen karısı, benim
alnıma tüfeği
doğrultmuş tetiği çekmek üzereydi. Yanımdaki
arkadaşlarım benim
Koçero’yla yaptığım söyleyişide,
hakkımda dava
açılmasına rağmen onun yerini bildirmediğimi
falan anlatınca kadın
rahatlamıştı. Beni elimden tutp çekerek
mezarın başına götürüp,
Kürtçe türküler söyleyip ağlarken
fotoğraflamayı
başarmıştım.
Koçero Tarihe gömüldü
yok olup gitti. Koçero’yu
yükselten suçlarda,
bazı cinayetlerde karabelde kayboldu,
kimin işlediği hiçbir
zaman öğrenilmedi…
Benim tırmanışıma
hayran olmuşlardı. İşte bu
haberimden dolayı
gazete yönetimi beni 100 lira ikramiye
ile ödüllendirmişti.
Abdulkadir KAÇAR
-179-
O günkü gançlik, meslek
heyecanı nedeniyle gazetecilik
merakı içinde gördüğüm,
manzara benim mesleğimde
gördüğüm ilk facia idi.
Uçak çarpınca öyle parçalanmış, öyle
ufalanmış ki,
cesedlerle demirler bir macun gibi olmuştu.
Ben sadece uçağı bir
tek kanadından tanımıştım. O dönemde
ölen ünlüler arasında
en tanınmışlardan Gazinocu Ahmet
Delibalta, Adana’nın en
güzel kızı kızlarından Rengin Arda
da vardı. Rengini’i beyaz
karlar üzerine yayılan bir metrelik
sarı saçlarından
tanımıştım ve vücudundan kalan tek parça
olarak o saçları bir
mukavva kutuya koyarak aşağıya
indirmiştim. Daha sonra
cesetler torbalarla taşınarak indirildi.
Hatta bir Yahudi
işadamının cesedi Gazinocu Ahmet
Delibalta’nın mezarına
gömüldüğü kanıtlandı. Şikayet üzerine
tekrar kazılan mezardan
Delibalta’nın cesedi bulundu, Yahudi
İşadamının cesedi de
İstanbul’a gönderildi.
Uçak kazası haberini
takip ederken oklarlar da
Osmanlılar döneminde
işeltilen altın-gümüş-kurşun madenleri
olduğunu, ama bunu
kimsenin bilmediğini saptadım. Bu
haberim de Hürriyet’te
manşetten giren ikinci büyük
arzumdur.
Zaten olan ünüm, uçak
kazası ve altın madeniyle daha
da doruklara
tırmanmıştı. Hatta çalışma alanım da
genişlemişti. Örneğin
Yurtdışındaki istihbarta kaynaklarımdan
bana bilgiler
yağıyordu. Suriye’deki ihtilal yapılacağını olay
olmadan önce öğrenip
gazeteme yazmıştım. O yıllarda
Hürriyet Personelinin
başarılarını anlatan Personel
Gazetesi’nde sırada
benim fotoğrafım vardı, dünyaca ünlü
AP ajansını bile
atlatan adam diye duyurmuşlardı…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-180-
TOROSLAR'DA
DÜŞEN UÇAK
İLK
FACİA HABERLERİMDİ
Dolu dolu yaşadığım
gazetecilik serüvenimin en renkli
dönemi 1960-75 yılları
arasınde cereyan etti. Gençlik,
yaratıcılık ve heyecan
döneminde doruklara ulaştı. Bu yıllarım
Hürriyet ve Tercüman
Gazetesi'nin arasında pay edilmişti.
1952-60 yılları
arasında yetişme dönemim olan BUGÜN
Gazetesi'nden sonra
1960'ta Anadolu Ajansı'na, 1966' da
Hürriyet Gazetesi'ne
giriş yaptım. O dönemde ulusal
gazetelerin Adana da
büroları bile yoktu. Abidinpaşa'da şimdi
yıkılan Reno İşhanı'nın
4. katında Hürriyet'in bir temsilciliği
vardı. Diğer
gazetelerde temsilci düzeyinde bulunuyordu.
Örneğin Çoban Yurtçu
Yeni Sabah, Vatan, Cumhuriyet gibi
üç-dört ulusal gazeteyi
birden idare ediyordu. Erol İlpars'ın
babası DERVİŞ İlpars'ta
aynı şekilde üç beş gazetenin birden
temsilciliğini
yürütüyordu. Zafer, Adalet gibi sağ basını da
Yusuf Ayhan temsil
ediyordu. İsmet Yoğurtçuoğlu da yerel
basında önemli bir
isimdi.
İstanbul basını iki-üç
arkadaş arasında pay edilmişti.
1960 ihtilaliyle
birlikte gazetelerin Anadolu'ya geçişli ve
yapılanmasıyla birlikte
bu temsilcilikler bir bir ortadan
kaldırıldı. Ancak Çoban
Yurtçu mesleğinde çok kıskanç
Abdulkadir KAÇAR
-181-
olduğu için kendisine
rakip olabilecek kişilerin yetişmesini
istemezdi.Bizde
korkumuzdan İstanbul basınıyla direkt temas
kuramazdık. Ancak
yetişme tarzım, bölgeye olan hakimiyetim,
performansım nedeniyle
adım İstanbul' a çoktan gitmiş ve
herkes tarafından
biliniyordu. Anadolu ya yayılan İstanbul
basınında Adana
Hürriyet Bürosu'nun başında arkadaşım
ve dostum Kemal
Özbayraç atanmış, İsmet Yoğurtçuoğlu da
beni ona tavsiye
etmişti. Tanıştık, ve ben Hürriyet'te göreve
başladım, o zaman büromuz
Abidinpaşa Caddasi'ndeki
Küçüksaat'in yanında
bulunan Kristalpalas'a taşınmıştı.
7 yıl süren Hürriyet
Gazetesi'ndeki çalışmamda gençliğin
verdiği heyecan,
yetenek, cesaret ve coşkuyla parlak bir
dönem yaşadım. İşte bu
coşkulu ve başarılı dönemimde
olaylar öyle gelişti
ki, gazetenin sahibi Erol Simavi'yle özel
dostluklar kurmaya
kadar dönüştü. Hürriyet'in temsilcisi
konumundaki Kemal
Özbayraç gitmiş, yerine bu kez Kemal
Kınacı gelmişti. İki
temsilcinin döneminde de yaptığım
çalışmalar beni
yıldızlaştırmıştı. Yaptığım gazetecilikte adım
Türkiye çapında
duyuluyordu artık. Çünkü, o yıllarda
Adana'dan gazeteye yama
haberler girme-sayfa değiştirme
şansımız olmadığı için
verdiğimiz her haber Türkiye genelinde
yayınlanıyordu.
Haftanın en az üç-dört günü manşet, ya da
sürmanşet haberim
yayınlanmadığı zaman krizlere
giriyordum.
Öyle ki; Erol Erk ismi
diğer gazeteciler arasında
ayrıcalıklı bir hale
gelmişti. Yine o dönemde çok önemli
olayların yaratıcısı
olmuştum. Örneğin, İstanbul'dan
Ankara'dan Adana'ya
pervaneli uçaklar inip-kalkıyordu. Bir
Kop uçağı Adana
Havaalanına inmek için Toroslar'ın üzerinde
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-182-
erken alçalmaya
başlayınca Bolkar Dağları'nın tepesine 100'e
yakın yolcusuyla
çakılmıştı. Ben İngiliz Dağcılarla Bolkar
Dağları'nın zirvesine
tırmanarak enkaz, uçağı ve cesetleri
ilk görüntüleyen tek
gazeteciydim. Üstelik, uçağın düştüğü
kış, son 40 yılın en
acımasız olanıydı. Pozantı Çiftehan arasını
geçebilmek için
yollarda tam 6 saat süreyle yüksekliği 4-5
metreyi bulan karlarla
mücadele vermiştik. Kıbrıs'tan gelen
İngiliz Dağcılar bile
beni
Abdulkadir KAÇAR
-183-
EROL
SİMAVİ’YE HAYRANDIM
Hürriyet Gazetesi Adana
Bürosu’nda Kemal Özbayraç’ın
yerine gelen Kemal
Kınacı ile büyük olaylar yarattık. Büyük
haberleri Hürriyet’in manşetlerine
yerleştirdik. O dönem hiç
unutmam Adana belediye
başkanı Ali Sepici’nin bir dansözle
yaşadığı skandal vardı.
Aslında onlar skandalı yaratmışlar.
Ortaya çıkartıp yazan
kişi ben olmuştum.Gazetemde günlerce
Türkiye’yi çalkalamış
bir olaydı. Aylarca, yıllarca manşetlerden
düşmedi.
O dönemde olaya adı
karışan Celal Serin’de daha
sonradan
yakışıklılığıyla Yeşilçam’dan film teklifi bile almıştı.
Ancak Celal Adalet
Partisi kökenli olduğu için yöneticilerde
rahatsızlık yaratınca
eski patronum Nihat Oral ve günün
ileri gelenleri beni
Hürriyet’in sahibi Erol Simavi’ye şikayet
ettiler. Hatta benim
eski bir CHP’li ve İsmetpaşa’cı olduğum
için sağ bir parti olan
AP’ye zarar verdiğimi söylediler. Erol
Simavi de beni şikayet
edenlere:
-Peki, siz Erol’u
şikayet ediyorsunuz, bu olay doğru mu
değilmi dedi.
Masada bulunanların bir
kısmı başıyla.
-Doğru doğru dediler.
Bir kısmı da sessiz
kaldı.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-184-
Erol simavi çok
sevdiğim, saygı duyduğum kişi olarak
şöyle dedi.
-Patron benim ama
muhabirimin yazdığı habere
karışamam...
Bu dürüst erkekçe
davranışından sonra Erol Simavi’ye
büyük hayranlık duydum
ve muhabbetimiz daha çok artmıştı.
Erol simavi Adana’ya
her gelişinde beni yanına alır
Çakmak Caddesinde
garajın içindeki Suphi Usta’dan kebap
ve şiş ciğer yemeye
giderdik. Hiç unutamam bir yemek
sırasında şöyle dedi:
-Erol, gece hayatına
düşkün olduğunu söylüyorlar,
Doğuya, Koçero’yla
buluşmaya ya da diğer haberleri izlerken
sıkıntı çekmeyesin diye
Van’a bir pavyon kurdurmayı
düşünüyorum.
Kısa bir gülüşmenin
ardından şöyle dedim:
Efendim, ben gece
yaşamını sevdiğim için değil,
haberciliği kontrol
etmek için serüvene meraklı olduğum
için oralarda
bulunuyorum. En büyük istihbarat kaynakları
oralarda bulunuyor
çünkü.
Abdulkadir KAÇAR
-185-
MESLEKİ
ACIM
40 yılı aşan meslek
yaşamımda çok kişinin canını
yaktım, çok kişiyi
makamından ettim, ama pek çok kişilerinde
hak ettikleri önemli
makamlara gelmesini sağladım. Çünkü,
hırçın, yırtıcı bir
gazetecilik üslubum vardı, ve benimle
uğraşmak her zaman zordur.
Ama bilmeden yaptığım bir
hatanın, bir kusurun
acısını yüreğimin ta derinliklerinde bile
şimdi duyuyorum…
Gazetecilik mesleğimin
İsmetpaşa döneminde rastlayan
günlerinde Kıbrıs
konusu patlak vermiş, Başbakan olarak
paşanın emriyle
uçaklarımız Kıbrıs’a bir hava saldırısında
bulunmuş ve geri
dönmüştü. Her an bir savaş çıkma
olasılığında söz
edildiği içinde Deniz Kuvvetlerine ait
donanmamızın bi bölümü
Mersin Limenına demirlemişti.
Yapılacak olan Kıbrıs
Harekatının temelleri ve yapılanması
o günlere rastlıyordu.
Ben Kıbrıs olaylarını yansıtmak için
Mersin’de bulunuyordum.
O sırada donanmaya ait bir Türk
Denizaltısı da
rıhtımdaydı ve onun Komutanlığını yapan
Binbaşı Necdet’le çok
samimi arkadaş olduk. Türkmen
Oteli’nkedi
sohbetimizde sordum;
- Necdet Binbaşı,
donanmayı halka gezdirecek misiniz?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-186-
O yıllarda silahlı
kuvvetlerde denetim çok sıkıydı, halka
temaslar yok denilecek
akdar azdı, hatta yasaktı. Türk
donanmasının Denizaltı
Subayı olan Necdet Binbaşı:
- Erol Bey, gemimizi
halka açalım, sen de bir eğlence
düzenle, Amerikan usulü
bir gün yaşayalım...
- Emrin olur Binbaşı…
dedim.
Adana da pavyonlarda,
barlarda otellerde çalışan ne
kadar dansöz,şantöz,
varsa hepsini Mersin Limanına yığdım
ve bu denizaltının
göbeğinde de kadın oynattık. Bu olay
Hürriyet Gazetesi’nde
“DENİZALTINDA KADIN OYNATAN
GAZETECİ” diye yayıldı
ve bomba etkisi yaptı. Ben haber
niteliğinde ordu-halk
yakınlaşmasını düşünürken, Necdet
Binbaşının teklifini de
yerine getirmiş gazeteci olarak tüm
basını atlatmıştım…
Tercüman Gazetesi’nin temsilcisi
olduğum o yıllarda, tüm
gazetelerin Adana ve Mersin
temsilcileri ve
çalışanları İstanbul’dan ve Adana’dan fırça
üstüne fırça yediler.
Olay böylece kapandı gitti…
Aradan geçen 5-6 yıl
sonra 2. Kıbrısa Harekatı
başlayacaktı.
Donanmanın adayı vuracağı, Türkiye’nin
müdahale edeceği
dedikodusu yayılıyor, yerli ve yabancı
basın Mersin’de
karargah kuruyordu. Bizde boşluktan
yararlanarak
eğleniyorduk. Hatta Murat Dalman kahramanını
yaratan dünyaca ünlü,
çok samimi arkadaşım gazeteci Ümit
Deniz’de oradaydı.
Ankara’dan gelen foto muhabiri bir
arkadaşımız için yaş
günü düzenlemiştik. Otelin lobisini
hemen hemen
kapatmıştık. Dışarıda büyük bir soğuk vardı.
Kapı hafifçe açıldı,
içeriye elinde baston, lacivert pardesülü,
hafifçe topallayan
birisi girdi. Sima bana hiç yabancı
gelmemişti.
Abdulkadir KAÇAR
-187-
İçim birden kaynadı,
kendi kendime soruyorum:
- Nerden tanıyorum !
- Nerden tanıyorum !
Bu sırada yanımdaki
arkadaşlarım tanıttılıar
- İşte bu kişi, birinci
Kıbrıs müdahalesi yapılacağı sırada
Türk Deniz
Kuvvetlerinin Denizaltısındaki Necdet Kaptan…
Yüreğim ‘ cızzzzzzzz ‘
etti. Beni gördü, yanına koşarak
gittim, öpüştük:
- Beni tanıdınız mı
kaptan ? deyince:
Başını hafif yukarıya
doğru kaldırdı.
- Erol tanımaz olur
muyum ?
Necdet Binbaşı,
‘DENİZALTINDA KADIN OYNATAN
GAZETECİ’haberinden
sonra, görevden alınacağını anlayınca
onurlu bir asker olduğu
için istifa ederek özel gemilere
geçmişti. Aradan yıllar
geçtiği için eski ve yeni siması arasında
büyük değişiklikler,
yılların yüzünde oluşturduğu derin
çizgiler onun içinde
bulunduğu duruma ne kadar çok
üzüldüğünü
gösteriyordu. Ben de üzüntülü sesle:
- Abi senden özür
diliyorum, ben böyle bir olayın
olacağını hiç
beklemiyordum. Aklımın ucundan bile
geçmiyordu. Daha ötesi,
ben sizi Deniz Kuvvetlerinde çok
üst rütbelere
geldiğinizi düşünüyordum, bir daha izinize
rastlamayacağım içinde
soramamıştım…
Biraz üzüntülü ama
belli etmeyen bir ses tonuyla:
- Sıkma canını Erol,
bunlar kader, senin hiçbir kusurun
yok. Onu isteyen, seni
teşfik eden kişi bendim. Reformist bir
subay olarak Amerikan
filmlerindeki olayı yaşatmaya çalıştım
o kadardı. Sende
gazeteci olarak görevini yapmıştın…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-188-
Bir süre sessiz kaldık,
ama Necdet Binbaşı Kıbrıs
savaşına bu kez ticaret
yapan bir geminin kaptanı olarak
mühimmat taşıyordu.
Tekrar istedik olmadı, meslek
yaşamımda bana büyük
acı veren, olayı tüm izleriyle
belleğinde hala
yaşıyorum, vicdanımın sesinden bir türlü
kurtulamadım. Ama,
inanın kesinlikle bir kasıt, suçlama, art
yoktu. Gazetecilik
heyecanının o gün kü ortamda beni bu
habere
koşullandırmıştı. Ama farkında olmadan bir facianın
nedeni olmuştu…
Abdulkadir KAÇAR
-189-
EROL
SİMAVİ'NİN
SEKRETERİNİ
BULDUM
Erol Simavi ara da
sırada Adana'ya gelip kalır, işleri
takip ederdi. Yine bir
geldiğinde, beni çağırdı.
-Erol seni severim,
sana özel bir işim düştü.
-Buyurun efendim,
-Bizim huysuz ve
yaramaz bir sekreterimiz vardı,
pavyona düşmüş, aradık
araştırdık Adana da olduğunu
öğrendik. Şunu bana bir
buluversene, sen bu işlerin
uzmanısın.
-Emriniz olur Erol Bey.
Kısa bir istihbarattan
sonra Adana'nın en renkli eğlence
yeri olan Çakmak
Caddesi'ndeki İGS civarında Yıldız
Pavyonda sekreteri
buldum. Erol Simavi'yle birlikte gittik,
bize yakın davrandı,
içki ikram etti. Yaşam hikayesini
sorduğumda da :
-Abi, ben eğlenceyi
seviyordum ve artist olmak
istiyordum. Sekreter
olarak Erol Simavi'nin yanında çok
mutluydum ancak beni
artist ajansları kandırdı, gözümü
açtığımda
Adana'daydım...
Erol Bey geri
dönmesini, kapısının her zaman kendisine
açık olduğunu söyledi,
ama sekreter:
-Ben yaşamımdan
memnunum... deyince fazla da
üstelemedi.
Zaman zaman
konuşmasında,
-Olur abi, tamam abi...
demesine karşın bir daha da
göremedik. Hafifçe
şişman, tatlı bir kızdı. Sonra da izini
tamamen kaybettik...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-190-
KAÇAKÇILIK
ŞEBEKESİNİ YAKALADIM
Hürriyet Gazetesi'nde
çalıştığım yıllarda Ankara büroları
ve matbaası açılmış,
orada basılan gazeteler Adana'ya geliyor,
buradan dağıtılıyordu.
Ankara-Adana arasını üç saatkırkbeş
dakikaya indiren
kahraman şoförlerin öyküleri filmlere konu
olmuştu. O zamanlarda
çok büyük şoförler, usta şoförler
yetişti. Ama sık sıkta
şehitler veriyorlardı. Bu serüvene kapılan
şoförler uzun süre
kendilerini kurtaramadılar. Matbaaların
Anadoluya yayılmasından
sonra bu serüven güneyde
Adana'dan Gaziantep,
Malatya, Diyarbakır hatlarında devam
etti. O büyük ve
kahraman şoförler bu kezde aynı coşkuyla
gazeteleri okura
ulaştırmanın savaşını veriyorlar, inanılmaz
rekorlar kırıryorlardı.
Ancak, özveriyle coşkuyla çalışan
şoförler olduğu kadar
onların arasına bazı kötü huylular da
sızmıştı.Gazete dağıtan
kamyonların geçiş üstünlüğü olduğu
için durdurulmuyor,
basın olduğu için polis ve jandarma
müdahale edemiyor.İşte
kötü huylu bazı şoförler bunu fırsat
bilerek kaçak eşya
ticaretine karışıp büyük paralar
vuruyorlardı. Bu
jandarmadan bize intikal etmiş, bu şekilde
iddia ortaya atılmıştı.
Adana Büro Sorumlusu
Kemal Kınacı bir gün beni
çağırdı, bu istihbaratı
anlattıktan sonra da :
Abdulkadir KAÇAR
-191-
-Erol, kurban olayım,
gözünü seveyim, bu işi çözsen
çözsen sen
çözebilirsin...
Kemal Kınacıya da o
derece inancım ve güvenim vardı
ki, hiç düşünmeden
kabullendim.Gençlik, cesaret,ataklık
hepsi bir arada olduğu,
olaylara gözümü kırpmadan atladığım
için kahraman kamyon
şoförlerinin anasına karışan kaçakçılık
şebekesini ortaya
çıkacaktım.
Yaptığım kısa
araştırmadan sonra kaçakçılık merkezinin
Gaziantep olduğunu
saptayıp, gece oraya gittim.Kendimi
gazeteci değilde bir
tüccar gibi tanıtarak temas kurdum.Büyük
bir parti yabancı
sigaranın Adana üzerinden Ankara'ya
götürülmesi gerektiğini
söyledim, nakliyatın nasıl olacağını
sorduğumda;
-Abi, sen hiç merak
etme, elimizde özel ruhsatlı servisler
var.Yolcu otobüsleri
sık sık kontrol edildiği için, bu şekilde
taşıtıyoruz.
-Nasıl olacak ?
-Abi, Gaziantep'ten
malını ver, Ankara'da teslim
al...dediler.
Paranın temin edilemesi
için Kemal Kınacı’yı aradım.
İlk önce Parayı ödemek
istemedi sonra kabul etti teslim
ettiğimiz malı
taşıyacak olan da basın kamuoyuydu. Olay
artık kötü boyutlara
ulaştığı için suçüstü yaptırarak, şebekeyi
yakalamıştım
Bu şaibeli olayı
çözdüğüm için Kemal Kınacı, beni
ayakta karşılayıp,
tebrik ederek yanaklarımdan öperken;
- Hem gazeteyi, hem de
beni büyük bir beladan kurtardı
Erol… dedi.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
Hemen patronlara
telefonla bilgi verdi rapolarıda
sonradan göndereceğini,
bir nüshasını da bana vereciğini
söyledi. O günlerde
sadece gazetecilik başarını düşünen
birisi olduğum için bu
görevi yapmıştım. Başkası da yapmış
olsa fazla umrumda
değildi. Ama , günlük yaşamımda içtiğim
suyumu bile
paylaştığım, ailece görüştüğüm Kemal Kınacı
içinde en küçük bir
endişe taşımıyordum.
Ancak, burada üzüntümü
ortaya koymak, kamuoyuna
iletmek isterim ki;
İstanbul’a giden
raporlardan birisini elime geçirdiğimde
bu olayın ortaya
çıkartılmasının tamamen Kemal Kınacı’ya
ait şekilde
düzenlendiğini öğrendim. Adımdan en küçük
biçimde söz edilmediği
gibi, birazda yeriliyordum. Bu da
beni sonradan çok
üzmüştü, ama o günlerde bu konuyu bir
daha hiç
irdelememiştim…
-192-
Abdulkadir KAÇAR
-193-
MİLLİYET
ELİMDEN KURTULAMIYOR
KEÇİ
NİHAT YİNE KÜSTÜ
Kristal Palas’taki
Milliyet’le ortak kullandığımız katın
uzunca koridorunun
sonundaki tuvelete sık sık giderken
Alaaddin Kutlu,
muhabirleriyle 5-6 saat süren toplatılarında
gazeteye ertesi gün
verecekleri haberlerin tartışmasını
yapardı. Seri
olmadığından da haberlerin notları sürekli
ceketinin göğüs cebinde
taşırdı. Bir gün yine kapılarının
önünden geçerken
içeride çok ateşli bir tartışma yapılıyordu
hafifçe dinledim,
Alaaddin Keçi Nihat’a soruyordu:
-Kardeşim, o haberi bu
gün vermeyelim, geciktik.
İstanbul’a yarın
göndersen; senden başka bilen var mı?
Keçi
-Yok efendim, yinede
verelim, Erol Erk gelip duyar, yine
başımıza iş açar.
-Hayır hayır,
bekletelim, hem nereden duyacak. Bir
kere sana kazık attı
diye her zaman aynı şeyi yapmaz. O
salağın tekidir ve her
şeyi duyacak kulak nerededir?
Her şeyi dinliyordum
ama haberin ne olduğunu son
saniyelerde çözdüm.
Adana’lı bir hamal, o günkü ülke
şartlarında raslanması
mucize olacak 132 lira vergi ödemişti.
Habercilikte zaten
birkaç satır bilgi yettiği için hemen
büroya koştum, Kemal
Kınacı’ya anlattım. Haberi İstanbul
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-194-
Hürriyet’e geçtik, ve
Milliyet’çilerin beklettiği haber
ertesi gün bizden 8 sütuna
manşetten çıktı.
TÜRKİYE’DE BİR HAMAL
İKİ DEFA 132 LİRA VERGİ
ÖDEDİ…
Aynı katta bulunduğumuz
komşumuz Milliyett’en
yükselen feryad,
figanlar Hürriyet’e kadar geliyordu. Uzun
süre Alaaddin’in yüzüne
bakamadım, ama bana da fırça attı.
Keçi Nihat’a gelince o
da benimle küstü…
Zaten yıllarca en büyük
keyfim, Milliyet’i atlattığım
haberlere sabah bakarak
kahve içerek bu işin tadını
çıkartmaktı. O yıllarda
gazetecilik ruhuma işlediği içinde
başka hiçbir şey
düşünemiyordum. Olanak olsa Hürriyet’in
o dönem ki arşivleri
açılıp taransa Adana Bürosu’nun
başarıları zevkle
izlenirdi.
Abdulkadir KAÇAR
ALAADDİN
KUTLU’YU ÇILDIRTTIM
NİHAT
GEVEN’İ ATLATTIM
Hürriyet Gazetesi’nin
Küçüksaat’teki Kristal Palasta’ki
Bürosu’nun aynı katının
yarısında da Milliyet Bürosu yer
alıyordu. Milliyet’in
Adana Bürosu’na atanan Alaaddin Kutlu
da İstanbul’da yıllarca
muhabirlik yaptığı için Adana
koşullarına fazla uyum
sağlayamamıştı. Oysa bildiği en basit
haberi uzun süre
tartışmadan geçiren tatbikata çok geç koyan
ama çok sevdiğim bir arkadaşım
olduğu için onları haberlerimle
sık sık atlatmaktan
büyük mutluluk duyuyordum.
Adana’nın genç ve bekar
olan ünlü doktoru ürolog
Eşref Göksel evlenmek
istiyor, ama kulakları büyük olduğu
için ameliyatla
küçültmesi gerekiyordu. Bu konuda da doktor
Göksel Keçi Nihat’la
anlaşmış, ameliyatı yaptırırken ilk
haberin ona verecek,
haber Milliyet Gazetesi’nde yayınlanacaktı.
Tesadüf bu ya Büro’dan
Kristal Palas’ın resepsiyonunda
sohbet ediyor.Gır gır
geçiyordu, kısa bir sigara
molası vermiştim. Bu
arada doktor Eşref Göksel merdivenlerden
çıktı, bana yaklaştı:
-Milliyet Gazetesi’nin
yeri nerede ?
Aklıma hemen bir cinlik
geldi, hiç bozuntuya vermeden
-Burası beyefendi,
Siz. Dr. Eşref Göksel
siniz…
-Evet Nihat beyi
aramıştım,
-195-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-196-
-Biraz sonra kendileri
gelecekler, oturmaz mısınız?
Birkaç dakika oturduk,
ama içimde bir dürtü vardı,
Nihat’ın haber kaynağı
olduğumu bildiğim içinde bir süre
sonra Hürriyet’in
Bürosu’na götürdüm, kahveler, çaylar içildi,
Dr. Göksel;
Nihat Bey ile
anlaştığımız bir konu vardı, ben yarın
sabah 10’da ameliyat
olacağım bilgi verecektim.
- Doktor Bey, ben
kendisine bilgi veririm, birazdan gelir
- Benim fazla zamanım
yok, ona söyleyin operasyonun
izleyebilir, fotoğraf
çekebilir. Saat 10’ da hastaneye gelsin.
- Peki efendim…
Ama, ben sürekli
sıkıntı duyuyorum, biraz etrafa baksan,
gazete küpürlerini
falan incelese orasının Milliyetle Değil
Hürriyet Gazetesi
olduğunu anlayacaktı…
- Tamam Eşref Bey, en
kısa zamanda, Nihat’la temasa
geçeceğim, durumu bildiririm,
siz merak etmeyin…
Ertesi sabah saat
10.00’da ünlü foto muhabirim Necdet
İşler’le olay
yerindeydik, Necdet’te sevinçliydi.
- Erol haydi yine kıyak
bir işe düştün… diyordu.
Ameliyatı izledik,
fotoğrafladık, doktorun kulakları
küçülmüştü. O dönem için
Hürriyet’te yayınlanacak en büyük
magazin haberdi. Hemen
İstanbul’a gönderdik, ertesi gün
haber hiç beklemeden 8
sütuna manşetten verilmiştir…
ADANADA
BÜYÜK OLAY
D O K
T O R A Ş K U Ğ R U N A K U L A K L A R I N I
KÜÇÜLTTÜRDÜ
Tabi, o gün Hürrüyet
Gazetesi’ni eline alan Milliyetçi’leri
durumun feryat,
figanını siz düşünün. Sonra bana küstü
uzun süre konuşmadı.
Ama, uzun süre dedimse, bir süre en
fazla bir haftaydı.
Keçi’yi daha sonra pavyon’a götürüp
barıştım.
Abdulkadir KAÇAR
-197-
ECEVİT
LİDER OLAMADI
Türkiye’nin anlam
kargaşası yaşadığı yıllarda CHP
Genel Sekreteri olan
Bülent Ecevit, partinin yapısını daha
da bozdu. Ancak, bunu
bilinçli olarak yapmadı, kendisinin
de, kendisinin ne
olduğunu bilemiyordu. Grevensky miydi?
Aşırı solcu muydu?
Kominist miydi? Kimliğini hiçbir zaman
kendisi de
belirleyemedi, ama bazı konuşmalarıyla halkı
sokağa dökmek istedi ve
bu konuda da başarı oldu. Ama
Bülent Bey hiç bir
zaman bilinçli particilik yapmadı.
Bunu anılarımla
kanıtlamak istiyorum:
Türkiye’nin tüm aşırı
sosyalistleri, koministleri Malatya
da bir araya
geliyorlardı. M. Ali Aybar, Behice Boran, Çetin
Altan ve daha bir
çokları. Bu olay basına kapalı bir toplantıydı.
Bende gazeteci olarak
değilde, bir büyük ulusal gazetenin
temsilcisi olarak orada
bulunuyorum. Malatya’lı dostlarımın
aşırı ısrarı nedeniyle
bu toplantıyı izleme şansını yakaladım.
Oradaki konuşmaları
ömrüm boyunca unutamadım. Aşırı
sosyalist ve
koministler aynen şöyle diyorlardı :
-Bülent Ecevit bizim
için bir araçtır, hedefimize ulaştıktan
sonra zaten otomatik
olarak bitecektir. Şimdilik geniş halk
kitlelerini galeyana
getiren bir coşkudur, bir liderdir.
Kulaklarıma
inanamamıştım, çok şaşırtmıştım demek
ki, sosyalistler ve
koministler Bülent Ecevit’i bile kendi
bünyelerine kabul
etmiyorlardı. Ecevit’te ne gariptir ki, kimi
kabul ettiğini, kiminle
birlikte yürüdüğünün farkında değildi.
Sadece tarihi iki
konuşmasında bu gerçeğin altını çiziyordu.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-198-
ABD’nin Washington
kentindeki Büyük Elçiliğimizde
ve Tarsus’ta şöyle
demişti:
-Ben ne yaptımda bu
adamları peşime taktın?
Ama, Bülent Ecevit’in
bunları söylemekte geç kalmış
olduğunu herkes
biliyordu. Koministler ve sosyalistler CHP’yi
çoktan ele
geçirmişlerdi. Ecevit, Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde Atatürk’ten
sonra halktan gelen lider Menderes’te
sonra en büyük coşkuyu
yaratmayı başaran karizmatik bir
kişidir. Demirel’de bu
guruba dahildir. Ancak, dağın-taşın,
çayın-suyun Karaoğlan
diye bağırdığı, tüm devlet kurumlarını
kayıtsız şartsız
kendisini yanında ve desteği olduğu bir
dönemde maalesef lider
olamadı.
Eğer, Bülent Ecevit,
seçildikten sonra lider olmayı
başarabilseydi, Eşi
Rahşan’ın etkisinde kalmayıp kişiliğini
korusaydı ya da
bilgisini – becerisin bir tek noktada birleştirebilseydi
Türkiye bugün çok
ileride, farklı ve gelişmesini
tamamlamış bir ülke
olurdu.
Ben Ecevit’i büyük bir
orkestrada bateri, saksafon, gitar
ve tüm aletleri çalan,
ama tek başına hiç birisini çalamayan
yeteneksiz bir
müzisyene benzetiyorum. Bu tarafı iktidar
olduktan sonra daha iyi
anlaşıldı. Rahşan Hanımın etkisi ve
gölgesi altında sadece
güzel hitap tarzının verdiği avantajla
kendisini bir yerlere
kadar yükseltti. Türkiye’de CHP
boşalıyorsa, sağa-sola
doğru parti parçalanıyorsa, eriyorsa
hepsinin altında yatan
gerçek neden Rahşan Hanım
sıkıntısıdır. Ama
Ecevit bugün olgunlaşarak devlet adamlığına
doğru geldi. Ama,
Rahşan olduğu sürece maalesef başarısı
gölgelenmeye devam
edecektir. Ben 45 yıllık gazetecilik
yaşamımda gözlerim
tanığı olduğu olayları anlatıyorum.
Bunları ben yaşarken de
şu anda ki genç nesil henüz annesini
karnında bile yoktu…
Abdulkadir KAÇAR
-199-
DEMİREL
KENDİSİNİ
BASINA
KABUL ETTİREMEDİ
Türkiye 27 Mayıs 1960
ihtilaline doğru hızla gelirken
kominizm ve sosyalizm
sinsice ülkemize sızarak “DEVRİMCİ”
adı altınca CHP’ye
motive oldu. Sosyalizm ve kominizm Türk
basınına da kök saldı.
Bugün medyanın yüzde 10-20 hatta
daha fazlasında kominst
ve sosyalistle örgütlenme vardır.
Bu örgütler zaman ve
fırtısını kollayarak ya pusuya yatar ya
da öne fırlayarak
gerekeni yaparlar. Sinema, Tiyatro, Basın
yoluyla aramıza giren
ve yerleşen bu örgütleri Türkiye hiçbir
zaman tam olarak
silemedi ve bilmenizde bu aşamadan
itibaren olanaksızdır.
Ancak, azılılık, devrimci hamleler
taşıyan o nitelikte
CHP’ye yerleşen faktörler gizli güçlerin
oluşumudur. Aslında
CHP’nin kökeninde kominizm ve aşırı
sosyalizm yoktur.
Sadece altı ok prensibi vardır. Atatürk’ün
devletçilik anlayışı da
bugün bile hala geçerliliğini korumaktadır.
27 Mayıs’a doğru
Türkiye hızla koşarken CHP kendisini
yeniliklere açık,
yenilikleri savunan bir görünüm verdi.
Demokrat Parti ise
gericilğin kendidi aşmamanın yapısı
konumundaydı. Çok
sevdiğim Fuat Doğu isimli MİT’ çi bir
albay arkadaşın,
sonradan da general olmuş, uzun uzun
sohbet ederek benim
yanımda sansürsüz konuşurdu ve, şöyle
dert yandı:
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-200-
- Erol, Türkiye bir
kaosa doğru hızla akıp gidiyor,
Başbakan Menderes’i
sürekli uyarıyoruz, fakat bir türlü
uyanmıyor, uyanma
belirtileri bile göstermiyor. Ordudaki
hareketleri CHP için
sızmaları sürekli bildiriyoruz. Fakat
herhangi bir önlem yok,
kendilerinde tek taraflı, bir şartlanma
var. Bir Ordu olarak
ihtilal istemiyoruz ama yapmak zorunda
kalsak bile aşırı
kominstler ve sosyalistler Türkiye’ye
girecektir, bunun
etkileride 15-20 hatta daha fazla yıl olumsuz
etkilerini yaşayacağız.
Türkiye sırf bu nedenle büyük
sarsıntılar
geçirecektir.
Haklısınız Fuat
Albayım… demiştim.
Doğupaşa ile
konuştuğumuzda 1960 ihtilaline ya altı
ay yada üç ay, belki
daha az bir süre vardı. Söyledikleri teker
teker çıktı, ihtilal
oldu, kominizm ve sosyalizm Türkiye’ye
Sinema ve Tiyatro
kanalıyla, basın cephesinden hücum etti.
Tüm köşe yazarları aynı
havaya girip, aynı idealist görüntü
içindeydi ve Türkiye
‘ye bu akımı kabullendirdiler. Akşam
gazetesinde ki, “TAŞ”
isimli köşe yazarları yazılarıyla halkı
ihtilale doğru
sürükleyen, hatta koşturan Çetin Altan bugün
kapitalisttir.
İşte tüm bu
olumsuzluklar Adalet Partisi’nin doğmuş
sancılı biçimde ortaya
çıkmasını hazırladı. Ancak Süleyman
Demirel gerek Adalet
Partisini kurduktan bu yana, gerekse
Başbakan olduktan sonra
hiçbir zaman Türk Basınına ve
Türk yazarlarına
kendisini kabul ettiremeyeceği için büyük
sıkıntılara, hatta
zaman zaman büyük bunalımlara girdi.
Türk Basını en
aşağılayıcı deyimleri Demirel için kullandı
“ÇOBAN” , “GERİCİ” ve
dediler…
Abdulkadir KAÇAR
-201-
Bu olumsuzluklarla
birlikte artık sağ Türkiye de basında
kalmamıştı, Sağ Basın
gerici basın diye nitelendiriliyordu.
Sağcı basınla geri
zekalı eşit düzeyde anlaşılıyordu.
1960-1970 yılları
arasında sağcıyım demenin Atatürk’çüyüm
demenin suç sayıldığı
bir dönem yaşadık. Tiyatro,Sinema
Basının saygısı olmak
suç sayılmaya devam ediyor. Bu akım
günüzümde bile
varlığını hala sürdürmektedir. Yazarların,
sanatçıların,
tiyatrocuların büyük bir bölümüde bu anlayış
yüzünden diğer partilere
doğru yönelmek zorunda bırakıldılar.
İsmet Paşa o dönemde
CHP ‘nin kominist ve aşırı solcu
olmadığını devamlı
vurgularken şöyle diyordu:
- Fransa da Halk
Meclisi’nde bir parti sağda, bir parti
solda oturur. Sağda
oturana sağcı, Solda oturana solcu denir…
diye espiriler
yapmıştı.
İsmet Paşa o yıllarda
CHP ile aşırı sol arasında bir
emniyet sübabı görevini
üstlenme gereği duymuştu.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-202-
MENDERES’İN
HATALARI
Demokrat Parti kurdu.
Vatan Cephesi’yle kendisini
zedelemeyi başlamıştı.
Öyle ki, mezarında ki ölülerin isimleri
bile, “VATAN CEPHESİ”
ne “UYUYORDU” diye radyodan
ilan ediyor bu da
rahatsızlık yaratıyordu.
Aynı Partinin basına
koyduğu gereksiz, yersiz ve keyfi
sansürde biz
gazetecileri oldukça üzüyordu. O dönemde
entertiple dizilen
gazete tam baskıya gireceği zaman bir kara
geliyor, Manşet Haberi
çıkartılması isteniyordu. Başka bir
haberin dizgisi de
saatler aldığı bugün kü gibi bilgisayar
sistemi olmadığı için
olanaksızdı. Bu nedenle sansüre giren
haberlerin dizgisi
çıkartılıp, yeri bembeyaz kalarak çıkardı.
Menderesin basına
sansürüyle İsmet Paşa Fobisi partiye
büyük zararlar vermeye
başladı. Bir de ayrılmaz ikili olan
Adnan Menderes’le Celal
Bayar’ın ilişkileri de gün geçtikçe
soğuyor hatta
kopuyordu. İşte bu olumsuzlukta Menderes’
in dış politika da aciz
bir dönem geçirmesine neden olmuştu.
Bir defa yüzde yüz
Amerikan Emparyalizmine bağlı dış
politikamız nedeniyle
de Cezair’in kurtuluşundaki olaylar
da, ne de Mısır’daki
siyasi gelişmelere diyalog katkımız bile
olmadığı için bu iki
önemli İslam ülkesinin dostluğunu
kaybettik. Hiç
unutamıyorum, Cezair devlet başkanı Habip
Abdulkadir KAÇAR
-203-
Burgaba Türkiye’ye
ziyarete geldiğinde TBMM’de bir
konuşma yapmış, şunları
söylemişti :
-Biz, bağımsızlık
destanımızı Atatürk posterleri, Türk
bayraklarıyla kazandık.
Bu destanda Atatürk’ün önderliği
ve Ay-Yıldızlı bayrağın
önderliği vardır. Ama, ne yazık ki
birleşmiş milletlerde
Türkiye bizi tanımadı, Fransa’nın
yanında yer alarak
yalnız bıraktı…
Bu konuşma şu anda bile
beni etkilemeye devam
etmektedir. Menderes’in
dünyada tuttuğu kişi, hatta tek dostu
Suikastte öldürülen
Irak kralı Faysal’dı. Zaten Irak ve ABD
ile olan ilişkilerin
dışında dünyada başka hiçbir ülke ile
bağlantımız yok
gibiydi. Düşünebiliyor musunuz, Türkiye o
dönemde 200’den fazla
devletin olduğu bir dünyada yalnız
ve tek başına kalan
küçük bir devlet konumundaydı. Ama,
Menderes’in dış
politikası başarısız olmasına rağmen yurt
içinde de yurt dışında
sirkülasyon yaratmış, belki de reform
yapmış, Türkiye de bereket
dönemi yaşıyordu. Amerika’nın
Marshall planıyla bu
olay gerçekleşiyordu. Bize o dönemde
ABD’nin yağdırdığı ama
ileride acısını çıkaracağı paranın
olumsuz etkileri
günümüzde bile hala sürmektedir.
Yıllarca Prof. Dr.
Necmettin Erbakan’ın politikasını
sevmesem de o şöyle der
:
-Amerika bizi unuttu,
motor yaptırmadı, montajını
yaptırdı, motoru
üretemeyen bir devlet, millet, ülke büyüyemez,
gelişemez ve dünyanın
ekonomik devleri arasına
giremez.
Necmettin Erbakan’ın
ABD ile ilgili söyledikleri de
teker teker çıktı. ABD
Türkiye’yi montaj devleti haline
getirmiş, bunu yaparken
de Başbakan Menderes’i kullanmıştı.
Bu nedenle Menderes’in
yaptığı bu hatayı affetmiyorum.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-204-
Tüm sanayi
kuruluşlarında hep montajla uğraştık, önce
ABD’nin sonra dünyanın
pay kapmak için birbirleri ile
yarıştığı at koşturduğu
açık bir pazar haline geldik. Türkiye’yi
kalkınamamışsa, belirli
yerlere gelememişse Demokrat
Parti’nin yanlış
politikası neden olmuştur. O dönemde direnip
motor almak yerine
motor sanayi, silah yerine silah sanayisine
girebilseydik,
Avrupa’nın ve dünyanın önemli en güçlü
sanayileşmesini
tamamlayan bir ülke olacaktık.Bugün bile
Türkiye de üretildiği
söylenen sanayi ürünlerinin yüzde 40-
50’sinin yurtdışından
getirilip monte edildiğini herkes biliyor.
Üstelik montaj
sınırında uyumaya devam ediyoruz. Prof. Dr.
Necmettin Erbakan’ın
dışında hiçbir lider çıkıpta bu konuda
bir şey söylemiyor. Çok
sevip takdir ettiğim Özal bile bu
konuda hiçbir şey
söylemeden gitti. Ancak Necmettin
Erbakan’ın parti
anlayışı yönünden kabullenemediğim bir
lider sıfatı
göremediğimizden de haklı çıkışını bizde
savunmuyoruz.
Menderes’in eksik
yönlerinden birisi de İspanya’nın
Faşist diye aşağılanan
devlet başkanı Franko’nun başarılı
turizm konusuna girememesidir.
Sadece Menderes değil
Demirel’in birinci
hükümeti de turizm sihirini keşfedememişler.
Bir çığır
açamamışlardır. Eğer bu kişiler ileri
görüşlü olsalardı, bu
konuda bir başka ülke olurduk dünya
turizm devi haline
gelirdi Türkiye. Turizm gelirleri Faşist
denilen Franko’nun
İspanyasına dört-beş kat geçerdi. Bazı
liderlerin uzak görüşlü
olmadığına tanık olarak onlara iyi
puan veremiyorum.
Türkiye de Turizmi gören tek liderde
Özal’dır, burada onun
çağdaşlığını taklit etmek zorunluluğu
vardır.Petrolümüzün
olmadığına göre bizi kalkındıracak
motorun turizm olduğunu
Özal saptıyarak bu konuda da
gerekli girişimler de
bulunmuştur.
Abdulkadir KAÇAR
-205-
ŞEREF
BEY’İN ŞOK EDEN HAREKETİ
Mehmetali Bey gidince
Demokrat Parti, Bursa’dan
senatör seçilen, daha
sonra da senatörlüğü kaybeden Şeref
Bey’i Adana Emniyet
Müdürü olarak atadı…
Cumhurbaşkanı Celal
Bayar’ın uçağı Irak’tan dönüyor,
Adana’da çeşitli
önlemler alınıyordu. Dönemin tüm kuvvet
Komutanları da
havaalanındaydı. Demokrat Parti İl Başkanı
alanda ağzında piposuyla
sağa-sola talimatlar yağdırıyordu.
O sırada Galip Avşar,
Emniyet Müdürü Şeref Bey’e ne ismini,
ne de sıfatını
kullanmadan,
-Zabıta Müdürü buraya
gel… dedi.
Şeref Bey hızlı ve
koşar adımlarla sinirli biçimde geldi,
Galip Bey’e bir metre
uzaklıkta durdu, ama Osmanlı döneminden
kalma bir şekilde
kendisine hitap edilmesinden
hoşlanmamıştı. Ben de
olacakları heyecanla izliyordum.
Galip Avşar’ın
bileğinden yakalayıp, boğuk ve sert azarlar
bir ses tonuyla :
-Sen kimsin beeeee ?
Galip Bey’in bıyıkları
indi indi kalktı, sesi çekildi, dili
tutuldu, güçlükle,
-Been Şeey Beeen miii?
Demokrat Partinin İl Başkanıyım…
diyebildi.
Emniyet Müdürü daha
sert ve azarlar bir tonla:
-Bey bey hangi sıfatla
benim işime karışıyorsunuz ?
Ben Cumhurbaşkanınızım
emniyetle karşılanması için gerekli
önlemleri alıyorum, siz
ne karışıyorsunuz ?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-206-
Galip Avşar’da,
-Ben de Cumhurbaşkanını
karşılamaya gelen bir İl
Başkanıyım…
Emniyet Müdürü,
-Beyefendi, Beyefendi
sizin sıfatınız özeldir, politiktir,
ve siz devlet adamı
değilsiniz, bürokrat değilsiniz, polis
müdürü değilsiniz,
lütfen önümden çekilin ve işime
karışmayın, ben gerekli
önlemleri alıyorum…
Bu sert tartışmaları ve
sözleri ömrümün sonuna kadar
unutamam.Çünkü,
Demokrat Parti iktidarı döneminde bir
valinin, ne de bir
Emniyet Müdürü’nün her biri militarist
kafayla yetiştirilen
Ocak-Bucak-İş Bakanlarına karşı böyle
konuşabileceğini
düşünüyordum.
Tabi, bu olay orada
kalmadı, Adana Emniyet Müdürü
Şeref Bey, Bursa’dan
gelen günlerce telgraftan sonra
memleketine geri
dönmüştü. Kendisinden önce Adana da
Asayiş’i sağlayan
Efsane Müdür Mehmetali Bey’in mezarına
sık sık gidip,
-Senin bıraktığın
yerden ben görevime devam ediyorum
rahat uyu… dediğine
defalarca tanık olmuştum.
O da Adana’nın salaş
düzenine bir sistem getirmiş,
geniş halk yığınlarının
sevgisini kazanmıştır. Biraz hırçındı
ama, çağ onu
gerektiyordu.
Şu cümlelerin altını
çiziyorum : Vatanı’nı milletini,
seven, tarafsız hizmet
veren, devletini ayakta tutan görünmez
kahramanlar olan
Bürokratlar sayesnde Osmanlı 610 yıl
ayakta, kalmayı
başarmıştır.
Bu şekildeki cesur,
mert, karalı bürokratlar devletin
devamlılığı içinde
gerekliydi, ama bu bazen de kilitlenmelere
neden oluyordu…
Abdulkadir KAÇAR
-207-
MENDERES
BÜYÜKTÜ
Türkiye çok partili
sisteme geçişle birlikte dev bir
politikacı
yetiştirmişti, bunun adı Adnan Menderes’ti… Bir
yerden başka bir yere
giderken peşinden yüzbinkişiyi
sürüklerdi. Bugünkü
politikacılar meydanlara 4,5 bin kişi
topladıklarında göbek
atıyorlar… Devletin omurgasını
oluşturan, onu ayakta
tutmuştur. Menderes, başarıdanbaşarıya
koştu ama, yaşamı hiç
kimsenin istemediği biçimde
sonlandı.
O yıllarca BUGÜN
Gazetesinin sahibi olan Nihat Oral’ın
kardeşi Cavit Oral
Tarım Bakanı olunca gazete ve gazeteciler
olarak hükümetle
ilişkilerimizde oldukça yoğunlaşmıştı.
Ancak, ne var ki BUGÜN
Gazetesini yöneten Çoban Yurtçu
CHP’li olan Yurtçu
hiçbir zaman fanatik bir sosyalist değildi.
İçinde her zaman bir
hüsran olarak kaldı.Alkol alıp, sarhoş
olduğunda da sürekli bu
kinini açığa vurmasına karşı,
gazetenin başından asla
kopmadı.
Aslında Demokrat Parti
bugün politikanın okulu
sayılabilecek
bucak-ocaklar kurdu. Sonra ocaklar bucak
oldu. Bu örgütler
partililere militarist bir yapı kazandırdı.
Pek çok Ocak ve Bucak
İl Başkanlarının devlete müdahaleleri
Demokrat Partiye
İhtilale kadar uzanacak zararlar verdi.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-208-
Üstelik İl Başkanları
öyle güçlü, öyle güçlüler ki, bir
valiyi, Emniyet
Müdürü’nü istedikleri anda değiştirebiliyorlardı.
Dönemin en popüler İl
Başkanlarından birisi de
kısa dönem Belediye
Başkanlığı yapan Galip Avşar’dı. Ağzında
piposu, başında İngiliz
Fotr şapkası, bıyıklı, Şarlok Holmes
tipinde bir adamdı.
(İşte anılarımın bir
bölümünde, bürokrasiyle - politikasının
zaman zaman nasıl
çeliştiğine tanık olduğum bir olayla
anlatacağım. Böylece
geçirdiğimiz dönemin özelliklerinin
bugün daha iyi
anlaşılmasına katkıda bulunmak istiyorum)
Demokrat Parti
iktidarlarından önce CHP’nin son Adana
Emniyet Müdürü
Mehmetali Bey efsane bir kişiydi. Makamına
kapıyı çalmadan gelen,
tekmeyle açan ağaları, böylelerini,
çekmecesinden sürekli
bulundurduğu kızıcık sopasıyla
pataklaya pataklaya
dışarıya atan, her şeyi mum gibi yapan
bir Emniyet Müdürü’ydü.
Ötedekiler gibi değildi, beli büküldü,
ama attığı dayaklar
yanına kar kaldı gitti. Onun zamanında
hiçbir kötü olay
olmuyordu. Mehmetali Bey gittikten sonra
Adana da, yeniden başı
boş, aşayisizlik olayları tırmanmaya
başladı…
Abdulkadir KAÇAR
-209-
YILMAZ
GÜNEY ARKADAŞIMDI
1952-60 yılları
arasında çalıştığım Adana daki BUGÜN
Gazetesi’nin Türkiye’ye
ve dünyaya hediye ettiği ünlülerden
birisi de Yılmaz
Güney’dir. O zamanlarda soyadı PÜTÜN
olan Yılmaz, donuk,
kara-kuru sopa gibi sessiz sedasız
oğlandı. Üstelik hiç de
konuşmazdı. Asri Sineması’nın taş
merdivenlerle inen
sokağında; film şirketlerinin yazıhanelerinden
film taşır, dönüşümlü
film oynatan sinemalar arasında
bisikletiyle sırtına
bağladığı film kutularına bir oraya-bir
buraya götürürdü.
Sokakta görüşür ama konuşmazdık.
-Erol, sen beni
tanımazsın, ama ben seni gazetedeki
yazılarından tanıyorum,
okuyorum, ve beğeniyorum.
-Teşekkür ederim.
-Acaba, yazdığım
öykülerim sizin gazetede yayınlanabilir
mi ?
Biraz düşündüm,
Yılmaz’ın sonradan ne olacağını
bilmediğim, yüz
ifadesinin de esprili tarafı olmadığı içinde
fazla önemsemiyordum…
Ama, bana verdiği öykülerin de
gazeteye götürüp, Çoban
Yurtçu’ya göstereceğim konusunda
söz vermiştim.
Gerçektende o
tanışmamızdan sonra Yılmaz’ın en yakın
arkadaşlarından birisi
de ben olmuştum. Bir yıl süreyle her
Çarşamba günü, BUGÜN
GAZETESİ’nde birlikte sanat
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-210-
sayfası hazırlamıştık.
Yılmaz beğeniliyor, dikkat çekiyordu.
Gazetenin
koleksiyonlarına bu gün bakılırsa YILMAZ
PÜTÜN’ün olarak
birlikte hazırladığımız sayfalar hala
durmaktadır. Çakmak
Caddesi’nden geçerek Türkiye’ye ve
dünyaya açılan
ünlülerden bazılarıda İstanbul Barosu Başkanı
Av. Turgut Kazan’dır. O
günlerde ayağında kot pantolon,
bugün ODUNCU dediğimiz
gömleğiyle pancar gibi kızaran
yüzüyle heyecanlı bir
tip olarak hep yanımızdaydı. Ayrıca ,
sanat sayfasında yer
alan yazılarını bol bol yayınladığımız
kişiydi.
Ayrıca, İş Bankası
Genel Müdürlüğü’ne kadar yükselen
Tekin Batur’da değerli
edebiyatçı ve sanat sayfamızın sürekli
yazarlarından
birisiydi.
Çakmak Cddesi’nden her
biri dev gibi olan pek çok
ünlü yetiştirmiştir…
Aradan yıllar geçmiş
Yılmaz PÜTÜN, ‘GÜNEY’ soyadını
alarak ünlü olmuş ve
Adana’ya uğramıştı. Özgün biçimde
halkı selamlayan,
peşinden koşanları derleyip-toparlayıp bir
ideoloji aşılamak
isteyen yapıya kavuşmuş, eski Yılmaz’dan
eser kalmamıştı. KOZA
Oteli’nin lobisinde karşılaştığımızda
beni çok samimi biçimde
karşıladı:
-Ooo Erol Ağa, gel hele
geeel… dedi, öpüştük.
-Maaşallah Yılmaz aldın
başını gidiyorsun, seni o
dönemden sonra bir daha
gören olmadı.
Bana candan sarıldı:
-Ah Erol’um ah, o
anılarımızı, o günleri unutmak
mümkün mü? Çakmak
Caddesi Bugün Gazetesi benim
kafamdan asla
silinemez. Çünkü, benim vatanım orası. Senin
gazetede bana bir yıl
süreyle sanat sayfası hazırlatma olanağı
Abdulkadir KAÇAR
-211-
vermeni, bu iyiliğini
asla unutamam. Ama, benim şimdi sana
asıl sormak istediğim
gerçek olay şu: hala benim yoluma
girmedin mi ? Siyasi
olarak fikrini hala değiştirmedin mi ?
-Yılmaz sen benim
canım-ciğerimsin, kardeşimden
yakınsın, ama artık
yollarımız ayrı ki, ben özgürlüğüme çok
düşkün bir adamım…
Kendine has gülüşüyle
yüzü aydınlatırken:
-Erol Ağa, bizden ne
kötülük gördün ki böyle konuşuyorsun
?
-Kötülük görmedim
Yılmaz, sen şu an yere bağdaş
kurmuş viskisini
yudumluyorsun, oysa ben bağdaş kuramıyorum,
çünkü çalışmaktan
bacaklarım ağrıyor…
…Toprak Ana, Vatan
Baba…
Uzun süre sohbet ettik…
O dönemde Yeşilçam’da
mücadele eden ama
Yılmaz Güney gibi olamayan Demir
Görgün’den söz
açılınca, beni bir köşeye çağırıp Demir’le
ilgili bazı şeyler
söyledi. Ona karşı çok sinirliydi. Bu bir sırdır
ama, karşı taraf bu
sözlerin ne olduğunu soracak olursa
açıklama yapmaktan
çekineceğim.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-212-
ÇUKURKAVAKLI
KOMÜNİSTTİR
Çakmak Caddesi’nin ve
BUGÜN GAZETESİ’nin
yetiştirdiği, ortaya
çıkarttığı Türkiye ve dünyaya hediye ettiği
bir başka ünlü şairde
Kemal Bayram Çukurkavaklı’dır.
Kemal’in ne anası, ne
babası belli değildi. Dörtyolağzı’ndaki
ünlü politikacı Kerim
Ulusçutürk’ün piyango sattığı sokağın
ilerisindeki damı akan
bir kulübede tek başına yatıp-kalkardı.
Elinde sazı, şiir
defterleri, kitapları Adana sokaklarında ve
özellikle de Atatürk
Parkı’nda herkese bedava saz çalıp türkü
söyler, şiirler okurdu.
Uzaktan tanıdığım Kemal
ile bir gün sokakta ayak üstü
tanıştık. Bana yazdığı
şiirlerini gösterdi, gazetede oraya yakın
olduğu için bu dostluk
devam etti. Bana bir gün sordu:
- Erol, acaba yazdığım
şiirlerimi gazete yayınlar mı ?
- Neden yayınlanmasın?
Sen çalışmalarından beğendiklerini
bana ver, Çoban Abi’yle
görüşüp, durumu anlatırım…
Çocuklar gibi
sevinmişti bana bir tomar şiirini verdi.
Çoban Abi, yani hocam,
BÜGUN GAZETESİ’nin her
şeyi çalışmalarını çok
beğendi, hemen yayınladı. Daha
sonrada Kemal Bayram
Çukurkavaklı’ya iş vermek istedi.
Bu düşüncesinin doğru
olup-olmadığını sorduğunda
doğruluğunu söyledim ve
Kemal Bayram Çukurkavaklı
gazetede çalışmaya
başladı.
Abdulkadir KAÇAR
Aradan kısa bir süre
geçmişti ki, bir sabah dört-beş
sivil polis gazeteye
geldiler, bende Çoban Yurtçu’nun
yanındaydım.
Polislerden birisi:
- Yahu Çoban Bey bunu
nasıl yaparsınız ?
Çoban Abi şaşırdı:
- Neyi ? Neyi nasıl
yaparız ?
- Canım, Kemal Bayram
Çukurkavaklı dediğin adamın
sicili bozuk.
- Nasıl nasıl yani
ahlakından mı söz ediyorsunuz ?
- Hayır ama, o bir
koministtir…
Çoban Yurtçu başını
kararlı biçimde iki yana salladıktan
sonra:
-Yahu kardeşim, bu adam
Allahın garibi kimse istemiyor,
sokakta yatıp kalkıyor,
ben onu topluma kazandırıyorum,
lütfen işinize gücünüze
bakın…
Polisleri daha sonra
kapıya kadar yolcu etmişti.
(İleride gerek gazete
yöneticiliğinde gerek patronluğum
süresince büyük cesaretler,
kahramanlıklar göstereceksem,
Çoban Yurtçu’dan
aldığım terbiye ile olacaktır. Bende Çoban
gibi birkaç tane
kominist yazarı Adana Basınına hediye ettim,
onların isimlerini şu
anda açıklamak istemiyorum ama,
kendilerini iyi
bilirler.)
Daha sonraki yıllarda
aramızda paralar toplayarak
Kemal Bayram
Çukurkavaklı’yı askere gönderdik, teskere
aldıktan sonra da
Ankara’ya yerleşti. Tercüman’ın Adana
Matbaasında ki, Rotatif
makinaları gelip benden 500 bin
liraya alıp, Ankarada
kendi adına büyük bir matbaa kurdu.
Kısa süreli kapitalist
olduysa da koministliğini hiçbir zaman
bırakmadı. Ayakları
aşırı koktuğu için gazetede uyurken
yüzünü boyayıp, ayağına
teneke bağladığımız Çukurkavaklı
sonradan Türkiye’nin en
önde gelen şairlerinden birisi oldu,
yaşamını kitaplaştırdığında
da bizlerden sık sık söz etmişti…
-213-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-214-
YAŞAR
KEMAL
BUGÜN’ÜN
ARMAĞANIDIR
BUGÜN Gazetesi’nde
çalışmaya başladığım 1952
yıllarında Yaşar Kemal
de gazetemizin karşısındaki Ramazan
Atıl’ın Fabrikasında katiplik
yapıyormuş. Kadirli-Osmaniye
arasındaki Hemite
Köyü’nden çıkıp, orta okulu da bitirememiş
olduğu için, fabrikada
hem yarı katiplik yapıyor, hem de
harallara pamuk
basıyormuş. Ama, bir yandan da geceleri
mum ışığında öyküler
yazıyormuş. ‘TENEKE’ isimli öyküsünü
BUGÜN Gazetesi’nin
sahibi Nihat Oral’a getirmiş, o da eşi
Süreyya Hanım’a
göndermiş, Süreyya Hanımda okuyunca
çok beğenmiş.
Bura bir gerçeğin
altını daha çiziyorum :
Oral’lar o yıllarda
İstanbul sosyetesinin ilk sıralarında
yer alıyorlardı. İstanbul
Valisi yakın dostlarıydı. Cumhuriyet
Gazetesi’nin sahibi
Nadir Nadi’ler, Hürriyet’in sahibi Erol
Simaviler sık sık
Adana’ya gelirler, onlarda sık sık İstanbul
sosyetesinin
etkinliklerine katılırlardı. Yaşar Kemal’in
öyküsünü çok beğenen
Süreyya Hanım Cumhuriyet’in sahibi
Nadir Beye ondan söz
etmiş ve öyküsünü okumasını istemiş.
O da beğenince Yaşar
Kemal’i İstanbul Cumhuriyet’e
çağırdılar. Bir süre
düzeltmenlik yapan Yaşar Kemal’in
İstanbul’a gitme
nedeni, benim de çalıştığım BUGÜN
Gazetesi’dir.
Abdulkadir KAÇAR
ADANA
BAB-I ÂLİ’Sİ
ÇAKMAK
CADDESİ
Adana’nın Bab-ı Âli’si
Çakmak Caddesi’nde o dönemde
birbirinden değerli
gazeteciler, yetişti. Kenan Gedikoğlu,
Selahattin Canka,
Kardşim Erman Erk, Keçi Nihat (Nihat
Geven). Yalnız burada
bazı konuların altını çizerek okuyucunun
dikkatini çekmek
istiyorum. Kardeşim diye söylemiyorum,
çözemiyorum, ama
gerçeği söylüyorum ki, Erman
tam bir erkek
güzeliydi. Çok yakışıklı, artist gibi genç kızların
gönlünü çalan kişiydi.
Kalemi, yalın, coşkulu, sivri ve yaşamı
dört dörtlük seven, ona
yürekten bağlı birisiydi. İddia
ediyorum, Adana da ki
hiçbir gazeteci Erman’ın kalemine
hala yetişemedi. Bunu
Keçi Nihat daha iyi bilir, çünkü uzun
yıllar birlikte
çalıştılar.
Keçi Nihat’a gelince o
da incecik, gepgenç bir çocuktu,
kısa pantolonuyla İnönü
Parkı’nda bilye oynardı. Nihat
mesleğe başladığından
beri saygınlığını-kişiliğini he zaman
koruyan birisidir.
Ve Milli Mensucat
Fabrikası’nda çalışırken basın alemine
hediye ettiğim,
sonraları ünlü bir spor yazarı ve renkli kişi
olan Mustafa Kaya’dır,
o da sonradan Ankara’ya yerleşti.
Yine o dönemin
şöhretlerinden birisi de Türkiye’nin
büyük koministlerinden
Burhan Şahin’di. Sonradan ülkemizi
-215-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-216-
terk ederek İsviçre’ye
yerleşti ve bir daha da dönmedi.
Türkiye’nin en büyük
sendikal devrimcilerinden birisiydi.
Yan yana çalıştığım en
iyi, en başarılı, süper zeki olan bir
kişiydi beni de çok
severdi.
Adana Babıalisi’nin
şöhretlerinden birisi de benim
yanımda kurşunla
dizilen entertipte çırak olarak alıp
çalıştırdığım Halil
GENÇ’tir. Sesi guguk diye kumru gibi
çıkardı. Aslında
Halil’in babası Zabıta Müdürü Osman Genç,
Belediye Başkanı Ali
Sepici’nin süslü elemanlarından iri yarı
birisiydi. Türk
filmlerindeki gibi, sevimli bir halk çocuğuydu.
Adana’lı kendisini çok
severdi. Halil Genç, daha sonradan
ünlü bir kabadayı oldu,
gazinocu oldu, ama onun gençliği
de çocukluğu da yanımda
geçti…
Abdulkadir KAÇAR
-217-
MUAZZEZ
ABACI’YI
KEL
HANEFİ’NİN
PAVYONUNDA
DİNLEDİM
Yaratılışım gereği,
haksızlığa sürekli isyan eden, bir
kişiyim. Magazin
dünyasında da tanığı olduğum bir takım
olayların günümüzde
çarpıtılarak anlatılması beni çok
üzmekte, gerçeğin,
doğrunun, mazlumun yanında yer almama
neden olmaktadır.
Özellikle Türk Sanat
Musikisi’nin büyük ismi Muazzez
Abacı Hanımefendi,
televizyonlardaki konuşmalarından
geçmişiyle ilgili
bilgiler verirken, bazı şeylerin üstünü ustalıkla
örtüyor, yok sayıyor.
Geçmişinde tanık olduğu konuları da
bildiğim için çok
üzülüyorum. Çünkü, Muazzez Hanımın
yükselişini adım adım
izleyenlerden birisiyim. Benimle
birlikte, Gazeteciler
Necmi Tanyolaç, İslam Çupi, Erkan Yiğit,
Türk Sanat Musikisi
hayranı Rauf Tamer, Spor Spikeri Orhan
Ayhan ve eşi daha
niceleri tanıktır. Yaşasaydı Kemal ve Nafiz
Ilıcak’ta bu konuları
çok ince ayrıntılarına kadar biliyorlardı…
Muazzez Abacı’nın bu
güne kadar yaptığı konuşmalarında,
velinimetleri sayılan
iki kişiden kesinlikle söz
etmesi gerekirdi.
Bunlar, Afyon’lu eski kocası Atilla Kurtbaş’ın
hemşehrisi olan
Tercüman Gazetesi’nin eski müsessese
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-218-
Müdürü Atilla Kurtbaş
ile onun saygıdeğer eşi, Osmanlı
Hanedanından gelen
Hayret Hanımdır. Arif Bey’in zerafetini,
asaletini, giyimini,
kuşamını herkes çok iyi bilmektedir. Eşinin
ayrı bir zengin
dünyası, günümüzde hiçbir kimsede eşi
benzeri bulunmayan bir
mücevher birikimi bulunuyordu.
Bakioğlu Bey’in
Bostancı da bir yalıları vardı. Tüm sanatçılar
bu yalıda meşk etmeden,
beğenilmeden, piyasaya sürülmezler,
Maksim Gazinosu’nda
sahneye çıkartılmazlardı. Başka bir
deyişle, müzik dünyasında
gerek saz, gerek ses sanatçısı
olarak adlarını
yazdıranların tamamı Emel Sayın da buna
dahildir, bu yalıdan
gelip geçmişlerdi…
Arif Bey bir süre sonra
bu meşk alemlerini Çınar Oteli’ne
taşımıştı. Bizde
Tercüman’ın üst düzey yöneticileri olarak bu
eğlence dünyasının
içindeydik. İşte Çınar Oteli’nin orkestrası
da Ferdi Özbeğen’di…
Meşklerin yapıldığı sırada, gerek Arif
Bakioğlu’nun yalısında,
gerek bu otelde, üstünde basma
elbisesi, ayağında sabo
ayakkabılarıyla Muazzez Abacı
oturuyordu. Bana da sık
sık:
- Erol bende bir gün
Emel Sayın gibi olabilecek miyim?
diyordu.
Emel, Ankara
Radyosu’nda yetişip, İstanbul’da
programlar yapıyordu o
yıllarda .
- Canını hiç sıkma
Muazzez, bak göreceksin, sen çok
ünlü bir ses olacaksın…
diyordum.
Çünkü, yıllar önce onu
Gaziantep’ teki Kel Hanefi’nin
HAREM PAVYONU’nda
izlemiştim. Konsimasyon yapmıştır
demiyorum ama ilk
sahneye çıktığında kendim gözlerimle
tanık olmuştum. Bugün
orada yaşayanların hafızalarından
silinmeyen bir olaydır.
Radyodan izin alarak turne sırasında
Abdulkadir KAÇAR
-219-
15 gün program
yapmıştı. Muazzez Hanımı birlikte
izlediğim ünlü bayan
solist arkadaşım da:
- Erol, göreceksin bu
kız ileride büyük bir ses
olabilecektir… demişti…
Sanat dünyasına
açılanların, önemli bir eşiği olan Arif
Bakioğlu Beyin
yalısında ve oteldeki meşklere katılan
Muazzez Hanımla,
Maksim’in kapıları neden açılmıştır biliyor
musunuz ? Arif Bey’le,
Fahrettin Aslan’ın samimiyeti
nedeniyledir.
Üstelik, Muazzez Hanım,
Maksimde ilk defa sahneye
çıktığı gece, Arif
Bey’in eşi, Hayret Hanım’ın mücevherlerini
ödünç takarak
şarkılarını söylemişti. Bu dünyaya eşleri bir
daha gelmeyecek karı-
koca, İstanbul Sosyetesini bir ay
boyunca Maksim
Gazinosu’na gelmeleri konusunda
kampanya yapmışlar,
Muazzez Hanımın programlarını dolu
dolu göstermeyi
başarmışlardı…
Muazzez Abacı
Hanımefendi mazisini anlatırken
bunlardan neden söz
etmiyor ? Arif Bey ve Hayret Hanımın
isimlerini bir kez
olsun ağzından duymadım. Oysa, bu dünya
tatlısı insanların (
Arif Bey öldü – Eşini bilmiyorum ) ruhlarını
yüceltse olmaz mı ?
Anılarım kendisine ulaşacak olursa
Muazzez Hanımefendi
kendisini biraz zorlayarak Arif Bey
ve Hayret Hanım’a dua
etmelidir, böylece bir haksızlığı da
ortadan kaldırmış
olacaktır.
Kendileri sinirlenip
kızabilirler ama gerçek budur.
Muazzez’in şöhret
olmasını Arif Bey ve Hayret Hanım
sağlamıştır.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-220-
AJDA
PEKKAN’I
ADANA
YARATTI
Dünyada ve Türkiye de
zirveye çıkan tüm şöhretlerin
başlangıç ve yükseliş
çizgilerinde fırtınalar, tehlikeler,
tesadüfler, suçlar yatar.
1959 - 60 yılları
arasında Ajda Pekkan’ın da zirveye
yürümesinde Adana en
önemli katkıyı yapmıştır. O yıllarda
Ajda tıpkı bu günkü
gibi Fransızca - Türkçe, İngilizce - Türkçe
kırması konuşan, siyah
- beyaz filmlerde yeni yeni görünmeye
başlayan bir kızdı.
Henüz her tarafına ameliyatla değiştirmemiş,
ama şöhrette olmamıştı.
Adana’da dönemin en
kişilikli, dürüst, gazinocularından
olan KEPÇEKULAK
SÜREYYA, kentin sosyal yaşamını
canlandıran,
neşelendiren kulüpçüydü. İnsanlar Süreyya’yı
el üstünde tutuyordu, o
da zaman zaman İstanbul’un yeni
şöhretlerini getirtip
burada Kulüp 99, Santral Palas Oteli,
Kristal Palas Oteli’nin
Rooflarında programlar yaptırıyordu.
Adana’nın en gözde
yerleri de o yıllarda Küçüksaatin yanındaki
Kristalpalas’ın
Roof’uydu. Dünyaca ünlü orkestralar,
piyanistler gelip orada
aylarca programlar yapıyordu. Hürriyet
Gazetesi’nin Bürosu’da
o otelin giriş katında, Resepsiyon’un
karşısındaydı. Kemal
Kınacı gazetenin temsilcisi, bende
Abdulkadir KAÇAR
-221-
yardımcısıydım. Kemal
Urfalı’ydı çok özgün eğlence ve
dinlenme sistemleri
olduğu için gece yaşamını pek sevmezdi.
Bende aksine, bu işleri
seviyor, sanat dünyasıyla yakından
ilgileniyordum. Bu
dünyadan büyük istihbaratlar topluyor,
gazeteciliğin
zirvesinde haberler hazırlıyordum.
Kepçekulak Süreyya bir
gün Hürriyet’te yanıma gelmişti:
- Erol, Adana’ya yine
büyük bir değişiklik yapmak
istiyorum ne dersin ?
Biraz düşünmüştüm:
- Nasıl bir değişiklik
Süreyya ?
- Hani şu filmlerde
yeni yeni oynayan, şarkılar söyleyen
esmer bir Ajda Pekkan
var ya işte onu Adana’ya getirmek
istiyorum…
Bende onun sadece
filmlerde görmüştüm, hoş bir kadına
benziyordu. Şuh dönemin
ölçeklerine göre etkili, genç, kıpır
kıpır hali vardı.
- Süreyya, peki bu
artistin sesi falan var mı ? Sen bunları
biliyor musun ?
- Herhalde varmış,
filmlerde de zaten okuyor, onu da
biliyoruz.
- Ama, o dublaj falan
olabilir.
- Erol şu anda
insanlara en çok hitap eden bir kişi…
Onu kafama taktım ve bu
işi, halledeceğim.
- Sen bilirsin… Peki
Finansörün kim ?
- Müteahhit Kazım
Turna, bana o peşin ödeme yapacak,
bu iş için gözden 20
bin lirayı çıkarttım.
O dönem, süper ve
ulaşılamaz bir paraydı…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-222-
- Üstelik bu otelin
Roof’unda, dünyaca ünlü sanatçılar
da bulunuyor, orkestra
kusursuz iki konser verdirsem Ajda’ya
elime şu kadar para
geçer…
- Peki girişimde
bulundun mu ?
- Her şey tamam.
Burada çok samimi
olarak söylüyorum ki, Adana’ya
Ajda’yı ilk getiren
Kepçekulak Süreyya’dır, Sponsor da
müteahhit Kazım
Turna’dır.
Bir süre sonra Ajda iki
konser vermek için geldiği
Adana’da muhteşem
biçimde karşılanmıştı… İnsanlar onu
görebilmek için
günlerce önceden biletler almışlardı,
hazırlıklarını
tamamlamışlardı…
Bizde gazeteci olarak
onu izlemek istiyorduk, konser
gecesi Kemal Kınacı
Ajda’nın haberini hazırlamak için beni
görevlendirmişti.
- Erol, bu haberi çok
dikkatli izle, güzel bir haber
hazırlayalım tamam mı ?
- Tabi, hayhay…
Foto Muhabiri Abdullah
Yakar’la birlikte Süreyya’nın
konserdeki konuğu
olmuştuk, çünkü bize de bir masa
ayırmıştı. Adana’nın ne
kadar sosyetesi, zengini, ileri geleni
varsa o gece
Kristalpalas’ta bir araya gelmiş Ajda’yı dinlemek
istiyorlardı. Hanımlar
- Beyler çok şık giyinmişlerdi, salonda
muhteşem orkestra Ajda
gelmeden önce güzel bir program
sunmuş, dinleyicileri,
ona hazırlamışlardı.
Saat 00.30’da keten
kıyafetleriyle sahneye gelen
Kepçekulak Süreyya
beklenen anonsu yapmıştı :
Abdulkadir KAÇAR
-223-
- Dostlarım, Adana’ya
ilk defa Ajda Pekkan’ı getirip
sunmaktan büyük bir
mutluluk duyuyorum. Bu olay bizlere
nasip oldu. Bu güzel
yıldızı hep birlikte alkışlayalım…
Salonda depremler
oluyordu:
- Ajdaaa Ajdaaa Ajdaaa…
Biraz sonra orkestranın
davet müziği eşliğinde sahneye
Ajda gelmişti. O da ne
? Üzerinde uzun bir tuvalet, ayağın
dda Sabo ayakkabıları
şapşal bir görünümü vardı. Henüz
ameliyatsız naturel bir
Ajda’ydı karşımızdaki. Ama, tuvaletinin
boyu uzun olduğu için,
ayaklarına dolaşıyor, üstüne basıyor
sık sık tökezliyordu.
İstanbul’da bir iki kez belki sahneye
çıkmış olabilirdi, ama
Adana’da ilk defa sahneye çıkıyordu.
Adana’lıların hepsi
hayal kırıklığına uğramışlardı. Çünkü
bekledikleriyle-
düşündükleri Ajda’yla, gördükleri çok
farklıydı…
İlk şarkısının
ortalarına doğru geldiğinde sözleri
unutmuştu. Bir arada
durdu, orkestradan geride kaldı, ileri
gitti söylemeyi bir
türlü başaramıyordu. Hemen parça
değiştirmişti,
şarkısını tamamlayamamıştı. İzleyiciler arasında
uğultu başlamıştı.
Abdullah Yakar bol bol fotoğraf çekiyordu.
Salonda birden
Kepçekulak Süreyya’ya:
- Senin getirdiğin kız
bu muydu ?
- Şarkı söylemeyi bile
unuttu ?
- Böyle sanatçı mı olur
?
Ama, ona eşlik eden
orkestra o kadar profesyoneldi ki,
hatalarını gidermeye
çalışıyor, arkadan onu adeta destekliyor,
programını bitirmesini
sağlamaya çalışıyordu. Tahminen üç
yada dört parçanın
sonunda salonda bir gürültü, proteste
kopmuştu…
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-224-
- Yuuuuuuh !!!!
- Yuuuuuuh !!!!
Bu sesler artık
durdurulamıyordı, Ajda ne yapacağını
şaşırmıştı. Gözlerinden
iki damla yaş süzülüyordu. Orkestra
onun en iyi bildiği
şarkıya yeniden girmişti, bir daha
söylemeye çalışmış ama
başarılı olamamıştı. Neredeyse
sahneye yığılıp
kalacaktı. ‘Yuh’ sesleri arasında mikrofunu
sahneye koyarak kulise
ağlayarak kaçıp gitmişti…
İşte bu kaçış onu öyle
bileyecek, öyle bileyecekti ki,
ileride Süper Star
olmasına neden olacaktı.
Ben hemen Otelin
Hürriyet Bürosu’na inmiştim, skandalı
anlatınca, Temsilci
düzeyindeki Kemal Kınacı da:
- Erol, notlarını bana
ver, bu haberi izin verirsen ben
yazacağım…
Abdullah Yakar
fotoğrafları tab ederken, notlarımı
kendisine vermiştim.
Kemal’in oturup yazdığı haber
Hürriyet’in 1.
Sayfasında çok büyük olarak yer almıştı. Başlık
şöyleydi :
“ADANA’DA İLK DEFA
SAHNEYE ÇIKAN AJDA
PEKKAN YUHLANDI …”
Bu olaylardan ve
haberden sonra Ajda odasına kapanmıştı.
Adana’dan ayrılmıyor,
ama içeride sürekli ağlıyordu.
Tam iki gece iki gündüz
hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Kimseyle
görüşmediği gibi gelen
kahvaltıları, yemekleri reddediyordu.
Süreyya otelin
koridorlarında elleri ceplerinde dolaşıyor,
Ajda onu da kovuyordu:
- Bu senin yüzünden
olduuu…
Aynı otelde olduğumuz
için olayları saniyesi saniyesine
yaşıyorduk… Bir ara
Kemal Kınacı’ya:
Abdulkadir KAÇAR
-225-
- Kemal, biz hata
yaptık galiba ?
- Öyle mi Erol ?
- Verdiğimiz haber ters
etki yaptı.
- Ne yapalım ?
- Yapılacak şu, onun
gönlünü alacak başka bir haber
daha hazırlayalım istersen.
- Peki o zaman git,
kapısını çal, benim adıma kendisinden
özür dile. Biz bu
haberi düzelteceğiz dersin… Gönlünü
almaya çalış.
Hemen Ajda’nın odasının
kapısını çalmıştım.
- Ajda Hanım, kusura
bakmayın, bir hata oldu…
Bunu telafi edeceğiz…
Kapıyı açmıyor, ama
odasındaki masaları yumruklayarak
saatlerce bağırmıştı:
- Benim hayatımı
yıktınız, beni bitirdiniz.
- Hanımefendi, Kemal
Bey rica etti, sizinle görüşüp
olayı telafi edeceğiz.
- Defolun ben hiçbir
şey istemiyorum.
Şu sözlerini herkes
duymuştu :
- Kulaklarınızı iyi
açın gazeteciler. Eğer ben Ajda’ysam
İstanbul’a, Gazinocular
Kralı Fahrettin Aslan’ın yanına
gideceğim, gereken her
şeyi yapacağım, çok ünlü bir yıldız
olacağım, bunu size
göstereceğim…
Tabi, burada kullandığı
o mahrem sözleri, küfürleri
söylemek istemiyorum…
Bu arada Kepçekulak
Süreyya, otelin koridorlarında
iki eli cebinde gidip -
gidip geliyordu:
- Tüh, gitti 20 bin
lira.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-226-
- Ben ne yapacağım ?
Battım, Bittim ?
İlk konser fiyasko ve
skandal olduğu için ikinci konserde
zaten yapılmayacaktı…
Ajda Pekkan apar –
topar İstanbul’a dönerek, Yuhlanmasını
da reklam gibi
kullanarak Fahrettin Askan’la
görüşmüş, ne gibi
ilişkisi olduğunu da bilemiyordum. Uzun
süre haber çıkmamış, ne
yaptığı bilinmemişti… Ama, Ajda’nın
o hırsını, sinirlerini,
küfürlerini bugün gibi anımsıyorum…
Kemal Kınacı böyle bir
haberi benim notlarımdan
hazırlamasaydı böyle
hırslanmayacak, kinlenmeyecekti.
Bunlar olmayınca da
günümüzün Megastar’ı Ajda Pekkan
olmayacaktı. Onun kadar
hırslı, kindar insana rastlamamıştım.
Bir süre sonra
söylediklerini fazlasıyla yapmıştı.
Sonuç olarak Ajda’nın
bu gün Megastar olamasının
nedeni Adana’dır.
Kepçekulak Süreyya’dır. Kemal Kınacı’dır.
Benim, Abdullah
Yakar’dır.
Güney Sanayi’nin sahibi
Ahmet Sapmaz’ın oğlu
Adnan’la evlenmesi de
ikinci skandal olan Ajda’nın Adana’ya
girişi yasaklandığı
içinde bir daha gelmedi… Çamlık
Gazinosu’nda yuhlanan
Zeki Müren, Halil Genç Tesislerinde
kurşunlanan Bülent
Ersoy ve Ajda Pekkan Adana’ya bir daha
gelmemişlerdi.
Şu cümlenin altını
çiziyorum. Ajda, kendini süper star
yapan Kemal Kınacı’nın
elini her gün iki – üç defa öpse
hakkını ödeyemez…
Abdulkadir KAÇAR
-227-
BİRSEN
ARMAĞAN’I
SOĞUKOLUK’TAN
KURTARDIM AMA
45 yıllık meslek
yaşamımın büyük bir bölümü gece
aleminin içinde geçtiği
için, ister istemez bu güne kadar
uzanan sanat ve
sanatçıların yaşamıyla ilgili konulara
karışmıştı. Ya da
Soğukoluk’tan başlayıp günümüze kadar
uzanan sanatçıların
dramlarını onlarla birlikte yaşadım.
Unutmadığım anılarımdan
birisi de döneminde en ünlü
müzisyen ve Orkestra
Şefi olan Yurdaer Doğulu ve eşi Birsen
Armağan aşkıdır,
karasevdadır. Birbirlerine böyle büyük bir
aşkla bağlı olan Birsen
ve Yurdaer’in başına gelenleri bu gün
acı bir anı olarak
anımsıyorum.
Bir dönem Birsen
Armağan, bugün Megastar Ajda,
Sezen Aksu ne ise öyle
ünlüydü, mesleğinin ve popülerliğinin
zirvesindeydi. O
yıllardaki zirvede olan şöhretti. Ancak, daha
sonra aşkı nedeniyle
kendisini alkole verdiği için yaşamı
allak – bullak olmuştu.
Öyle gelişmeler yaşanmış, sanat
yaşamı ve normal yaşamı
rayından çıkarak Birsen Armağan’ı
Soğukoluk’a kadar
düşürmüştü. İşte o dönem, etkili ve yetkili
bir gazeteci olarak,
Birsen’in arkadaşları onu kurtarmak
istiyorlar, ama
Soğukoluk’a girmeleri bile olanaksızdı. O
dönemde Soğukoluk’tan
kadın çıkartmak ise ölümle
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-228-
savaşmak anlamına
geliyordu. İşte, özel yöntemlerimi,
yetkimi,
istihbaratlarımı, hatırlı dostlarımı kullanarak Birsen’i
oradan alıp çıkartarak
arkadaşlarına teslim etmiştim. Böyle
büyük bir sanatçıyı da
bataklıktan kurtardığım içinde çok
mutluydum. Herkes bana
teşekkür ediyordu, arkadaşları ona
yeni bir dünya
kuracaklardı, alıp İstanbul’a geri götürmüşlerdi…
İşte bu olaylar
yaşanırken gazetecilik mesleğimin garip
cilvesi beni yine gelip
bulmuştu…
Bir sabah Hürriyet
Gazetesi’nde bir haber vardı :
BİR SANATÇININ ACI
DRAMI.
BİRSEN ARMAĞAN
TIMARHANEYE KAPATILDI,
ODASININ DUVARLARINA
BAŞINI VURA VURA ÖLDÜ.
GARİPLER MEZARLIĞINA
GÖMÜLDÜ…
Hürriyet’in Ankara
Parlemento Muhabiri Oktay’ın
yaptığı bu haber Türkiye’de
büyük sansasyon yaratmıştı.
Haber Hürriyet gibi bir
gazetede yer alınca herkes inanmamıştı.
Hatta, Radyolarda
onunla ilgili programlar yapılıyor,
şarkıları çalınıyor,
gazetelerin köşe yazarları onun ne kadar
büyük ve eşsiz bir
sanatçı olduğunu anlatıyordu.
Türkiye’de Hürriyet’in
haberine inanmayan tek kişi
herhalde bendim. Çünkü,
özel istihbaratlarımla, araştırdığımda
Birsen’in ölmediğini
tahmin edecek ipuçlarını elde
etmiştim. Onun
Tımarhaneye düşebileceğine ihtimal
vermiyordum.
İşte magazin gazeteciliğimin
en büyüğünü o yıllarda
yaratmıştım. Hemen
koıllarımı sıvayıp foto muhabiri Nuredtin
Tezcan, Şoförüm Ramazan
Kale ile birlikte Soğukoluk’a
gitmiştim. Adım adım
dolaşarak, en izbe yerlerde, en metruk
Abdulkadir KAÇAR
-229-
evlerde Birsen’i arıyor,
her taşı kaldırıp altına bakıyordum.
Barlar, fuhuşhanelerin
hepsinde izine rastlayabileceğimi
sanıyordum. Ama
önceleri hep hayal kırıklığına uğramıştım.
Onun alkol bağımlısı
olduğu bilen arkadaşları :
- Gazetenin haberi
doğrudur, ölmüştür… demişlerdi.
Ama, ben kesinlikle
inanmıyordum. Çünkü, Birsen
Armağan’ı Soğukoluk’tan
aldığım zaman kendisine gelmişti
bir süre sonra. Ona
yeni bir dünya kurmayı söz veren
arkadaşlarıyla da
şakalaşıyordu, benim boynuma sarılıp:
- Erol beni neden
kurtardın ?
- Birsen sen büyük bir
sanatçısın.
- Boşveeeeer, keşke
bıraksaydın da ölseydim…
Bu konuşmalar zihnimden
film şeridi gibi geçiyordu.
İskenderun’da daha önce
konuştuğum dostlarından bazıları
da:
- Çok üzüldük, çok
büyük bir sanatçı, buralarda
ölmemeliydi… diyordu.
O günlerin ünlü
gazinolarından birisinde şişman, garip
bir yaşam hikayesi
olan, kendisini alkole vermiş, hayata isyan
eden şişmanca bir kadın
konsomatris beni görünce yanıma
gelip, boynuma
sarılmış, ağlamıştı.
- Eroool, Birsen öldü
mü ?
- Vallahi, ben
inanmıyorum…
- Bende senin gibi
düşünüyorum Erol… Onu nerede
bulabilirsin biliyor
musun ?
Nefesimi tutmuştum,
ürpermiştim, iz üstünde olduğumu
anlamıştım :
- Nerede ?
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-230-
Hemen Kilis’e şimdi
git, Çin Pavyonu’nda olduğunu
sanıyorum, en azından
onlar Birsen’in nerede olduğunu
bilirler, sana da bilgi
verirler…
Bu tiyoyu aldıktan
sonra şoförüm Ramazan, Foto
Muhabirim Nurettin
Tezcan’la, geceyarısı Kırıkhan üzerinden
Kilis’e varmıştık.
Sabaha doğru pavyonlar yavaş yavaş
kapanıyordu. İbrahim
Tatlıses’in de program yaptığı Çin
Pavyonu’nda kapıcılar.
Garsonlar saygıyla karşılamışlardı.
Yanımda fotoğraf
makinalı muhabiri gördüklerinde de:
- Hayırdır baskın mı
var ?
- Yok canım, patronla
konuşacağım.
İri yarı olan
iyiliğimin çok olduğu patronun nerede
olduğunu sorduğumda:
- Ağa yukarıda…
demişlerdi.
O yıllarda pavyonlara
girmek, fotoğraf çekmek
olanaksızdı. Büyük
riskler getiriyordu.
Yukarıya çıkınca, birde
ne göreyim, Birsen Armağan,
kibrit yaklaşsa alev
alacak kadar alkol içmişti. Bir iskemlenin
üzerinde sarhoş
oturuyordu. Beni görünce dili dolaşarak:
- Oooo Eeeroool
EEroool… diye boynuma sarılmıştı.
- Birsen, seni
Soğukoluk’ta arkadaşlarına teslim
etmedim mi ? Ne oldu ?
- Ettin etmesine ama
gazeteciler senin öldüğünü,
tımarhane odasında kafanı
duvarlara vura vura öldüğünü,
kimsesizler mezarlığına
gömüldüğünü söylüyorlar.
- Amaaan, Boşveeer
canım… Yazsınlar n’olacak ?
Patronda bu arada bize
hemen koskocaman bir masa
hazırlamıştı, bir güzel
eğlenip, şarkılar söylemiştik.
Abdulkadir KAÇAR
-231-
- Birsen’in yaşadığını
ben tüm dünyaya kanıtlamak
zorundaydım… demiştim.
Bu arada fotoğraflar
çekilmişti, telefon numaramı
bırakıp, kendisine her
türlü yardımı yapmaya söz verdiğim
Birsen’i ve Kilis’ten
ayrılarak güneş doğarken Adana’ya geri
dönmüştük.
Haberi hiç bekletmeden
İstanbul’a göndermiştim. Ertesi
gün Tercüman’ın
tepesinde koskocaman bir haber vardı :
BİRSEN ARMAĞAN YAŞIYOR…
Hürriyet şoke olmuştu,
‘ÖLDÜ’ haberini veren Oktayla
daha sonra
karşılaştığımda:
- Erol, seni tebrik
ederim ama benim gazetecilik
yaşamımı söndürdün…
- Oktay canını sıkma,
sende olsan aynısını yapmaz
mıydın ?
Oktay, daha sonra bu
haberi onur konusu sayıp, gazeteciliğine
bir süre ara vermişti.
Yalan haber yazdığı içinde
Hürriyet kendisini
azletmişti.
Daha sonraki yıllarda
alkolün Yurdaer’den ayırdığı
Birsen Armağan, sessiz
sedasız eceliyle ölmüş yine
KİMSESİZLER mezarlığına
gömülmüştü.
Magazin gazteciliğim
bir dönemi de böylece kapanmış
oldu. Bundan ibret alıp
doğruları öğrenmek isteyenler olabilir.
Bundan sonrasını da
günümüz magazin gazetecilerine
bırakıyorum. Geçmişi
iyi bilenler ancak geleceğin iyi magazin
gazeteciliğini
yaparlar. Benim bu yaşadıklarımı göz önüne
almalarını, kendilerine
bir demet bilgi sağlayarak yollarına
devam etmelerini
diliyorum.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-232-
MAGAZİN
DÜNYASINDA
DEPREM
YARATACAK AÇIKLAMALAR
Ajda Pekkan’a şöhret
kapılarını Kemal Kınacı açtı.
Muazzez Abacı’yı ilk
defa Gaziantep’te bir pavyonda
dinledim.
Hafif müziğin süper
starı BİRSEN ARMAĞAN’ı, Kilis
Çin Pavyon’da buldum.
Acıların kadını
Bergen’in kara sevdası, önce gözünden
sonra yaşamından etti…
Güneyde ünü Toroslar’ı
aşan ünlü gazeteci Erol Erk,
ansızın bir felç
geçirerek bir süre hastanede yattıktan sonra
eve dönüşünde 45 yıllık
yaşantısını en çok sevdiği öğrencisi
ABdülkadir Kaçar’a
anlatmaya başladı. 200 sayfayı aşan
anıların bir bölümünde
Magazin dünyasında depremler
yaratacak açıklamalarda
bulundu.
Uzun yıllar Hürriyet ve
Tercüman Gazetelerinde çalışan
Erk, bu gün
şöhretlerine eskiden tanık olduğu ünlülerin o
günlerde sır olarak
kalan bazı olaylarını aydınlığa kavuşturuyordum.
Abdulkadir KAÇAR
-233-
Erol Erk şöyle diyordu
:
“ Şöhretlerin
kişiliklerine gölge düşürmek gibi bir
hedefim bulunmuyor.
Zira o günleri ben gururla paylaştığım,
bazı tanıklar da
göstererek iddalarımı kanıtlıyorum.
Bu verdiğim bilgilerle,
bu gün görsel basında magazin
basınını elinde tutan,
meslektaşlarımla her an görüşmeler
yapmaya, onlara
bildiklerimi anlatmaya Adana’ya davet
ediyorum.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-234-
BERGEN
GERÇEKTEN DE
ACILARIN
KADINIYDI
Adana pavyonlarıyla
Türkiye de de ün yapan çok
coşkulu, çalkantılı
eğlencenin zirvesinde bulunan,
topraklarında ki
bereket eğlence almine de yansıyan önemli
bir parçası
bulunmaktan, sonradan gelişecek bir takım
olayların tanıklığını
yapmakta her zaman mutluluk duydum.
Adana sahnelerinin
tozunu yutmadan bir sanatçının
Türkiye’de ünlü olması
olanaksızdır. Hamiyet ve Müzeyyen
Ablalarımız başta olmak
üzere, tüm saz ve ses sanatçıları
buradan geçmişler,
Türkiye denizine Adana’dan girmişlerdir.
Hele hele bugün ünlü
bir gazeteci olan Savaş Ay ‘ın annesi
Şükran Ay, Adana
Emirgan Çaybahçesinin bülbülüydü. Babası
da çok başarılı bir
illizyonistti.
İşte bu sanatçılar
kenvanın boy gösterdiği yerlerden
birisi olan Kuyubaşı
Gazinosu’nda, kalite müşterilere program
yapan seslerden birisi
de, Adana Pavyonlarından yetişmiş
olan Acıların Kadını
Bergen’di. Yaşam dramı son derece
değişik olan
sanatçıyla, gece aleminde dolaşan bir gazeteci
olarak sık sık sohbet
eder, dedikodu yapardık. Bergen,
Kuyubaşı Gazinosu’nda
hem şarkıcılık, hem de konsomatristlik
yaptığı günlerde:
Abdulkadir KAÇAR
-235-
- Kız sen ileride büyük
bir sanatçı olacaksın buna
inanıyorum, seninde
bana inanmanı istiyorum…
- Erol, teşekkür
ederim, gerçekten de benim burada
program yapmam, beni
tatmin etmiyor. Büyük kentlerde
büyük gazinolarda
şarkılar söylemek istiyorum. Ama, bunu
nasıl yapacağımı
bilemiyorum.
- Bergen, benim sana
tavsiyem, okuyabildiğin kadar
çok şarkı oku. Burada
iyice piş, bir gün büyük gazinolar
dünyası, plak şirketi
sahipleri seni mutlaka keşfedecekler,
sen istemesende alıp
götüreceklerdir…
- Ahhh Erol Aaaah… O
günler gelecek mi ?
- Gelecek gelecek,
canını sıkma… Senden ricam şu :
Adana’nın bütün
çapkınları peşinden koşuyorlar, özel
yaşamına dikkat
etmelisin. Genç, yetenekli, cazibeli bir
kadınsın, alkole esir
olma, özel yaşamına hakim ol, gerisi
gelecektir.
Her defasında da:
- Erol, teşekkür
diyorum, ben kendimi korumasını çok
iyi bilen bir kişiyim,
canını sıkma.
Her defasında, böyle
diyordu, ama gün geldi gönlünü
Kozan’lı yakışıklı,
genç, bıçkın delikanlı olan Halis Rençber’e
kaptırmıştı… Öyle ki,
ikisinin arasında çok fırtınalı, depremli,
şimşeklerin çaktığı
aşklar yaşanıyordu. Bu nereye kadar
gidecekti bilinmiyordu.
Ancak, Bergen’in annesi de, bu aşka
müdahale ediyor, sık
sık kızını yönledirmeye çalışıyordu.
Annesi, onun geleceğini
İstanbul’larda görüyordu. Onun tüm
hareketlerini
kısıtlıyordu, hatta Halis’le olan aşklarına da
engel oluyordu. Kızını,
gözü gibi saklamak istiyor, gönlünü
kimseye kaptırmasına
izin vermiyordu. Ona şöyle diyordu:
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-236-
- Bergen, Yavrucuğum,
sesin güzel, yarın bir gün
İstanbul’a gideceksin,
orada seni Türkiye ve dünya tanıyacak.
Daha sonra buradaki
açlar peşinden kara bir zincir olarak
gelecek, seni yok
edecekler…
Nitekim annesinin
söyledikleri doğru çıkmıştı. Zaman
zaman kavga, bazen
dostane- aşkla ve muhabbetle geçen
aşklarını ben yakından
biliyordum. Hem Halis, hem de
Bergen ayrı ayrı dert
yanıyorlardı. Örneğin Halis bir gün :
- Erol, ben bu kadınla
ne yapacağım, onu gerçekten
çok seviyor ve evlenmek
istiyorum ama annesi buna bir türlü
izin vermiyor. Çok
kıskandığım için Bergen’i bir gün
öldürebilirim…
Onu teselli etmeye
çalışıyordum :
- Halis, böyle düşünme,
öldürme olayını bir defa
kafandan çıkartıp
atmalısın. Annesini de boş ver, kızın sesi
güzel. O yarının
yıldızı, istikbaline mani olma. Olgun davran,
konuşacaksan gözlerini
biraz kapat, kıskançlık hislerine
yenilme. Sahne
sanatçısının yaşamı mutlaka renkli olacaktır,
dolu dolu geçecektir.
Kıza fazla müdahale etme kendisini
bulsun.
Bergen’in annesi de
kızgınlığını sürdürüyordu :
- Erol, Bergen Halis’le
evlenirse yaşamı biter, onun
İstanbul geleceği yok
olur gider… demişti.
Bergen’le Halis’in
arasında, sadece ben değil, gazino
sahibi Zeki Yaygın’da
kalmıştı, her ikisini de, hatta anneyide
sürekli uyarıyordu…
Yapılan tüm bu
uyarıların hiç birisinin etkisi olmamıştı
ki, Halis’le Bergem bir
gün evlenmişlerdi. Çok kısa sonra da
Abdulkadir KAÇAR
-237-
saç saça - baş başa
yapışmışlardı. Bir dizi skandallardan
sonra Bergen İzmir’e
kaçmış, Konak’taki Gazinolarda
kendisine yeni bir
dünya, yeni bir iş bulmuştu. Ama, Halis
peşini bırakmamıştı. Bu
aşkı zaten bende tam olarak
anlayabilmiş değilim.
Kara sevdalılar mıydı, basit inatlaşmalar
mı oluyordu, ya da
çocukca mı davranıyorlardı ? Bunları bir
türlü çözemiyordum.
Halis, İzmir Konak’ta
Bergen’i bulmuş, yine bir araya
gelmişleri kısa süre
sonra yine basında yer alan haberler
falan derken Halis
kıskançlık krizleri yüzünden, Bergen’e
kezzap attırmış, o
güzel kızın gözleri kör olmuştu. Daha
sonra da, ‘ACILARIN
KADINI’ ismini alarak yaşamında ikinci
sahne açılmıştı.
Kısacası ne Halis ne de kara talih Bergen’in
peşini bırakmıyorlardı.
Uzun bir maceradan sonra Ankara’dan
Adana’ya gelirken,
kayınvalide, Halis, Bergen aynı arabayla
Toroslar’a
geldiklerinde, Halis yine kıskançlık nöbetine
tutulmuş, silahını
çekerek, bir lokantada, Bergen‘in yaşamına
son vermişti. Bergen’le
birlikte kendi yaşamıda son bulmuştu.
Çünkü, cinayetten hemen
sonra Suriye’ye kaçmış, orada
uzun yıllar gizlenince,
yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmişti.
Hapis olduktan sonra da
af çıkınca kurtulmuştu. Ama,
güzel Bergen toprak
olmaktan kurtulamamıştı. Onun
türküleri, şarkıları,
plakları,bantları kalmıştı anı olarak.
Talihsiz Bergen
acımasız bir yaşamın, bir öykünün saf ve
deneyimsiz genç kurbanı
olmuştu.
Kendisine göre
dürüstlük ilkeleri olan saf bir kızdı
Bergen,o Halis’i,
Halis’te ona kara sevdalıydılar. Ama, bu
aşk tıpkı çingelerin
yaşamında olduğu gibi kanlı bitmişti.
Halis siz Bergen
anılarda, Türkülerde kalmıştı. Acaba, Haliz
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-238-
karşısına çıkmasaydı,
kendi yolunu çizebilseydi, yaşamı daha
farklı bir şekle
dönüşecekti belki bugün starlar arasında
yerini alacaktı, alın
yazısı demek ki böyleymiş…
Halis’i yıllardır
görmüyorum, bu aşkı kalbinden çıkartıp
attığını da sanmıyorum.
Elbette çok sevdiği karısını
öldürürken üzüntü
duymuştur. Ama, o andaki öldürmeye
kadar uzanan, kin ve
nefretin oluşturduğu bir şokla sanıyorum
cinayeti işledikten
hemen sonra pişman olmuştu. Halis
sonuçta kötü bir insan
değildi. Bergen de zaten ona asla
ihanet etmemişti. Ama,
Bergen’in annesi olmasaydı acaba
daha da mı mutlu
olacaklardı ? Bu tartışılır.
Yalnız Bergen’in
yaşamı, yeni yetişen genç kızlarımıza
iyi örnek olmalıdır.
Sesleri güzel olupta, kendilerini şöhretin
zirvesinde görmek
isteyen genç kızlarımız Bergen’i
kendilerine örnek
almalıdırlar.
İkiside arkadaşımdı,
Halis’e sabır, Bergen’e rahmet
diliyorum.
Abdulkadir KAÇAR
-239-
SİYASİ
İKTİDARLARIN
2.
ELLERİ ÇOK TEHLİKELİDİR
45 yıla ulaşan
gazetecilik mesleğimde araştırmalarım
ve siyasi
istihbaratlarım bu gün anlatacağım konunun başlığını
açıklarken bile
ürpermeme neden oluyor. Öyle ki, bu konu
Türkiye Cumhuriyeti’ni
zaman zaman çıkmaza sokan handi
kaplardır. Benden
sonraki nesillere bu deneyimlerimi
aktararak, onlara
yardımcı olmak istiyorum. Bu bilgilerimi
edinen gençlere şunu
söylüyorum :
- Sevgili Gençler, ya
da politikanın henüz alt sıralarında
bulunanlar. Gün gelir,
kendinizi bir partinin zirvesinde,
devletin, tüm
yetkilerini elinde bulunduran bir kişi olarak
bulabilirsiniz. O zaman
etrafınızda oluşacak, sizin elinizdeki
siyasi gücü
kullanabilecek olan kişilerden uzaklaşın, uzak
durun, ayrık otlarını
temizleyin. Bunlar kimler olabilir ?
Yakınlarınız, karınız,
eşiniz, çocuklarınız, beyiniz, yeğenleriniz,
dayılarınız,
kayınbiraderleriniz vesair…
İşte Türkiye
Cumhuriyeti siyasetine ve devletine bu
ikinci eller hep zarar
vermişlerdir. Aslında doğal olan bu
süreç Amerika’da,
Avrupa’da, dünyanın her tarafında
işlemektedir.
İşte, bu kadar yıllık
yaşamımda, gerek fısıltı gazetelerinden,
gerek
istihbaratlarımdan, gerek yaşadıklarımdan
yola çıkarak kronolojik
bir sıra yapacağım.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-240-
Cumhuriyetimizin
kurucusu büyük Atatürk’ten sonra
başlayan bu süreç
günümüze kadar uzanmış, hala da devam
etmektedir. Bir liderin
kardeşi, kocası, eşi, yeğeni, amcası,
kayınbiraderi olmak
elbet suç değildir. Ama bu kişilerin çok
dikkatli olmaları
gerekir. İşte bu konuda vereceğim ilk örnek
Rahmetli İsmetpaşa’nın
kardeşi Kambur Rıza’dır. Atatürk’ten
sonra işbaşına gelen
Atatürk’ün silah arkadaşı ve büyük
devlet adamı, Laikliğin
savunucusu İsmetpaşa’ya toz
kondurmak haddim
değildir. Ancak, onun iktidar olduğu
yıllarda, zamanının
Fıslıtı gazetelerinde yer alan bazı konular
vardı. Örneğin kardeşi
Kambur Rıza o günün siyasi kudretiyle,
siyasi ve ekonomik
güçle gösteri yaptığı iddia edilir. Ve,
Türkiye’deki ikinci
eller Kambur Rıza ile başlamıştır…
İsmetpaşa kardeşinin
etkisinde kalarak bir devlet
kararnamesi
imzalamıştır. Fakat Kambur Rıza Bey’in niyetleri
zaman zaman dedikodu
konusu olmuştur. Demokrat Parti
zamanından itibaren
yaygınlaşarak kulaktan kulağa
günümüze kadar
dedikodular şeklinde, fısıltı gazetesiyle
gelmiştir. Doğru ya da
yanlış olduğunu bilemem…
Yine CHP’nin iktidar
olduğu dönemde Adana’da İl
Başkanı olan İsmail
Burduroğlu da Vali, Emniyet Müdürlerinin
tayininde çok etkili
bir güç olduğu, hatta ikinci el olduğu
söylenir. O da CHP’nin
en yüksek kademesine kadar
yükseldiği için
çevresinde onun bu gücünü kullananların
olduğunu kulaktan kulağa
yayılmıştı. Bunu bir suçlama
olarak değil, elde
ettiği gücün heyecanla muhalifleri bu lafları
zamanımıza kadar
getirmiştir…
CHP döneminin sona
ermesiyle birlikte Demokrat Parti
dönemi başlamış, bu
dönemde de çok ilginç bir kişi olan,
Abdulkadir KAÇAR
-241-
Kurucu görevini de
üstlenen İl Başkanı Ömer Başeğmez’in
de Vali, Emniyet
Müdürleri hatta daha üst düzeydeki
atamalarda ikinci el
görevi yaptığı bilinmektedir. Özellikle
eşiyle birlikte güçlü
bir aileydi. Eşinin adı Belkıs’tı, hatta
Saba Melikesi Belkıs
Hanım olarak anımsanmaktadır.
Demokrat Partinin bugün
yaşayan üyeleri bu konuyu çok iyi
bilmektedirler.
Bunun zararı mı –
yararı mı olmuştur, onu bilemem,
ama dönemin ikinci eli
konumunda olduğunu söyleyebilirim.
Demokrat Parti’den
sonra 1960 ihtilaline geldiğimizde
27 Mayıs ishtilali
karşımız çıkıyor. Ben, darbenin gerekçelerine,
gençlik heyecanı ve o
günün Fısıltı gazetesiyle
kulağıma gelen
nedenlerine önce inanmış, benimsemiştim.
Ancak çok kısa bir süre
sonra yersiz, zamansız, heyecanla,
hazırlıksız gereksiz
yapıldığını çok büyük siyasi acı kayıplara
neden olduğunu
anlamıştım. İhtilalin ismi olan Cemal Gürsel
çok saf, temiz, dürüst,
dörtdörtlük bir askerdi. Oğlumun
adını da Gürsel
koymuştum. Gürselpaşa ile bir kaç defa
seyahatlerine
katıldığımda, onun katıksız, dürüsrtlüğün,
yaşamının her
aşamasında dördüğüm, tanık olduğumu
söyleyebilirim.
İşte o dönemde Cemal
Gürsel’in oğlu Özdemir biraz
haşarı, yaramazdı. O
gün babasının gücünün olduğunu bilen
bir grup, Özdemir’e
kanca atarak onu gümrük komisyoncusu
yaptılar. Daha sonra da
piyasadan kaybolup gitmişti, ama
zamanında ikinci el
görevini yapıyordu. Zaman zaman Türk
Basınına da haberler
yansımıştı. O bakımdan ben ikinci elin
ister asker, ister
sivil olsun arkasındaki gücün tartışılmasını
çok dikkat edilmesine
titizlik ve incelikle gözlenmesinden
yanayım.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-242-
TÜM
YOLLAR AHMET, EFE ÖZAL
AİLESİNE
ÇIKIYORDU
Turgut Özal,
Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük devlet
adamlarından biridir.
Türk toplumunda çağdaşlığı aşılayan
bir liderdir. Bugün
Özal'ın içine girip etkilediği yolu Çiller
de yakalamaya çalışıyor
ama bakalım nelerle karşılaşacak.
Özal İhracatı patlatan
Turizmi başlatan kapılarımızı batıya
açan, Otoban, TEM oto
yollarımızı yapan adamdır. Türkiye'de
bilgisayar çağını açan,
Özel televizyonculuğu ilk defa başlatan,
uygun dünyaya entegre
olmamız için 141, 142, 163. maddeleri
kaldırmayı başaran
güçtür. 10 Kasımlar'da Atatürk'ü zorla,
siyahlarla anarken, o
Atatürk'ü gönlümüze gömmemizi, bizi
onunla başbaşa
kalmamızı sağlayarak, farklı anlamda
anmamızı sağlayan
kişidir. Hataları yok muydu ? Sayın
eşinden, çocuklarından,
dolayı büyük sıkıntılar görmüştü.
Belki de eşi, o elinde
tuttuğu gücün ağırlığını tartamamış, o
yıllarda erdemliliğe
ulaşamamıştı...
Özal iktidarında
İtalya' da nasıl yollar Roma'ya çıkarsa,
o dönem de tüm yollar
Ahmet'e, Efe'ye, ve Özal ailesindeki
ikinci ellere
çıkıyordu.
Ben, burada
Türkiye'deki İkinci ellerin gücünün etkisini
anlatmak için, basit ,
ama bu konuyu dört dörtlük kanıtlayan,
yarattığım bir olayı
anlatmak istiyorum :
Abdulkadir KAÇAR
-243-
Dostum, Vefalı insan
Halil Genç'in Belediyenin yanındaki
bahçesinde bir
yazıhanesi vardı. Adana'nın tüm zengin şımarık
çocukları, çiftçileri,
doktorları, avukatları, serbest çalışanları
orada toplanır, sohbet
eder Adana gündemini tartışırdı, Halil
Genç'i de bol bol
kızdırdık. O dönemde Özal'ın damadı, '
MİLLİ DAMAT '
deniliyordu, Asım'ı da uzaktan tanıyordum.
Bir gün yazıhanesine
gittiğimde Halil Genç yoktu. Aklıma
bir muziplik yapmak
geldi. Mersin'e acele gidecektim, Halil
Genç'in sekreterine
şöyle bir not yaz evladım :
- Milli Damat Asım
Mersin'e gelmiş, Erol Erk'i de çağırdı,
o da yanına gitti...
Oysa, ne Asım Adana'ya,
ne de Mersin'e gelmişti, ne
de beni çağırmıştı...
Ama, ikinci eli yaratan, yalaka insanların
yağcılığına tanık
olunmaı için buraya dikkat edilmesini
istiyorum...
Mersin'e gittim, ünlü
Mersin Oteli'ne girerken kapıda
5,6 tane garson birden
sıraya dizilip beni karşıladılar, eskiden
sık sık ta gittiğim
için beni de tanıyorlardı:
- Erol Bey hoşgeldiniz,
masamız hazır efendim.
Haydaaaaa... Ben Halil
' Genç ' e bıraktığım not aklıma
geldi ama, masa falan
hzırlanmasını söylememiştim :
- Tamam... dedim.
İçeriye girerken
sordum:
- Ne masası ?
- Adana'dan bir sürü
işadamı geldi, masa ayırttılar, sizi
bekliyorlar efendim..
Gerçektende Halil
Genç'in etrafında toplanan Adana'nın
tüm şımarıkları masaya
oturmuşlar, beni bekliyorlardı, hepsi
ayağa kalkıp elime
sarıldılar, bende jeton düşmüştü... Bu
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-244-
kişiler Davulcu Asım, '
MİLLİ DAMAT ' lafını duyunca benden
önce gelip otelde
pusuya yatmışlardı... Hiç bir şey belli
etmeden, içimden
gülümseyerek, baş köşeye oturttular, bir
ikram bir ikram... Ama,
masada kimse bir şeye dokunmuyordu:
- Haydi başlayalım ...
dediğimde:
- Yahu Asım Bey
gelmeden, başlarsak ayıp olur...
diyebiliyorlardı...
- Asım yukarıda dır,
canım, ciğerim, dostum, belki biraz
sonra inerler...
Bir ara garsonu
çağırdım:
- Ben ne söylersem '
EVET ' diyeceksin.
- Emredersiniz Erol
Bey... dedi.
Bu kez bağıra bağıra
talimat verdim:
- Resepsiyona git,
talimat ver, Erol Erk ve Adana'lı
dostları yukarıda Asım
Bey'in teşrifini bekliyorlar, kendileri
ne zaman gelecekler ?
- Başüstüne Erol Bey...
diye koşarak gitmişti.
Şef Garson bir süre
sonra koşarak yeniden geldi :
- Efendim, Asım Bey şu
anda odasında telefon görüşmesi
yapıyormuş, banyo alıp
bir süre dinledikten sonra yukarıya
gelecekmiş, herkese
selamları var...
Halbuki ne Asım
Mersin'deydi, ne de haberi vardı...
Masadakiler bu haberi
alınca yiyip içmeye başladılar,
ama herkes soruyordu:
- Erol Abi, Asım
Ekren'i ne kadar tanıyorsun ?
- Erol Abi, acaba benim
bir işim var onu yapar mı ?
- Erol Abi, ne zaman
gelecek, sabahtan beri bekliyoruz...
Abdulkadir KAÇAR
-245-
Koskocaman masada geç
saatlere kadar yedik - içtik,
beni bu kez artık rol
yapmaktan bıkmıştım, onlara gerçeği
anlattığımda, hepsi
havaları sönmüş balon gibi süklüm -
büklüm oldular.
Bazıları da kahkahalar atarak olayı espiriye
boğdular. Daha sonra
Adana'ya dönüp, muhabbetimize devam
etmeştik.
İşte İkinci el olan
kişilere insanlarımızın verdiği değeri
böylece kanıtlamış
oldum, çünkü insanlar ikinci ellerle daha
rahat konuşup, görüşüp,
konularını anlattıkları için sanki
birinci elle görüşmüş
gibi oluyorlardı...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-246-
GÜNÜMÜZDE
İKİNCİ EL
ÖZER
ÇİLLER’DİR…
Bugüne geldiğimde
ikinci elin, eski Başbakanın eşi
Özer Çiller olduğunu
görmek olası… Bunu söylemem için
geçmişe dönüp, Ömer
Bilgin’le ilgili anılarıma geçiyorum…
Bilgin 20 yıldır
arkadaşımdır. Sayın Demirel Ömer’e
Turban’ı teslim ederken:
- Git, orada akıllı
uslu ol otur… demişti.
Yanında bulunan Ahmet
BAŞ’a da:
- Sen de Aksantaş’ta
uslu uslu otur… demişti.
Karakterleri nedeniyle
bu kişilerin bir yerde durmaları
olanaksız olduğu için,
Ahmet Baş Aksantaş’ta bir şeyler
yaptı. Pazartesi Gazete’mle
onun gitmesine ben nende
olmuştum.
Ömer ise Turban’da
kalmıştı: ancak yapısı itibariyle,
sürekli güç arayan bir
yapıda olduğu için, Sayın Süleyman
Demirel’in de
çevresinden koptuktan sonra Ömer Turban
Genel Müdürü olarak
zekasını kullandı. Kuşadası’nda allem
– etti kalem – etti,
belli bir isim kanalıyla (Gerekirse o ismi
açıklarım) Özer
Çiller’le ilişki kurmayı başardı. Kuşadası
Marinası’nda Özer
Çiller’in yatına da çok büyük özen
gösteriyordu. Özer Bey
de sık sık yat gezisine çıktığı için,
Abdulkadir KAÇAR
-247-
Ömer onunla bu geliş –
gidişlerde dostluğu iyice
pekiştirmişti…
Özer’lerle dostluk
kurup pekiştirdikten sonra da
Süleyman Demirel’i
tamamen unutup çevresinden tamamen
koptu…
Tamamen Özer Çiller’in
yakını ve ikinci el oldu…
Ömer Bilgin’in tarzı
şuydu; Bir politikacıyı kandırmak
mı istiyor, ya da bir
iş yapmak mı istiyor, bir politik oyuna
mı girmek istiyor, ilk
vaadi şuydu:
- Seni Özer Bey’le
tanıştıracağım…
Hayretle görmüştüm ki,
Ömer’in ağzından bir gün:
- Seni Tansu Çiller’le
tanıştıracağım… sözünü duymamıştım…
Demek ki, Tansu Çiller
bir semboldü…
Ömer Bilgin’in bana da
zaman zaman söylediği söz
şuydu:
- Seni Özer Beyle
tanıştıracağım…
Sık sık bu sözü
söylemesine rağmen, Özer Çiller ile
tanışma lütfuna
ulaşamadım. Fakat onun öykülerini Kuşadası’nda,
şurada burada çok
dinledim.
İtalya’da tüm yollar
nasıl Roma’ya çıkıyorsa Türbanda
da, Ömer’le olduğum
dönemde tüm yollar Özer Çiller’e
çıkıyordu…
Adana politikasında da
bazı odakları ikna etmek, ya
da yanında yer almasını
sağlamak için ilk vaadi :
- Sizi Özer
Beyletanıştıracağım… şeklindeydi…
Türk basını ve görsel
medya bu konuyu bol bol
işlemişti… Özer Bey, o
annesinin ölümünde, Türkiye
Cumhuriyeti’nin
içişleri bakanı Meral Akşener, 70 milyon
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-248-
insanın gözleri önünde
onun elini öptü. Bende başsağlığı
diliyorum. Ama bir
bakanı, hemde beyin elini öpmesi biraz
garip. Demirel’in
Özal’ın eli öpülebilir. Ama , bir bakanın el
öpmesi, çok ilginç ve
acıyı paylaşmanında ötesinde Özer
Bey’in ikinci el
olduğunu göstermesi bakımından çok
öenmlidir.
Tabi, ikinci elleri
anlatırken, kimseyi eleştirmek
istemiyorum, anılarımı
eleştiri malzemesi olarak kullanıyorum.
Şu satırların altını
çiziyorum: acaba Tansu Çiller, bekar
olarak Başbakan olsaydı
Türkiye’ye daha da mı yararlı
olurdu? Bugün
Amerikayla ilişkileri, batıyla ilişkileri yönün
takdir ediyorum. Acaba,
Tansu hanımı o zaman daha da mı
çok benimserdik. Bu
anıları okuyanların kafalarında bu soru
işaretleri olarak
kalacaktır.
Şu cümlenin altını
çiziyorum:
Susurluk konusunda dev
bir araştırma ortaya koyan
Komisyon üyeleri, yarın
seçim meydanlarında, kamuoyunun
bilmediği konuları da
oradan haykıracaklar, siyasi kulislerde
konuşacaklardır. Gün
ışığına çıkmayan lafları da ortaya
süreceklerdir. Refahyol
hükümeti bu gün çok kalıcı gibi
değildir.
Yine söylüyorum, ben
bunları suçlamak için değil, siyasi
bir yorumcu olarak
gözlemlerimi söylüyorum…
Abdulkadir KAÇAR
-249-
TERCÜMAN'DAN
AYRILIŞ
SIRRIMI
AÇIKLIYORUM
Benim yıllarca hizmet
verdiğim Tercüman Gazetesi'nden
emekli olmam tamamen
politik olaylardan kaynaklanmıştır...
1960 ihtilaline doğru
hızla yaklaştığımız günlerde Adana
Valisi olan Turhan
Kapanlı ihtilalden sonra tutuklanıp bir
süre cezaevinde yatmış
çıkmıştı. Daha sonra Adalet
Partisi'nden Tarım
Bakanı yapılmıştı... Tercüman Gazetesi'nin
sahibi rahmetli Kemal
Ilıcak'la da araları çok iyiydi... Bu
dostluk bakan olunca
alış- veriş düzeyine kadar çıkmıştı...
Gazetecilik sektörünün
de dışında gelişmek isteyen, İstanbul
Emlakların yüzde
50'sinden fazlasını eline geçirmek üzere
olan Kemal Ilıcak Tarım
Bakanı olan Necip Kapanlı'yla
ilişkilerini
genişletmişti. Öyle ki, o yıllarda çok değerli bir
hammadde olan
ormanlardan elde edilen Çam Reçine'sine
talip olmuş, bu alış -
verişte gerçekleşmişti. Kapanlı bu
hizmetinin karşılığı
olarakta bir görev yaptığı, çok sevdiği
Adana Tercüman'a, yani
benim yerime oğlu Necip Kapanlı'nın
yerime gelmesi için bir
takım siyasi baskılar yapıldığını gerek
gazetemin gerek
Ankara'daki politik istihbaratlarımdan
öğrenmiştim... Ama,
Kemal Ilıcak'ın da :
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-250-
- Adana'da Erol Erk
diye koskocaman bir adamım var,
ondan çok memnunum, bu
nasıl olur ki ? diye endişelendiğini
de öğrendim...
Çünkü, o sıralarda
Kemal Bey beni çok seviyor, bir
dediğimi iki etmiyordu.
Çünkü, Tercümen Gazetesi'ne Adana
Temsilcisi olarak sık
sık genel merkeze para pompalıyordum,
merkez bankası gibi bir
kaynak oluşturmuştum. Bunu neyle
yapıyordum ? Gazetenin
tüm sayfalarını reklama açmıştım,
Bölge Spor Sayfaları,
Haber sayfaları yapmıştım korkunç
bir gelir yaratmıştım.
Hatta, bu çalışmalarımı çok beğenen
Kemal Bey beni
Tercüman'ın yüzde 1 hissedarı yapmıştı,
ortak sıra numaramda
20'ydi. Zaman zaman bu çalışmalarıma
şaşırıyor ve şöyle
diyordu :
- Erol'cuğum, biz hep
oraya para gönderiyorduk, şimdi
siz Genel Merkeze para
gönderiyosunuz, elinize sağlık...
diyordu. Hayret
ediyordu...
Ancak, Kemal Bey, Bakan
Turan Kapanlı'nın ısrarına
da bir şey yapamıyordu,
Çünkü Sayın Bakan :
- Oğlum Adana'ya tayin
edilmeli... diyor, diretiyormuş.
Necip'in gelmesi demek,
benim gitmem demekti,
makamıma pazarlık
konusu yapıldığını öğrendiğimde, Kemal
Bey'in bunun ticari
ilişkisi olduğunu bildiğim içinde seygı
duyuyordum...
Ilıcak'a yaptığı bu
pazarlığı öğrendiğimde oldukça
rahatsızlıkta
duymuştum. Kemal Bey ise bana bunu duyurmamak
için büyük çabalar
harcıyordu. Bu arada mesleki
kıdemimi de
doldurmuştum. Ani kararlar veren birisi olarak
yine böyle bir kararla
İstanbul'a gidip Kemal Ilıcak'ın huzuruna
çıktım, çok şaşırdı,
çünkü randevu almamıştım.
Abdulkadir KAÇAR
-251-
- Sayın Patronum ben
sizi çok seviyorum, sizde bir
konuyla ilgili olarak
bana açılamadığınız için çok sıkılıyorsunuz
bunu da biliyorum.
Benim gitmemi de istemiyorsunuz
ama Tarım Bakanı Turan
Kapanlı’ya da söz verdiğinizi
biliyorum.
Beni nefes almadan
dinleyen Kemal Bey, her cümleden
sonra hayretler içinde
kalıyor, dalgın dalgın:
- Erol, nerden
biliyorsun ? kim söyledi ?
- Sayın Patronum ben
gazeteciyim, Türkiye’nin tüm
istihbaratlarını elimde
tuttuğumu biliyorsunuz…
- Tamam da, şey…
- Orası önemli değil,
siz erkek adamsınız, ben de erkek
adamım, lütfen
sekreterinizden beyaz bir parşümen getirmesini
isteyebilir misiniz ?
Hem şaşırıyor, hem de
bilinç dışı olarak benim
söylediklerimi
yapıyordu, içeriye bir beyaz kağıt geldi, kendi
el yazımla :
- Tercüman Gazetesi’nin
üzerimde bulunan yüzde 1’lik
hissesini kuruma iade
ediyorum… Ve, gazeteden emekli
olmam için gerekli
işlemlerin yapılmasını saygılarımla arz
ediyorum… dedim.
Kemal Bey kalktı beni
alnımdan öperken şöyle dedi:
- Erol Erk, gerçekten
erkek adammışsın…
Ve, 1975 yılında kendi
isteğimle emekli oldum, bu
yaşamımın en öenmli
noktalarından birisidir…
Burada, Kemal Ilıcak’la
olan ilişkilerimizden birkaç
satır söz etmek
istiyorum.
Tercüman’da çalıştığım
dönemlerde, İstanbul’a sık sık
ihbarlar gidiyordu,
benden yılanlar – korkanlar, hatta birlikte
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-252-
çalıştığım bazı kişiler
bile ihbarda bulunuyor, yığınlarca ihbar
mektupları masasının
üstüne yığılıyordu. Kemal Bey, hepsini
çöp sepetine atıyor ve
bana telefon açarak:
- Erol, sen gerçekten
güvendiğim, en iyi gazeticelerden
birisin… diyordu…
Erkekçe söylemek
gerekirse bazende gece yaşamım
nedeniyle benim
kulağımı çektiği de oluyordu...
Tercüman’ın Müessese
Müdürü Arif Baki Bey’den de
söz etmeden
geçemeyeceğim. Gerçekten İngiliz Lordu gibi
çok beyefendi, harika
bir insandı. İstanbul ve Türkiye’deki
sosyateye hakim bir
kişiydi. Osmanlı soyundan gelen eşi
Hayret Hanımla
malikhanelerinde tüm sanatçılar etraflarında
toplanmıştı. Muazzez
Abacı’yı yaratan da odur. Kimsenin
ayağına gitmeyen Fahrettin
Aslan, Arif Baki Bey’i görünce
ayağa kalkar, onu
karşılar.
İtinayla yolcu ederdi…
Tercüman’dan ben
ayrıldıktansonra yerime Nacip
Kapanlı gelmişti, Tarım
Bakanı ve Eski Vali olan babası Turan
Kapanlı’nın oğlu olan
Necip’in dönemi de ayrı özellikler
taşır…
Abdulkadir KAÇAR
-253-
GÜNEY
HABER’İN DOĞUMU
Tercüman Gazetesi'nden
ayrıldıktan sonra bir süre
halkın çoğunun
neredeyse, ' DOLANDIRICI ' gözüyle baktığı
sigortacılık mesleğine
İstanbul'da başlamıştım. Ama, içimde
yanan, her geçen gün
daha da alevlenen gazetecilik yapma
isteğimin önüne
geçemiyor, mesleğime dönme planları
yapıyordum. Çünkü,
mesleğimin en verimli, istihbarat
gücümün en zirvede
olduğu dönemde politik nedenle, biraz
da kendi kendimi emekli
etmiştim. İşte içimdeki bu yanan
ateşle bir gün Kemal
Ilıcak'tan randevu isteyip, yanına
gittiğimde beni kapıda
karşılamış, yanaklarımdan öpmüştü...
- Ooo, Erol'um, Koca
Adana'lım hoşgeldin, nerelerdesin
yahu ?
Beni çok sıcak ve
coşkuyla karşılaması hoşuma gitmişti,
çünkü, gazetedeki tüm
haklarımı almış, emekli olmuştum...
Oturduk konuşmaya
başladık, çok nükteden, espirili
konuşuyordu, sordu:
- Erol'um şu anda neler
yapıyorsun ?
- Kemal Bey, hiç bir
şey yapmıyorum... Şu kadere bakın
ki, sonradan İstanbul'a
gelenler İstanbul'lu oluyor, ben yedi
göbekten beri İstanbullu'yum
ama babamın memuruyeti
nedeniyle gittiğim
Adana'da herkesten daha gerçek Adana'lı
olmaktan gurur
duyuyorum...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-254-
Gerçektende nüfus
kütüğüm, kayıdım, askerlik sicilim
burada ilk defa
açıklıyorum İstanbul'dur. Ancak, şimdiye
kadar çok az kişi benim
bu şekilde olduğumu biliyor. Kemal
Bey de Amasya'lıydı, bu
sözümden biraz alınır gibi oldu,
- Ne yani, ben
Amasya'lıyım diya taş mı atıyorsun ?
- Hayır taş atmıyorum
sayın patronum, bunlar
gerçekler...
Bir süre sohbet
ettikten sonra Kemal Bey,
- Erol sadede gelelim ,
beni neden aradın ?
- Vallahi hiç bir şey
yapmıyorum ama gazetecilik
mesleğime geri dönmek
istiyorum, sadece kafamda bir proje
var, bunu size açmak
istiyorum, desteğinizi istiyorum...
Burası çok önemlidir ve
anılarımın mehenk taşını
oluşturuyor. Çünkü,
Adana Tercüman'ı ben kurmuştum,
matbaa makinaları
tamdı, her şey tıkır tıkır işlşyordu, şöyle
dedim :
- Sevgili Patronum, ben
sizden üç ayı ödemesiz olarak
her konuda yardım
istiyorum Adana'da bölgesel bir gazete
çıkartmak istiyorum,
çünkü orada güçlü bir gazete
bulunmuyor...
Dikkatle dinledi, bu
sözlerim ilk Güney Haber'in doğum
saatleriydi, durdu, bir
süre sessiz kaldı, biraz şakayla karışık:
- Erol, gazetecilğin
durumunu az çok görüyorsun, ben
elimde avucumda ne
varsa her şeyi dağıtıyorum, sen bunu
başarabilecek misin ?
- Sayın Patronum,
yaptığım incelemelere göre Adana
çok bakir, güçlü bir
yerel gazetenin çok iyi tutacağı konusunda
fizibilite çalışmaları
yaptım... Bu iş dört dörtlük olacak. Ama,
baskı ve her türlü
ücreti bir süre almayın, bana destek verin,
yardım edin, gazeteyi
yaşama geçirip kademe kademe
borçlarımı öderim...
Abdulkadir KAÇAR
-255-
Benim söylediklerimden
etkilenmiş, hatta sevinmişti
- Tamam Erol, gazeteyi
çıkar, ben her türlü desteği
veriyorum, gazetende
hayırlı uğurlu olsun şimdiden.
- Gerçekten kabul
ediyor musunuz ?
- Evet, hayırlı uğurlu
olsun..
- Sevgili patronum size
minnettarım, çok teşekkür
ederim, çok başarılı
olacağım..
Bir süre sonra ben
kardeşi Nafiz Ilıçak’ın Necmi
Tanyolaç ve İslam Çupi
ile Rauf Tamer’e de bu müjdeli haberi
ulaştırmak için izin
istedim, bu sırada da Kemal Beyin
odasından çıktım, bir
dakika orada oyalanıyordum… Hem
yer hostesi, hem de
sekreteri olan Kemal Beyin sekreteri,
seslendi:
- Erol Bey, Erol Bey, Kemal
Bey sizi yeniden bekliyor…
dedi.
Olayları daha önceden
duyan hisseden birisi olarak’
cızzzz etti, kötü ve
olumsuz bir şeyle karşılaşacağımı hissettim
ve içeriye ürkek
biçimde girdiğimde, Ilıcak’ın masasının
yanında, Tercüman’ın
trajlarını kontrol eden, satış memurluğundan
başka bir sıfatı
olmayan İsmail Okuroğlu da
oturuyordu, Kemal Bey
saygıyla:
- Erol, ben sana
bölgesel gazete çıkartmana izin verdim
ama İsmail Okuroğlunun
da projeleri varmış, haydi el sıkışın
bu işi beraber
yapacaksınız…
O anda çok üzüldüm, her
şeyin bittiğini anladım,
istemeye istemeye el
sıkışarak İsmail’le ortak olmuştum…
Kemal Beyin kapısından
daha çıkarken İsmail şöyle dedi :
- Erol, sen gece
alemine çok düşkünsün bu gazeteyi
kuracağız ama işi
baştan yatırmayalım, dikkatli ol haa…
Tepemden bir kazan
kaynar su dökülüp tırnaklarımdan
çıkmıştı :
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-256-
- Okuroğlu Okuroğlu,
sen kendi kendine bak, ben
yaşamımı gazeteciliğe
koyan biri olarak kendimi kontrol
ederim, asıl sen
kendine dikkat et….
Türkiye’de
promosyonculuğu ilk idad eden kişi olan
Okuroğluluğun
gazetecilik yönü yoktur. İki satır dilekçe bile
yazmayı bilmez.
Adana’ya geldik, Okuroğlu Anonim şirket
kurmuş, bana da yüzde
10’luk gibi komik bir hisse ayırmış,
ben kafadan
kaybetmişim. Sonra da oyunu kendi kurallarına
göre oynayıp, hem beni,
hem de kendisini batırdı. Kemal
Ilıçak’ın makamının
kapısındaki bir dakikalık oyalanmam
yaşamımı değiştirmişti.
Eğer, orada oyalanmasaydım belki
Okuroğlu ile
karşılaşmayacaktım, gazeteyi kendim
kuracaktım, belki
makinalaşma ve kadrolaşma tamamlayıp
bu gün Ege deki, yeni
Asır gibi bir gazete yaratacaktım…
Burada bir gözlemin
altını çizmek istiyorum :
Kişileri ve kurumları
batıran iki şey vardır, politika ve
kadın parmağı… İsmail
Okuroğlu, iki tane aşk yaşayarak,
hem Güney Haber’in hem
de benim sonum oldu. Kemal
Ilıcak’ın makamının
kapısında verdiği sözleri bir anda
unutarak, artistlere
tutulmuştu…
Gazetecilik mesleğimin
en güzel günlerini yaşadığım
Güney Haber de
tirajımız onbinleri geçmiş, 30-40 yıllık ulusal
gazetelere fark
atmıştım. Okuroğlu’nun sanatçılara kapılması
benim sancılı günler
yaşamama neden olmuştu, ve gazeteden
kopmanın yollarını
arıyordum…
Abdulkadir KAÇAR
-257-
ÖMER
BİLGİN'İN
BTP
TEKLİFİ
İnsan yaşamında hangi
mesleği yaparsa yapsın, ve
dünyanın neresinde
olursa olsun, günün birinde politika işin
içine girer her şeyi
allak - bullak eder, bu güne kadar da
politikasız bir olay
olduğunu görmedim. Gezeteciliğimin
dışında kaldığım
dönemlerde bile politika benim yaşamımı
oldukça etkilemişti.
Tamamen Rulet gibi bir şans oyunu olan
politikada şans ibresi
döner döner zar ihya edebileceği gibi
insanı bitirirde. Çok
kültürlü, iyi eğitim görmüş, süper zeki,
kariyer sahibi, para
babası zengin bile olsanız, Ruletin şans
zarı üstünüzde
durmadığı sürece hiç bir şey olamaz, köşeye
çekilir,
'Talihsizliktir' diye bir kenarda kalırsınız...
Gazetecilik mesleğimden
sonra gerçekten sevdiğim bir
meslekte politikacılık
olmuştu. Ancak onun istediği bir
meslekte politikacılık
olmuştu. Ancak onun istediği binbir
suratlılığı hiç bir
zaman beceremediğim için işi şansa, yani
rulet oyunundaki zarın
gelmesine bırakmıştım. Bir kaç defa
başımın üstünden
geçerken, konar gibi yaparak beni oldukça
renkli düşlere -
düşüncelere ve yaşamaya sevk etmesine
rağmen, zar her
defasında kayarak başkalarına işaret etti,
onların yanına gitti.
Başka deyişle büyük ikramiyeyi
yakalayacağım sırada,
kaybettim. Eğer, Rulet'in zarı benim
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-258-
üstümde dursaydı,
Belediye Başkanı, Milletvekili, her şey
olabilirdim ama, bu
mümkün olamadı... Buradan şuraya
varmak istiyorum :
1980 ihtilalini yapan
generallerin oluşturduğu Milli
Güvenlik Konseyi,
Demokrasiye yavaş yavaş dönüşe karar
verdiği için partiler
birer birer kurulma aşamasına gelmiş,
hazırlıklar yapılıyor,
Türkiye'nin kalbi Ankara'da atıyor, sıcak
günler başlıyordu. İşte
o günlerde Adana'daki en iyi
dostlarımdan birisi
olan Ömer Bilgin beni çok seviyor, saygı
duyuyor, ortağı Erol'la
birlikte karşımda hazırol vaziyetinde
durup neredeyse benden
emir bekliyordu. Otur dediğimde
oturuyor, kalk
dediğimde kalkıyorlardı. Bende onlara
saygısızlık etmiyordum.
Ömer bir gün ortaya bir fikir attı :
- Erol Abi, gel seni
politikaya hazırlayalım...
Şaşırmıştım, hiç böyle
bir şey beklemiyordum. Ama
Süleyman Demirel'in
köylüsü ve uzaktan akrabası olduklarını
söyleyen Ömer'in bu
teklifi oldukça ilginçti:
- Nasıl olur Ömer ?
- Abi, şahane olur, çok
güzel olur...
Bir süre sonra bu
düşünce kafama öyle girdi, öyle yer
etmişti ki, Büyük
Türkiye Partisi'nin kuruluş aşamasında 21
gün sürecek harika bir
politika yaşamama neden olacaktı.
Çok coşkulu ve
fırtınalı geçen yaşamıma bedel olan bu 21
günlük renkli süre, çok
albenili, coşkulu, ve bambaşkaydı....
Çünkü, o günlerde Büyük
Türkiye Partisi'nin kuruluş
çalışmaları sürüyordu,
Türkiye'nin her tarafından eski
politikacılar,
Generaller, Askerler, Tıp Doktorları, Avukatlar,
Serbest meslek
sahipleri ve her kesimden gelen üstün kariyerli
kişiler sokaklarda
seller gibi akıyordu. Türkiye'deki Demokrat
Abdulkadir KAÇAR
-259-
Partililer ve Adalet
Partililer, Süleyman Demirel'in
yardımcısı Saadettin
Bilgiç'in bir kaç gün sonra Ömer'e
teklifimi bildirdim:
- Ömer, İl Başkanı
yapalım diyorsun ama, bu işi
başarabilecek miyiz ?
- Erol Abi'me bak yahu,
sen kendini bana bırak gerisine
karışma...
-Gerçektende Ömer Bilgin,
boynuna kolye gibi taktığı
minik Kur'an’la
Türkiye'de ikna edemeyeceği kişi,
bitiremeyeceği iş
yoktur. Şeytana bile küllahını ters giydirecek
bir yapıya sahiptir. O
yıllarda da bana çok güveniyordu,
Saadettin Bilgiç'e
benden söz etmişti, kendinde bu şansı
göremediği içinde beni
bir yerlere getirerek kendisi de bir
yerlere ulaşmak
istiyordu, ama bu şansı bana vermişti...
- Peki Ömer, sen nasıl
istersen öyle olsun ?
- Göreceksin Abi, Büyük
Türkiye Partisi'nin Adana İl
Başkanı sen olacaksın.
Ankara'ya Ömerle
birlikte gittik, Koca Reis'te denilen
Saadettin Bilgiç'in
yazıhanesine girmek bir yana, parti
kuruluşunda görev almak
için, rendevu talebinde bulunanların
oluşturduğu kuyruk bir
kaç kilometre uzaklara kadar
ulaşıyordu. Değil
içeriye girmek, yaklaşmak olanaksızdı...
Ben böyle düşünürken,
Ömer'le çok rahatlıkla içeriye
girmemiz olanaklıydı.
Süleyman Demirel'le
aralarında biraz soğukluk olmasına
rağmen, Demirel'le
Saadettin Beyden başkasına da güveni
yoktu.
Elimizi - kolumuzu
sallaya sallaya Saadettin Bey'in
yanına girmiştik.
Adana'dan da o sırada büyük başvurular
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-260-
vardı, Fatih Özgür'le
daha pek çok kişiler gelip - gelip
gidiyorlardı. Ömer
Isparta'lı olduğu için, içeriye girince
Saadettin Bilgiç ayağa
kalktı, biraz alaylı:
- Gel Lan Ömer, gel
bana bahsettiğin Erol Erk bu arkadaş
mı ?
- Evet Abi... dedi.
Bende önümü ilikleyip,
saygıyla elini sıkarken:
- Saadettin Bey biz
Ömer’le oturup politikayı sevmeye
başladık, sizin
saflarınızda yer almak istiyorum, tabi her şey
sizin takdirinize
kalmıştır.
Oturttu, çay ikram
etti, ama sürekli konuşmalarımı,
hareketlerimi
tartıyordu, dikkatle izliyordu. O Sadettin Bilgiç’
ki, Dağları, daşları
aşarak Süleyman Demirel’in yardımcısı
makamına ulaşmış,
muhteşem bir beyindi. Nasıl profesör
olmak için doktora
hazırlanıyorsa, Sayın Bilgiç’te bunu
hazırlamış, politikanın
inceliklerini yaşamına uygulamış,
hatta bir zamanlar
Süleyman Demirel’in rakibi konumunda
olmuş bir kişiydi… Beni
beğendiğinin sanıyorum :
- Erol, gördüğüm gibi
buraya hucüm oldukça fazla,
kapıda sende tanık
oldun, kilometrelerce kuyruklar, emekliler,
kariyer sahipleri,
Türkiye buraya akıyor, ama ben seni sevdim,
Ömer de çok anlattı,
gerçekten de sevecen ve kafama göre
bir insansın. Yalnız,
şu an da çok yoğunum, burada sizi daha
fazla test edemem,
Adana’ya dönün kimseye de bir şey
söylemeyin… Ben sizi
İstanbul’da evime kabul edeceğim…
Gerçekten de İnsan
seline karşı bize 10 dakikalık bir
zaman ayırması bize
verdiği değeri anlatıyordu. Ömer Bilgin
göz kırptı, işin
olduğunu anlatmaya çalışıyordu… Koluma
girdi dışarıya
çıktığımızda:
Abdulkadir KAÇAR
-261-
- Erol Abi, işin oldu,
bitti, İl Başkanlığının şimdiden
hayırlı olsun… Eğer,
sizi gözü tutmasaydı İstanbul’da randevu
vermezdi… Orada sadece
özel dostlarını evinde kabul eder.
- Bakalım Ömer
göreceğiz…
Ömer, bu konudaki
gelişmeleri kimseye söylemememiz
gerektiğini sık sık
uyarıyordu, yoksa işe taş koyabileceklerini
söylüyordu… Bizde,
Ankara’daki temaslarımız duyulmasın
diye hızla Adana’ya
dönüp beklemeye başladık… Ömer sık
sık yanıma gelip:
- Erol Abi, İl Başkanı
olursan, artık benim içinde iyi bir
şeyler düşünürsün değil
mi ?
- Ayıp ettin, hele o
aşamaya gelelim sen kafanı yorma
canını sıkma… diyordum.
Aradan biraz zaman
geçti, İstanbul’dan haber henüz
gelmemeişti. Ancak,
randevu almak için oluşturulan uzun
kuyruklar Emekli
Generaller, Yargı organları üyeleri, Eski
politikacılar,
Bakanlar, Genel Müdürler, Müşteşarlardan
oluşan kuyruklar Milli
Güvenlik Konseyini rahatsız etmişti,
bu basına yansıyordu.
Çünkü, 12 Eylül İhtilalini yapanlar
iktidara yeniden AP’nin
geleceğinden çekiniyorlardı…
İşte bu sıkıntılar,
çalkantılar, dedikodular sürerken
Ömer Bilgin işyerime
geldi:
- Abi, mesaj geldi.
- Ne mesajı Ömer ?
- Saadettin Bilgiç Abi,
İstanbul’daki evine bizi bekliyor…
- Çok güzeeel…
Sarı basın kartımı
istedi, verdim, uçak biletleri
alınacaktı… Ömer’e
şöyle espiri yaptım:
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-262-
- Oğlum Ömer, helal
olsun sana, alnın secdeyi rahmana
değerken bile şeytanlık
düşünüyorsun, senin şu Türkiye’de
kandıramayacağın adam
yok, helal sana…
Ömer’imin son
kandırdığı adamda Özer Çiller’dir…
O günlerdeki politika
atmosferi bana da oldukça zevk
veriyordu, öyle ki 40
yıllık gazetecilik mesleğimi unutmuştum.
Kendimi Ömer’in
dolduruşlarına kaptırmıştım. Öyle ki,
kendimi Büyük Türkiye
Partisi’nin İl Başkanı olarak görmeye
başlamıştım.
Ertesi sabah İstanbul’a
uçtuk, Saadettin Bilgiç’in
sanıyorum Bostancı’daki
Osmanlı Paşalarının kullandığı gibi
kargir harika bakımlı
eski bir konağa girdik, Yukarıya
çıktığımızda
hizmetçiler bizi karşılamıştı:
- Saadettin Bey de
sizleri bekliyorlardı, şeref verdiniz…
demişlerdi.
Saadettin Bey, yine
nazikti, bir süre bizimle sohbet edip
yanaklarımdan öptü, çay
ikram etti:
- Çocuklar, vaktim çok
az, bu iş bitiyor Erol sen
Adana’nın İl
Başkanısın, hayırlı uğurlu olsun…
Ömer sevinçten kaşını
gözünü oynatıp, bu işi nasıl
başardığını anlatmaya
çalışıyordu. Saadettin Bey bir endişesini
de dile getirmişti:
- Biz Büyük Türkiye
Partisi’nin teşkilat hazırlıklarını
sürdürüyoruz ama Milli
Güvenlik Konyesi partiyi benimsemiyor
gibi bir durumu var.
Bizim partilileşmemizden Ankara
aşırı derecede rahatsız
oluyor, onları oluşan uzun kuyruklar,
halkın ve büyük
kitlelerin bize olan ilgisidir…
- Başkanım, o zaman
bekleyelim nasıl isterseniz ?
Abdulkadir KAÇAR
-263-
- Erol’cuğum tabi
bekleyeceğiz, ama senin işin tamam
Süleyman Beyle de
görüştüğümde sempati uyandırdı. Ömer
de senin için iyi kulis
yapıyor… O kadar çok müracat ve
baskı var ki üstümde
size anlatamam. Örneğin, Av. Metin
Tolay’ı çok tutuyordum,
onu severdim, ama kısmet seninmiş…
Ömer, kalkmamız için
ayağıma dürttü, Saadettin Bey
bizi yolcu ederken:
- Parti kurulduğunda
teleks emri ile görevlendirileceksin,
Adana’ya gidip bizden
haber bekleyin…
Biz oynaya – zıplaya
Ömer’le dışarıya çıktık, Ömer beni
sık sık tebrik
ediyordu… Ama, parti henüz kurulmadığı için
sevincimin bir yanı da
eksik kalıyordu…
Saadettin Bilgiç’in
evindeki salona çıktığımızda Ömer’in,
‘Seni Bakan Yapacağım’
diye bir Üst Yargı organından emekli
ettirdiği zavallı
adamın durumuna hala gülerim. O muhteşem
kişi nasıl bilge, nasıl
olgun harika bir insandı… Tabi, kadroda
Ahmet Baş’ın da
olduğunu vurgulamak isterim. Ahmet’le
Ömer, Emekli
Yargıtay’cının önünde ceketlerini ilikleyerek,
- Sayın Bakanım, Sayın
Adalet Bakanım…
Diye adamı dolduruşa
getiriyorlardı, Zavallı adam da,
- Yahu çocuklar beni
mahçup ediyorsunuz, yapmayın,
etmeyin daha Büyük
Türkiye Partisi kurulamadı bile. Beni
kalpten götürmeyin,
şekerimi yükseltmeyin… demişti.
Ahmet’le Ömer’in bu
hareketlerine bende uymuştum,
- Sayın Bakanım… demeye
başlayınca, O da bana :
- Sayın İl Başkanım
nasılsınız ? demez mi ?
Bir ara kulağıma
eğilip:
- Erolcu’ğum, yahu sen
böyle deme, bu hergeleler bizi
kandırmasınlar…
diyordu.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-264-
- Vallahi, sanmam, siz
bakan, bende İl Başkanı olursam,
herhalde bu iki kişiyi
önemli yerlere getiririz.
Politika’nın Büyük
Türkiye Partisi aşamasında ilk renkli
görüntülerdi. Bu renkli
ve zevkleri bir süre yaşamam bana
hayatımda değişik
duygular tattırdı… Öyle ki, Ankara da bile
Ömer Bilgin sayesinde
girip – çıkmadığım yer kalmamış,
yeni dostlar
edinmiştim. Özellikle evi gibi bir yer olan Stad
Otel’de Ömer’in havası
çok yüksekti… Ömer sadece bana
değil, herkesi Bakan,
Müştesar, Emniyet Genel Müdürü,
Çukobirlik Genel Müdürü
yapardı. En yakın arkadaşı olan
Bankalar Karakolu’nun
Başkomiseri Cumhur’u her gün bir
ilde, Van’da,
İstanbul’da, Ankara’da görevlendiriliyordu.
Sonunda Muğla’ya Trafik
Şube Müdürü yaptırmayı
başarmıştı. Cumhur bir
gün bana şöyle dedi :
- Erol, Ömer’in
dediklerinden bir şey olacağı yok, sana
yaptıklarını bu gün de
bana yapıyor kereta…
Abdulkadir KAÇAR
-265-
24
SAATTE MDP'Lİ OLDUM
Güney Haberden
ayrılacağım sancılı günler yaşıyordum,
o sıralarda da Anavatan
Partisi kuruluyordu. Bahsettiğim
BTP açılmadan
kapanmıştı. Gazetede Kenan Gedikoğlu
birlikteydik. Ben
şiddet politikasını yönlendiriyordum. Bir
öğle üzeri acıktım.
- Kenan, ben bir şeyler
yemeye çıkıyorum, istersen gel.
- Yok Erol, ben
buradayım.
- Bir saate kalmaz
gelirim, demiştim.
Ben çıkmışım, o sarıda
Anavatan'ın kuruluş hazırlıklarını
yapan, çok sevdiğim
insan Ledin Barlas Çukurova Kulübü
Başkanı Ergin Savcı'yla
gazeteye gelmiş, sormuşlar...
- Erol yok mu?
- Yemeğe gitti, deyince
- Biz Anavatan
Partisi'ne kendisini kurucu üye olarak
almak istiyorduk. Ama,
Ankara bizden çok acil isim bekliyor,
bu şansını kaybetti,
demişler.
Düşünebiliyor musunuz!
Eğer ben, yemekte olmasaydım,
Ledin abilerle orada
buluşsaydım, Anap'ın kurucu
üyesi olacaktım. Çünkü
gazeteden Okuroğlu'nun ortaklığından
kopmak için bunu
yapacaktım. Yemekten
döndüğümde, Kenan sakin
sakin:
- Erol, Ledin abi seni
sordu ama yoktun...
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-266-
Fazlada üzülmedim.
Canım da sıkılıyordu, sevinmedim
de öyle karışık bir gün
yaşamıştım.
Bir gün sonra kardeşim
Erhan telefon açtı:
- Abi, yeni kurulan
Turgut Sünalp'in partisi konusunda
Yılmaz Hocaoğlu ile
Süreyya Kayar seni ziyarete gelecekler,
ne dersin?
Düşündüm:
- Gelsinler, dedim.
Büyük masanın başında
karşıladım. Horoz partisi
kurlmuştu. Yılmaz
Hocaoğlu Kardeşim Erhan'ın liseden
arkadaşıydı. Gür ve
huşu dolu sesiyle eski bir arkadaşım
olarak beni
kucaklarken:
- Erol doooost
nasılsın? Seni aramızda görmek için
buralara kadar geldik.
Bir süre sohbat
ettikten sonra gazeteden kopabilmek
için de aradığım
bahaneye kavuşmuştum. O sırada Yılmaz
Hocaoğlu, sevdiğim
Süreyya Kayar'ın ısrarı, Erhan Erk'in de
onlara raportörlük
yapması hoşuma gitti.
- Peki, sizinle
çalışacağım... deyince.
24 saat içinde MDP'ye
girdim.
Sözlerimin başında da
belirttiğim gibi eğer yemeğe
gitmeseydim Anap'lı
olacaktım. Ama şimdi MDP'liydim.
Başımada duracağı zaman
ruhelit şansı başka yere kayıyordu.
MDP'de de zar tepemde
çok fazla dönecekti ama orada da
şansı kaçıracaktım.
Adana'ya dönüp, il
başkanı olmayı düşünürken bir
haber geldi:
-Milli Güvenlik Konseyi
, Büyük Türkiye Partisi'ni veto
etmiş. Yeni parti
açılmadan kapanmıştı.
Abdulkadir KAÇAR
-267-
Ömer'le oturup kara
kara düşünmeye başlamıştık.
Kendimi her şeyimle
teslim ettiğim Ömer:
- Abi sen kafanı yorma.
Ankara'ya kapağı atar, başka
şeyler çeviririz,
diyordu.
O yıllarda Yahya
Demirel de cezaevindeydi. Elimde
Pazartesi gibi çok
büyük etkili bir haftalık gazetem vardı.
Yahya'nın suçsuzluğunu
falan yazarak Yargıtay üyelerine
dağıtıp, onun
cezaevinden çıkmasına da yardımcı olmuştum.
20 yıllık arkadaşım
olmasına rağmen Ömer gibi bin bir
surat olmayı
başaramadım. Çünkü o zaman bin bir surat
olmak gerekiyordu. Eğer
bunu gerçekleştirseydim, şimdi
çok farklı yerlerde
olurdum. Gerçekleştirmem de olanaksızdı.
Çünkü ben çok çabuk
öfkeleniyor, duygularımı belli ediyor,
sert yazan, sert
konuşan bir adamdım.
Rulet oyununa
benzettiğim politikada Büyük Türkiye
Partisi kurulsaydı, şan
zarı kafamın üstünde duracaktı. Belki
Adana İl Başkanı, ya da
Belediye Başkanı olarak kaderim
değişecekti. Ama bunlar
olmadı.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-268-
ÖLDÜRME
YETENEĞİ OLANLAR
POLİTİKADA
YAŞARLAR
Politika bir açıdan
bakıldığında yaşamak için öldürme
uğraşıdır. Ancak ve
sadece öldürenler, öldürmek isteyenler,
bu yeteneği doğuştan
olanlar politikaya girmelidir. Üstelik
öldürmek yeteneği
doğuştan var olmalıdır. 'Ahde Vefa'
sözcüğünü politikaya
aramaya kalkanlar yanılırlar. Bu konuda
yakınanlara tavsiyem
sakın ola ki kemsiye güvenmeyin.
Sırtınızı dönmeyin.
Rakibinize en küçük bir şans tanırsanız,
hısmınız bir gün gelip
sizi öldürür. Bu konuda Adana
Politikasının
yetiştirdiği büyük ustalardan Selahattin Çolak'ın
şu sözü geçerlidir:
"PO LİTİ KADA AC
IRSAN, ACINAC AK HAL E
DÜŞERSİN"
Politikadaki bu
acımasızlığın bir göz atacak olursak
çok eski çağlara
uzanmasına rağmen, 620 yıl hüküm süren
Osmanlı Padişahlarından
Fatih Sultan Mehmet, "YAŞAMAK
İÇİN GEREKİRSE
KARDEŞİNİ BİLE ÖLDÜRECEKSİN,
DEVLETİN BİRLİĞİ -
BÜTÜNLÜĞÜ İÇİN KARDEŞLERİN
KATLİ VACİPTİR"
diyerek bu öldürme eylemini fermanlaştırmışlardır.
Bu nedenle de
padişahlar öz çocuklarını,
kardeşlerini boğdurarak
öldürmüşlerdir. Ancak, saltanatlarını,
iktidarlarını bu
şekilde korumuşlardır.
Abdulkadir KAÇAR
-269-
Günümüzde ve gelecek
sonsuz yıllar boyunca da bu
kurallar geçerli olmaya
devam edecektir. Bu gün hasmını
öldürmek illa silahla
vurup, fiziki olarak yok etmek değil,
onu en hassa
bölgelerini etkileyip, yetkilerini alıp, etkisiz ve
yetkisiz hale
getirmektir.
İşte buradan yola
çıkarak Adana politikasının son 35-
40 yılını
değerlendirmek istiyorum. Bu öz eleştiride gerek
CHP, Demokrat Parti,
Adalet Partisi ve bu günkü partiler
döneminde
milletvekillerinin hepsi bürokrat katliamı
yapmışlardır. Çünkü
Osmanlı Sarayında olduğu gibi başarılı
bürokratların kafasını
kopartmışlardır. Çünkü, başarılı
bürokratları
yaşattıklarında ileride kendilerine rakip olacağını
bildikleri için
hiçbirine yaşama hakkı tanımamışlardır. O
nedenle bürokratlara
buradan sesleniyorum:
- Ben idealist bir
bürokratım.
- Ben çok başarılı bir
genel müdürüm.
- Ben çok başarılı bir
bölge müdürüyüm, dediğiniz anda
politikacı sizi
öldürecektir. Hatta öyle ki, bulunduğunuz yere
sizi tayin ettiren
milletvekili bile olsa sırtınızı döndüğünüzde
hançerini
saplayacaktır.
İşte Adana
politikasının 35-40 yıllık politik panoraması
budur. Bu nedenle
Başkent'te Adanalı ne bir genel müdür,
ne bir müsteşar, ne de
diğer seksiyonlarda birer başarılı kişi
çıkmamıştır. Çıksa bile
kısa zamanda yakalanıp, birer birer
yok edilmiştir. Birkaç
tane de son yıllarda çıkmasına rağmen,
onlar da politik alanda
silinip gitmişlerdir. Politikaya atılacak
bürokratlara da önerim
şudur:
İyi bir müsteşarsanız.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-270-
İyi bir genel
müdürseniz.
İyi bir genel müdür
vekiliyseniz.
İyi bir bölge
müdürüyseniz, aklınızda da ileride politika
yapmayı koymuşsanız,
sakın ola ki en yakınınıza bile:
- Ben politika
yapacağım, demeyin...
Sakın ola ki,
idealistlikten söz etmeyin. Çünkü idealist
olanların ileride
başarılı birer politikacı olacağı düşünülür.
İdealist olsanız bile
bunu çevrenize sakın ola ki göstermeyin.
Çünkü öyle olduğu an,
etrafınızda birkaç kişi de sizi alkışladı
mı? O yörenin
milletvekili Ankara'da rahatsız olarak, sizi
yok edecektir, yani
öldürecektir. Nasıl olacaktır bu? Yerinizden
edecektir. Başka
kentlere tayininizi çıkarttıracaktır. Tüm
bunlar olmayınca özel
yaşamınızla oynayacaktır. Çünkü
politika isimli oyunun
kuralı budur. Bu kurala göre oynayacak
olan siyasetçi, rakip
olabilecekleri önceden öldürecektir.
Yani, politikada
öldürme yeteneği olanlar yaşarlar.
Abdulkadir KAÇAR
-271-
ADANA’NIN
İKİ DEV POLİTİKACISI,
DURAK
VE ÇOLAK’TIR
Ben poltikada
anlattıklarımı örneklerle kanıtlamak için
yerel politikayı
anlatmak istiyorum. Dolu dolu yaşadığım,
hatta yönlendirdiğim,
tanığı olduğum için yerel politika
anılarım çok zengindir.
Örneğin Adana’da son 30 yıl içerisinde
iki tane politikacı
yetişmiştir. Bunlar Aytaç Durak ve Selahattin
Çolak’tır. İkisi de
zaman zaman iyi dostlarım, en iyi arkadaşlarımdır.
Hatta daha da öteye,
benden gelen mertlikler vardır.
Ancak zamanla
özverilerimin karşıladığını bulamadığım gibi
bir de baktım ki,
felaketin göbeğine düşerek zararlarını
görmüştüm.
Politikacının bu
acımasız kurallarına rağmen, gerek
Selahattin Çolak gerek
Aytaç Durak önemli yerlere gelebilir.
Çok daha farklı
olaylarda olabilirdi, ama üzülerek
belirtmeliyim ki,
bunların hiç birisi olmadı.
Burada şunları da
itiraf etmem gerekiyor ki ; Selahattin
Çolak’ta Aytaç Durak’ta
Adana için büyük şans olan, her
ikisi de büyük yetenek
olan, politikayı çok iyi bilen kişilerdir.
Aytaç Bey’in politik
zekası, Rus Satranç şampiyonu Yuri
Kasparov gibidir.
Selahattin Bey ise daha cesur, atak,
korkusuz, örgütçü
hareket eden ve bu yönüyle de başarıyı
yakalamıştır. Birlikte
politika yaptığımız içinde Aytaç Durak’ın
politikasını her zaman
tercih ederim, zekasından zaman
zamanda çok
yararlandığımı itiraf etmek istiyorum.
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-272-
SIKIYÖNETİM
DÖNEMİNDE
SELAHATTİN
ÇOLAK LOBİSİ YARATTIM
Türkiye 12 Eylül 1980’e
doğru yaklaşırken anarşi kana
doymayan bir canavar
haline gelmiş, Adana’da ile Günde 4-
5 kişi öldürülüyor ve
cesetleri at arabalarında sürekleniyordu.
Kimin ne zaman
katledileceği belli değildi. İşte böyle bir
vahşet içinde
sivillerden demokratik bir anlayış beklenemezdi.
Bu da askeri davet
ediyor, gereğini yapması davetiyesi
çıkartıyordu. Başka bir
deyişle 12 Eylül’ün her zaman meşru
olduğuna inanmıştım.
Çünkü, bu darbe bir gün, bir gecede
oluşmamıştı.
İnsanlarımız Türkiye’de neden sağcı solcu diye
ikiye bölünmüştü ?
Politikacılar neden başarısızdı ? Hepsi
de bir ananın çocukları
olan sağcı – solcu diye ayrılan gençler
ellerine silahları alıp
nasıl canavarlar haline dönüşmüştü ?
Ben 12 Eylül’ü meşru
bulduğumu, yapılması gereken bir
hareket olduğunu
söylerken hep aksini düşünmüşümdür.
Eğer, bu harekat
yapılmamış olsaydı, Türkiye yüzde yüz iç
savaşa girecek, ülke
toprakları ikiye bölünmüş olacaktı. Ve,
sağcı – solcu diye
masum kamplara bölünen insanlarımız
bunu bilinç dışı olarak
yapacaklar, kendilerini ülkerinin
parçalanmasında bir
kobay olarak kullanan insanların gerçek
yüzelerini daha sonra
gördüklerinde tanımayacaklardı…
Abdulkadir KAÇAR
Burada bir vahşetin,
bir kıyının panoramasını çizerken
şunlarıda vurgulamak
istiyorum :
O dönemde yeni yeni
sloganlar atarak demokrat bir
tavırla ortaya
çıktığını iddia eden solcular, nerede fakir polis,
öğretmen, bekçi,
öğrenci, sanatkar, varsa onları katlettiler.
Hem sağcıların, hem de
solcuların, 15 bin kişinin katledildiği
1980’e kadar gelen
olaylarda bir tek zengin kişiyi öldürmemişlerdir.
Rüşvet, anarşi
döneminde de oratay çıkarak,
katliam yapanları
etkilemişti. Başka deyişle, yaşayabilmek
için gerek sağ, gerek
sola paralar hortumladıkları için
kendilerini bu savaştan
tecrit etmişlerdir.
12 Eylül 1980
ihtilalinin Adana yönüne bakacak olursak,
darbe sabahı ben Güney
Haber Gazetesi’nin başındaydım.
6. Kolordu ve sıkı
yönetimin ilk paşası da, ufak – tefek ama
sapına kadar asker olan
tanıdğım en cesur paşaralardan
Nevzat Bölügiray’dı.
İhtilalle birlikte, şeytanın temsilcisi olan
siviller, masumiyetin
temsilcisi askerlerle kanca atmaya,
onlarla iş birliği
yapmaya çalışmışlardı.
- Nasıl tanışırız
askerle ?
- Asker neden hoşlanır
?
- Acaba, bir işimizi
hangi yollarla halledebiliriz ?
Bunların hesaplarını
yapıyorlardı…
12 Eylül 1980’nin Adana
Belediye Başkanı da Selahattin
Çolak’tı, ve son derece
başarılı çalışmalar yapan, halkıyla
bütünleşen, halkını
seven, bir kişiydi. Hele hele o günlerde,
gazeteciolarak benim
kafamdaki yeri doldurmayan
kahramandı. Türkiye’de
Selahattin Çolak’tan başarılı ve daha
büyük Belediye Başkanı
yoktu. Bir insana tapılır mı ?
Kelimenin tam anlamıyla
ona tapıyordum. İhtilalle birlikte
başkan Selahattin
Çolak’a bir şey olacak diye aklım gidiyordu.
-273-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
Hem hizmetleri sayısız
ve sınırsızdı, Adana tarihinde
görmediği büyük
hizmetlerle tanışıyordu, hem konuşması
etkiliydi, hem de
yakışıklı, halkının gönlünde bir kahramandı…
İhtilalciler
Türkiye’nin tüm Belediye Başkan-larını
görevden bir bir el
çektirirken, ben o günlerde sıkı yönetim
ve asker korkusunu
düşünmeden sabahlara kadar çalışarak
onun yaşamını,
çalışmalarını anlatan SELAHATTİN ÇOLAK
özel sayısı çıkartmıştım.
Onun ne kadar başarılı, ne kadar
özverili, halkı ne
kadar çok sevip – tanıdığını, taraflı– yansız
hizmetler yaptığını
anlattığım o özel sayıda 1. Sayfada attığım
manşet şöyleydi :
TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK
BAŞKANI SELAHATTİN
ÇOLAK’TAN DAHA BÜYÜK
YOK, BÖYLE BİR BAŞKAN
SAKIN OLA Kİ GÖREVDEN
ALINMAMALIDIR.
İşte bu sıralarda
Nevzat Bölügiray Paşa gitmiş, yerine
Burhaneddin Biga’lı
atanmış, soruşturmalar başlatmış, kriz
masası da oluşturmuştu.
Bende sıkı yönetim çok samimiyet
kurmuştum. Gerek kurmay
başkanı, gerek Burhaneddin
Paşa, ile sık sık
görüşüyor, Selahattin Çolak sevgisi’yle kulis
yapıyordum. Bu
davranışımda beni tehlikelere itiyordu.
Selahattin Çolak’ın saf
ve masumluğundan söz eden bir
kulisin başında da
Adanaspor Antrenörü Gündüz Tekin
Onay’ın ağabeyi Yılmaz
Tekin Onay vardı, O da asker kökenli
olduğu için kolorduya
rahatlıkla girip – çıkıyordu.
Selahattin Çolak’a
zarar gelmemesi için bir araya
gelmiştik. Bu fikrimizi
Kurmay Başkanı Albay Turgut
Nasun’la, Bilga Paşanın
yardımcısı Mümtaz Ün’e de aşılamıştık.
Birkaç defada
Selahattin Çolak göz altına alındı,
alınacak diye duyduğum
için :
-274-
Abdulkadir KAÇAR
- Böyle başkan nasıl
gözaltına alınır ?
- Sayın Çolak’a nasıl
soruşturma açılır ? diye itirazlar
ediyordum… Aklanması
içinde elimden gelen her türlü gayreti
göstermiş Burhaneddin
Bigalı Paşa’ya da etki etmeye başlamıştım.
Bir gün Bigalı Paşa’nın
huzuruna çıktım :
- Erol, kulislerini
duyuyorum, anlıyorum. Sen Bölügiray
Paşa’dan bana
emanetsin. Seni seviyoruz ama bu propagan
da işinden vazgeç.
- Hayır paşam, Adana’ya
hizmetleri olan büyük bir
başkan, Selahattin
Çolak için bunları söylerim :
- Bekle gör… demişti.
Bigalı’dan azar
işitmeme rağmen Turgut Nasun, Yılmaz
Tekin Onay, Mümtaz Ün
Paşa ile aynı şeyleri söylemeye,
yukarıya iletmeye devam
etmiştim. Bir gün makamındayken
bir telefon geldi,
Sekreter:
- Sıkı yönetimden
arıyorlar… deyince rahmetli Kenan
Gedikoğlu :
- Ben yokum, ben yokum,
Erol burada ona bağla…
demişti.
Gülümseyerek telefona
çıktım, sıkı yönetim Sekreteri
Fikret Albay’dı.
- Erol, yarın sabah,
yıkan giyin, traşını ol, duanı et ve
Kolorduya gel.
Bende şafak atmıştı, bu
çağrıda bir farklılık bir mesaj
vardı.
- Hayırdır Albayım ?
Sen dediğimi yap.
Ertesi sabah erkenden
gidip yukarı çıktığımda biraz
bekleyin, biraz sonra
size bilgi verilecek.
Beklemeye başladım, ama
o günlerde her gün yüzlerce
kişi gözaltına
alınıyor, yargılanıyor, cezaevine konuluyordu…
-275-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
Adana da o gün oluşan
farklı atmosferden etkilenmemek
olanaksızdı…
Bir süre sonra beni
tanıyan bir subay geldi, telaşlıydı.
- Erol, biraz bekle
Paşa çok sinirli, yatışsın sonra seni
içeri alacağım.
Dizlerimin bağı
çözülmüştü, biraz sonra içeriye doğru
yürüken, ayaklarım
geriye geriye gidiyordu sanki. İçerisi
biraz loştu, bir yanda
mini bir meclis toplantısı yapılıyordu…
Bu mecliste Turgut
Nasun, Mümtaz Ün, Yılmaz Tekin
Onay’ı gördüm,
Burhaneddin Bigalı Paşa, her zaman:
- Erol’um hoş geldin…
derken:
- Erol Bey, biraz
yaklaşır mısınız ?
Ben hemen askeri
adımlarla yaklaştım, hazırol
vaziyetine geçtim. Bir
gün önce orduevinde dost olarak çay
içtiğimiz Paşa bu gün
farklı konumda, bende farklıydım.
Paşanın yüz hatları
simsiyah olmuştu. Öfkeyle sağ yanına
doğru eğildi,
masasından bir dosya çıkarttı, bana doğru attı:
- İşte dosya… dedi.
Afalladım,
- Hayırdır Paşam ?
Anlamamıştım ki, lobi
oluşturduğum Selahattin Çolak’la
ilgili bir iddia
dosyasıydı. Benim bu kulislerim adamların
laflarını
karıştırmıştı… Herkes korkudan birbirlerine
bakıyordu, dosyada ne
olduğunu da bilemiyordum. Ama,
asker bana korkuyla
birlikte saygınlık ve güvende telkin
ediyordu. Masaya
yaklaştım:
- Paşam paşam bir iki
kelime konuşmama izin verir
misiniz ?
- Konuş Erol Bey konuş…
Yılmaz Tekin Onay
dudaklarını ısırıyor, Turgut Nasun
Paşa kıpkırmızıydı,
onlarda ne olduğunu bilemiyorlardı.
-276-
Abdulkadir KAÇAR
Mümtaz Bey çok klasik
saf ve temiz bir paşaydı, sürekli
gülümserdi. Ama bende
Çolak’a o kadar çok bağlıydım ki,
onu o kadar çok
seviyordum ki, insan demek ki, o atmosferde
her şey yapabilirmiş.
Benim içim o savunulması gereken bir
kahramandı, bizde onu
kurtarmaya çalışan fedaileri ve
yardımcılarıydık…
- Paşam, benim dosya
elinizde, neler yaptığımı kim
olduğumu
biliyorsunuzdur.
- Biliyorum Erol Bey,
zaten bilmesem şimdiye kadar
seni çoktan zındana
atmıştım bile…
- Paşam şunu da
bilmenizi istiyorum ki, ben Erol Erk
olarak yoksuzluk,
haksızlık, adaletsizlik yaparım. Ama, bir
Selahattin Çolak böyle
bir şey yapmaz.
Paşa bu sözlerim
üzerine hiç konuşmadan yüzüme bir
dakika süreyle baktı,
baktı, baktı… Çok keskin ve kararlı
tavrım karşısında
hiçbir şey söylemeden dosyayı alıp
çekmecesine attı…
Benim Selahattin
Çolak’la ilgili söylediklerime, hala
yaşıyorlarsa, Turgut
Nasun, Mümtaz Ün ve Yılmaz Tekin
Onay tanıktır. Eğer,
ben orada, Selahattin Çolak’la ilgili sözler
söyleseydim, her şey
farklı olabilirdi. Ve, Sayın Çolak, bundan
büyük zararlar
görebilirdi. Ama, ona olan inancım, saygım,
bağlılığım, yaptığım
savunmam paşaların bile fikrini
değiştirmeye yetmişti.
Ha, yaşamımı ortaya
koyarak savunduğum, zındana
atılmayı göze alarak
söylediğim bu ifadem ve davranışım
Çolak tarafından çok mu
takdir gördü ? Beğenildi ? Hayır.
Sadece bir televizyon
programındaki canlı yayında.
- Erol Erk’te bana sıkı
yönetimde yardım etmişti…
diyebildi…
-277-
Tek Kişilik Gazeteci Okulu
- Erol ERK
-278-
Abdulkadir KAÇAR
ABDULKADİR
KAÇAR’IN YAYINLANMIŞ DİĞER ESERLERİ...
Çivi (Günlük Yazılar)
Kılçık (Günlük Yazılar)
Dan Dan
Adana’dan (Ortak Kitap)
Çukurova
Evliyaları
Mini Şiirler
Mini
Şiirler-2
Hazır
Değilim Ölüm (Şiir)
Denemeler
Büyük Kitap
Adliye ve
İnsan (Fotograf
Katalogu)
Adana
Belediye Meclisi (Fotograf Katalogu)
Deli
Yücel’in Anıları
Sevgi Sensin
Sevgiye
Yolculuk
Düşünüyorum
Altın Fırsat
Günce ve
Fotograflarla Adana Deprem Gerçeği (Ortak Kitap)
Genç Şiir 93
Yazar-Çizer
Dünyası (Ortak
Kitap)
Yoksulluğun
Erdemleri
Üstün İnsan
Çağın
Efendisi Para
Kel Tekin’in
Anıları
Chp’nin Ulu
Çınarı Nebile Ataç’ın Anıları
Kırım TATAR
Türkleri
Son Filozof
Abdulkadir Kaçar
Yaşam Bana
Ben Kendime Ödülüm
Vasiyet
Ölüm Kitabı
Youtube’nin
Son Kahramanı Abdurrahman Boztaş...
Sen
Hangisisin?
Sanalizm,
Ceyhan daki
Kırım Türkleri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder