7 Ekim 2024 Pazartesi

EROL ERK

Efsane Gazeteci

EROL ERK

ve Anıları



Gazetecilik geçmişten günümüze üstlendiği önemli misyonla

kişilere, topluma ve tarihe karşı büyük sorumluluk gerektiren

önemli bir meslek dalıdır.

Dünyada yayınlanan ilk gazeteden günümüzün zengin sosyal

medya mecrasında bu işi üstlenmiş meslek mensuplarına kadar

geniş bir perspektifte mesleğinin gerektirdiği insani ve tarihi

sorumluluğun bilinciyle hareket eden sayılamayacak kadar çok

gazeteci vardır.

Dünyada genel kabul görmüş mesleki kriterleri baz alarak

üstlendiği vazifenin hakkını veren tüm gazetecilere bu vesileyle

bir kez daha saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

1950'li yıllardan itibaren Adana medya dünyasında gerek

yaygın gerekse yerel gazeteler ve televizyon kanalları aracılığıyla

aktif gazetecilik, gazete sahipliği ve yöneticiliği görevlerinde

bulunmuş Erol Erk'in 40 yıllık döneme yayılan hatıralarını bu

mütevazi çalışma aracılığıyla meraklılarının ilgisine sunduk.

Gazeteci Abdulkadir Kaçar'ın 1993 yılında hazırladığı 'Adana

Bab'ı Ali'si yazı dizisi kapsamında 35 günlük bir söyleşinin ardından

kaleme aldığı ve küçük bir bölümü Yeni Güney Haber Gazetesi'nde

tefrika edilen yazı dizisi bu çalışmayla ilk kez kitap haline getirildi.

Sarıçam Şehir Kitaplığı'nın ikinci ürünü olarak huzurlarınıza

gelen bu çalışmaya emek veren herkese teşekkür ediyorum.

Kitaplığımızın yeni eserlerinde buluşmak temennisiyle iyi okumalar

diliyorum.

Bilal ULUDAĞ

Sarıçam Belediye Başkanı

Her gazeteci 'çağının tanığıdır' denir. Bu çok doğrudur. Çünkü

gazeteciler yaşadıkları dönemde normal bir insanın görmedikleri,

bilmedikleri, ulaşamadıkları, bilgilere ve kişilere ulaşarak elde

ettiği bilgileri mensubu olduğu medya kanalıyla kamuoyuna yansıtır.

Erol Erk, yerel ve ulusal anlamda döneminin en yıldız ve en

başarılı gazetecisidir.

Mesleğini aktif şekilde sürdürdüğü dönemde siyaset, yerel

yönetim ve güncel konularla ilgili pek çok olayın içine bizzat girmiş,

inanılmaz bazı olayları yaşamış ve görev yaptığı gazeteler aracılığıyla

bunları topluma yansıtmıştır. Bu haliyle de günümüz gazetecilerine

örnek bir davranış sergilemiştir. Bu arada aktif olduğu dönemde

mesleğe başlayan gazeteciler içinde bir rol model pozisyonu

üstlenmiştir.

Erol Erk, 1950'lerden başlayıp 1990'ların başına kadar Adana

ve Türkiye medyasında önemli bir görev üstlenmiştir. Bu kitapta

yer alan anıları ışığında değerlendirdiğimizde Erol Erk, kendisiyle

aynı dönemde gazetecilik yapmış pek çok meslektaşından daha

önde, daha öncü ve daha yönlendirici bir kimlik taşımıştır.

Tüm gazeteci meslektaşlarımın üstad Erol Erk'i örnek alarak

gördükleri, yaşadıkları, tanık oldukları olayları kaleme alıp

kendilerinden sonraki kuşakların faydalanabilmesi için ölümsüzleştirmeleri

en büyük mesleki sorumluluktur.

Bu vesileyle tecrübeli bir gazetecinin hatıralarını kaleme

alan Çukurova Gazeteciler Cemiyeti'miz üyesi Gazeteci–Yazar

Abdulkadir Kaçar'a ve bu kıymetli söyleşinin gazete kolleksiyonları

arasında kaybolmasına izin vermeyip kitaplaştıran Sarıçam Belediye

Başkanı Bilal Uludağ'a tüm meslektaşlarım adına teşekkür ederim.

(Temmuz 2014)

GAZETECİ ÇAĞININ TANIĞIDIR

Cafer ESENDEMİR

Çukurova Gazeteciler

Cemiyeti Başkanı

EFSANE GAZETECİ EROL ERK…

1979 yılında Hürriyet Gazetesinin Adana bürosunda

mesleğe başladım…

İlk duyduğum, en çekinilen, en büyük gazeteci, efsane

lakabıyla bilinen Erol Erk’ti…

Gün geldi birlikte çalışma şansım oldu… Yeni Güney

Haber Gazetesinde 5 yıl sorumlu yazı işleri müdürlüğü ve

yazarlık yaptım…

Hayatımın en özgür gazeteciliğini Erol Erk döneminde

yaptım…

Hakkımda en fazla tazminat ve ceza davası yine o

dönemde açıldı…

Erol Erk bir dönem Adana hatta Türkiye gazeteciliğine

damgasını vuran efsane bir gazetecidir…

Söylediklerimin doğruluğunu da anılarını okuduğunuzda

anlayacak ve bana hak vereceksiniz…

Onunla çalışmak, onu tanımak, her şeye rağmen

güzeldi…

Sağlıklı uzun ömürler diliyorum…

...

ABDULKADİR KAÇAR

2014 Adana Türkiye

(Gazeteci-yazar)

BİLAL ULUDAĞ BAŞKANIMA

TEŞEKKÜRLER…

Sarıçam Belediye Başkanım Sayın Bilal Uludağ;

1990'lı yıllarda kaleme aldığım dosyalar arasında

unutulmaya yüz tutmuş bu anıların kitaplaşmasını, gün ışığına

çıkmasını sağlayarak, Adana ve Türkiye medya tarihine

önemli bir hizmeti yapmış oldu…

İnsanlar gelip geçicidir, kalıcı olan eserlerdir…

Bir söz vardır; ÂLİM UNUTUR, KALEM UNUTMAZ…

Bu hizmetinizle medya tarihine damganızı vurdunuz…

Sağ olunuz, var olunuz…

Saygılarımla…

ABDULKADİR KAÇAR

2014 Adana Türkiye

(Gazeteci-Yazar)

BİRİNCİ BÖLÜM

MAVİ TULUMLU İŞÇİYDİM .........................................................................................1

CASUSLUK ÖYKÜSÜ GECE YAŞAMIYLA TANIŞTIRDI ............................................8

GECE YAŞAMINA ESRARENGİZ ROZETA’YI TANIYARAK ADIM ATTIM ...............18

LEOPAR KÜRKLÜ ESRARENGİZ SEMRA YAŞAMIMI DEĞİŞTİRDİ .......................24

“EROL ROZİTA’YLA NE YAPACAĞINI SANA SÖYLEYECEĞİZ….” ........................32

ROZETA HAVALI BİR KADIN ...................................................................................38

KIRMIZI KARANFİL OPERASYONUM YÜZDE YÜZ ETKİLİ OLMUŞTU .................48

VE BALIK YEME GELDİ ...........................................................................................55

EROL BİR GÜN KAYBOLURSAM BENİ ARAR MISIN ? ..........................................63

İKİNCİ BÖLÜM

ILICAK VE SİMAVİ DEMOKRAT PATRONLARIMDI .................................................79

TÜRKİYENİN SOYGUN HARİTALARI TBMM’NİN NEMLİ MAHZENLERİNDE ........81

27 MAYIS 1960 İHTİLALİNİ MİT ÖNCEDEN BİLİYORDU ........................................83

LİDERLERİN EN BÜYÜK HASTALIĞI SEPTİZM (ŞÜPHECİLİK) TİR.......................84

LAİKLİĞİN BEKÇİSİ HARBİYEDİR ...........................................................................87

EROL ERK'İN TIRNAKLARINI ÇEKECEKLER... ......................................................90

İŞTE YEREL BASININ GÜCÜ ..................................................................................93

GÜNEY HABER EFSANEDİR ................................................................................101

IŞIK YURTÇU ELİMDE BÜYÜDÜ ...........................................................................105

EŞEK ARILARININ DELİĞİNE ÇOMAK SOKTUM .................................................107

ERSİN AYDIN’LA ANAVATAN’DAN YAVRUVATANA ...............................................110

ERSİN AYDIN’I GÖTÜREN MOTOR KAYBOLDU ..................................................116

HERKES AĞLIYORDU ...........................................................................................120

İNGİLİZ GAZETECİNİN DEV TEKLİFİ ....................................................................123

ŞEHİT OLDUĞUMA ADANA AĞLIYORDU .............................................................126

GÜL’E SAVAŞTA AŞIK OLDUM ..............................................................................128

KIBRIS BARIŞ HAREKATININ GÖBEĞİNE DÜŞTÜM ...........................................132

KIBRIS BARIŞ HAREKATINI DÜNYAYA DUYURAN İLK GAZETECİYİM ..............136

ÇİĞDEM’LE ÖLÜM YOLCULUĞUM ...................................................................... 140

SOĞUKOLUK BATAKLIĞINA İLK BASKINI YAPTIM ..............................................148

SAYFALARDA DEVRİM YAPTIM ............................................................................152

İÇİNDEKİLER

SOĞUKOLUK MAFYASININ LİSTESİ VE JAMES BOND ÇANTA .........................156

PATRONİÇE ALTINLARI ÖNÜME YIĞDI ................................................................161

TERCÜMAN’DA EYALET VALİSİYDİM ..................................................................164

İSKENDER AYVALIK ..............................................................................................167

ADANA’YA TEMSİLCİ OLARAK DÖNDÜM ............................................................169

ÖZER ÖZTEP’İN İSPİYONU ...................................................................................171

KEMAL KINACI ARKAMDAN HANÇERLEDİ ........................................................174

EŞKİYA KOÇERO’YU YARATTIM ..........................................................................177

TOROSLAR’DA DÜŞEN UÇAK İLK FACİA HABERLERİMDİ .................................180

EROL SİMAVİ’YE HAYRANDIM .............................................................................183

MESLEKİ ACIM .......................................................................................................185

EROL SİMAVİ’NİN SEKRETERİNİ BULDUM .........................................................189

KAÇAKÇILIK ŞEBEKESİNİ YAKALADIM ...............................................................190

MİLLİYET ELİMDEN KURTULAMIYOR KEÇİ NİHAT YİNE KÜSTÜ ......................193

ALAADDİN KUTLU’YU ÇILDIRTTIM NİHAT GEVEN’İ ATLATTIM ..........................195

ECEVİT LİDER OLAMADI ......................................................................................197

DEMİREL KENDİSİNİ BASINA KABUL ETTİREMEDİ ............................................199

MENDERES’İN HATALARI .....................................................................................202

ŞEREF BEY’İN ŞOK EDEN HAREKETİ .................................................................205

MENDERES BÜYÜKTÜ ..........................................................................................207

YILMAZ GÜNEY ARKADAŞIMDI ............................................................................209

ÇUKURKAVAKLI KOMİNİSTTİR .............................................................................212

YAŞAR KEMAL BUGÜN’ÜN ARMAĞANIDIR ........................................................214

ADANA BABIALİSİ ÇAKMAK CADDESİ .................................................................215

MUAZZEZ ABACI’YI KEL HANEFİ’NİN PAVYONUNDA DİNLEDİM .......................217

AJDA PEKKAN’I ADANA YARATTI .........................................................................220

BİRSEN ARMAĞAN’I SOĞUKOLUK’TAN KURTARDIM AMA ................................227

MAGAZİN DÜNYASINDA DEPREM YARATACAK AÇIKLAMALAR .......................232

BERGEN GERÇEKTENDE ACILARIN KADINIYDI ................................................234

SİYASİ İKTİDARLARIN 2. ELLERİ ÇOK TEHLİKELİDİR ........................................239

TÜM YOLLAR AHMET, EFE ÖZAL AİLESİNE ÇIKIYORDU ...................................242

GÜNÜMÜZDE İKİNCİ EL ÖZER ÇİLLER’DİR ........................................................246

TERCÜMAN’DAN AYRILIŞ SIRRIMI AÇIKLIYORUM .............................................249

GÜNEY HABERİN DOĞUMU .................................................................................253

ÖMER BİLGİN’İN BTP TEKLİFİ ..............................................................................257

24 SAATTE MDP’Lİ OLDUM ...................................................................................265

ÖLDÜRME YETENEĞİ OLANLAR POLİTİKADA YAŞARLAR ...............................268

ADANA’NIN İKİ DEV POLİTİKACISI, DURAK VE ÇOLAK’TIR ...............................271

SIKIYÖNETİM DÖNEMİNDE SELAHHATTİN ÇOLAK LOBİSİ YARATTIM ............272

-1-

MAVİ TULUMLU İŞÇİYDİM

Her zaman, her yerde söylemekten gurur duyduğum

cümleyi burada bir kez daha dile getirerek yaşamımı anlatmak

istiyorum. Ben, gazeteciliğe başlamadan önce Adana Tekel

Fabrikası’nda çalışan sabah 06.00’da kart basıp, akşam

19.00’da çıkan mavi tulumlu bir işçiydim.

Beni öykü yazmaya teşvik eden de ünlü opera sanatçımız

Aydın Gün’ün kardeşi olan Şefim Hamdi Gün’dü. Bu

saygıdeğer yöneticim sayesinde daktilonun başına geçer,

zaman zaman ufak - tefek öykü denemeleri yapardım, ama

yazdıklarımın gün gelipte yayınlacağını, ya da bir gazetede

yer alacağını hiç düşünmüyordun, sanmıyordum.

1952 yıllarında Adana Babıalisi; Çakmak Caddesi’ydi.

Türkiye’nin en ünlü şöhretleri (Gazeteci, sinemacı, yazar,

sendikacı vb.) hep bu cadde de yetişmiş ulusal ve evrensel

olmuşlardır. Nihat Oral’ın sahibi olduğu Bugün Gazetesi de

Çakmak Caddesi’nde yayınlanan cesur, kararlı, yürekli, en

etkili ve yetenekli gazeteydi. Ayrıca, Yeni Adana, Vatandaş,

Türksözü, Selahattin Canka’nın sonradan çıkarttığı

DEMOKRAT Gazetesi de o döneme mühürünü vuran günlük

yayınlardı.

BİRİNCİ BÖLÜM

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-2-

Hiç unutamıyorum; bir gün üzerimde mavi işçi

tulumuyla yazdığım öyküyü BUGÜN Gazetesine götürdüm,

sonradan hocam olacak Gazetenin Müdürü Çoban Yurtçu

ile karşılaştım. Nev-i şahsına münhasır bir usta olan Çoban

Yurtçu’nun üzerimde o andan itibaren başlayan ve bugünde

süren, büyük bir etkisi vardır. Aslında onunla ilk karşılaşmamın

sonradan başlayacak olan büyük serüvenimin ilk

dakikaları olduğunuda bilmiyordum Makamına girdiğim de

etkileyici, vakur bir görüntüsü vardı, yavaş yavaş masasına

yaklaştı hazır ol vaziyette ilk öykümü korkarak uzatırken:

-Efendim, bir öykü yazdım, acaba bunu gazetenizde

yayınlayabilir misiniz ?

O bilinen sert ifadesi ile yüzüme baktı, etkilenmesi

olanaksız olduğu için ağır ağır ve hakim olduğu harflerden

oluşan sözcüklerle şöyle dedi:

-Peki, bırak şuraya inceleyim…

O sırada karşı odada benim gibi yeni gelen, muhabir

olduğunu sonradan öğrendiğim birisi hızlı hızlı, hatta

uçarcasına daktilo yazıyordu. Aynı yaşıtım olan bu genç

arkadaş hafifçe başını kaldırınca göz göze geldik. İşte o

andan bugüne kadar dönemin büyük ustalarından birisi olan

bu kişi Kenan Gedikoğlu idi. O anı, sevgi dolu, saygılı, dürüst

bakışı BUGÜN Gazetesi’ne girmemin gerçek nedenlerinden

birisi oldu. Gazeteye bıraktığım öykümün hemen sayfalara

gireceğini düşünerek ertesi sabah işe gitmeden önce gazete

bayi’ne uğrayarak, BUGÜN Gazetesi’ni aldım, ama benim

öyküm yayınlanmamıştı. O günkü heyecanımı bugün bile

unutamıyorum, Aradan biraz zaman geçince Ander Abi

koşarak yanıma geldi:

-Erooool Müjdemi ver, bak öykün yayınlanmış…

Abdulkadir KAÇAR

-3-

Gerçektende inanamıyordum, kalbim duracak gibi

atıyordu, heyecanlanmanın ötesinde tuhaflaşmış, aptallaşmıştım.

Fabrikada bu olay kulaktan kulağa birkaç dakika

içinde yayılmıştı.

Çalışan bütün arkadaşlarım sırayla tebrik ediyorlardı:

- Bravooo Erol,

- Helal olsun.

- İşte böyle başarılar seni ileride ünlü birisi yapacaktır.

- Tebrikler Erol..

- Kitaplarını da bekliyoruz..

Ama, ben işin tam olarak bilincinde bile değildim. O

nedenle, şu anda bile o yazdığım ilk öykünün ismini anımsıyamıyorum.

İşte ilk öykümün Çoban Yurtçu tarafından yayınlanmasından

sonra kendime özgüvenim gelmiş, BUGÜN

Gazetesine daha sık uğramaya başlamıştım. Bu gidiş-gelişler

o kadar sıklaşmıştı ki, 19.00’daki paydos saatinden sonra

koşarak gazeteye gidiyordum ve o zamanın gelmesini

sabırsızlıkla bekliyordum. Artık yaşamımda fabrikadan sonra

gazete ilk sırayı alıyordu. Gazeteye gitmekten, o atmosferi

solumaktan, oradaki insanlarla birlikte olmaktan büyük

mutluluk duyuyordum. O dönemde Kenan Gedikoğlu ile de

ilişkilerimiz iyice gelişmişti. Herkesin yanına yaklaşamadığı

köşe yazarı Hakkı Gülmen’le de çok samimiydi. Av. Kemal

Göksel de gazetenin köşe yazarları arasındaydı, onunla da

çok iyi anlaşıyordum.

Ve 1952 yılında 140 Lira maaşla gazetenin muhabir

kadrosuna girdiğimde işçi tulumumu çıkartıp dostlarımın

verdiği bir ziyafetle gazeteciliğe ilk adımımı attım. BUGÜN

Gazetesi’nde 7 yıl geceli gündüzlü sürecek olan serüvenim

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-4-

başlamış oldu. Ama hiç bir şey dışarıdan görüldüğü gibi

değildi. Özellikle Çoban Yurtçu’nun öğretmenlikten gelen

disipliniyle, o gençlik döneminde oldukça sıkıntılı günler

geçirirken bir taraftan da iyi eğittiğini anladım. Zaman zaman

çok duygusal olmasına rağmen Çoban Yurçu’yla birlikte çok

büyük ve sancılı günler yaşadım…

Çoban Yurtçu bana ilk görev olarak adliye muhabirliğini

verdi. Ama, fabrika işçisi iken öykülerimin noktasına bile

dokunmadan yayınlayan, bana ‘ŞEHİR NOTLARI’ isimli köşe

yazısı yazdıran Çoban Yurtçu haber yazmam konusunda

üzerimde olağan üstü baskılar kuruyordu, hatta beni

bunaltıyordu. Sabah gittiğim adliyeden akşamüzeri dönüyor,

haberimi yazıp Çoban Bey’in masasına koyuyordum. O ise

yazdıklarımı önce okuyup sonra yırtıp çöp kutusuna atıyor,

yeniden yazmamı istiyordu. Buna çok üzülüyordum. Öyle

ya köşe yazmak, öykü yazmak, uzun söyleyişler yapmakla

kalıplarına uygun haber yazmak çok farklıydı, bende bu

konuyu bir türlü kavrayamıyordum. Ama, çabalarım devam

ediyor ısrar ediyor ve asla vazgeçmiyordum. Aradan biraz

zaman geçince, Çoban Yurtçu haberlerimi artık üzerinden

düzelterek gazeteye koyuyordu, yani birinci etap olan yırtıpatmayı

geçmiş, ikinci etaba başlamıştım. Serbest söyleyişlerle

çok başarılıydım. Denemelerimin bir tek noktasına dokunmadan

yayınlıyordu. Ama, günün her dakikası, saniyesi

benim üzerimde baskı kuruyor, bunalıyor, bunalıyordum.

Bir gün annem sıkıntılarımı farketmiş olmalı ki çağırdı,

dizinin dibine otutturdu :

-Oğlum (Gazetecilik gazetecilik dedin ama her yanın

sinir küpü oldu) Eğer, bu işi beceremeyeceksen kendini daha

Abdulkadir KAÇAR

-5-

fazla tüketme, fabrikana geri dön, orda yükselirsin, ileride

ustabaşı, makam sahibi birisi olursun…

Annemin bu söyledikleri beni etkilemişti :

-Hayır anne, inat ettim, bu işin en iyisini, en üstününü

ben yapacağım, hiç bir güç beni yolumdan döndüremez…

Aslında, anneme bunları söylerken çok sıkıntılıydım,

çünkü Çoban Yurtçu’nun üstümdeki baskısı arttıkça artmış,

intihar etmeyi düşünmeye başlamıştım. Hatta bir akşam

Seyhan Nehri üzerindeki Taşköprü’ye gidip demir trabzanlara

yaslandım. Ay ışığında bile pırıl pırıl akan bu nehre atlayıp

atlamama arasında gidip geliyordum ki, bir el omzumu

şefkatle kavradı, dönüp baktığımda 60,70 yaşlarında nur

yüzlü bir kişiydi. Ya bir sarhoş, ya garip, ya da evliya gibi

bir adamdı. Bilge bir üslupla sordu :

-Evlat, deminden beri, seni izliyorum, bir şeyler düşünüyorsun

galiba ?

Durakladım, biraz kekeledim:

-Şey, şu anda bir şey düşünecek durumda değilim,

yalnız yaşamdan da, çalıştığım iş yerinden de nefret ediyorum,

ölmek istiyorum kısacası…

Kırış kırış yüzlü, çok tatlı bu kişi güldü :

- Evlat kaç yaşındasın ?

- 20 yaşındayım.

- Evlat, yaşam, yaşamaya ne de ölmeye değmez, ama

adı yaşamdır. Gel sen bu ölüm işinden vazgeç, önünde uzun

yılların tadını çıkartmaya çalış…

Düşünce yapım bu sözlerle değişmişti ki. O kişi; beni

sonu yüzde yüz intiharla bitecek ölümden kurtarmıştı. Birden

silkindim ve kendime geldim, eve dönmeye karar vermiştim.

Annemin hazırladığı yemekleri bir güzel ve iştahla yedikten

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-6-

sonra rahat rahat bir uyku çekerek, sabah gazetedeki işime

daha da hırsla sarıldım, o bilge kişinin söylediği gibi, yaşamı

sürdürmek, meslekte başarılı olmak gerekiyordu…

Tüm bu çelişkiler, sıkıntı ve bunalımlar içinde öykü ve

denemelerimi de yazıyor, gazetede yayınlamaya devam

ediyordum. Beni gerçekten yaşama bağlayan, coşkumu

arttıran bir olayda Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan ‘SERSERİ’

başlıklı öykümdü. Böylece kendime güvenim daha da artmış,

yaşamı dört elle kavradığımın bilincine varmıştım. BUGÜN

Gazetesinde ‘FANTAZİ’, ‘ŞEHİR NOTLARI’ köşem de

başarıyla sürüyordu, Çoban Yurtçu bile köşelerimi çok

beğendiğini söylüyordu.

Günler su gibi akıp geçerken, mesleğimin ilk cinayet

haberine gitmemi söyleyen Çoban Yurtçu, başarılı olmam

için öğütlerde bulunuyordu. Adana’nın ünlü kabadayılarından

Karikatür Duran’ın kız kardeşini kocası öldürmüştü.

Çoban Yurtçu :

- Erol, bu cinayetin hem haberini, hem de geniş bir

röportajını yazacaksın. Ünlü kabadayı Karikatür Duran’ın

ailesi ile ilgili yazacağın her şey çok ilgi çeker.

Görevi aldıktan sonra koşarak cinayet yerine ulaştım,

Avluya girdiğimde Boşnak güzeli bir kız olan Karikatür

Duran’ın kız kardeşi sapsarı saçlarıyla kanlar içinde yatıyordu.

Yüzünde o donuk, durağan, korkunç görüntü, yaşamında

ilk defa bir cinayet haberine giden gazeteci olarak beni şok

etmişti. Tek bir kelime alamadan koşarak Hacıbayram

Karakolu’na gittim. Orada yine bana meslek yaşamımda

ağabeylik yapacak olan Hilmi Kürklü’yle ilk defa karşılaştım.

Demokrat Gazetesi’nin polis muhabiri olarak o da cinayet

haberini izliyordu. Ama, mesleğe benden önce başladığı için

deneyimli bir kişiydi. Ayaküstü yaptığımız konuşmalardan

Abdulkadir KAÇAR

-7-

benim öykülerimi okuduğunu, beğendiğini, ilerisi için ümit

verdiğimi, acemi olmam nedeniyle beni tüm gücüyle

yetiştireceğini söyleyince sevinmiştim.

Berberlik mesleğini bırakarak gazeteciliği seçen Hilmi

Kürklü orada cinayetle ilgili notlarını verip haberi nasıl

yazacağımı anlatmıştı. Gazeteye geldiğimde Kenan Gedikoğlu

da bu ilk cinayet haberimi yazmamda bana yardımcı olmuştu,

daha sonraki yazı dizimde okurların büyük takdirini

kazanmış, olumlu puanlar almıştım.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-8-

CASUSLUK ÖYKÜSÜ

GECE YAŞAMIYLA TANIŞTIRDI

Adana’mız pamuk, buğday, narenciyesi kadar gece

eğlencelerinin odağı olan pavyonlarıyla da Türkiye de bir

ekoldü. 1960’larda Ziyapaşa Bulvarı gazinolarla doluydu.

Renk renk ışıkları, botanik bahçelerini andıran dev

sarmaşıkları, okaliptüsleri, palmiyelerin arasına kurulan

localarıyla pavyonlar eğlence dünyasına açılan kapılardı.

Gönül Yazar’lar, Sevim Tuna’lar daha pek çok sanatçılar

buralarda çalışarak ünlü olmuşlardır. Aynı şekilde Kemani

Hasan Özçivi, Darbukacı Hüseyin İleri, Şenyaylar Kardeşler,

Coşkun Erdemler’ler ve adını duyamadığım daha yüzlercesi,

binlercesi Adana Pavyonlarında sanatlarını icra ederek

Türkiye’de ünlü olmuş kişilerdir…

İşte, bu pırıl pırıl gecelerde 45 yıllık süren meslek

yaşamımda bir casuluk öyküsüne karıştırılacaktım. Bu da

benim gece yaşamıyla tanışmamı sağlayacaktı.

1950’li yılların sonlarına doğru o zamanlar Adana’nın

en etkili yerel gazetesi olan BUGÜN’de çalışan 20-22

yaşlarında, çubuk gibi pırıl pırıl bir delikanlıydım. Çocukluğumdan

bu güne kadar yurtseverliğimden, milliyetçiliğimden

kimse zerre kadar kuşku duymamıştı. Atatürk

sevgisi de gençlikte, hatta doğuştan itibaren oluşan benim

dünya görüşümün kaideleriydi. Bu özelliklerim çevremde

Abdulkadir KAÇAR

-9-

çok iyi biliniyor, izleniyor, seviliyordu. İşte bu nedenlerimden

dolayı beni baş aktör olarak casusluk öyküsünün içine atmıştı.

BUGÜN Gazetesi’nin bulunduğu Çakmak Caddesi

Adana’nın ünlü bir gezi mekanıydı. Çalışma masamda bu

caddeye bakıyordu, gelip geçenler de gazetemizi şöyle bir

göz ucuyla süzerlerdi. O yıllarda mesleğe yeni atılmanın

heyecanı ve gururuyla koltuğumda oturmanın heybetini

taşıdığımı, coşkusunu yaşadığımı söylersem de beni kimse

lütfen yanlış anlamasın. Çalışma masamdan gelip geçen genç

kızları süzerdim.

- Acaba, bunlar bana ilgi duyuyor mu ? Genç kızlar

beni beğeniyorlar mı ?

Hatta bazen daktilo yazarmış gibi yapıp, kimseyi

ürkütmeden dışarıyı kolaçan ediyordum. Onların arada bir

benimle olan düşüncelerini öğrenmek istiyordum…

Bekar olmanın verdiği coşkuyla akşam saatlerinde Kız

Lisesi’nin önüne gidip, oradan çıkacak kızları bekliyor, onun

çocuksu heyecanıyla yaşıyordum. Kadınları ise sadece

Çakmak Caddesi’nden ve akrabalarımdan tanıyordum. Gece

yaşamının kapısını bile bilmiyordum. Hatta, akşamları eve

geç kaldığımda babamdan bir ton azar işitiyordum. Nereden

bilebilirdim ki, yaşamım hiç ummadığım bir tesadüfe

karışacak, devlet güçleri beni bir manken gibi kullanarak

Rus Casusu Kadını Rozeta’yı yakalatacaktı? İşte gazetecilik

mesleğimde karşılaştığım, yaşamımın rengini değiştirecek,

ilk macera budur. Üstelik benim gece yaşamına girmeye iten

olayların başlangıcıda budur. O günlerde kıymetli patronum

Nihat Oral , gazetede dizgicilik yapan Muzaffer Bey, gece

aleminin ünlü isimleri arasında yer alıyorlardı. Ayrıca,

Vatandaş Gazetesi’nin sahibi Mahmut Karabucak’ta bu

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-10-

ekipteydi. Bu kişiler gece sabahlara kadar yaşadıkları

maceraları gündüz ballandıra ballandıra anlatıyor, onları

duyuyor merak ediyordum :

- Bu alem nasıldır ? Nasıl girilir ?

- Orada yaşam nasıldır ?

Ama bir yandan da çalıştığım BUGÜN Gazetesi’nden

aldığım 140 lira maaşla hiçbir şey olmayacağını da tahmin

ediyordum, üstelik param olsada ayrıca gece alemine

giremezdim. Çünkü, kapısını bile bilmiyordum. İşte çiçeği

burnunda, tertemiz, çubuk gibi, ince narin bir gazeteci olarak

dünyanın sınırları böyleyken BUGÜN Gazetesi’nde oturduğum

bir gece vakti saat 21.00 de iki meçhul kişi geldi,

kapıda :

- Erol Erk kim? dediklerinde, koşarak kalktım :

- Benim buyurun efendim.

- Erol Bey, kabul ederseniz, bir kahvenizi içmeye geldik,

olur mu ?

- Çok memnun olurum hay hay buyrun.

Bana karşı böyle nazik, saygılı davranan bu kişiler

hoşumada gitmişti. Bir ara gazetede yer alan küçük fantezi

yazılarımı okuyup- beğenen hayranlarımın olduğunu

düşündüğümde içimden daha da çok sevinmiştim. Bu saygı

değer iki kişiyi patronum Nihat Oral’ın makamına aldım,

gece çalışanlara iki kahve yaptırdım, bu kişilerle güya sohbet

ediyorduk:

- Nasılsınız Erol Bey ?

- İyiyim … ya siz nasılsınız ?

- Bizde çok iyiyiz…

- Gazeteye başlayalı kaç yıl oldu ?

- Birkaç yıl oldu efendim, henüz genç sayılırım.

Abdulkadir KAÇAR

- Ama, biz sizin yazılarınızı, günlük olarak okuyoruz

çok da beğeniyoruz, hoşumuza gidiyor dikkatimizi çekiyor.

Bu konuşmalar sürerken gelen kişilerin kim olduklarını,

neden gazeteye geldiklerini benimle niçin konuştuklarını

bir türlü soramıyordum. Bu ilginç kişiler benim ileride

yaşamımı çok büyük ölçüde değiştirecekler, etkileyeceklerdi.

O sırada sadece:

- Afedersiniz bende sizleri tanımak isterim, dedim

Birbirlerine bakıp gülümsediler:

- “Bizler sizi tanıyoruz” lafı hoşumada gitmişti. Çünkü,

bir iki yıllık gazeteci olmama rağmen tanınmış olmak güzel

bir duyguydu. Böyle çabuk tanındığım için kendimle gurur

duymuştum.

- Herhalde benim yazdıklarımı da takip ediyorsunuz?

- Evet, her gün okuyoruz ve senin kim olduğunu

biliyoruz.

Onların bu sözleri merakımı daha da arttırmıştı,

heyecanlanmıştım, o sırada şöyle dediler :

- Sen tam bizim aradığımız kişisin…

O gece geç saatlerde gazetede tektim, Kenan Gedikoğlu

gitmişti, Çoban Yurtçu da çıkmıştı, iki yabancı ben üçümüz

baş başa oturuyorduk. Aklıma da yavaş yavaş kötü şeyler

gelmeye başlamıştı. Adana’da oluşan cinayetler film şeridi

gibi gözümün önünden geçiyordu. Ama, ben henüz o büyük

haberleri giremiyordum, çünkü yeni bir gazeteciydim, sıradan

bir muhabirdim. Güçlükle ve sesim titreyerek:

- Afedersiniz, nasıl tam sizin aradığınız kişiyim ?

Bu iki kişi aşırı heyecanlandığımı görünce,

- Erol Bey, heyecanlanmanıza gerek yok…

Beni güya yatıştırmak istiyorlardı. Yüzüm pembe pembe

-11-

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

olmuştu, utanmıştım, biraz çekinmiştim. Kahvelerinide

bitirdikleri için hemen ayağa fırladılar:

- Bugünkü görüşmemiz bu kadar yanına daha sonra

yeniden geleceğiz. Bugün sizi sadece yakından görmek ve

tanımak istedik hepsi bu kadar… Gerçektende çok dürüst,

saf, bir insana benziyosun. Kahve için teşekkür ediyoruz…

Bu kişileri kapıya kadar yolcu ettim ama başka hiç bir

şey sormamıştım. Onlar çekip gidince o saatten sonra

kuşkularım heyecanım daha da artmaya başlamıştı. Hatta

çekinmiştim, olayı babama bile anlatmak istiyordum. Çünkü,

yaşımın daha genç olması nedeniyle sorunlarımı ailemle

paylaşmak istemiştim. Özellikle anneme - babama saygım

çok büyüktü, ancak heyecanımıda bu arada gizlemeye

çalışmam gerektiğini biliyordum.

Aradan uzun bir süre geçmişti, bu iki kişinin beni

unuttuklarını düşünmeye başladığım zaman saat 21.00’e

doğru yine telefon çaldı, kaldırdım, nazik bir ses :

- Erol Bey, nasılsınız ?

- Çok teşekkür ederim kimsiniz ?

- Hatırlamadınız galiba, geçenlerde ziyaretinize gelip

kahvenizi içmiştik ya. İşte, biz o kişileriz. Ama, şu anda

arkadaşım yok, sadece ben arıyorum, sizinle görüşmek

istiyorum:

- Buyurun gazetemize gelin, kahve içelim.

- Tamam, bende zaten bunu bekliyordum, yarım saat

sonra oradayım.

Telefonu kapatmıştım ama yine heyecan basmıştı beni.

Yanaklarım al al olmuştu. Başıma nelerin geldiğini ya da

geleceğini çözüyordum. Kendi kendimede düşünüyordum:

- Erol sen bir çeteye mi karıştın?

-12-

Abdulkadir KAÇAR

-13-

- Erol tehlikenin içine mi giriyorsun ?

- Yazdığın haberle birisine hakaret mi ettin ?

Telefon açan kişi gerçekten de yarım saat sonra gelmişti,

yine patronum Nihat Oral’ın makamına almıştım...

- Öteki arkadaşınız neden gelmedi ?

- Haa, onun işi vardı, gece sadece ben gelip sizinle

sohbet etmek istemiştim.

İsminin Naci olduğunu söyleyen kişiyle kahvelerimizi

içtik yüz yüze bakıyoruz, yine dereden tepeden konuşuyoruz:

- Nasılsınız ?

- İyiyim. Ya siz ?

- Bende iyiyim ?

İçimde sormam gereken çeşitli sorular yankılanıyor

- Beyefendi siz kimsiniz ?

- Beyefendi beni neden arıyorsunuz ?

- Beyefendi açık konuşur musunuz ?

Bu soruların hiç birisini soramıyordum. Bir süre sonra

Naci Bey açıldı,

- Erol Bey, sizin gece hayatınız var mı ?

- Hayır Naci Bey ?

- Peki, gece dışarıya çıkar mısınız ?

- Hayır efendim.

- O zaman sizin kadın arkadaşlarınız da yok.

- Yok tabi…

- Erol Bey, senin gibi genç, yakışıklı bir delikanlının

kadın arkadaşı olmaz mı ? Olması gerekmez mi ?

Düşündüm, sustum.

Naci Bey bana ‘Kadın’ konusunu sorunca bu kişilerin

kadın tellalları olduğunu düşünmeye başlamıştım. O konuşmasını

sürdürdü :

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-14-

- Yarın akşam benim davetlim olmayı kabul eder misiniz?

Oldukça afalladım, çünkü gece hayatım olmadığı gibi

gece bir yerlerde yemekte yememiştim… Bir nefeslik bir

düşünmeden sonra :

- Hayhay… dedim.

O tarihlerde Bebekli Kilise’nin yanında Adana’nın en

ünlü KONAK Oteli bulunuyordu. Eski Koç Otobüslerinin

kalktığı yerde.

- Erol Bey, yarın saat 20.00’de Konak Oteli’nde buluşalım,

benim davetlim olursunuz.

O otelde de ünlü kabadayılardan Karikatür Duran

kalmıştı, ismini oradan biliyordum, ama onun lüks lokantasına

ilk defa gidecektim.

Ertesi gün, davete uymak gerekiyordu, her zaman

yiğitlik ve korkusuzluk olduğu için bu onurlu davranışı da

gösterme şartı vardı. Çok şık giyinerek Otel’e gitmiştim.

Ahşap olan binanın ikinci katına çıktığımda Naci Bey’i

sordum, Garsonlar birden etrafımı sarıp:

- Naci Bey, sizi bekliyor…dediler, beni onun masasına

beş - altı garson birden götürdü.

Naci Bey, beni ayakta karşılayıp, saygıyla elimi sıkmıştı.

İçkili, temiz, lüks bir lokantada kadınlı erkekli gruplar çeşitli

konularda yüksek sesle konuşuyorlar, kahkahalar atıyorlardı.

Naci Bey, centilmence:

- Erol Bey hoş geldiniz.

- Sağolun hoş bulduk…

- Sen buralara hiç gelmedin galiba, böyle telaşlı ve

heyecanlı olduğuna göre.

- Hayır, ilk defa geliyorum, sizin tarifiniz üzerine buraya

çıktım.

Abdulkadir KAÇAR

-15-

Sonradan gecelerin kralı olacak Erol Erk’in başına

gelen işlerin heyecanını anlatayım da, bana herkes hak versin.

Bir süre oturduk:

- Ne alırsınız ?

- Bir duble rakınızı alayım.

Servisler geldi, soğuk mezeler, sıcak yemekler, meyveler,

tatlılar her şey dolu doluydu…

Naci Bey sık sık:

- Erol Bey, sıkılmayın, rahat oturun, bakın herkes nasıl

mutlu kahkahalarla gülüyor, sen de gül rahat ol.

Aslında Adana da o dönem pavyon artistlerinin dışarıya

çıkmaları yasaktı, ama bazen kaçamak olarak gelip, Adana

kebabı yiyorlar, müşterileriyle kahve içiyorlardı. Ben de

etrafıma saf saf bakarken, garson yanımıza gelip, eğilip Naci

Bey’in kulağına bir şeyler söyledi :

- Efendim, konuğunuz geldi…

Naci bey, hemen ayağa fırladı

- Gelsin, buyursun… dedi.

İçeriye leopar kürklü, kalın kaşlı, beyaz benizli Türkücü

Hülya Süer’in benzeri 30 yaşlarında bir kadın girdi. Naci

Bey ayakta karşıladı, kadını yanıma oturttu:

- Hoşgeldiniz… dedi

Garsonlar kürkünü, çantasını alırken, Naci Bey, bana

dönüp tanıştırdı:

- Semra Hanım, Erol Bey… Erol Bey, sıkılma Semra

benim akadaşım...

Semra Hanım, bıçkın, nazik, buğulu bir ses tonu ile

çok güzel bir kadındı. Yaşamımda ilk defa böyle bir kadınla

yan yana oturuyordum… Naci Bey ve Semra Hanım şakalaşıp

gülüşüyorlardı.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-16-

- Konuğumuzu nasıl buldun Semra ?

- Yeni tanıştık,

- Erol Bey gazetecidir, bu gece kendisini ağlıyorum,

sıkılmasın diye de seni çağırdım.

Naci Bey bana döndü:

- Erol, sende katılsana bize.

Sesimi çıkartmadım, Semra Hanım ekledi :

- Çok genç ve yakışıklı bir delikanlıymış.

Yüzlerim utandığım için pembe pembe olmuştu…

- Erol kaç yıldır gazetecisin ?

- Hanımefendi, yeni sayılırım.

- Gazetede neler yazıyorsun bakalım ?

- Adliye muhabiriyim, cinayet davalarını izliyorum, bir

de polis olaylarına gidiyorum.

Gece geç saate kadar sohbet ettik, zaman oldukça

ilerlediği için izin istedim:

- Eve geç kaldım, gitmem gerekiyor.

Semra Hanım alaycı alaycı güldü:

- Ne yani, siz evden hala korkuyo musunuz ?

- Hayır, şeey aslında anneme-babama çok saygılıyım,

özellikle babam çok disiplinlidir. Geç kalırsam, önce gazeteye

gider, arayıp bulmasa olmaz.

O yıllarda Melekgirmez’de oturuyorduk, izin verdiler

kalkıp gitmek üzereyken, Semra Hanım o buğulu sesiyle

sordu :

- Erol Bey, zaman zaman sizi arayabilir miyim ? Yanınıza

gelebilir miyim ? Gazetede kahveni içebilir miyim ?

- Hayhay, ne zaman isterseniz, gelip benim kahvemi

içebilir, ziyaret edebilirsiniz…

Abdulkadir KAÇAR

-17-

- Erol Bey, sizin gözünüzü biraz açacağız…

- Teşekkür ederim, iyi geceler… deyip ayrılmıştım.

“Gözünüzü açacağız” sözü beynimin içinde yankılanıp,

duruyordu,

- Gözümü nasıl açacaksınız diye soramamıştım.

Eve geldiğimde uzun süre yatağımın içinde bir sağa bir

sola dönüp durdum bir türlü uyuyamıyordum. Kendi kendime

de :

- Oğlum Erol, başına büyük işler açıyorsun.

Önce iki erkek ziyaret ediyor, kahve, içiyor, sonra bir

kadın-bir erkek yemeğe davet ediyor, “Gözünüzü biraz

açacağız” diyorlar.

Bu nasıl iştir anlayamadım…

Yorgunluğun etkisiyle uyuyup kalmıştım…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-18-

GECE YAŞAMINA ESRARENGİZ

ROZETA’YI TANIYARAK ADIM ATTIM

Semra ile ilişkilerimiz daha sonraki günlerde de devam

etmişti. Samimiyetimiz öyle ilerlemişti ki, her gün telefonla

halimi- hatırımı soruyordu. Ama, aramızdaki ilişkileri çözmem

olanaksızdı. Bana aşık bir kadın mıydı ? Gizli görevli miydi?

Casus muydu ?

Bunları bir araya getirip kafamdaki mozaiklerden bir

sonuç çıkaramıyordum. BUGÜN Gazetesi’ndeki Çoban

Yurtçu’nun makamında otururken telefon çalmış, ben

açmıştım, karşımdaki kişi Semra’ydı.

-Erol Bey, bu gün İstasyon Lokantası’nda buluşalım mı?

-Şeey, yani.

-Buluşalım buluşalım, bu gün belki daha ciddi konular

konuşuruz…

İlk defa bu laf hoşuma gitmişti, bir süreden beri

yaşamımın etrafını saran esrarengizlik dalgası biraz dağılacak,

gerçeği daha net biçimde görme şansını yakalayacaktım.

-Peki, mutluluk duyacağım.

-O zaman saat 15.00’te yarın orada buluşalım.

-Peki, gelirim.

Abdulkadir KAÇAR

-19-

Saat 15.00 ‘te yine giyinip- kuşanıp, şık biçimle faytonla

lokantaya gidiyordum. Ne de olsa karşımda güzel bir artist

bulunuyordu, bir bayan vardı. Kendisine karşı herhangi bir

cinsel his duymuyordum ama, gençlik maceramın başlangıcında

olduğum içinde tuhaf ve pembe duygular taşıyordum.

İlk defa bir artistle arkadaşlık yapıyordum. Üstelik, her geçen

gün biraz daha gizemli rüzgarlara kaptırıyordum kendimi.

Randevu saatinde karşı karşıya oturmuştuk. Söze Semra

girdi:

-Erol istersen aparitif bir şeyler alalım.

-Peki

Garsona emir verdi,

-Erol Ağaya hafif bir cintonik yapın.

Yaşamımda ilk defa cintonikle orada tanışmıştım…

Üstelik garsonların Semra’ya karşı iki kat biçimde saygı

göstermesi beni çok etkiliyordu. Demek ki, bu lokantaya sık

sık gelenlere garsonlar böyle davranıyorlardı. Semra ile

cintonik içip fıstık yerken biraz rahatlayınca söze başladım:

-Semra, beni ziyaret eden esrarengiz kişiler piyasada

yoklar, sadece Naci bey zaman zaman telefonla arayıp hatırımı

soruyor. Bu kişiler neden benim yanıma geldiler ? Seninle

neden tanıştırıldık ?

Şu anda karşımda sadece sen varsın, bir şeyler sormaya

kalktığımda benim lafımı başka yerlere çeviriyorsunuz, siz

kimsiniz ? Benden ne istiyorsunuz ? Gece-gündüz şüpheler

içinde yaşıyorum, lütfen beni anlayın kimseye de bir şeyler

anlatmıyorum, çok tuhaf durumdayım. Nedir bu olayın gerçek

yüzü ? Ben bir maceraya mı atıldım ? Bir yanlışın içinde

miyim ? Üstelik bana aşık olmanız olanaksız. Çünkü, daha

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-20-

olgunsunuz, siz olgun erkeleri seversiniz, ben sana layık bir

kişide değilim üstelik. Saf, toy, deneyimsiz bir gencim.

Böyle kararlı, birazda sinirli konuşmamda havayı

yumuşatmak için gülmüştü, yüzündeki ben yüzüne yayılınca

da:

-Erol, belki sana aşık olmuşumdur. Sen çok hoş bir

delikanlısın, tam bizim istediğimiz gibisin.

Ellerimi tuttu:

-Erol, inan bana sen çok temiz, pırıl pırıl, bir çocuksun.

Öfkem geçmemişti:

-İlk defa, sizin sayenizde, esrarengiz bir olaya girerek

kaşarlanmış oluyorum. Ben gazetede yazı yazmaktan başka

hiçbir şey bilmeyen küçük dünyası olan kişiydim. Dünyam

gazetemdeki Müdürüm Çoban Yurtçu, Patronum Nihat Oral,

sık sık bisikletini sakladığımız Dizgicimizdi… Benim bu

küçük dünyamı allak-bullak ettiniz.

-Erol, o halde küçücük dünyana biraz renk katmak

istiyorum.

-Nasıl bir renk ?

-Bak göreceksin, çok beğeneceksin bu rengi şimdi sana

anlatacağım.

Bu cümleler beni biraz rahatlatmıştı, o zaman gerçeğe

doğru yakınlaşıyordum ve çok sevinmiştim.

-Evet, bekliyorum.

-Var mısın, Adana’nın gecelerine götüreyim seni.

Ürpermiştim, Adana’nın renkli gecelerini bilmiyordum.

Zevk sahibi, iri heybetli, kalıplı, saygın bir kişi olan Nihat

Oral, yani patronum bu yaşama girip- çıkıyordu. Onun girdiğiçıktığı

yere uğramam olanaksızdı. Ben ona karşı aşırı

Abdulkadir KAÇAR

-21-

saygım ve sevgimden dolayı, birazda korkumdan neredeyse

geceleri sokağa bile çıkamıyordum.

- Peki nereye götüreceksin ?

- Adana’mızda harika gece kulüpleri var, oralara

götürmek istiyorum.

- Peki, oradaki eğlenceler kaçta başlayıp – kaçta bitiyor?

- Bunları sorma, yaşayarak öğreneceksin. Yarın saat

20.00 de giyinip buraya gel tamam mı ?

- Tamam anlaştık…

Bu kezde aklım eve takılmıştı ? Anneme - babama hangi

yalanları söyleyecektim ? Neyse, zamanım yaklaştıkça anneme

– babama Çoban Yurtçu ile Adana Kulübü’ne gideceğimizi,

geç kalırsam merak etmemelerini söylemiştim. Babam da:

- Aferin oğlum, seninle gurur duyuyorum, sana inanıyor,

kötü bir yola sapmayacağına inanıyorum:

Oysa gittiğim yol gerçekten kötü değildi, ama maceralı

bir yolun eşiğindeydim, büyük bir serüven denizinde kulaçlar

attıkça dalgalar daha da büyüyordu.

Çağla yeşili takım elbisemi giyip İstasyon Lokantasına

gittiğimde Semra da beni bekliyormuş, birlikte yemek yedik

ben bir an önce gidip-sonra eve erken dönmekte istiyordum.

- Kaçta gideceğiz Semra ?

- Saat 23.00 te başlıyor eğlenceler, ama biz 22.00’ye

kadar burada oturalım, sonra kalkarız…

- Nereye gideceğiz ?

- Seni Adana’nın en ünlü eğlence merkezi olan Yıldız

Gazinosu’na götüreceğim biraz bekle…

Gerçekten de Yıldız Gazinosunda diğerleriyle birlikte

Ziyapaşa Bulvarın’daki Eski Güney Haber ve MİT binasının

olduğu köşedeydi. Botanik bahçesini andıran bahçede

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-22-

dünyanın bütün çiçekleri açıyordu, tam bir cennetti. Adana’nın

bitmeyen renkli geceleri oralarda yaşanıyor ve bitiyordu.

Semra’ya sordum:

- Peki, Yıldız Gazinosu’nda ne yapacağım ?

Gülümsedi:

- Ne yapılacağını bilmiyor musun ? Hiç gitmedin mi ?

- Hayır, vallahi gitmedim, ilk defa seninle gideceğim.

Kahkahalarla gülmüştü…

O kahkaha atarken beni büyük bir korku sarmıştı,

çünkü, üzerimde hiç para yoktu. Maaş zaten 140 liraydı,

Semra zaten bu sıkıntımı fark etmiş olmalı ki, hemen beni

rahatlatmak istemişti :

- Erol, sen işin parasal yönünü hiç düşünme, oraya

benim konuğum olarak gideceksin, bütçenin dar olduğunu

çok iyi biliyorum. Bu aleme para yetmez, oradaki hiçbir

masrafa karışmayacaksın. Bu lokantada dahi senin paran

geçmez…

- Semra sen öyle diyorsun ama, ben erkeğim ve bir

eziklik duyuyorum. Masrafları ben karşılamak isterdim aksi

takdirde çok ağrıma gider.

Gülmüştü:

- Hayır hayır, biz dostuz, arkadaşız, asla ağırına

gitmesin…

Sonra tekrar kafamı kurcalayan bir soru sordum:

- Semra beni neden Yıldız Gazinosun’na götürmek

istiyorsun ?

Hemen söze girdi:

-Erol, sana ufak ufak bilgiler vereyim. Yıldız

Gazinosu’nda Türkiye’nin en güzel artistleri çalışıyor.

- Bu artistlerle ben ne yapacağım ?

Abdulkadir KAÇAR

-23-

- Program izleyip, eğleneceğiz o kadar.

- İyi…

- Yalnız senden küçük bir ricam var, sakın küçükte olsa

bir pot kırma, falso yapma.

- Neden ?

- Çünkü, seni Türkiye’nin ve Adana’nın en güzel

artistleriyle tanıştıracağım. Adı ROZİTA İtalyan kızı, harika

bir kişi …

- Rozita mı ?

- Rozita…

- Peki, Rozita’yla benim ilişkim nedir? Neler olacak?

Gülerek:

- Gençsin, delikanlısın, erkeksin birazda bu renkli

dünyaya kapı açmalısın. Yaşamına heyecan, renk kat. Sabah

gazeteye gelip, akşam eve gidiyorsun, artık yaşamayı öğren

Erol Erk, yaşamayı…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-24-

LEOPAR KÜRKLÜ ESRARENGİZ SEMRA

YAŞAMIMI DEĞİŞTİRDİ

Ertesi sabah erkenden uyanıp, gazeteye koşmuştum.

Çünkü, Müdür Çoban Yurtçu’nun mesai saatlerine olan

hassasiyetini bildiğim için her dakikanın hesabını soruyordu.

O gün ve ertesi gün beni kimse aramayınca yine

endişelenmeye başlamıştım. Çünkü, Semra beni çok

etkilemişti. Naci Beyden de haber çıkmamıştı. Üçüncü gün

öğle vakti Kenan Gedikoğlu yazılarını erkenden bana bırakıp

gitmişti, Çoban Yurtçu’nun masasında bu yazıları kontrol

ediyordum. Gözüm kapıda, kulağım telefondaydı. Sık sık

dışarıdan gelip - geçenlere de bakıyordum, ama içimde bir

endişe vardı. Saat 13.30’da telefon çaldı, açtım, karşımdaki

buğulu sesiyle Semra’ydı:

- Erol Bey orda mı ?

- Evet benim buyurun…

- Erol beni tanımadın mı ?

Tanımıştım ama tanımamazlıktan geldim

- Hayır tanımadım.

- Ben Semra canım, vay hayırsız vay daha geçenlerde

Konak Lokantası’nda buluşmadık mı ?

- Ooo Semra Hanım, nasılsınız ?

Abdulkadir KAÇAR

-25-

- İyiyim Erol, sen çok hoşuma gittin, arayıp halini

hatırını sormak istedim. Çok cazip bir delikanlısın.

- Vallahi bilemiyorum cazip miyim, değil miyim ?

Farkında bile değilim…

- Yok yok alçakgönüllülük etme, çok dikkat çekici

birisin.

- Teşekkür ederim, buyurun.

- Yoo, sadece öyle bir aradım, küçük bir teklifim var

bilmem kabul eder misiniz ?

- Nedir o ?

- Yarın benim davetlim olur musun ? Seninle birlikte

İstasyon Lokantasında bir öğle yemeği yiyebilir miyiz ?

- Tabi, neden olmasın…

Muharrem Gülergin’in ünlü lokantasına bir defa sportif

amaçla gitmiştim. Adana’daki tüm ünlülerin, sporcu ve

politikacısının uğrak yeri olan nadide ve lüks bir lokantaydı.

Ama, gazeteden aldığım 140 lira maaşla bir kadın oraya nasıl

götürürüm ?

Semra bu tereddütümü bildiği için hemen açıklama

yaptı :

- Erol senin ekonomik durumunu çok iyi biliyorum,

takdir ediyorum. Benim davetlim olacaksın, orada sana para

ödettirmem, paran orda geçmez… Yarın saat 14.00’ de

buluşalım.

- 14.00 biraz geç değil mi ?

- Hayır, o saatte lokantada kimse olmaz, oturup baş

başa konuşuruz biraz.

- Peki, saat 14.00 ‘ te oradayım.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-26-

Telefonu kapattım, yine bir heyecan almıştı, karışmaya

devam ettiğim olayların boyutlarını düşünmeye başlamıştım.

Kafamı karıştıran, beni gıdıklayan sorular yankılanıyordu

kafamda. Ama yine de yemeği kabul etmiştim. Ertesi

gün öğle saatlerinde eve gittim, çağla yeşili takım elbisemi

giyerek, bir fayton arabasıyla randevu yerine gittim. Cebimde

de fayton parasını zor yetecek bir miktar vardı. Bunu

düşününce yüzüm bir hayli kızarmıştı. Ama, bana para

ödetmeyeceğini bildiğim, ısrar ettiği için oraya geldiğimi

düşünüp rahatlamıştım. Fayton lokantanın önünde durdu,

indim, 5-6 garson etrafımı sardı :

- Erol Bey Erol Bey, buyurun, buyurun.

Şaşırmıştım :

- Siz beni nereden tanıyorsunuz ?

- Sizin şeklinizi ve saat kaçta geleceğinizi söylediler,

talimat aldık.

Hemen içeride çiçeklerle süslenmiş bir masaya

oturttular:

- Siz, bugün bizim konuğumuzsunuz… Rahat edin…

Semra ortada görünmüyordu, gelip gelmediğini de bir

türlü soramıyordum. Hemen soda istedim, alkol alıp

almayacağımı sorduklarında da kullanmadığımı söyledim.

Birkaç dakika sonra siyah Cadillac marka bir araba lokantanın

önünde durunca garsonlar yine koşuşturmaya başladılar.

Gidip kapısını açtılar, Semra’nın Leopar Derisinden Kürkünü

alıp, masaya kadar eşlik etmişlerdi. Semra, kırmızı bir bluz

giymiş, başına kırmızı bir gül takmış, tıpkı İspanyol dansözleri

gibi salına salına gelip karşıma oturmuştu… İlk sözü şöyledi:

- Çok mu beklettim Erol ?

Abdulkadir KAÇAR

-27-

- Hayır, birkaç dakika oldu. Ama, sizi burada bulacağımı

sanıyordum.

Bu arada servisler yapıldı:

- Nasılsın Erol Bey ?

- İyiyim ama nasıl olmam gerektiğini bilemiyorum. Bir

aydır başıma gelen ilginçlikler, buluşmalar, sizin karşıma

çıkışınız beni hayli meraklandırdı ve tedirgin etti…

- Hiçbir şey yok, kendini üzme, Erol biz bir dost

grubuyuz. Naci Bey seni çok seviyor, arkadaşı da beğenmiş.

Bende seni çok sevdim, dürüst, yakışıklı bir insansın,

sohbetimizi dostluğumuzu seninle devam ettirmek istiyoruz,

hepsi bu kadar, canını sıkma, endişe etme…

O sırada yemeklerimiz, gelmişti, içki içmediğimi

öğrenince çok şaşırmıştı:

- Erol bari bir bira al.

O saatlerde zaten rakı olmazdı, üstelik Tekel’in geçmiş

yıllarda ürettiği siyah bira vardı ve insan içince oldukça

rahatlıyordu. Bira istedim… Zaman zaman İstasyon Büfesi’ne

patronum Nihat Oral’da gelip – giderdi, onu düşününce bu

kez heyecanlanmaya başlamıştım, alnımdan boncuk boncuk

terler beliriyordu, siliyordum, yine kızarıyordum. Semra

şaşırmıştı:

- Hayırdır Erol ? Neden korkuyorsun ?

- Hayır, üşüdüm biraz.

Halbuki ne üşünülecek, ne de sıcaklanacak bir hava

yoktu…

-Gelen biradan iç bakalım…

Birkaç yudum aldım, kendisi de viski içiyordu…

Semra’ya da, sormak istiyordum :

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-28-

- Semra Hanım, siz kimsiniz ? Çok garip biçimde

karşılaştırılıp – tanıştırıldık ? Sizler neden beni seçtiniz ?

Bu soruyu bir türlü soramıyordum… Sürekli bu soruyu

sorup – sormamak için kafamın içinde yankılanırken Semra

birden sordu:

- Erol sen vatanını seviyor musun ?

- Evet çok seviyorum.

- Bayrağı seviyor musun ?

- Evet çok seviyorum.

- Ya milletini ?

- Evet çok seviyorum, tabi seviyorum.

Semra rahatlamıştı,

- Zaten bizde bu özelliklerini bildiğimiz için seni seçtik,

onun için seviyoruz seni. Mazini biliyoruz, tertemiz, pırıl

pırıl…

Yine şaşırmıştım:

- Mazimi nerden biliyorsunuz ?

- Erol sen aynı zamanda asker çocuğusun.

- Ben asker çocuğu olduğumu unutmuştum:

- Bunu nerden biliyorsunuz ?

Sorular peş peşe geldikçe şaşırıyor, şaşırdıkça heyecanlanıyor,

heyecanlandıkça soruyordum:

- Bir yerde gazetecilerle ilgili sohbet yapılırken senin

adın, geçti babanın asker olduğunu söylemişlerdi.

- Öyle miii ?

- Üstelik, Adana’da yeni yeni parlamak isteyen bir

gazetecisin, gülmece konusunda yazdığın yazılar harika...

Gerçekten de gülmece konusunda çok güzel yazılar

yazıyordum.

Abdulkadir KAÇAR

-29-

Aradan saatler geçti, yine hiçbir şey konuşmamıştık

neredeyse ? Kafamdaki soruların hiç birisine yanıt alamadığım

gibi, hayretim daha da artmıştı… Semra:

- Erol vatanın – milletini seven birisi olarak seninle

dostluğumuz devam edecek. Bazen buluşacağız, ayrıca

Ceyhan’da da bir görevim var oraya gidip – geliyorum.

Bir gecede seni oraya götürmek isterim…

Ceyhan’a da birkaç defa patronum Nihat Oral la politik

olarak gitmiştik, hiç bilmiyordum. Israr ederek :

- Yani senin için uygun mu ?

- Olabilir… ama nasıl gidip – geleceğiz ?

Dışarıda duran Cadillac marka arabasını görtererek,

- Sen yarın giyin gel, burada bekle bir şeyler atıştırırız,

bu arabayla gider – geliriz…

Lahavle çekiyordum kafamda binlerce soruyla. Ertesi

gün yine buraya gelecektim. Anneme – babama akşam

çıktığım zaman yalan üstüne yalan söyleyip, ertesi gün yine

fayton arabasıyla Semra’nın İstasyon Lokantası’ndaki

randevusuna gelmiştim. Semra oturuyordu, saçını toplamıştı,

kırmızı bir gül takmıştı… İçimden de geçiriyordum :

- Semra Hanım bana aşık mı oldu acaba ?

Ama, bu soruyu onunu yüzüne karşı sormak ne

haddime… Lokanta’da hafif bir şeyler atıştırdık, Semra

- Erol, yine bira al… dedi.

- Ama, yola gideceğiz,

- Önemli değil, rahatlarsın…

- Olsun canım gideceğimiz yer eğlenceli, çakır keyif

olursun hiç olmasa.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-30-

Gece ilk defa Adana dışına çıkacaktım… Birkaç kadeh

siyah biradan sonra çakır keyif olmuştum, biraz sonra

Ceyhan’a gidecektim ama, içimden korkuyordum. Çevremde

tanıdık kişiler arıyor, ama bulamıyordum… Hatta lokantanın

resepsiyonuna ‘ BEN CEYHAN’A SİYAH CADİLLAC MARKA

ARABAYLA GİDİYORUM ‘ diye not bırakmak istiyordum,

buda olmamıştı.

Eski yollardan geçerek Ceyhan’a vardığımızda, renkli

ışıklarla çevrili kapısından ‘SAZ’ yazılı bir yere gelmiştik,

ama burasının neresi olduğunu bilmiyordum, ilk defa

giriyordum. Yine kapıda garsonlar karşılamıştı, etrafımızda

iki sıra halinde bizi içeriye götürürken bir yandan da iltifat

ediyorlardı :

- Hoşgeldiniz hanımefendi.

- Sizleri görmek ne büyük mutluluk.

- Şeref verdiniz…

- Şuradan buyurun Semra Hanım.

Loş ve izbe bir yerde Semra benden ayrıldı, ve en dipte

yapayalnız bir masaya oturttular. Üzerimde para olmadığı

içinde yine ter basıyordu, garsonlar bu konuyu çok iyi anlayıp

ölçtüklerinden profesyonelce davranıyorlardı:

- Beyefendi, lütfen rahatınıza bakın, Semra Hanımın

talimatıyla siz bizim şeref konuğumuzsunuz…

- Ne emredersiniz ?

- Ben siyah Tekel Birası rica ediyorum.

- Peki… demişlerdi.

Bu sırada, sahneye etleri yanlarından fışkırmış, göbekli,

popolu, takma kirpikli bir kadın çıkıp şarkı söylüyordu,

meğerse okuyucuymuş. Masama yanaştı :

Abdulkadir KAÇAR

-31-

- Erol Bey, hangi şarkıyı emredersiniz ?

Ne şarkı biliyordum, ne de emretmeyi, ama pot

kırmamam gerekiyordu:

- İçinizden ne geliyorsa, onu benim için okuyun.

Kadın sonra ‘NEREDEN SEVDİM O ZALİM KADINI’

şarkısını benim için okumuştu. Bir süre sonra da sahneyi

terk etmişti. Ceyhan’ın toprak ağaları, ekabir takımı, beyler

masalarda kadınlarla birlikte kahkahalar atıyorlardı. Semra

hala yoktu saatler gece yarısını çoktan geçiyordu. Garsonu

çağırdım:

- Semra Hanım nerede ?

Garson, her şeyi bilen bir eda ile gülümseyip, gizemli

bir ses tonuyla:

- Size bir süprizi var efendim…

Bir süre sonra uzun boylu, bir sunucu çıktı, elinde

mikrafon vardı, şöyle demişti :

- Saygıdeğer konuklarımız, gecenin yıldızı, şuh dansöz

SEMRA SARI’yı takdim ediyoruuum…

Sahneye Semra fırlayarak çıktı, bir oynuyor, bir

döktürüyor, hayretle onu izliyordum. Harika bir oryantal

yapıyor ama, benim yüzüme bile bakmıyordu. Çok profesyonelce

davranıyordu, meğerse o harika kadın Semra

Dansözmüş…

Ceyhan o günlerde teksas gibi bir yerdi, şampanyalar

patladı, viskiler açıldı, bir süre sonra Semra kıvıra kıvıra

masama gelip, elindeki kastanyelleri başımda iki defa

şıkırdattıktan sonra kulağıma eğildi:

- Biraz sonra işim bitecek, sıkılma.

Yanağıma da bir öpücük kondurmuştu. 15-20 dakika

daha oynadıktan sonra çekilip gitmişti.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

“EROL ROZİTA’YLA NE YAPACAĞINI

SANA SÖYLEYECEĞİZ….”

Kafamda bilerce soruya bir de ‘ROZİTA’ eklenmişti

tekrar sordum:

-Semra iyi güzel diyorsunda, Rozita ile ben ne

yapacağım?

- Seni şimdi tanıştıracağım, sonra ne yapacağını zaten

biz söyleyeceğiz..

Kafam yine karışmıştı, Ne yapacağını sonra biz

söyleyeceğiz sorusu beynimde yankılanıyordu. Kim söyleyecekti

? Neyi söyleyecekti ? Neden söyleyecekti ? Talimatı

kim veriyordu ? Nerede duracaktı bu esrarengizlik? Bunu

bilemiyordum..

- Peki, Roziya’lla tanıştım, sonra ne olacak ?

- Erol, yapacağın tek şey var.

- Rozita’yı kendine aşık edeceksin.

Haydaaa, başımdan kaynar sular dökülüp, tırnaklarımdan

çıkmıştı… Vücudum ateş gibi yanıyordu, şaşırıp –

heyecanlandım:

- Neee ? Kendime aşık mı edeceğim ? Nasıl olacak bu

iş ? Ben kimim ? Ben neyim ki ?

- Erol’cuğum, Erol’cuğum, bizim senden istediğimiz

küçücük bir rica var, hepsi bu. Tabi, bunların tamamı da bir

-32-

Abdulkadir KAÇAR

gecede olacak diye bir kural yok. Ne yapacaksın, ne edeceksin,

o kadını kendine aşık edeceksin.

- Bilemiyorum, mahallemde tek bir aşık olduğum kızın

dışında kimseyi tanımıyorum. Ufak – tefek maceralarım

olmuşsa da hiçbir zaman aşk macerası falan yaşamadım,

kimseyi tanımıyorum..

- Yahu Erol, gerçektende çok saf konuştuğun kadar saf

olma arkadaş. Sende büyük, çok büyük kendin bile farkında

olmadığın kabiliyetler var, bunu henüz keşfetmemişsin…

İşte bu sözcükler, ileride olacak olaylar konusunda ilk

sözü Semra söylemişti, ve bu kabiliyetlerimin gerçektende

hiç farkında değilmişim…

Adana’nın sosyal yaşamının kalbinin attığı Eski İstasyon

Lokantası’nda, Yıldız Gazinosu’na gideceğimiz saati beklerken

bir yandan da bu konuşmalar oluyordu. Ama benim gerçek

korkum, patronum Nihat Oral’ın gelmesiydi. Etrafa iyice

bakarak tanıdığım olup – olmadığını gözlemliyordum. İyi ki,

hiç tanımadığım simalar vardı. Sadece Muharrem Gülergin’i

ve bazı futbolcuları birkaç defa görmüştüm, onları tanıyordum.

O dünyada yabancı bir kişiydim sanki. Saat 23.00’e doğru

Sema hareketlendi:

- Erol, istersen haydi gidelim.

- Peki, ama kalkalım mı ? oturalım mı bilemiyorum ?

Ben sana karşı büyülenmiş gibiyim. Ne dersen aynısını

yapıyorum. Benim yaşamıma girdiğinizden beri rahatım,

huzurum kalmadı. Zaman zaman çıldıracak gibi oluyorum.

Gel, otur, kalk, git, konuş, sus, hareketlerine dikkat et… Bu

emirlerinize aynen uyuyorum…

-33-

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-34-

Semra bu söylediklerimi bir süre dinledi, biraz tedirgin

olduğumu, çekingen davranacağımı düşünerek yavaş yavaş

konuştu:

- Erol, Vatan ve Bayrak sevgisinin ne olduğunu sen bilir

misin ?

Her yanım ürpermişti:

- Tabi bilirim Sema, Vatanımı, Milletimi, Bayrağımı

sevdiğimi herkes biliyor…

Durdu

- O Halde, Vatanına, bayrağına, milletine hizmet etmek

istemez misin ?

Ama, benim gideceğim yerle vatan-millet-bayrağın ne

ilgisi olduğunu bir türlü çözemiyorum… Bu konuşma üzerine

hiçbir şey diyememiştim, yutkundum:

- Tamam Hanımefendi, kendimi sizin kollarınıza teslim

ediyorum, etki alanındayım, ne istersen onu yapacağım..

Semra sevinmişti:

- O zaman sesini çıkartma, senden istenenleri yaparsın

olur biter.

- Peki, peki dedim.

Biraz sonra siyah Cadillac marka siyah otomabil gelip

bizi aldı, Ziyapaşa Bulvarı’ndaki Gazinoya getirip bıraktı.

Yıldız Gazinosu’da pırıl pırıldı, yıldızların arasında yeşil,

kırımız, sarı lambaların altında muhteşem bir görüntü

sunuyordu. O günler de Yıldız Gazinosu’nun eşiğinden

adımımı atarak, GECE ALAMİNE giriş yapmıştım. Bizi bir

garson ordusu karşılamış, şaşırmıştım. En çok dikkatimi

çeken de Adana’nın yakından tanıdığı daha sonra öldürülen

Yahya o zamanlar gençti, koşarak gelip Sema hanımın elini

öperek:

Abdulkadir KAÇAR

-35-

- Buyurun Hanımefendi…

Bana da ilk defa pavyon alemine girdiğim anda, bir

garson:

- Buyrun Beyefendi… demişti.

Bu garson Yahya’ydı… O, daha ileriki yıllarda çok

sevdiğim o alemin tatlı bir simasıydı. İşi herkesin aşağılık

görebileceği insanlara hizmet etmekti, ama bunu severek,

profesyonelce yapıyordu. Öyle ki, bu garsonlar, gelen

müşterilerin cebinde kaç lirası olduğunu, bunu kaç lirasını

harcayacağını, gazinoda kaç dakika kalacağını, hangi kadınla

kaç dakika sohbet etmek istediğinin röntgenin çekebilecek

kapasitede insan sarrafı profesyonellerdir. Bahçeye girdiğimizde

Semra:

- Yahya, bize şöyle teras’ta bir yer bul, biraz serinlemek

istiyorum..

- Emredersiniz ablacığım…

Teras’a oturduğumuzda etrafımız sarmaşıklarla doluydu,

büyük bir pist, harika bir fıskiyeli havuzu muhteşem biçimde

görebiliyorduk. İçkili kadınlar, birbirileriyle sohbet eden

konuklar, Adana’nın en zenginleri bir araya toplanmıştı. Bu

görüntüleri zevkle izlerken, bir yandan da patronum Nihat

Oral’ın gelip buraya beni görmesinden çok korkuyordum,

birazda bu nedenle tedirgin olmuştum. Nihat Abi de zaman

zaman buraya geliyordu, bir de sevgilisi vardı, ona bir içki

ısmarlıyordu. Beni bu tedirginlikten uzaklaştıran, etrafımızda

garsonların pervane olmasıydı. Kimileri Semra’nın Leopar

derisi kürkünü alıyor, kimisi çantasını, kimisi masayı

düzenliyor, kimisi servis yapıyor, kimisi de hazır ol vaziyette

duruyordu. Semra masaya uymam için cintonik içmemi

istemişti, bir yandan da çılgın kahkahalar yükseliyordu, bu

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-36-

o renkli gecenin ilk başlangıcıydı. Semra bir ara Yahya’yı

çağırmıştı, düğmeleri ilikli, iki büklüm masaya gelen Yahya,

-Emredin ablacığım.

-Yahya, bu arkadaşım gazeteci Erol Eerk, kendisi benim

konuğum, onu eğlendirmek istiyorum, ama bu alemi o fazla

tanımıyor.

Yerlere kadar eğilip seramoni yapan Yahya:

-Hay haaay, başımızın üstünde yeri var. Erol Bey

emretsin ne isterse yapayım ? Erol Bey, Erol Erk, Nihat

Abi’nin gazetesi’nde çalışan kişi mi ? diyince tepeden tırnağa

ürpermiştim, çünkü, beni tanımıştı.

Biraz ürkek bir sesle:

-Yahya Bey, aman Nihat Abi duymasın olur mu ?

-Merak etmeyin Erol Bey, merak etmeyin, Nihat Abi

bu saatte gelmez. O geç gelir, bir kahve içer çeker gider. Ben

sizi asla karşılaştırmam.

Yahya’nın bu teminatı beni rahatlatmıştı…

Semra devam etmişti:

-Yahya, Erol’u bu gece biraz eğlendirelim.

-Yook, bir tek kişi gelecek, o da henüz teşrif etmemiş

herhalde.

Yahya, şöyle bir etrafına bakındı:

-Kimi istiyorsunuz Abla ?

-Rozeta ne yapıyor ?

Yahya birden tokat yemiş gibi susmuştu, yutkunarak,

-Şeeey, Abla Rozeta buranın süper starı, bak şu

gördüğün Kadirli, Kozan masaları hep onun gelmesini

bekliyorlar.

Semra gülerek:

-Ne yani, biz Rozeta ile oturamaz mıyız ?

Abdulkadir KAÇAR

-37-

Yahya endişeliydi:

-Vallahi Abla, bilemiyorum, o programa gelmeden tüm

dakikaları doldu da.

Yahya ile Semra bu konuşmaları sürdürürken kendi

kendime söyleniyordum,

-Bu kadın kimmiş ? Ben onunla ne yaparım ? Kendime

nasıl aşık ederim ? Üstelik Çukurova’nın tüm ağaları- beyleri

kadının peşinde ? Olmaz böyle şey.

Semra bastırıyordu,

-Yahya, Rozeta gelirse benim selamımı söyle, 5-10

dakikasını bize ayırmasını rica ettiğimi ilet, seni kırmaz.

Yahya gittikten sonra Semra’ya:

-Yahu Semra, ne yapıyorsun, baksana kadını kimse

paylaşamıyor, bu lüks kadınla ben ne yapacağım ? Aşık falan

nasıl olacak bu iş ?

Semra rahattı:

-Olabilir, o buranın süper starı olabilir, paylaşılmayan

bir artist olabilir. Ama, senin konumunda çok farklı…

-İtalyan Kızı Rozy, Rozy dudaklarımdan bu cümleler

dökülürken, Semra beni rahatlatmak istiyordu.

-Hiçte kötü birisi değildir, canı sıkılırsa kalkıp İtalyanca

şarkılar söyler, herkesle oturmaz denildiğine bakma, Adana’yı

kasıp kavursa bile seni beğeneceğine inanıyorum…

-Semra, Adana’yı kasıp kavuran kadın, benimle ne, işi

olabilir ki ? Gencim, toyum.

-Kafanı yorma Erol’cuğum.

-Kalantor zenginler varken, bu kız beni ne yapsın,

bugün senin ısrarınla masaya geldi, ya yarın ne olacak ? Ben

nasıl geleceğim ? Nasıl neyi ısmarlayacağım ? Üstelik dışarıya

çıkıp yemekte yemiyormuş… Ne yaparım söylesene ?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-38-

ROZETA HAVALI

BİR KADIN

Biz aramızda bu konuşmaları yapıp Yıldız Gazinosu’ndaki

sarmaşıkların arasında masamızı aydınlatan kırmızıyeşil-

sarı- mavi ışıkların altında otururken, garsonlar arasında

bir hareketlenme, bir koşuşturmaca başlamıştı. Biraz sonra

da içeriye Rozeta girmişti. Aman tanrım, kürkler içinde, film

artisleri gibiydi. Hiç etrafına bakmıyor, randevu olan masalarla

bile ilgilenmeden yürüyordu. Garsonların tamamı etrafında

pervane olmuşlardı. Kimisi kürkünü alıyor, kimisi çantasını,

kimi masayı düzeltiyor, kimi masasına servisler yapıyor, kimi

oturacağı sandalyeyi hazırlıyodu. Etrafındaki diğer garsonlarda

hazır ol vaziyetinde bekliyorlardı. Sanki, artist değilde,

kraliçe gibiydi. Uzaktan gördüğümde bu muhteşem pahalı

ve havalı kadının değil bizim masamıza gelmesi, benimle

konuşmaya bile tenezül etmeyeceğini düşünerek korkmuştu.

Semra’nın eline dokundum:

- Semra haydi kalk gidelim, baksana kadının havasına.

- Erol, sen kafanı yorma, bu gece bu kadınla tanışıp

sohbet edeceksin, bunu başaracaksın sana bunu ispatlayacağım.

- Neden tanışacağım ?

- Tanışacaksın, bizim sana ikramımızdır. Senin iyi bir

Abdulkadir KAÇAR

-39-

arkadaşın olarak gece alemine eğlenmeni, yaşamına renk

katmanı istiyorum o kadar.

Yine sessizlik olmuştu, ne kadar zaman geçtiğini

anımsamıyorum, Yahya sözünde durmuştu, koşarak yanımıza

geldi, yerlere kadar eğilerek selam ve saygısını sunduktan

sonra:

- Rozeta Hanım, size 10 dakikasını ayırıyor…

Birkaç dakika sonra da 10 garsonun arasında bizim

masaya, alımlı biçimde teşrif etmişti. Elini Semra’ya uzattı:

- Hanımefendi hoş geldiniz.

Bana da lütfen elini uzatıp:

- Beyefendi, sizde hoş geldiniz.

Ben tam o sırada ayağa kalktım, neredeyse masa

devrilecekti, oturmak sonradan aklıma geldi, karşılıklı

konuşmaya başlamıştık.

- Nasılsınız ?

-İyiyim, Ya siz ?

- Eh, bende iyiyim. Nerede çalışıyorsunuz ?

- BUGÜN Gazetesi’nde.

- Haa, Nihat Oralla mı ?

Korku basmıştı onun adını duyduğumda, heyecanla:

- Evet ama, n’olur geldiğimi duymasın.

Rozata gülerek:

- Yok canııım, bunlar söylenecek şeyler değil. O büyük

bir insan, hepimizin abisi:

- Teşekkür ederim.

- Erol Bey, Nihat Oral’ın bir sürü arkadaşı var, sizin yok

mu ?

- Rozy hanım ilk defa geliyorum buraları ilk kez

görüyorum.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-40-

Gülerek:

-Öyleyse çok acemiymişsiniz.

-Öyle, Semra da biliyorlar.

Semra da:

- Rozy Erol’un bu gece bu güzellikleri görmesini ve

sadece senin gibi büyük bir artisti tanımasını istedim, hepsi

bu. Ona sizden çok söz ettim.

Rozeta şuh bir kahkaha atmıştı:

- Aaah, Teşekkür ederim.

Bize ayrılan 10 dakika su gibi akıp geçmiş, garsonlar

sürenin bittiğini anlatmak için, özellikle de Yahya eliyle

saçlarını tarıyarak ona işaret veriyordu. Bende onların bu

garip hareketlerine hayretle bakıyordum. Sonradan

öğrenmiştim ki, gazinolarda bir artist eğer kadının daha

zengin müşterisi gelirse, oradaki garsonlar saçını tarıyarak

işaret veriyorlarmış. Artistin işini bitirip, sohbeti toparlayıp

kalkmasını istiyorlarmış. Rozy kalktı:

- Erol Bey, sizinle sabaha kadar sohbet etmek isterdim

ama inanın çok müşterim var, hepside sırasını bekliyorlar.

Kadirli’den, Kozan’dan gelen avukatlar gurubu da beni

bekliyor. Hatta verilmiş sözlerim olmasına rağmen Semra

ve Yahya’yı kıramadım. Erol Bey artık görüşürüz, beni ara

olur mu ?

Şaşırmıştım:

- Nereden, nasıl arayacağım ?

Esprili biçimde:

- Nihat Abine söylersen o beni bulur.

Rozeta izin isteyip garsonların hazır olduğu bir

koridordan çekip gitti. Semra’ya döndüm:

- Semra, yahu bu kadın.

Abdulkadir KAÇAR

-41-

Sözümü kesti:

-Ben sana, bu gece onunla tanışacaksın, sohbet

edeceksin demedim mi ?

- İyi hoşta bu kadın bana aşık olur mu ? Baksana tüm

Çukurova’yı avucunun içine almış, zenginler, yakışıklılar

hep etrafındalar. Parasız, pulsuz bir gazeteyi ne yapsın…

Semra Israrlı ve kararlı hatta iddialıydı:

- Erol, bir gün bu kadını kendine aşık edeceksin.

Canını da sıkma, tüm masraflarıda biz karşılayacaz.

Adana’nın renkli gecelerine adım atmıştım. Türkiye’nin

en ünlü gazinosunda, en ünlü artistiyle bir arada olmama

rağmen mutsuzdum. Çünkü, Rozeta o kadar havalıydı, o

kadar havalıydı ki, ayağı yere basmıyor, sigara dumanını da

havaya üflüyordu, üstelik tanışırken, masa devrilecek gibi

olmuştu, çok çaylak olduğumu düşünüyordu. Semra da

ısrarla, ve tekrar tekrar:

- Bu kadını kendine aşık edeceksin…

O gece kalktık, Semra siyah Cadillac marka arabasıyla

beni evimizin yanındaki Erciyes Sineması’nın önünde

bırakmıştı…

Arabadan inerken de:

- Erol merak etme, ben seni yine arayacağım demişti.

Sabaha kadar düşünüp bir kabına koyamıyordum.

Rozeta’nın bana aşık olması olanaksızdı. Kendi kendime

böyle bir işe giriştiğim için kızıyordum. Hatta kendimle

konuşuyordum

- Erol, nasıl bir işe girdin çetelerin eline mi düştün ?

Mafya seni filmlerdeki gibi kullanıyor mu ?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-42-

Mafya sözünü de Amerikan filmlerinda ‘İTALYAN

MAFYASI’ olarak duyuyordum, bu da Türkiye’deki Çetelerin

karşılığını oluşturuyordu…

Ertesi gün Semra beni yine telefonla aradı:

- Erol’cuğum, nasılsın, iyi misin ? Memnun musun ?

- Vallahi hiç memnun ve de mutlu değilim. Semra sen

benim başıma öyle bir iş açtın ki, eve geç gittim, istifra ettim

babamla annem çok kızdılar..

- Erol sana inanıyor, güveniyorum, bu işi başaracağını

da biliyorum. Al sana Rozete’nın telefonunu veriyorum, bir

yere yaz ve hemen ara..

- Neee arayım mı ?

- Ara, halini hatrını sor canım…

O zaman artistlerin dışarıya çıkmaları yasaktı,

gazinoların kadınlar pansiyonu vardı, orada kalıyorlardı.

Yıldız Gazinosu da bu günkü Çetinkaya’ların olduğu yerdeki

pansiyonunda kalıyordu… Telefonu çevirdim uzun uzun

meşgul çaldı daha sonra açılmıştı:

- Ben Erol Erk’im Rozy hanımla görüşebilir miyim ?

- Kim arıyor diyelim ?

- Ben Erol’um …

Telefon bir süre bekledi, cevapı santral memuru

veriyordu,

- Rozy hanım rahatsızmış, rahatsız edilmek istemiyorlar.

Çaat diye telefon yüzüme kapanınca, maneviyatım yine

sıfıra düşmüştü. Telefonda bile beni anımsamayan kadını

kendime nasıl aşık edecektim? Yarım saat sonra Semra

yeniden aramıştı:

- Ne oldu konuştun mu ?

Abdulkadir KAÇAR

-43-

- Yoook, telefona bile çıkmadı, üstelik santral telefonu

yüzüme kapattı..

- Erol bu işler böyle olur, sen aramaya devam edeceksin.

- Semra nasıl devam ederim.

- Ne diyorsam onu yap, önemli olan senin ona kendini

aşık etmen ...

- Bu nasıl olur Semra ?

- Edeceksin, edeceksin, üstelik bu akşam aynı gazinoya

tekrar gideceksin..

- Semra iyi güzel hoşta, para nerede ?

- Merak etme, tabi bu konuları senin cebinden harcayacak

halin yok. Biraz sonra birisi gelip, zarf içinde sana

para getirecek, masraflarını bununla karşılarsın…

Bu konuşmalar aramızda geçerken, korkacağım o kadar

çok şey vardı ki, bunların en önemlilerinden birisi de Müdürm

Çoban Yurtçu’ydu. Eğer, bu olayları duyarsa beni mahvederdi.

Dünyada korktuğum ikinci kişiydi, öğrencilerine karşı çok

sert ve zalimdi. Hele bu tip işleri hiç sevmezdi…

Gazetede otururken, gözlerim kapıda, kulağım telefondayken,

akşamüstüne doğru genç bir çocuk içeriye girdi,

elinde beyaz bir mektup zarfı vardı:

- Erol Erk, burada mı ?

Hemen ayağa kalkmıştım,

- Benim..

Zarfı uzatarak:

- İçinde, fotoğraflarınız var..

Beyaz zarfı alıp, Nihat Oral’ın masasına koşmuştum.

Açtığımda içinden o dönemin çok büyük parası 100 lira

çıkmıştı. Afalladım, ama yapacak başka şeyim yoktu, yine

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-44-

yüzüm al al, kızarmıştı. Parayı aldığıma göre, yine pavyona

gidip Rozy’le karşılaşacaktım. Cebime parayı yavaşça yerleştirmiştim.

Bu konuda muhatabım hesap vereceğim kimse de

yoktu. Tam bu sırada telefon çalmıştı, Patronum Nihat Oral

Duvudi sesiyle seslendi:

- Eroool.

Koşarak gitmiştim:

- Buyur Nihat Abi ?

- Oğlum seni bir hanımefendi arıyor ?

Şaşırarak:

- Kim acaba ? Eyvaaaah..

- Al eline sor öğren, yoksa sendemi azıttın ?

- Şeey abi, olur mu ? bir okurum falandır.

Telefondaki ses Semra’ydı:

- Emaneti aldın mı Erol ?

- Evet… dedim, hemen lafı değiştirdim, komşumuz

Meserret abla vardı:

- Meserret Abla ben şu anda müsait değilim, sen sonra

yine ararsın olur mu ? dedim, telefonu kapattım.

Nihat Oral’ın yüzü simsiyahtı, kızdığı zaman yüzü

asılırıdı, ama Meserret Abla lafım iyi tutmuştu.

Saat 17.00’ye doğru, telefon yine çaldı, arayan Semra’ydı:

- Erol kusura bakma, ben seni yalnız sanıyordum, iyi

misin ?

- İyiyim, iyiyim… Ama siz benim amatör yaşamımı allak

bullak ettiniz. Ben sadece gazetemi biliyordum, yazımı yazıyordum,

bunu değiştirdiniz.

- Erol, bu gece yalnız gideceksin tamam mı ?

- Nee ? Yalnız mıı ?

Abdulkadir KAÇAR

-45-

- Canım, git bir iki duble içki ısmarla, sonra çek git.

Ama hafızasında yer et, seni unutmasın. Tanışıklılığın devam

etsin, kendini ona unutturma ama üstüne de fazla düşme.

- Peki, başüstüne…

Erken gitmeyi kafama koymuştum saat 22.30’dan önce

hareket başlamıyordu. Annem-Babama yine o yıllarda

ayrıcalıklı olan Alsaray Sinemasına gideceğim yalanını

söylemiştim.

Saat 23.00’e doğru Yıldız Gazinosun’dan içeriye girince

Garson Yahya karşılamıştı, sanki 40 yıllık dostummuş gibi

yerlere kadar eğilip, güleç bir yüzle:

- Oooo Erol’cuğum ? Nasılsın ? Semra hanım yok mu?

- Yok ben tek geldim.. Rozeta hanıma bir teşekkür edip

gideceğim. Bu konuda yardımcı olursan sevinirim.

- Olur Erol’um, bir iki dakika senin için randevu isterim

hatta alırım..

Ben de zaten zoraki görevim için orada bulunuyordum.

Bir süre sonra garsonları yine koşuşturunca Rozete’nın

geldiğini anlamıştım. Yahya çok anlayışlı olduğu için, bende

kaç lira bulunduğu, ne kadar oturup – gideceğimi çok iyi

bildiğinden Rozeta içeriye girer girmez hemen benim masama

oturt-muştu.

- Abla’cığım, Erol Erk, size teşekküre gelmiş.

Rozy çok sevinmiş gibi bir ifade takındı:

- Ooo, Hangi Erol ?

- Hani dün akşam Semra Hanım tanıştırmıştı ya

- Aaa unuttum, Vallahi kusura bakma, Erol otur otur

unutmuştum..

İçki ısmarladım,

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-46-

- Erol kusura bakma, yani o kadar yoğunum ki…

Bu arada Rozeta’nın şöyle demesini beklemiştim:

- Erol Bey kusura bakmayın, bu gün telefonla aramışsınız,

yok dedirttim, özür dilerim..

Ben bunları söylemesini beklerken o hiç oralı bile

olmuyordu..

- Rozeta Hanım, bugün sizi telefonla pansiyondan

aradım.

- Haa, sahi birisi beni aramıştı siz miydiniz o kişi ?

- Evet.

- Yahu kusura bakma, akşamları alkol alınca, olan her

şeyi unutuyorum , kusura bakma..

- Ne iş yapıyorsun ?

Allah allah, yaptığım işi de unutmuştu:

- Dün akşam söylemiştim ya Nihat Oral’ın gaztesinde

çalışıyorum..

Yani, Rozeta kendi dünyasında, ben kendi dünyamda

yaşıyordum. Ama, Semra Hanımın talimatlarını uyguluyordum,

bir iki dubleden sonra kalkmak istedi, ben Yahyanın

eline bir büyük bahşiş sıkıştırıp apar – topar kaçmıştım.

Kadın yüzüme bile bakmıyordu. Nasıl arkadaşlık kurabilirdim

nasıl aşık edebilirdim ? Böyle dengesizlik olur muydu ?

Semra ertesi gün ararsa kızacaktım:

- Yahu arkadaş, siz deli misiniz, divane misiniz Böyle

aşk olurmu ?

Kafamda bunları tasarlarken, telefon çaldı Semra’ydı,

- Erol nasıl geçti ?

- Semra Hanım, bu kadın benim yüzüme bile bakmıyor

benimle konuşmuyor bile, neden zorluyorsunuz ?

Abdulkadir KAÇAR

-47-

Israrını sürdürüyordu ?

- Hayır Erol, o kadın aşık O-LA-CAK, Kendine onu aşık

edeceğine inanıyorum o kadar. Sadece söylediklerimi yap,

gerisine karışma..

Şaak diye telefonu yüzüme kapatmıştı…

Bu olay beni daha çok tahrik etmişti, kendi kendime

şöyle demiştim:

- Erol, Rozetayı kendine aşık edeceksin bunun başka

yolu yok..

Daha sonra kendimi derin düşüncelerin içinde

bulmuştum. O Adana’yı ve Çukurovayı avucunun içine alan

bir artistti. Üstelik zengindi, bir kraliçeydi. Ben ise fakir bir

gazeteciydi. Bu halimle bana nasıl aşık oalcaktı ? Param

yoktu, olağanüstü yakışıklı bir yanım yoktu. Ama, kafamda

da onu nasıl elde edeceğim konusunda senaryolar üretmeye

başlamıştım bile. Öncelikle gazinoya gitmeyi kafamdan silip

atmıştım, pek acemice görünen bu formül çok büyük bir

aşkın meyvesi doğmasına neden olacaktı…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-48-

KIRMIZI KARANFİL OPERASYONUM

YÜZDE YÜZ ETKİLİ OLMUŞTU

Aşk, öfke, macera, sevgi, kin, silahtan oluşan meslek

yaşamımın 45 yıllık bölümünün ilk dönemlerinde yaşamımın

ilk operasyonundan başarıyla çıkmayı, tamamen kendi

yeteneklerimden ve düşüncelerimle gerçekleştirmiştim. Bu

operasyon zaman aşımına uğradığı için çok rahat anlatıyorum.

Rozeta konusunda daha sonraki yıllarda tamamen çözmüş

olarak, her şeyi anlayacaktım, ama anlamam içinde benim

yaşantımda yarattığı sarsıntılar ve acılar, hatta kara

sevdalardan sonra GECE YAŞAMININ KRALI olacaktım,

oraya ulaşmak çok kolay olmayacaktı. Ama, oraya ulaşmam

için, başkaları tarafından çizilmiş bir senaryoda oynamam

gerekiyordu, verilen talimatlarla çizilmiş bir rolü yerine

getirmem gerekiyordu. Bu görevimi yaparken devletin

çıkarlarına hizmet ettiğimi kabul ediyorum. Çünkü, benimle

ilişki kuran kişiler sıradan, yasadışı değillerdi, bunların

sayesinde başım hiçbir zaman derde girmediği gibi sürekli

korunan insan halindeydim.

Beni gecelerin kralı yapacak olan, yarım asıra ulaşacak

meslek yaşamımda Rozy’i elde etmek için bu bölümü

tamamen kendimin yazıp oynadığım senaryoya, onu kendime

aşık etme girişimine ‘KIRMIZI KARANFİL OPERASYONU’

Abdulkadir KAÇAR

-49-

adını vermiştim. İlk bakışta safça tasarlanmış, ama yüzde

yüz etkili olmuştu. Çünkü, onun gibi erişilmez bir kadını

yakışıklılıkla, parayla, erkeklik gücüyle, hatta silahla ya da

gazinoda uğruna yüzlerce şişe viski açtırarak. Kadınlar

pansiyonuna günde 20-30-40-50 defa telefon açarak elde

edilemeyeceği teşhisini koymuştum.

Çünkü öyle profesyonel, öyle olağanüstü bir kadındı

ki, aynı masada sigara içmesine rağmen dumanını havaya

üflüyor, yüzüme bakmıyordu. Dudaklarındaki o alaycı

gülüşüyle hem beni tahrik ediyor, hem de bu olay benim

maneviyatımı bırakın kırmayı çökertiyordu. Bu işin içinden

zafer kazanmış komutan edasıyla çıkmam gerekiyordu,

bunun içinde kafamda senaryolar üretmeye devam ediyordum.

Bir gün Çakmak Caddesi’nde ellerim cebimde, akşam üstü

dolaşırken birde yere çivilenircesine dolmuştum, kafamda

şimşekler çakmıştı…

Gözlerime inanamıyordum, çünkü az ilerimde, 14-15

yaşlarında önündeki sepette bir dolu çiçek satan çocuğa

gözlerim takılmıştı. Onun sepetinde pek çok çiçek vardı ama

benim kızıl olanlarına gözüm takılmıştı. Artık, ne para

harcayacaktım, ne de Rozy’i taciz edecektim. Bu olağanüstü

etkili olacağını düşündüğüm karanfil operasyonuna

başlayacaktım. Satıcıya yaklaşarak:

- Adın ne senin ?

- Ali Abi.

- Bu çiçekleri ne yapıyordun Ali ?

- Abi, satıyorum, bazen deste deste, bazen teker teker

sevgililere satıyorum…

- Ali, sana çok iyi para versem, bir görev yapmanı

istesem yapar mısın ?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-50-

- Neden yapmayayım abi ? Herhalde bana vereceğin

görevde kötü bir şey olamaz.

- Tabi, olur mu? Sen şimdi sepetini şu bitişikteki

kunduracıya emanet et, benimle birlikte bir kırmızı karanfil

alıp gel, gazetede seninle konuşalım.

- Tamam Abi, emrin olur.

Birlikte gazeteye çıkmıştık, Ali’yi Nihat Abi’nin

makamına adlım.

-Ne içersin Ali ?

O içerideki havayı, ve makam odasının güzelliğini

süzüyordu,

- Abi bari çay içeyim

Hemen çay getirmelerini istemiştim.

- Bu çiçek paralarını ne yapıyorsun Ali ?

- Anneme, kardeşlerime, bakıyorum. Bazen çiçek satıyor,

bazen ayakkabı boyuyorum. Para kazanarak, evimizi

geçindiriyorum. Bazı abiler, sevgililerine deste deste çiçekler

alıyorlar ama az para veriyorlar, bazılarıda az alıp, çok para

veriyorlar, bende keyfime bakıyorum. Birde sizin gibi abiler

olunca, bir çiçek alıp, bir deste çiçek parası verdiklerinde

mutlu oluyorum. Yoksa sende mi çiçek alacaksın abi ?

-Olabilir ama sana çiçek almaktan daha da önemli bir

görev vereceğim ?

- Abi, deminden beri görev görev diyorsun ama, bu

görevi söylemedin daha

- Yapar mısın ?

- Neden yapmayayım Abi ?

- Ama zamanın var mı ?

- Saat kaçta ?

Abdulkadir KAÇAR

-51-

-23 - 23.30 arasında bir kadına her gün kırmızı karanfil

vereceksin.

Düşünüp, düşünüp:

- Tamam Abi, yaparım…

- Ali’ciğim, yalnız bu ikimizin arasında ebedi sır olarak

kalacak olur mu ?

- Tamam.

- Ziyapaşa Bulvarı’ndaki Yıldız Gazinosu’nu biliyorsun

değil mi ?

- Abime bak, oraları bilmeyen adam mı var ?

- Çok güzel, bu geceden itibaren her gece bir adet

kırmızı karanfili jelatinle çok kibar bir şekilde sarıp, 23-

23.30 saatleri arasında ROZETA hanıma götüreceksin.

Oradaki görevlilere sor, Rozy Hanım geldi mi? Gelmedi mi?

diyeceksin. Eğer gelmişse, o kırmızı karanfili kendisine

verceksin, ama kimin gönderdiğini söylemeyeceksin tamam

mı?

-Tamam Abi, hiç merak etme.

- Yalnız bu iş aralıksız 15 gün sürecek ama, hafta dolunca

gelip benden paranı fazlasıyla alacaksın.

Ali çok sevinmişti:

- Vay be abi, çok kolay bir görev. Hem teyzemin kızı da

pavyonların önünde çiçek satıyor, daha sonra onu da eve

götürürüm. Çok iyi çok iyi…

Sıkı sıkıya tembih etmiştim,

- Rozy’den başkasına vermeyeceksin tamam mı ?

- Tamam abi ?

- Kimin gönderdiğini söylemeyeceksin

- Çiçeği kim gönderdi derse, bilmiyorum, diyeceksin.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-52-

- Emrin olur abi, bu kadar görev için bana bu kadar

tembihte bulunmana gerek yoktu be…

Ali bir hafta süreyle dediğim saatte ve kişiye çiçekleri

götürüp vermişti. Haftalık parasını almak için geldiğinde,

biraz heyecanlandı ?

- N’oldu Ali ?

-Sorma abi, ilk iki gün sesini çıkartmadı, üçüncü,

dördüncü gün bağırıp azarladı. Sonraki günler garsonlar

peşimden koştular:

- Eee ?

- Beni yakalayamadılar.

- Eee ?

- Hatta bir defasında hangi terbiyesiz gönderiyor diye

kızdı. Ama, ben her gün karanfil vermeye devam ettim.

- Aferim Ali

- Bir defa sorduğunda da:

- Bir beyefendi gönderiyor, hayranınızmış dedim.

- Eline sağlık, aferim sana… Al şu paranı, daha fazlasını

da 15 günde vereceğim tamam mı ?

- Emrin olur abi…

Planımın birinci perdesi çok iyi tutmuş, pavyona

gitmeme, para harcamama, viski açtırmama gerek kalmadan

işler şıkır şıkır rayına oturmuştu… Aradan bir süre daha

geçip Ali yeniden yanıma gelmişti:

- Ali şimdi ne yapıyor ?

- Abi, vallahi, bazen öfkeleniyor. Kim bu alçak ? Onun

gözlerini oyacağım diyor. Bazen de garsonlar peşimden

koşuyorlar. Garsonlara da (Abi, ne yapayım, bir müşterisi

vermemi söylüyor, parasınıda ödüyor, ben de bu işten para

Abdulkadir KAÇAR

-53-

kazanıyorum ) diyorum. Garsonlar da kızar gibi olmasına

rağmen, benim karanfili vermemi istiyorlar. Kim bu adam

diye merak ediyorlar.

- Ali onlara zengin bir adam dersin tamam mı ?

Ali, etrafı şöyle bir gözden geçirdikten sonra:

- Abi be, gördüğüm kadarıyla sende zengin falan değilsin

yani.

Yok be çocuğum, tabi zengin değilim, o kadına bir defa

tutuldum, kalbini kazanmak için çeşitli çareler arıyorum, ne

yapayım ?

Büyük adam havasında Ali:

- Abi, bana sorarsan biraz zor gibi.

- Beni görünce son günlerde, ‘YİNE Mİ GELDİN

BEEEEEE’

- Ali’ciğim sen 15. gününü doldur, 16. Günü yanıma

gel ücretinin fazlasıyla ödeyeceğim.

- Tamam Abi, zaten bu işi yapmaktanda laf aramızda

büyük mutluluk duyuyorum. Benim için büyük bir kazanç

oldun. İşin bitmesinde de korkuyorum. Senin sayende her

gece hem eğlence yerlerini geziyorum, hem de teyzemin

kızını gece geç saatlerde alıp evine götürüyorum. Demet

demet karanfil sattığım müşteriler, senin bir tek çiçeğe

ödediğinden daha az para veriyorlar…

- Sen görevini yap, paran için kafanı yorma.

Benim gece yaşamına girmem için Semra tarafından

gönderilen paraları harcamıyor, bir bölümünü de stok

yapıyordum. Kafamdaki senaryoya göre, içkiye, vereceğime,

karanfile ödeme yapıyordum. Anılarımı okuyanların, Karanfil

operasyonunu uygulamaya davet ediyorum çok iyi tutuyor…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-54-

Bu arada Semra ile telefon görüşmelerimiz sürüyordu.

Bir gün telefonla:

-Erol, Roze’yla görüşüyormuşsun, pavyona gitmiyormuşsun.

Sana bir miktar daha para ödememize rağmen bu

işleri bıraktın, bir adım yol alamadın galiba ?

Gülmüştüm:

- Bana fazla para göndermeyin, istemiyorum. Elindekileri

gerekli yerlere zaten harcıyorum.

- Nasıl yani ?

- Canınızı sıkmayın, benden asla kaçmaz, kuş kafese

girdi sayılır, bu işi bitmiş sayın.

Semra kulaklarına inanamamıştı:

- Pavyona bile gitmiyormuşsun ?

- Semra gazinoya gitmeme gerek yok, ben gitmiyorum,

ama gölgem oraya gidiyor…

Semra’yı iyice şaşırtmıştım,

- Bu iş nasıl oluyor ? Çok merak ettim, bu kadar yıllık

bu işi yapıyorum, bilgi verde, bende uygulayayım.

- Hayıır, o benim özel taktiğim, kendim geliştirdim, çok

özgün bir yöntemdir.

- Göreceğiz tutup tutmadığını.

Demek ki, onlar benim gazinoya gidip-gitmediğimi

adım adım kontrol ediyorlarmış…

Abdulkadir KAÇAR

VE BALIK

YEME GELDİ

15 gün süren ‘KIRMIZI KARANFİL OPERASYONUM’

un sonuna gelmiştim. Ali’yi çağırmıştım,

-Ali, gösterdiğin olağanüstü başarıya, özveriye,

hizmetine teşekkür ederim. Ama benden ikinci bir talimat

gelmeden artık karanfil götürme olur mu ?

- Olur abi.

- Belki yakında Gül operasyonuna da başlayabilirim.

- Nasıl istersen abim.

Artık, balığın oltaya takıldığını iyice anlamıştım.

Semra da sık sık arıyordu, o gün yine:

- Erol n’oldu ?

- Galiba sonuca varmaya çok az bir süre kaldı.

Ya yarın, ya da ertesi gün gazinoya gideceğim.

- Güzel.

- Ama, bana biraz örtülü ödenekten para verlimesini

rica ediyorum, çünkü büyük harcama yapacağım.

- Nasıl olur bu iş Erol ? Şu ana kadar hiç gitmedin,

pansiyondan bile aramadın Rozy’i, büyük harcamayı nasıl

yapacaksın ?

Semra her tarafta ellerinin olduğu mesajını farkında

olmadan vermişti:

-55-

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-56-

- Merak etmeyin canım, ben özel bir yöntemle bunu

başarıyorum, sonucuna bakın siz. Ancak, yöntemimin ne

olduğunu söyleyemem, bu da benim sırrım. Çok gizli sadece

bu olayı bir tek kişi biliyor…

Semra telaşlanmıştı,

- Bir kişi daha mı ? Kim o ?

- Canım bir çocuk.

- Yarın gidecek misin ?

- Tabi, ama para gerekli.

- Tamam tamam ? Ama, çok parayı nasıl harcayacaksın?

- Saatlerce benimle oturacak.

- Yahu Erol, ben 50 yıldır bu işi yapıyorum, senin şu

anlattıklarından haberim yok, biraz da bana öğret bu işi.

Kadınını kimse makasına alamıyor. Kadirli, Kozan’lılar servet

harcadılar. Adana’lı çifçiler peşinde bir şey yapamadı…

İncirlik’teki, bazı kişiler bile peşinden avuçlar dolusu paralar

harcıyorlar bu işi anlayamadım…

İncirlik deyince bende şimşek çakmıştı, ama olayı tam

çözemeyecektim. Orasının adını duyuyordum, ama fazlaca

bilgim yoktu. Nato Çerçevesinde oraya bir hava üssü inşaatı

devam ediyordu. Bir kezde gazeteci olarak bizi götürüp

gezdirmişlerdi. İncirlik sözünü Semra’dan ilk defa duyuyordum.

Semra girdi söze:

- Yarın zarfın geliyor.

Bu laftan sonra operasyonu tekrar gözden geçirmiştim,

ama biraz da kuşkulu ve heyecanlıydım, kendi kendime de

söylüyordum:

- Ya balık yeme gelmediyse ? Operasyon ya tutmasa ?

Abdulkadir KAÇAR

-57-

Biraz sonra döneminde çok büyük para olan 100 lira

zarfla bana ulaştırılmıştı bile. Hemen yeni bir gömlek, gravat,

almıştım. Çakmak Caddesi’ndeki büyük ustalar yetiştiren

şöhretler berberi İbrahim Çalı’ya traş olmuştum. Anneminde

sevdiği yeşilimtrak elbisemi giyinmiştim. Önce İstasyon

lokantasında aperatifler atıştırıp Tekel siyah biradan sonra

tanıdığım Cintonik’te içmiştim. Saat 23.30’da Yıldız

Gazino’suna gidecektim, kendimi öyle planlamıştım. Ama,

bu operasyonun sonucunun ne olacağını kesinlikle bilmiyordum.

Faytona binerek kalbim her zamankinden daha

fazla ve hızlı çarparak Gazino’nun önünde indim. Yaptıklarım

doğru muydu yanlış mıydı? Bu işler nerede duracaktı ? Beni

nereye kadar götürecekti ? Kendi kendimi teselliye çalışırken:

- Boşveeerr Erol, devam et oğlum…

Zaten bu ‘DEVAM ET’ kararlarım 45 yıl sürecekti.

Benim faytondan indiğimi gören Yıldız Gazinosu’nun

palabıyıklı üniformalı kapıcısı, saygıyla elimi sıkarken:

- Buyur Erol Ağam, Buyur…

İçeriye adımımı atarken Garson Yahya beni tepeden

tırnağa süzmüştü. Üzerimde kaç lira olduğunu kestirmiş,

dedektör gibi gözleriyle 100 lirayı o gece harcayacağımı

anlamış kapıda karşılamıştı:

- Ooooo Ağam, hoş geldin, neredesin? Bir aydır kayıpsın?

- Yahya ben Adana’da değildim, iş seyahatine gitmiştim.

- Öyle mi, Semra Hanım da gelmiyor, neden yoksa bize

küstüler mi ? Rozy hanım sizi sık sık sorup duruyor.

Şaşırmıştım:

- Gerçekten soruyor mu ?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-58-

Yahya Profesyonelce ve geçiştirmek için:

- He canım, tabi, neden sormasın ?

Arkamdanda dehlemişti…

- Erol, haydi şu sarmaşıkların altına otur bakalım. Belki

Rozy Hnımefendi’nin boş zamanı olur, gelip seninle sohbet

eder. Ne de olsa aylardır görüşmüyordunuz ?

Ben oturmuştum ama, gazino yarı yarıya dolmaya

başlamıştı. Bu arada içime birde patronum Nihat Oral korkusu

düşlemez mi ?

- Yahya, Nihat Oral gelir mi acaba ?

- Merak etme Erol’cuğum o gelse de çok geç gelir, sizleri

karşılaştırmam. Nihat Abi, localarda oturur, kimseye

görünmeden çeker gider. Sizi karşılaştırmam.

- Yahya sağol beni rahatlattın. Bu iyiliğini asla unutmayacağım…

Rozy Hanım saat kaçta gelecek ?

- Her günkü saatinde…

- Peki, 5 dakika randevu alabilir miyim ?

- Vallahi bakalım, Rozy’u şu gördüğüm masalardaki

kerizlerin tamamı bekliyorlar.

Gerçektende çevre ilçelerden gelen, ekabir zenginleri

çifçiler, avukatlar, Kozan’lılar, Kadirli’den gelenler hep

bekliyorlardı. Yahya hınzırca:

- İşte şu Kozan’lı Avukat’ta onu bekliyor.

Adam zulaya yatmış, Rozy’in gelmesini bekliyordu.

- Tamam Yahya teşekkür ederim.

Düşüncemde söyleydi; Her gün karanfili veren Ali

kapıda bekleyecek, o gelir gelmez çiçeği verip kaçacaktı.

Abdulkadir KAÇAR

-59-

Ben de onun çiçeği verme saatiyle aynı zamanda beni göreceği

zamanı aynı ana getirmek istiyorum…

Biraz sonra Komilerin, garsonların koşuştuğunu,

görünce Rozy’in geldiğini anlamıştım… O havalı, bıçıkın, ve

zirvelerde olan kadın salına salına içeriye girmişti. Ne yalan

söyleyeyim o anda yaşadığım heyecan nedeniyle vücudumun

her zerresi titriyordu ne yapacağımı, nasıl davranacağımı

bilemiyordum. Çünkü, her gün rüyalarımı süsleyen, hayaliyle

yaşadığım Rozy o alımlı, havalı, erkeklere tepeden bakmanın

cazibesinin doruk noktasında oluşu da beni çok etkilemişti.

Aramızda geçecek olan bu ilişki, filmlerdeki gibi amatörce

bir aşk duygusuna dönüşecekti… Ben tüm bınları düşünürken

Yahya biraz sonra elinden tutarak Rozy’i getirmişti. Her

zamanki haliyle arkamdan yaşanarak elleriyle gözlerimi

kapatıp, o buğulu ve şuh sesiyle, sormuştu :

- Bil bakalım ben kimim

- Kraliçe Rozy’sin. Yıldız Gazinosu’nun Kraliçesi Rozy…

Yanağıma bir öpücük kondurmuş, karşıma geçip

oturmuştu. Eski havasından hiçbir şey kaybetmemişti. Kırk

yıllık arkadaşım gib sitem ederkende:

- Nerelerdesin Vefasız ? Kaç zamandır görünmedin ?

- Şeey, yani Seyahatteydim.

Lafımı tamamlamamıştım ki:

- Hem insanları kendine alıştırıyorsun, sonra da

gelmiyorsun…

Doğru söyle Erol, patronun Nihat Oral’dan korkuyor

musun ?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-60-

- Hayır, ama biraz çekiniyorum Rozy, doğrusunu

konuşmak gerekirse o saygı duyulacak bir insan. Onunla

burada, aynı çatı altında karşılaşmak istemiyorum.

- Çok haklısım, o dünyanın en iyi insanıdır. Benim çok

samimi sohbet ettiğim, saygıdeğer aziz bir dostumdur. Zaman

zaman dertlerimi anlattığım müstesna bir şahsiyettir.

Rozy bir yandan konuşuyor, diğer yandan da kolundaki

saate sık sık bakıyordu. Bu hareketi benim de merakımı

uyandırmıştı.

- Ne o Rozy, bir randevun mu var ? Birisi mi gelecek ?

Birden durakladı:

- Hayır Erol, hayır başımda öyle bir iş var ki ?

Bir süre sonra tekrar saatine bakıp, içkisinden bir

yudum aldıktan sonra:

- Evet, birisini bekliyorum, başıma bela oldu.

- Hayırdır, seni tehdit felan mı ediyorlar ? Öyle birileri

mi var ?

- Yok canım keşke tehdit eden birisi olsa daha iyiydi.

- Seni rahatsız eden şeyi bilmek isterim.

Dişlerini sıkıp, yüzünü ekşiterek:

- Bir hayvan, kim olduğunu bilmediğim bir hayvan, her

gün aynı saatte bana kırmızı bir karanfil gönderiyor. Karanfil

getiren çocuk beni öyle şartlandırdı, öyle şartlandırdı ki,

gelmediği zaman merak etmeye başladım. Erol böyle bir şey

olabilir mi ? Üstelik çiçeği gönderen insan ortada yok,

çıldıracağım…

Bende şaşırır gibi yapmıştım:

- Haklısın, tam bir sinir savaşı.

Abdulkadir KAÇAR

-61-

Bu cümleden sonra içim içime sığmıyordu, kafamın içi

uğulduyordu, gülmeyi, ağlamayı, şaşkınlığı, düşünmeyi,

heyecanı, yaşanmış ve yaşanacak tüm duyguları aynı anda

yaşıyordum… Bir taraftanda kızarıp, bozarıyordum, suçüstü

basılmış bir çocuk gibiydim adeta. Birden bunu fark eden

Rozy,

- Erol, hayırdır, kızarıp-bozardın ?

- Şeey, yoook, önemli değil.

Sözünü sürdürmüştü:

- Bir oğlan çocuğu koşarak geliyor, karanfili bırakıp,

koşarak gidiyor. Arkasından bir iki defa koşarak yakaladım

ama kim olduğunu söylemiyor. Erol sen de tahmin et bakalım

kim olabilir bu kişi ?

- Rozy senin hayranlarındandır galiba ?

- Tamam, iyi doğru, hoş söylüyorsun. Ama, ne yalan

söyleyeyim, bu olay hoşuma da gitmiyor değil. Yaşamımın

başından beri ilk defa böyle bir olay yaşıyorum. Ama, bir

kez yakalasam o çiçek gönderen hayvanı tutup ezeceğim,

parçalayacağım…

Ben bu kez de gülmemek için, rengimi belli etmemek

için dudaklarımı ısırıyordum kendime hakim olamazken,

Rozy yine sormuştu:

- Erol, neden gülüyorsun ? Ben çocuk muyum ? Çiçek

gönderen hayvanı mutlaka bulacağım.

Rozy bunları söylerken de:

- Rozy o kişi benim, ben sana kırmızı karanfil gönderiyordum…

diyemiyordum, böyle bir cesareti kendimde

bulamıyordum.

Ellerini ellerime almıştım, pırlanta yüzüğünü görünce:

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-62-

- Ne o Rozy, ‘KARANFİLLİ ADAMI’ çok mu merak

ediyorsun ?

- Hem de nasıl ? Bir bulsam asabilirim. Çünkü o kişiye

karşı içimde, tarif edilemez, tam olarak anlayamadığım hisler

var. Aramızda bu konuşmalar geçerken, yanımızdan gazino

içinde dolaşan çiçekçilerinden birisi geçiyordu, çağırıp, bir

kırmızı karanfil çektim. Beyaz jelatine sarıp uzatırken,

- ROZY O KARANFİLLİ ADAM BENİM… demiştim.

Abdulkadir KAÇAR

-63-

“ EROL BİR GÜN KAYBOLURSAM

BENİ ARAR MISIN ? ”

O anımı hiçbir zaman unutamam, gözleri birden

dolmuştu, hem ağlıyor, hem de boynuma çocuklar gibi sarılıp

beni bağrına basıyordu, Hıçkırıkları arasında da

- Eroool, Erol’um, demek o kişi sen misin ?

- Evet, Rozy’m o kişi benim.

- Tahmin etmeliydim Erol’u, o kişinin sen olduğunu

düşünmeliydim, hatta bir an aklımdan geçmiş, ama sonra

vazgeçmiştim. Çok sevindim, çok sevindim.

O gece sabaha kadar tüm masalardaki randevularını

iptal edip, hatırlı müşterilerinin isteklerini geri çevirmişti.

Benim masamda oturmuş, başını omuzuma koyup sabahlara

kadar ağlamıştı. Garson Yahya ve diğer garsonların saç

tarayarak verdiği işaretlere de kızmıştı :

- Yahya git başımdan, bu gece benim gecem, n’olur

dokunma…

Çukurova’nın tüm ekabir takımı Rozy’i beklerken,

Avukatlar, avuçlar dolusu paralar harcarken, çifçiler binlerce

dönüm tarlalarını satıp ayaklarının altına altınlar sererken,

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-64-

o bunları reddetmiş, gariban bir gazeteci olan Erol Erk’le

oturmayı tercih etmişti.

O günden sonra Rozy’mle aramızda inanılmaz bir aşk

doğmuştu. Her saniyesini dolu dolu yaşadığım bu mutluluk

belki 15 gün, belki bir ay devam etmişti. Bugün bile

soruyorum, ben Rozy’i kendime neden aşık etmiştim ? Neden

böyle davranmıştım ? Farkına varmadan iyilik mi, kötülük

mü etmiştim ? Hala çözebilmiş değilim…

Artık havalarda uçuyordum, çok mutluydum. Annem

ve babam bendeki bu değişikliği fark etmişti:

- Erol bu günlerde sende değişik haller var.

- Yok anne-baba, sadece çok mutluyum.

Artık deliksiz uykular çekiyordum. Ertesi sabah gazeteye

gittiğimde Çoban Abi’nin masasında oturup çalışırken telefon

çalmıştı arayan Semra’ydı.

- Erol seni kutluyorum, çok büyük adamsın.

- Neden kutluyorsun ?

- Çünkü, sen kimsenin başaramadığını başarıp, o kadını

kendine aşık ettin. Benim söylediklerim de doğru çıktı.

Oysa artık Semra’nın, Naci’nin aramasını istemiyor, bu

sevgimize kimsenin dokunmamasını istiyordum.

- Nereden haber aldın ?

- Biz haber alıyoruz dostum, Rozy şu anda sırılsıklam

aşık, sende onu sevmeye başladın. Ama, kendini iyi kontrol

etmelisin Erol. Bu maceranın sonu hüzünle bitebilir, kendini

fazla kaptırmadan devam et. Biz belki farkında olmadan saf

ve büyük bir aşkın doğmasına neden olduk, ama bunu

yapmaya zorunluyduk. Artık buluşup gezin-eğlenin, bunların

Abdulkadir KAÇAR

-65-

hiç birisi önemli değil, ama gittiğiniz her yerde sizi bir gölge

gibi takip ediyoruz.

Çoban Yurtçu’nun masasında yine oturuyordum, Nihat

Oral erken gelmişti. Bu arada bir haftadır gazinoya gitmemiştim

nedense ? Ama, dışarıda görüşüyorduk. Nihat Abi,

gür sesiyle:

- Eroooool !!!

Koşarak yanına gitmiştim:

- Buyurun sayın patronum.

- Ah yaramaz ah, kızı niye ihmal ettin ?

- Hangi kızı Nihat Abi ?

- Hangi kızı var mı ? Her şeyi biliyorum. Rozy’i, Rozy’i.

Kız şu anda sana sırılsıklam aşık olmuş, üstelik rahatsız,

hüngür hüngür senin için ağlıyor, hemen ona telefonu aç ilaç

gönder…

Rozy meğerse Nihat Oral’a her şeyi itiraf etmişti. Hemen

ilaçları göndermiştim, zaten ilişkimizde gazino dışında devam

ediyordu. Garson Yahya bile bu işe çok şaşırmıştı. Ama, biz

her gün öğrenciler gibi el ele tutuşup, art niyetimiz olmadan

geziyorduk. Bazen faytonla Sular semtinde geziyor, o

zamanların en gözde buluşma yeri ve seçkin izleyici grubunun

buluştuğu Alsaray Sinemasına gidiyor, arka koltuklara oturup

Yabancı filmleri izliyorduk. Bu birlikteliğimiz ya 15 gün, ya

da bir ay sürmüştü. Rozy bana öyle aşık olmuş, öyle bağlanmıştı

ki, artık ayrılmak istemiyordu. Bir gün şuh sesiyle :

- Erol, artık seni benden hiçbir kuvvet kopartamaz, ama

bu işin sonu ne olacak merak ediyorum.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-66-

Bende ona karşı aynı duygularla doluydum:

- Rozy’m, bende bilemiyorum, iyice şaşırdım.

Bir keresinde de Rozy’m şöyle demişti :

- Erol, olur ya, bir gün ortadan kaybolacak olursam,

beni arar mısın ?

- Tabi ararım sevgilim, hem de nasıl ararım ?

- Ama, bizim yaşantımızın nerede başlayıp biteceği pek

belli olmaz. Sana şimdiden bir adres veriyorum, ola ki, bir

gün ortadan kaybolursam.

O anda içim,

- Cızzzzz !!! diye yanmıştı:

- Eee ? Ağzından yel alsın.

- Beni, Beyoğlu’nda Kont Oteli’nin sokağında Madam

Olga’ya sorabilirsin. Ben eğer orada olmasam bile sana

kesinlikle bir not bırakacağım, notumu bulursun.

İkimizinde gözlerinden birer damla yaş düşmüştü.

O gün sanki ayrılacağımızın işaretini veriyordu. Neden

veriyordu, nasıl veriyordu, bilemiyordum. Çünkü, biz sadece

aşkımızı yaşıyorduk. Gece alemine açılan penceremdeki bu

en büyük aşkı tadıyorduk. Hiç bir art düşüncemiz yoktu.

Birbirimizle ilişkimiz bile yoktu. Sadece fayton arabalarıyla

dolaşıyor, sinemaya gidiyorduk. Semra’ yla buluştuğumuz

İstasyon Lokantası’nda birkaç defa da yemek yemiştik. Fakat

izlendiğimizi, her hareketemizin kontrol edildiğini hissediyordm.

Sanki bir gölge bizimle geziyordu. Hatta sonradan

beni aramazda olmuştu. Şüphelerim iyice artmış sinirlerimd

boşalmıştı. Rozy’ede bir şeyler anlatmak istiyor, ama anlatamıyordum.

Abdulkadir KAÇAR

-67-

Bir hafta sonr ne olduysa olmuştu. Yine Alsaray

Sineması’na gitmiş, yan yana oturuyorduk. Önümüzde,

arkamızda, sağımızda, solumuzda da oturan kişiler farklıydı.

İlk defa gördüğüm tiplerdi. Çok ilginç bir kuşatma altındaydık

sanki. Sinemanın her zaman ki havası yoktu. O ünlü GONG

sesi vurmuştu. Salon kararmıştı, perde aydınlanır gibi oldu

ama, film oynamamıştı, bir ara elektrikler kesildi sanki, perde

açılıp film oynar gibi olmuş, sonra yine kararmıştı. Bu sırada,

ön sırada oturanlar arkaya dönmüştü, ellerinde bir paret mi

vardı, bir şeyler oldu ama bir türlü anlayamamıştım. Bir

elektriklenme, alış-veriş olmuş, hareketler yapılmıştı.

Karanlıkta ne olduğunu, insanların neden böyle dalgalandığını

falanda anımsayamıyordum, şu anda da zaten anımsamak

istemiyorum. O sırada arkamdaki koltukta oturan kişi

karanlıkta, sert ve emir veren bir ses tonuyla :

- Erol Erk, ayağa kalk.

Karanlıkta ne olduğunu anlamadan kalkmıştım.

Aynı ses bu kez:

- Hiç etrafına bakma, dosdoğru çıkışa doğru yönel.

Bu arada sesleniyordum:

- Rozy, Rozy…

Kimseden ses çıkmıyordu.

- Rozy nerdesin ? Rozy

Aynı ses bu kez:

- Onu merak etme Rozy burada…

Korkarak çıkış kapısına doğru yürürken, benimle birlikte

dışarıya iki dizi adam kordon altında beni sürüklüyorlardı

sanki. Ama ne olduğunun da o anda farkında değildim.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-68-

Rozy yoktu, yer yarılmış yerin dibine girmişti.

Ama, ben bağırmaya devam ediyordum,

- Rozyyyyy !!!

- Rozyyyyy !!!

- Rozyyyyyyyy !!!

Bu arada film başlamıştı, ben yine ona seslenirken birisi

arkamdan dürtmüştü.

- Hadi git, dışarıya doğru git, senin görevin artık burada

bitti…

Bu görevin ne olduğunu, nerede başlayıp bittiğinin

bende bilemiyordum. Sinemanın her tarafında Rozy’i yeniden

aramaya koyulmuştum. Kapıdaki görevlilere soruyordum.

Bize bilet veren gişeciye, kapıda bileti kesenlere.

- Rozy’i görmediniz mi ?

- Ne Rozy’si kardeşim ?

- Biraz önce leopar kürklü bir kadınla içeriye girerken

siz bilet vermiştiniz, biletimizi siz kontrol etmiştiniz ya.

- Git kardeşim, bizimle alay mı ediyorsun ?

- Çık dışarı…

- Öyle kimseyi görmedik.

- Yahu biraz önce hani buradan içeri girmiştik, lambalar

söndü çıkıp gitti mi acaba ?

Ne olduğunu anlayamamıştım. Rozy ortada yoktu.

Ağlaya ağlaya eve dönüyordum. ‘ERKEKLER AĞLAMAZ’

sözünün boşuna söylendiğini bu olayda anlamıştım.

Hüngür hüngür ağlıyordum, hıçkırıklarım birbirine

karışıyordu sanki… O gece artık benim için yaşanmazdı.

Hem ağlıyor, hıçkırıklara boğuluyor, hem de alkol alıyordum.

Sabahın olmasını bekliyordum. Yine gazeteye gidecek, Çoban

Abdulkadir KAÇAR

-69-

Yurtçu’nun masasına oturacak, Rozy’nin ya da hiç tanımadığım

birisinin beni aramasını bekleyecektim. Bu duygularla

uyuyup kalkmıştım, gözümü açar açmaz koşarak gazeteye

gitmiştim, duramıyordum, çıldıracak gibiydim. Hemen Yıldız

Gazinosu’nun Kadınlar Pansiyonunu aramıştım. Santral

memura:

- Rozy’i bağlar mısın ?

Telefondaki ses,

- Ne Rozy’si kardeşim ? Burada öyle birisi kalmıyor.

- Nasıl olur ?

- Sana yalan mı söyleyeceğim yok dediysem yoktur.

- Ben Erol Erk’im, daha dün birlikteydim.

- Erol Erk, seni tanıyoruz ama Rozy çoktan buradan

ayrıldı…

- İsterseniz yarın yine arayın… Belki bir yerlere gitmiştir.

Yapabileceğim hiçbir şey yoktu, ‘YOK’ larla baş başa

kalakalmıştım, telefon elimdeydi. Bu arada Nihat Oral Abiyi

bekliyordum. Bir süre sonra gelince de, sıkıla sıkıla makamına

sokulmuştum:

- Nihat Abi, sizinle bir şey görüşebilir miyim ?

- Otur bakalım çapkın, sende mi gece aleminin tadına

vardın ?

- Abi, birkaç defa masumca gitmiş, Rozy’le tanışmıştım,

o beni çok seviyordu.

Nihat Abi, sözümü keserek:

- Tabi o da seni seviyordu, sana aşıktı.

- Nereden bildin abi ?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-70-

- Bu işler böyledir. Ama, dün gece gazinoda Rozy yoktu.

Garsonlar da nereye gittiğini bilmiyorlardı, sanırım kayıp

olmuş.

Nihat Abi’nin bu sözleri üzerine yığılıp kalmıştım. Kime

sorsam hep ‘YOK’, ‘KAYIP’ sözleriyle karşılaşıyordum. Benim

için her şey bitmişti, yaşamak istemiyordum. Karasevdanın

kara sularında boğulmak üzereydim, bir ışık, bir minik haber

arıyordum. Pansiyonu ikinci kez aradığımda.

Santraldaki ses:

-Kardeşim, biraz öncede aradın Rozy isimli birisi yok

burada…

- Ama, şeyyy

- Müşterisiyle gitmiş olabilir.

- Nasıl gider, her gün telefonla görüşüyorduk.

- Evet görüştürüyorduk ama şimdi yok, böyle ısrarla

neden arıyosun ? Bize inanmıyor musun ? Belki çıkar gelir,

fazla canını sıkma.

Bu kız müşterisiyle gitme sözü kafamda yankılanmıştı,

hemen aklıma Kozan’lı Avukat gelmişti. İsmi de Kemal olan

Avukatın Kozan telefonunu 03’e yazdırmıştım, kendi kendime

de:

- Acaba, bu zengin avukatla mı kaçtı ?

- Kozanda mı acaba ?

- Ne zaman geri dönecek ?

- Kozan’a gitsem mi ?

Bu düşünceler kafamdan geçerken, santral memuru

Kozandaki Avukat Kemal Bey’in telefonun hazır olduğunu

söylemişti. Çıkan kişiye:

Abdulkadir KAÇAR

-71-

- Avukat Kemal Bey yok mu ?

- Hayır kardeşim, o çoktaaan gitti.

- Nereye gitti ?

- Bilemiyorum… Bizde izini arıyoruz, görürseniz haber

verin.

Yine tepemden kaynar sular dökülmüş, tırnaklarımdan

çıkmıştı… Kendi kendime nasıl bir işe düştüğümü düşünüp

kızıyordum. Oysa Rozy’i sorabileceğim tek önemli kişide

avukattı. Çünkü Rozy ona değil ama Avukat Kemal ona aşık

olmuştu. Telefondaki ses yine de şöyle demişti :

- Kemal Bey ararsa, gelirse kim aradı diyelim ?

- Adana’dan Erol Erk aradı dersiniz, gelirse lütfen beni

arasın.

- Peki… Geleceğini sanmıyorum ama gelirse söyleriz.

Tam kara sevdaya tutulmuş, perişan olmuştum… Çocuk

gibiydim. Çakmak Caddesi’nde ipil ipil yağan yağmurun

altında günlerce tek başıma ağlayarak ellerim ceplerimde

dolaşmıştım. İliklerime kadar ıslandığım da sayıklıyordum:

- Rozy’mmm

- Rozy’m, güzel Rozy’m…

- Hadi gel, gel bir tanem .

- Gel sevgilim…

- Rozyyy !!!

- Rozyyy !!!

O arada gazinoya bir uğramıştım, Garson Yahya’yı

buldum:

- Yahya Rozy’den haber yok mu ?

- O çoktaaan ayrıldı.

- Ne zaman ?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-72-

- Abi çok oldu hatta sana bir de mesajı vardı…

Tüylerim diken diken olmuştu.

- Nee ? Mesaj mııı ?

- Erol’umu benim yerime yanaklarından öpün demişti.

- Gerçekten mi ?

- Öyle, bizde diğer garsonlarla birlikte çok merak ettik.

Ama, bir ara seninle gittiğini düşünmüştük. Ama, izine

rastlayamadık. Eşyaları da pansiyonda. Nüfus cüdanı bizdeydi

onu da alıp götürmüş…

Rozy’mden tam olarak ümidimi o zaman kesmiştim.

Nasıl yağı bir tavaya koyduğunuzda,

- Cazzz !!! diye yanma sesi çıkartırsa, yüreğimde aynı

öyle yanmıştı…

Her şeyin bittiğini, izini kaybettiğimi, onunla bir daha

asla görüşemeyeceğimi anlamıştım. Rozy artık yoktu. Semra

ve Naci’den de haber çıkmıyordu. Kendilerine ulaşabileceğim

telefonlara çıkan kişiler, yüzüme kapatıyordu. Notlarıma

yanıt vermiyorlardı…

Çoban Abi’den izin alıyordum:

- Abi, ben çok rahatsızım, n’olur biraz idare et.

O da şöyle diyordu :

- Erol, sen çalışmayı çok seven bir kişisin, bu günlerde

değişik haller yaşıyorsun. N’oldu sana Erol ? Rengin soldu,

gözlerin şiş, yoksa uyumuyor musun ?

Kenan Gedikoğlu da:

Erol Ağa herhalde çapkınlığa başladı ?

- Yok be Kenan, çapkınlık falan yok ortada.

- Erol öyle diyorsun ama yazı da yazamıyorsun artık.

Abdulkadir KAÇAR

-73-

Gerçektende tüm duygularımı, düşüncelerimi yitirmiştim.

Aklımda Rozy vardı, karasevdalım, aşkım, büyük

sevgilim, karasevdam. Ondan başka hiçbir şeyi düşünemiyordum.

Günler su gibi akıp geçiyordu. Bir gün Çoban

Abi’nin masasında oturuyorken telefon çalmıştı. Tanıdığım

isimlerden birisi değildi, Rozy’nin kaybolduğunun 11.

günüydü ve çok heyecanlanmıştım. Koşarak telefonu elime

aldığımda ;

- Erol Erk orada mı ?

- Evet, benim, Erol Erk benim, kim arıyor, yoksa Rozy

mi ?

O ses,

- Biraz bekle…demişti.

Biraz sonra metalik bir erkek sesi, hiç duymadığım bir

ses tonuyla şöyle demişti :

- Erol Bey kusura bakmayın, bazı gelişmeler oldu, ama

biz o kadar gaddar değiliz. Sen tarihi görevini başarıyla

tamamladın. Bugün saat 17.00’ de Havaalanına gelip bizi

orada bekle…

Saate baktığımda 17.00’ye geliyordu. Hemen

muhasebecimiz Muzaffer Abi’ye koşarak:

- Abi, bana acil para ver.

Ne yapacaksın Erol’um .?

- Sorma Abi, çok önemli

- Nasıl ?

Hemen parayı almıştım, o dönemin eski model

taksilerinden birisine binmiştim. Şoföre bağırıyordum:

- Biraz daha hızlı, Biraz daha hızlı…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-74-

Havaalanının kapısında taksi durur durmaz parasını

hızlı verip içeriye dalmıştım. Üzerimdeki beyaz pardesünün

yakalarını da kaldırmıştım. O yağmurun altında uçağa doğru

hızla koşuyordum, koşuyordum ama bir türlü gidemiyordum.

Demirden iki pençe arkamdan beni sarmıştı, kımıldayamıyordum.

- Dur bir dakika bekleee… diyordu.

Kımıldamak, Rozy’i belki orada görebileceğimi sanıyordum,

nerede olduğunu merak ediyordum. Onu görmek

için bir mucize bir mucizeye doğru koşuyordum… Anonslar

yapılmış, yolcular çıkış kapısına doğru yönelmişti…20-30

kişilik yolcu kafilesinin arasında üzerinde beyaz pardesü

olan, saçları toplanmış Rozy vardı, beni görünce o bana, ben

ona doğru koşuyorduk... Gelip boynuma sarılmıştı,

ağlaşıyorduk karşılıklı.

- Erol’um, Erol’um…

- Rozy’m Rozy’m…

- Ben gidiyorum Erol, ama seni çok seviyorum.

- Böyle habersiz gidilir mi ? Rozy’m aşkım.

Parmaklarını dudaklarıma bastırmıştı:

- Sus Erol, artık dönemem… Sana daha önceki verdiğim

adresi unutma… Belki o adreste İstanbul’da beni bulabilirsin.

Benim ne olduğumu, nereye gittiğimi, hiç sorma, sormana

gerek kalmadı…

Hem onun arkasından, hem de benim arkamdan demir

pençeler tutarak zorla ayırmıştı. Rozy de bende ağlıyorduk.

Onu zorla uçağa bindirmişlerdi. Yağmur şiddetini arttırmıştı,

uçak motorlarını çalıştırmış, beş dakika sonra da kapıları

kapanıp büyük bir homurtuyla gökyüzüne doğru yükselip,

Abdulkadir KAÇAR

-75-

bulutların arasında Rozy’mi de alıp kaybolmuştu… Onu

görmem artık olanaksızdı, çünkü, ne olduğunu hala

bilemediğim rolüm bitmişti. Ama, onunla birlikte bende

bitmiştim. Rolümün ne olduğunu hiçbir zaman anlayamamıştım,

işime gelmemişti…

Havaalanının dışında Naci’yle karşılaşmıştım, hemen

yakasına yapışarak:

- Naci, Naci, neydi bana yaptığınız ? Neydi bu işkence?

Rozy’mi benden nasıl koparttınız ?

Naci soğukkanlı ve kararlı bir ses tonuyla:

- Erol, her oyun kuralına göre oynanır. Ne sen bir şey

sor, ne de ben bir şey söyleyeyim. Yalnız şunu iyi bil ki, artık

oyun bitti. Sen görevini yaptın, Rozy şu anda gidiyor. Belki

yıllar sonra fısıltı halinde sana nasıl bir rol verildi, nerede

oynadın, nerede oynamadın. Bunları sana anlatabiliriz. Ama,

bu işin gizli tarafları çok fazla, Semra da görevini yapıp

bitirip gitti…

- Naci Rozy’den haber alabilmek için seni arayabilir

miyim ?

Arabasına binerken bir yandan da:

- Belki, belki.

Havaalanından simsiyah bir cadillac marka arabaya

binip kaybolmuştu… Gözlerimde şakır şakır yaşlar akıyordu,

ama beni orada tek başıma bırakıp gitmişlerdi. Tekrar

gazeteye dönmüştüm. Sabahlara kadar içmiş, içmişti.

Kendimden geçmişim. Neyin ne olduğunu bilemiyordum

artık…

Aylarca Semra’dan Rozy’den haber gelir diye

beklemiştim ama hiçbir bilgi yoktu. Onun:

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-76-

- Erol bir gün seni arayabilirim… sözleri beynimin

içinde yankılanıyordu… Ne arayan, ne de soran vardı.

Patronum Nihat Oral’la dertleştiğimizde:

- Erol kafanı yorma, canını sıkma. Bu yaşamın kadınları

böyledir. Bilki birisiyle gitmiştir. Ama sana itiraf edeyim ki,

Rozy seni çok, çok ama çok seviyordu. Senin aşkından kız

sabahlara kadar hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, buna defalarca

tanık olmuştum. Sende para pulda yoktu, oğlum ama seni

çok sevmişti. Bak sende onun aşkıyla sararıp soldun,

yaşamdan koptun, artık kendini toparla, daha önünde

yaşanacak uzun yıllar var…

Artistlerin birisi gelir, birisi gider.

İşte bu olay benim gece yaşamına geçişimi oluşturacaktı…

Günlerce kimseden haber gelmeyince artık tek çıkar

yol İstanbul’a gidip Rozy’imin verdiği adreste Olga’ya ulaşmak

olacaktı. Paralarımı biriktirerek bir ay sonra İstanbul’daydım,

verilen adresteydim. Ama, her adımım sanki Rozy’e beni

daha çok yaklaştırıyordu. Adrestekilere sormuştum:

- Olga burada mı ?

- Evet, bir Olga var.

O günlerde saçları beyazlamış, kömür mangalının

başında bir kadın elinde bir yün yumağı, gözünde gözlükler

iş işliyordu.

- Olga siz misiniz ?

Titrek sesle:

- Hangi Olga ?

- Vallahi, bilemiyorum, Olga’yı arıyorum bana burayı

tarif ettiler. Burası Kont Sokağı değil mi ?

Abdulkadir KAÇAR

-77-

- Evet.

- Siz Olga mısınız ?

- Evladım benim adım Olga

Uzun süre beni süzdükten sonra:

- Rozy’mi gördünüz mü ?

- Hangi Rozy ? Rozy kim ?

- Rozy’m, bana bu adresi vermişti. Eğer kendisi yoksa

bile bir mesajını bulabileceğimi söylemişti. Bana not bırakmadı

mı ?

Olga tekrar yüzüme bakmıştı, ellerini omuzlarıma

koyarak:

- Oğlum, not bırakan olmadı, yalnız burada çok Rozy’ler

var… Rozy’i artık, unut beni dinlersen unut…

O günlerden bu güne kadar Rozy’nin ne yaptığını, adını

sanını bilemediğim ama o günkü koşullarda inşa edilen

İncirlik Hava Üssü’nden bilgi toplamaya gelen bir Rus Casus’u

olduğunu daha sonraki araştırmalarımda anlamıştım…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-78-

Abdulkadir KAÇAR

ILICAK VE SİMAVİ

DEMOKRAT PATRONLARIMDI

Tercüman ve Hürriyet Gazetelerinde çalıştığım

dönemlerde, iki kurumunda sahipleri olan patronlarımla çok

samimiydim.

Rahmetli Kemal Ilıcak Tercuman'ı Türkiye'de sağın

öncüsü yaparak dev trajlar almasını sağladı, kendisi milliyetçi

bir kişi olmasına rağmen, çalışanlarının büyük bir kısmı

solcu, Ecevit'çiydi. Ama, bir gün bile onların düşüncelerine

etki yapmak istemedi, değiştirmeye kalkmadı.

Daha da ötesi, sağın tek temsilcisi olan Tercüman

Gazetesi'nde Bölge Temsilcisi olduğum dönemde yerel

seçimlerde CHP'nin adayı Av. Eğe Bağatur'u destekleyerek,

onun Belediye Başkanı olmasını sağlamıştım. Heyetler halinde

karşı görüşteki kişiler İstanbul'a beni Kemal Ilıcak'a şikayet

ettiklerinde de şöyle demiş:

-Erol Erk, benim temsilcimdir, yetkilidir, onun yaptıklarına

karışmam...

-79-

İKİNCİ BÖLÜM

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-80-

Aynı biçimde Hürriyet Gazetesi'nde bir skandalı ortaya

çıkartmıştım, Türkiye'yi günlerce etkilemişti bu skandal.

Yine şikayetler kendisine gittiğinde Erol Simavi de:

-Ben Erol'un yazdığına karışmam... yanıtını vermişti..

Çağının en büyük demokrat patronları, en iyi gazetecileri

olan Sayın Ilıcak ve Simavi'yi saygıyla anıyorum.

Onlardan aldığım terbiyeyle de ileride yetiştireceğim

öğrencilerime hep örnek oldum.

Gerek Sayın Ilıcak, gerek Simavi'nin yakınlarının da

onların yolundan gitmelerinden büyük bir haz duyuyorum..

Abdulkadir KAÇAR

-81-

TÜRKİYE'NİN SOYGUN HARİTALARI

TBMM'NİN NEMLİ MAHZENLERİNDE

Topladığım bilgilerle, inanarak söylüyorum ki, Türkiye

Cumhuriyeti Devleti son 30, 35 yılda inanılmayacak biçimde

soyuldu. Gerek Devlet Bankaları, gerek Kamu kuruluşlarının

uğradığı soygunlar, bu günkü, paraya çevrilecek olursa,

katrilyonlara ulaşarak devletin bütçesinin 4, 5, 6 katına

ulaşır. İşte bunların belgeleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin

altındaki arşivlerin tozlu raflarında, rutubetli köşelerinde

yer alıyor.

Türkiye Büyük, Millet Meclisi Başkanı Sayın Mustafa

Kalemli'ye sesleniyorum:

Lütfen, Mahzenierdeki arşivleri ciltler dolusu yolsuzluk

zabıtlarını kamuoyuna açıklayın. Temiz devlet, temiz toplum

için bu şarttır. Ancak geçmişi iyi bilirsek geleceğe güvenle

bakabiliriz...

Hiç unutamıyorum, Dönemin İçel Milletvekili Ali İhsan

Elgin Fikri Sağlar, Adana Milletvekili Cüneyt Canver daha

bir çok kişi bir dönem parlamentonun yaramaz çocuklarıydı.

Özellikle Sayın Ali İhsan Elgin sık sık meclise soru önergeleri

vererek yolsuzluklarla ilgili iddialarda bulunuyordu. Örneğin:

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-82-

-Falan kamu kuruluşu nasıl soyuldu?

-Şu banka neden soyuldu?

-Bunları yapanlarla ilgili neden işlemler yapılmıyor.

Televizyondan ve yaygın basından da çok yakından

izlediğim Ali İhsan Adana'ya geldiğinde sordum:

-Aziz Dostum, bu kadar yolsuzluk iddialarıyla ilgili

belgeleri, bilgileri nereden buluyorsun?

Gülümsemişti:

-Erol Abi, Ankara'ya geldiğinde bana uğra, bu kaynakların

kuyusunu göstereceğim, gözlerine inanamayacaksın...

Bir süre sonro Başkente gittiğimde yanına uğrayıp, çay

ve kahvesini içtikten sonra, forsunu kullanarak, sivillerin

girmesine asla izin verilmeyen TBMM mahzenlerine beni

indirmişti... O tozlu raflardaki arşivlerde, nemli ortamda cilt

cilt kitaplar, dosyalar, belgeler duruyordu. Birisini alıp

hafifçe karıştırdığımda gözlerime inanamıyordum:

O mülkiyemin saygıdeğer müfettişleri,

O Devleti Denetleme Kurulunun saygıdeğer yetkilileri

Bakanlığın saygıdeğer denetçileri, mülkiyeliler...

Abdulkadir KAÇAR

-83-

27 MAYIS 1960 İHTİLALİNİ

MİT ÖNCEDEN BİLİYORDU

Albay rütbesiyle Mit'in Adana Bölge Başkanı olan Fuat

Doğu'yla dosttum. General ve MİT Müsteşarı olduğunda da

bu dostluğum artarak devam etti. 27 Mayıs 1960 ihtilaline

adım adım yaklaştığımız günlerde Fuatpaşa ile sık sık

tartışıyorduk, bana şöyle diyrdu:

-Erol, yukarıyı (Başbakan Menderes'i) sürekli

uyarıyoruz, basının üstüne gitmesinin, sansür yapmasının

hatalı olduğunu anlatıyoruz, ama vesveseye kapılmış,

dünyanının kendisinin düşmanı olduğunu düşünüyor...

Türk Basını 1950, 60 yılları arasında uygulanan sansürle

çok bunalımlı bir dönem geçirdi, bunun sonucu ortaya çıkan

FISILTI GAZETESİ de aslı astarı olmayan iddiaları ortaya

atınca, 27 Mayıs ihtilali oldu, ve bunu çok aylar önceden

Fuatpaşa anlatmıştı...

Gelmiş-geçmiş en büyük istihbaratçı olan Fuatpaşa

ihtilalin olacağını biliyordu, MİT'te biliyordu, ihtilal olmadan

Fuatpaşa İran'a gitmişti, sanırım ya oradayken ya da

döndükten sonra ihtilal olmuştu;

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-84-

LİDERLERİN EN BÜYÜK HASTALIĞI

SEPTİZM (ŞÜPHECİLİK) TİR

Türk Siyasi tarihinde liderleri bekleyen bu konuda

başbakan Adnan Menderes'i bile kaybettiğimiz hastalığın

nedeni 'SEPTİZM' (şüphecilik) halk deyimiyle vesvese

hastalığıdır... Bu hastalığın ilk kurbanı olan -Menderes tedavi

olamadan yaşamını yitirdi. Çünkü, onda öncelikle İsmetpaşa

fobisi vardı. Daha sonra da tüm basının aleyhinde olduğunu

düşünüyordu. Bu nedenle de sansür yasalarını çıkartı, ama

şüphecilik hastalığını tedavi ettirmediği içinde, hem iktidarını

hem de yaşamını yitirdi.

Çok tehlikeli olan bu hastalığa günümüzde Erbakan ve

Çiller yakalanmış durumdadır, çok acele Kayaş Rehabilitasyon

Merkezine giderek tedavi olmaları gerekir, Ne zaman

televizyonu açsam, aynı şeyi tekrarlıyorlar

-Basın yalan yazıyor,

-Basında çıkan haberlere inanmayın,

-Basın sabaha kadar hükümet aleyhine yazacaklarını

düşünüp, sonra gelip yazıyor, diyorlar.

4-5 yıllık meslek yaşamı olan birisiyim ve bu konuda

çok samimi olarak söylüyorum ki, basın yalan yazmaz, ancak

abartabilir. Bende aynı şeyleri yazdım. Yazdığı yerde mutlaka

Abdulkadir KAÇAR

-85-

bir şeyler vardır ve kesindir... Bu nedenle, 'SEPTİZM'

hastalığına yakalanan devlet büyüklerininin yeni bir basın

yasasıyla, medyayı sansüre teşebbüs etmeleri çok tehlikelidir;

Bugün erdemliliğe erişerek, halkı ve silahlı kuvvetlerle

hükümetin arasında denge olan Aydın Menderes, bu konuda

kesinlikle bir ölçüdür, acıyı babasını kaybederek yaşamıştır.

Sayın Aydın Menderes'in Erbakan'ı ve Çiller'i ikna etmesini

istiyorum.

Çünkü biliyorum ki; eğer hükümet, basın ve medyayı

susturmak için bir takım sansür yasaları çıkarırsa o zaman

ne mi olur? Rotatiflerde sayıları 10'larca milyona ulaşan

FISILTI GAZETELERİ devreye girer, ve o da askeri kışlasını

rahatsız eder... Yaşadığım için biliyorum, bir kaç generaldan

başka dostu olmayan rahmetli Adnan Menderes, bu yanlış

politikası nedeniyle fısıltı gazeteleri kulaktan kulağa

yayılıyordu.

“DEMO KRAT PAHTİNİN İL ERİ GELENLERİ

MİLYARLIK YOLSUZLUK YAPIYORLAR”

YÜZLERCE KİŞİ HER GÜN ÖLDÜRÜLÜP KUYULARA

ATILIYOR.

Halk, asker, Türkiye'nin her taşı-toprağı artık huzursuz

olmuştu, bir tek kişininin bir tek damla kanı dökülmeden

yapılan 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra, Menderes ve

Bakanların hepsi mahkemelerde hesap verdiklerinde ne

kimsenin öldürülüp kuyuya atıldığı, ne de Demokrat Parti

ileri gelenlerinin devletin kör kuruşunu bile zimmetlerine

geçirmedikleri, yolsuzluk yapmadıkları anlaşıldı. Ama, normal

gazetelere uygulanan sansür FISILTI GAZETESİ'nin bu

şekilde şok başlıklar bularak askeri kışlasından çıkartmıştı.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-86-

İşte bu 'SEPZİZM' hastalığı ve şüphe sonunda hem demokrat

partininin iktidarı kaybetmesine neden oldu, hem de ülkeninin

geleceğine farkında olmadan farklı bir yön vermesini zorunlu

hale getirdi.

O yıllarda yaşı küçük olmasına rağmen Aydın Menderes

olayların içindeydi, ve acılarını yaşadı, bu gün yaptığı konuşmalarında

bunu sezinliyorum. Liderler Tansu Çiller ve

Erbakan'ın, babasını şehit veren kişi olan Menderes'e fikir

sormalarını öneriyorum...

Sayın Erbakan ve Çiller sakın ola ki, basına sansür

uygulamasınlar, bunu akıllarından bile geçirmesinler, Adnan

Menderes örneğini iyi degerlendirerek, ders alsınlar! Tüm

dünyada olduğu gibi Türkiye de de basınla uğraşılmaz, bu

maceraperestlik DONKİŞOT’luktur...

Abdulkadir KAÇAR

-87-

LAİKLİĞİN BEKÇİSİ

HARBİYEDİR...

Gözlerim görmese bile televizyondaki siyasi haberleri

günü gününe dinliyorum, bazı parti liderleri ekrana çıkıp,

iri iri laflar söylüyorlar:

-Laikliğin teminatı benim.

-Laikliğin bekçisi bizim partimizdir.

-Ölürüz de laiklikten taviz vermeyiz...

Bunları düşünürken, 45 yıllık deneyimlerime dayanarak

söylüyorum ki;

Türkiye’de laikliğin tek koruyucusu, kollayıcısı ve

uygulayıcısı Harbiye’dir... O değişmez bir güç, vazgeçilmez

bir bekçidir.

Ne Tansu Çiller,

Ne Mesut Yılmaz,

Ne Deniz Baykal,

Ne Bülent Ecevit,

Ne o, Ne de bu?

Siyasi partilerin liderleri elbette, Atatürk ilkelerine

sahip çıkacak, demokrat Türkiye’nin haklarını savunacaklardır,

bunun için kurulmuşlardır. Ama Laikliğin bekçiliğini

yapamazlar.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-88-

Eğer Harbiye korumamış olsaydı, 1960 ihtilalinden

sonra, Şeriatçılar daha meydanda yokken Türkiye koministlerin

eline geçecekti...

Burada bir anımı anlatmak istiyorum:

Bu gün Türkiye de İslamiyetin en yoğun, koyu gerçek

biçimde yaşandığı il Konya’dır. İster yerel basın, ister yaygın

basın olarak kim giderse gitsin, yaşları 65, 70, 80 olan kişilerle

konuşsun. Onlara Mustafa Kemal’i sorsunlar. Bu güzel

Konyalılar, her birisi dünya tatlısı olan insanlar, büyük Atatürk

için bir tek söz söylerler:

BETON MUSTAFA...

Onun Kurtuluş Savaşında verdiği mücadeleyi,

kahramanlıkları övgüyle, saygıyla anarlar. Başbakan

Necmettin Erbakan’ın seçim bölgesi olan Konya işte böyle

bilir Atatürk’ü...

O Beton Mustafa ki, yani Atatürk Harbiye mezunudur...

Harbiye öyle bir betondur ki, onun ilkeleri, devrimleriyle

öyle bir kıvama gelmiştir ki, çağın en güçlü silahı bile, onu

delemez, ona zarar veremez. İşte bu zırh, şeriat güçleri, solcu,

kominist, Marksist, Leninistler ve her türlü fanatikler

tarafından Harbiye ele geçirlmediği sürece kesinlikle laiklik

yaşayaçaktır, devam edecektir... 1968'liler kuşağı Koministler

Malatya'da yaptıkları toplantıda:

-Harbiye'yi ele geçiremediğimiz sürece, Türkiyeyi ele

geçiremeyiz... demişlerdir.

Politikacılar dua etsinler, iyiki, harbiye var...

Son yıllarda erdemliliğe erişen Devlet adamlığının

verdiği rahatlıkla Atatürkçü neslin sesini duygularını,

Abdulkadir KAÇAR

-89-

duşüncelerini rahatlıkla ifade eden Süleyman Demirel de,

Erbakan'da bu gerçeği biliyorlar..

Atatürk'ün de annesi abdestli-namazlı dindar bir insandı,

Başkomutanın çeşitli camilerde verdiği hutbeler vardır...

Atatürk'ten sonra laikliğin ikinci simge ismi de İsmet

İnönü'dür. Eşi, Mevhibe İnönü beş vakit abdestli namazlı

oruçlu iyi bir mümindi. Ama, İsmetpaşa, dini hiç bir zaman

politikaya alet etmedi; Genç, çubuk gibi bir gençken izlediğim

Atatürk'ün silah arkaşa İsmet İnönü'nünün şöyle konuştuğuna

kulaklarımla tanık olmuştum:

-Allahın lafını ağzıma alarak hiç bir zaman sizleri kandırmadım...

İnönü'den sonra tüm liderler, yerel ve ulusal politikacılar

laikliği hep çiğnemişlerdir... Hatta öyle ki, dindar çevrelerin

oyunu alabilmek için, çeşitli zamanlarda Cuma namazları

kılanlar, insanları kandırmaya kalkışanlar oldukça fazla.

Kimse dine karşı değil, ama dini alet edip, memleketi bu hale

sürükleyenlere karşıdır, bu günkü aydınlar!...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-90-

“EROL ERK'İN

TIRNAKLARINI, ÇEKECEKLER...”

Gazetecilik mesleğimin en yoğun, stresli, zevkli günlerini

askerlerin döneminde icra ettim, Sıkıyönetim zamanında,

askerlerle çekişe çekişe gazetecilik yapmayı başardım...

Günümüz de bile askerlere kafa tutmanının olanaksız olduğu

dönemlerde Güney Haber Gazetesi'nde vurucu başlıkları

atmak olanaksızdı, her babayiğidin karı değildi...

Çalışma arkadaşım, dostum, rahmetli Kenan Gedikoğlu,

Sıkıyönetim Komutanlığından her telefon geldiğinde eli ayağı

titrer, Sekreterim Ayşe'ye eliyle işaret ederdi:

-Ben yokum, Ben yokum, Erol'u Bağla, Erol'u... derdi.

Her haberden sonra 6. Kolorduya gidip-gelmekten

oranın gediklisi olmuştum, oraya gidip-gelirken, yayınlarımdan

rahatsız olan bazı çevreler:

-Erol Erk'in tırnaklarını sökecekler..

-Erol Erk, artık çıkamaz, gidişi olur-dönüşü olmaz,

diyorlardı.

Tüm paşalarla dost ve arkadaş olmuştum, Her gün

çaylarını, kahvelerini, hatta daha ileri aşamalarda rakılarını

içtiğim paşalar bana saygı duyuyorlardı. O dönemin Adana

Belediye Başkanı olan Albay Nuri Korkmaz:

Abdulkadir KAÇAR

-91-

-Kardeşim, ben Erol Erk'ten korktuğum kadar hiç bir

şeyden korkmuyorum... diyordu.. .

Kurmay Başkanı Albay Turgut Nasun'un karşısında

titremeyen yoktu... Çok yumuşak görünümün arkasında katı

ve çok sert olabilen Burhanettin Bigalı Paşa bir gün beni

tebrik etti:

-Erol seni kutluyorum, elinden ne uçan, ne de kaçan

kurtulmuyor...

Mümtaz Ün Paşa yakın arkadaşımdı...

Aslında sivil kıyafetler, şeytanı temsil eder, askerler

elbiseleri içinde masumdur. Ve askerin en önemli bir yanı,

eğer yazdıklarını kanıtlarsan sana bir şey yapmaz...

Yavuz Sultan Süleyman'ın Hazineleri yüzünden,

işkenceyle yaşamlarını yitiren üç gariban çoban olayından

sonra Mersin'de seri operasyonlara giriştim, oraları titrettim.

Valileri devirdim, Çukobirlik Genel Müdürünü görevden

aldırdım. O dönemde en az 100 kişi Güney Haber’in yayınları

nedeniyle tutuklanmıştır, Toplumu bu yasadışı davranışlarda

bulunanlardan temizlemeyi başardım.

Bu arada Adana da tutuklu olan ve kaçırılma teşebbüsünde

bulanacağını daha önceden öğrendiğim, Hollanda

da hapishaneden helikopterle kaçırılan Gaziantepspor'un

Başkanlığını da yapan kişiyle ilgili çeşitli bilgilerim vardı,

hepsini teker teker değerlendirmiştim...

Çukobirlik'in tarihinde en büyük ve seri yolsuzluklarını

ortaya çıkartmıştım, işbaşına gelen paşalar, sivillerin

yolsuzluklarını çıkartıyoruz derken, onların yaptıkları

kusurları da ortaya çıkarttırdım...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-92-

Bölgemizde Sıkıyönetimin ortaya çıkartamadığı pek

çok yasadışı olayları, 'DEDEKTİF SALİM' olarak bir bir ortaya

çıkarttım...

Tüm bunları neyle yaptım? Yerel gazetem olan Güney

Haberle... inanmış kadromla, arkadaşlarımla, sahip olduğum

bugün bile açıklamayı istemediğim çok büyük ve özel

kaynaklarımla bunları başardım... Yerel Basında çalışan

arkadaşlarımızda bu güçlerini iyi bilmelerini, kullanmalarını

öneriyorum...

Abdulkadir KAÇAR

-93-

İŞTE YEREL BASININ GÜCÜ

Yerel basının gerektiğinde ulusal basından daha çok

etkili, olayları daha çabuk izleyip süratlendiren, çözümünü

sağlayan en önemli sektör olduğumu söylemiştim. İster

günlük, ister haftalık, hatta isterse aylık ve tek yaprak olsa

bile yerel basınımın gücünü ve etkisini tüm arkadaşlarımın

iyi bilmesini istiyorum. Meslektaşlarımın kendi gazetelerinin

sayfasının azlığı, baskı sayısının az olması nedeniyle bir

psikolojik duyguya kendilerini kaptırmamalarını, aksine en

büyük gücün kendi ellerinde olmalarını öneriyorum. Bunu

da yaşadığım bir örnek vererek yerel basının gücünü anlatmak

istiyorum.

İlk Güney Haber Gazetesi'nin yeri Ziyapaşa Bulvarında,

eski MİT binasının yanında, Yüzme Havuzunun da karşısında

bulunuyordu. Benim danışmanı olduğum gazeteye Yeni

Adana da çalışan Oğuz Baytok'u Genel Yayın Yönetmeni

yapmak istedik, fakat nazikçe teklifimizi geri çevirmişti. Ama

bu konuda sağ kolum olacak Şahin Esendemir'le çalışmaya

başladım. Gazetenin Yazı İşleri Müdürü de Nejat Çorapçıoğlu'ydu.

Kalemi Türkiye çapında olan, rahmetli Kenan

Gedikoğlu’yla birlikteydik. Yayın yaşamına yeni başladığı

için Güney Haber Gazetesi kendisini kanıtlamanın peşindeydi.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-94-

Bir gün sabah kahvesi içerken, elinde Hürriyet

Gazetesiyle Şahin Esendemir koşarak ve heyecanla yanıma

geldi.

-Erol Abi, Erol Abi, şu habere bak, çok ilginç buldum.

Haber, gazeteninin üçüncü sayfasına dört satır ve tek sütun

olarak kullanılmıştı şöyleydi:

“MİSİS'TE YAVUZ SULTAN SELİMİN DEFİNELERİNİ

ARAMAYA ÇIKAN ÜÇ GARİP ÇOBANININ DEVLET

HASTAHANESİ KAPISININ ÖNÜNDE CESETLERİ

BULUNDU... Haberi okuyunca şimşekler çakmıştı ve Şahin’i

bu dikkatinden dolayı kutladıktan sonra şöyle dedim:

-Aferim, dört satırlık ama büyük ve cinayet kokusu

aldığım bu haberi çok deyatlı araştır. Üç garip çobanının

macerasını çok iyi hazırlayarak bana getir...

Ve, bir süre sonra Şahin araştırmasını bitirip geldiğinde

olayı şöyle anlatmıştı:

-Abi, Üç Çoban köylerinde hayvanlarını otlatırken, Nur

Dağlarının eteklerinde Roma ve Bizans döneminden, kalma

çanak-çömlek bulmuşlar ve yine bu kişiler kahvehanede

otururken, birisine Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethe giderken

gömdüğü muhteşem hazinesini bulduklarını söylemişler...

Bu dedikoduya herkes inanmış, çoban şakası olduğunu

bilmediği içinde kulaktan kulağa, yayılmış...

Olayı Yakapınar Jandarma Karakolu’na birisi ihbar

etmiş, orada günlerce sorguya çekilmişler, sonra da cesetleri

Devlet Hastahanesi'nin önünde bulunmuş...

Yerel Gazetelerde çalışan meslektaşlarım çok dikkatli,

ama bir'tek satır atlamadan bu vahşeti iyi okusunlar, ellerinde

tuttuğu gücün anlamını öğrensinler...

Abdulkadir KAÇAR

-95-

Gerçekten de üç kişiye Yakapınar Jandarma Karakolu'nda

günlerce işkence yapılmış :

-Yavuz Sultan Selim'in Hazinelerini nereye gömdünüz?

diye sorulmuş..

Onlarda, ısrarla, yemin ederek :

-Biz hazine bulmadık, çanak-çömlek bulduk, bir

arkadaşımız şaka yaptı, bulsak yerini söyleriz demişler.

Bunlar gerçeği anlattıkça dayak yemişler.

Gerçeği anlattıkça dayak yemişler, daha sonra artık

işkenceye dayanamayınca, kafalarından yalan uydurmaya

başlamışlar.

-Evet, hazineyi bulduk, dağın yanındaki dut ağacının

altına gömdük...

Gidip jandarmalar orayı kazmış yok.

Tekrar dayak yemişler. Yine yalan söylemişler, hayali

yerleri söylemişler... Daha sonra da :

-Vallahi Billahi Komutanım, Başçavuşum, yapmayın,

bizi öldüreceksiniz, biz hazine bulmadık, bu kadar işkenceye

rağmen bulsaydık söylerdik... demişler. Ama, anlatamamışlar.

Aç ve susuz bırakılmışlar, ama artık kendilerinde

değillermiş. Yakapınar Jandarma Astsubayı zavallı üç çobanı

Adana Merkez Jandarma Komutanlığında Yüzbaşı Agah'a

teslim etmişler... Agah Yüzbaşı da. Edremitli'ydi, benim

annem tarafımda oradandı, ama bu olayın üstüne giderken

hiç etkilenmemiştim. O nedenle şimdi vicdani rahatlık içinde

konuşuyorum...

Üç zavallı çobanı eski vilayet binasının arkasındaki

Jandarma Komutanlığının ağaçlarına ayaklarından başaşağı

asmışlar, üçünü de gece gündüz dövmeye, konuşturmaya

devam etmişler :

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-96-

-Yavuz Sultan Selim'in Hazineleri neredeee?

-Bilmiyoruz komunatım.

-Sizi konuşturmasını bilirim... diye işkenceler devam

etmiş...

Yakapınar Karakolu'nda olduğu gibi, burada da hayali

yerler söyleyip, dayaktan kurtulmaya çalıştıkça daha çok

işkenge görmüşler, daha çok acı çekmişler...

Zavallı Üç çobanının yakınları bu arada vilayete dilekçe

vererek :

-Bizim yakınlarımızı, jandarma göz altına aldı, bir

haftadır haber çıkmıyor, yaşanlarından endişe ediyoruz, bu

konu da gerekli işlemlerin yapılmasını ve tarafımıza bilgi

verilmesini arz ederiz... demişler.

Bu olayda vilayetin tasarrufunda olduğu için, dönemin

valisi dilekçeyi gündeme getirmemiş veya bekletmiş.

Buradan sonrası daha vahimdir, daha ilginçtir. -Dönemin

Hükümet Tabibi ve renkli kişisi olan Dr. Nebi Ziya Akan,

koyu bir CHP'liydi ve tek amacı da milletvekili olabilmekti.

Üç zavallı kişiyi sorgulayan Agah Yüzbaşı, Hükümet Tabibine

resmi bir yazı göndererek soruyor :

-Biz, Hazineleri bulan üç köylüyü günlerdir jandarmada

sorgulayoruz, Üstlerinde her türlü tasarrufu denedik, ama

konuş turamadık acaba sizin hükümet Tabibi olarak bir

müdahaleniz, konuşma yönteminiz olabilir mi?

Koskoca Merkez Komutanı Yüzbaşı Agah bu yazıyı

yazabilme yanlışlığına düşmüş, İşte çok önemli olan bu

belgeyi de ortaya çıkarttım Dr. Nebi Ziya Akkan da ona şöyle

yanıt vermiş :

-Komutanım, siz hiç merak etmeyin, onları konuşturmasını

çok iyi bilirim...

Abdulkadir KAÇAR

-97-

Önce Adana'lı olarak üç çobanı gördükleri işkenceden

dolayı üzüldüğünü konuşmalarının kendilerinin yararlı

olacağını, yoksa, çok farklı yöntemler uygulanacağını

anlatarak konuşturmaya çalışmış... İkna edemediği çobanlar

da yalvarıyormuş.

-Doktor Bey, Komutanım, Astsubayım, valiahi-bilahi

biz hazine falan bulmadık, içinde altın olacağını sandığımız

çanak ve çömlek bulduk, köyden bir arkadaşımız yalan

söyleyip, Yavuz Sultan Selim"in Hazinelerini bulduğumuzu

söyledi... Bize acıyın, çolumuz-çocuğumuz var, nolur

yapmayın...

Ama, kimseye bunu dinletememişler... Dr. Ziya Akkan,

Bunları Yakapınar’a götürün, orada konuşturmasını bilirim...

demiş.

Ve kimsenin aklına gelmeyecek biçimde bir işkence

yöntemiyle koskoca bir kazana tuzlu su yapmış, üç garip

çobanı başaşağı ayaklarından asarak, Dr. Akkan, bardak

bardak tuzlu suyu saatlerce çabanlara içirmiş. O gariplerin

iç organları parçalanmış, sabahlara kadar inileyip, yalvarmışlar.

İşkence yapanlardan birisini bir korku almış,

ayaklarından ipleri kesip, mideleri parçalanan, ağızlarından

salya akan üç kişiyi.

-Eyvaah, başımızı derde soktuk, bunları Devlet Hastahanesinin

önüne atıp, canımızı kurtaralım demiş. Jeep'in

içine konulan zavallı üç köylününün cesedi Devlet Hastahanesinin

önüne atılmış...

Bu olay Ulusal basın olan Hürriyet'te üç satır verilmiş,

cesetler daha sonra yakınlarına teslim edilmişti...

Bu konuda beni uyandıran Şahin Esendemir’di. Bu gün

bile kendisine teşekkür ediyorum, ama o dönemde bu haberi

yazmak kolay değildi. Çünkü karşımızda Asker, Vilayet ve

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-98-

Hükümet vardı, üstelik bunun kanıtlanması da çok zordu.

Olayı adım adım bilip-yaşayanlarda konuşamıyor, hiç kimse

zavallı üç kişiye tuzlu su içirildiğini işkenceyle öldürüldüğünü

söyleyemiyorlardı...

Vilayette adi bir olay gibi konuyu örtbas etmişti,

dosyalarda kapanmıştı. Adliye harekete geçemiyor, savcılar

ve hakimler görev yapamıyordu...

Herkesin her zaman girip-çıktığı, kapımın açık olduğu

uzun masada bir toplantı yapıp, Güney Haber'in yeni bir

gazete olması nedeniyle vurucu haberlere ihtiyacımızın

olduğunu anlattım, sonucunun ne olacağını bilmeden,

başladım. Vurucu başlıklarla, herkesi titreten haberi

duyurmaya :

“ÜÇ ÇOBANININ KANI YERDE KALMAYACAK”

“KORKUNÇ İŞKENCE”

“TÜYLER ÜRPERTEN CİNAYET...”

Bu riskli başlıkları atarkende bir yandan gelen ihbarları

değerlendiriyordum, Çoban Aileleri gazeteye geldiler, konu

hakkında vilayete dilekçe verdiklerini söylediler... Bu

dilekçeninin örneğini ele geçirip, yayınladım fırtınalar koptu.

İhbarların ardı arkası kesilmiyordu, Dr. Nebi Ziya Akkap'ın

Agah Yüzbaşı'ya yazdığı konuşturma yöntemlerini sorduğu

belgeyi yayınladım depremler oluyordu... Ve en son olarakta

bu işkencenin ilk basamağını yaratan astsubayın bir

yakınından bana ihbar mektubu gelince, orada olay en ince

biçimde anlatılınca, doğru adliyeye gittim ve Cumhuriyet

Savcılığına teslim ettim... Bu yayınlarımız ve belgelerimiz

üzerine Cumhuriyet Savcıları zorunlu olarak soruşturma

açmak durumunda kaldılar. O dönemin savcılarını da bu gün

Abdulkadir KAÇAR

-99-

bile tebrik ediyorum. İlk olarak Hükümet Tabibi Dr. Nebi

Ziya Akkan tutuklandı.

Lüzumu Mahkeme kararı alındıktan sonra Yakapınar

Jandarma Astsubayı tutuklandı, Peşinden Agah Yüzbaşı da

tutuklandı...

12 Eylül'e doğru adım adım giderken, yerel basın olarak

garip üç çobanın işkenceyle öldürülmesi olayında yavaş

yavaş intikam alıyorduk...

Bu kişiler Ağır Cezada yargılanmaya başlayınca suçu

birbirlerinin üstüne atmaya başladılar. Olay artık tüm

berraklığıyla gözler önüne serilmişti...

Sonraki Günlerde Sıkıyönetim beni sorguya aldı:

-Erol Erk, sen asker düşmanı mısın?

-Hayır efendim, benim babamda askerdi, kesinlikle

asker düşmanı değilim, açın dosyalarıma bakın, o zaman

benim kim olduğumu göreceksiniz... dedim.

Dosyalarım teker teker ortaya konulduğunda, devlete

verdiğim hizmetten övgüyle söz ediliyordu. Gurur belgelerimi

görünce beni tebrik ettiler. Çünkü, hiç bir hatam olmamıştı,

devletin yanında ve onunla olmuştum, yasaların hükmünü

uygulanması için sağlamıştım...

Adana'da artık bu olay çok büyük depremler yaptığı,

fırtınalar koparttığı, herhangi bir kamu olayına neden

olabileceği hesap edilerek İzmir Ağır Ceza Mahkemesi'ne

alınmıştı...

Duruşmaların sonunda, Mahkeme Hükümet Tabibi Dr.

Ziya Akkan'ı, Agah Yüzbaşı'yı, Yakapınar Jandarma Karakol

Komutanını 36'şar yıl hapis cezası verdi...

Dr. Nebi Ziya Akkan cezaevinde rahmetli oldu.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-100-

Agah Yüzbaşı ve Astsubayın izlerini de kaybettim.

Ama, bugün anılarımı anlatırken, bir gazeteci olarak

pişmanlık duymuyorum ve vicdan huzuru içinde anlatıyorum.

Yüzlerce olay çıkarttım ortaya, bazılarından pişmanlık duymuş

olabilirim belki, ama bu olaydan asla ve asla pişmanlık

duymuyorum.

Abdulkadir KAÇAR

-101-

GÜNEY HABER EFSANEDİR

Yerel basında yaşamak bir üniversiteye gitmek kadar

hatta daha da önemlidir. Çünkü, yerel basın kolluk kuvvetlerinin

yapamayacağı şeyleri bile yapabilecek bir güçtür.

Toplumun arasındaki uçurumları yok eder. Hatta çok liyakatli

kişileri politik alanda da yükseltecek güçtür...

Yerel basının Adana tarihine bakacak olursak, bu süreç

çok büyük bir dev niteliğindedir. 1918 yılından beri, Türkiye

Cumhuriyeti'nin kurulmasında önemli görev alan Yeni Adana

Gazetesi bir simgedir, bir ayrıcalık taşır. Ancak, bu güzel

gazete, ekonomik sıkıntıları nedeniyle toparlanamadığı,

istenilen güce ulaşamadığı için olduğu yerde kaldı, yani başka

deyişle, emekleme aşamasını yürümeye çeviremedi. Bu

haldeyken Adanamızda mantar gibi yeni gazeteler çıkmaya

başladı, bu konudaki bir efsane isim GÜNEY HABER'dir...

Bugün benim anılarımı yayınlayan Güney Haber, ilk Güney

Haber'in bir yerde torunu sayılır... Gerçektende ilk Güney

Haber Doğu ve Güney'de bir efsane isimdi, Zaloğlu Rustem

kadar güçlü, Tarih yaratan Köroğlu destanı gibi korkusuzdu.

Bu efsanenin doğuşu, benim Tercüman'dan emekli olduktan

sonra orada kader birliği yaptığım çok değerli dostumarkadaşım

İsmail Okuroğlu'yla işbirliği yapmamız ve rahmetle

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-102-

andığım Kemal Ilıcak'ın bize verdiği olanaklarla mümkün

olmuştur. 12 Eylül ihtilalininin olduğu dönemlerde fırtınalar

yaratan bir dev, şaheser, bir efsaneydi o... Bütün ulusal basın

askerden korkup zangır zangır titrerken Güney Haber

destanların üstüne destanlar yazdı, arşivlerde bu başarıları

görmek olanaklı.

Danışmanı ve Genel Yayın Yönetmeni olduğum Güney

Haber Gazetesi cesaretin simgesi olarak girdiği her yerden

ses getiriyordu, ve aynı dönemde hiç bir İstanbul gazetesi

onun kadar vurucu, etkili, değildi olamazdı, olamadı. Bugün

aktif olarak çalışan pek çok gazeteci arkadaşım, o gazetede,

gerçek basın mensubu olmanın zevkini tatmışlardır... Biz o

zaman ne yaptık? Halkı haraca mı bağladık? Hayır, Masumları

mahkum mu ettik? Hayır, Zavallıları ezdik mi? Hayır. Yerel

basın olarak, gaddarları, soyguncuları, yasadışı olanları dize

getirdik... O dönemde yasaların dışında hareket edenler,

Güney Haber Gazetesi'nin karşısında buz gibi eriyip, zangır

zangır titriyorlardı...

Güney Haber'in öncülük ettiği yerel basın atağında

meslektaşım Alaaddin Kutlu, Ekspres'i yarattı. Eksperese

önücülük eden Güney Haber sonradan kapandı, haha küçük

ama en az onun kadar etkili olan YENİ GÜNEY HABER

Gazetesi'ni çıkarttım. Pehlivan fıkralarındaki Arnavutoğlu'nun

Kel Aliço'ya meydan okuduğu gibi biz o küçücük boyumuzla

dev yolsuzlukların karşısına dikilerek meydan okuduk. İyi

mi ettik, kötü mü ettik? Bunu tartışmıyorum, fakat Güney

Haber Gazetesi'nin adını Yerel Basının silinmez simgesi

haline getirip, bölgemizin ve Türkiye'nin kaderine altın

harflerle yazdık...

Abdulkadir KAÇAR

-103-

Daha sonraki yıllarda, bizden güç ve cesaret bulanlar

da yerel basın konusunda faaliyete başladılar. Bölge, Toros,

Haftalık Haber bunlardan bazılarıdır. Ama, devletin ve halkın

katkısı olmadığı için, biz nasıl battıysak, şu anda da Adana'daki

yerel basın çırpınmaktadır. Devletin resmi ilanla verdiği

parayla Çalışanların maaşını ancak ödeyebilmekte, resmi

vergilere bu para yetmemektedir.

Burada bir gerçeğin daha altını çizmek istiyorum;

Birinci Güney Haber'de her şey çok iyiydi, ama ikinci

YENİ GÜNEY HABER, de para bulabilmek, personelin

maaşını ödeyebilmek için, zaman zaman 50, 100 abone için

teslim oluyorduk. Ve yine çalışanların maaşlarını ödeyebilmek

için, olmadık zenginlerin önünde 50 kere takla atıyorduk.

Bunu yapmak zorunda kaldık. İyimi ettik, kötü mü ettik? Bu

da tartışılacak bir konudur. Ama, ekonomik özgürlüğü

olmadığı sürece yerel ve ulusal "basın içi kof olan koskoca

bir hikayedir. Benim bu alanda çalışan ve yatırım yapmak

isteyen arkadaşlarıma ricam şudur. Ekonominizi kesin olarak

dengelemeniz gereklidir. Aksi takdirde sonu hüsran olur,

teslim olmaktan başka çareniz kalmaz... Ekonomik özgürlüğü

olmayan gazete kafa tutamaz, boynu hep eğiktir.

Benimle ilgili şunu-bunu söylediler, ama asla haram

yemedim. Zaten ben bu gün o şekilde davransaydım, trilyoner

olurdum, kirada oturmazdım... Yerel basındaki gibi yerel

televizyonlarda da aynı sıkıntılar yaşanıyor ama orada

uyanıklarda yer alıyor. Çaresizlik içinde idealizm peşinde

koşan arkadaşlarım da var. Uyanıklara helal olsun, çaresizlere

de Allah yardım etsin. Ben hiç bir zaman uyanık olamadığım

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-104-

için bu işi beceremedim. Uyanık olmak, yapay olmak ayrı

bir kabilyet gerektiriyordu oyunu kurallarına göre oynayan

arkadaşlarımda belli bir sayıda vardır...

İdealist olan gazeteci arkadaşlarıma şunu söylemek

istiyorum:

Lütfen, yerel basının gücüne inanın, etkinliğinizi

arttırmanın çabası içine girin. Bazen idealist olmaktan

vazgeçin ve toplumun istedikleri güzelliklerini bulmaya,

yazmaya ve yansıtmaya çalışın. En büyük olayları, 45 yıllık

meslek yaşamımın yerel basında olan bölümünde gerçekleştirdim.

Bazı odaklar :

-Amaaan canım, Güney Haber Gazetesi yazmışta ne

olmuş? diyenlere aldırmayın.

Bu şekilde davrananlara geçmişte dünyayı zından

etmiştim.

Dahasını söyleyeyim :

-Güney Haber ne yazarsa yazsın... diyen pek çok kişide

hapise girdi...

Gerçek gazeteciyi hiç bir olay, hiç bir kişi bozamaz

Gerçek gazeteci katıksız bal gibidir, zaman geçtikçe kıymeti

daha çok anlaşılar...

Abdulkadir KAÇAR

-105-

IŞIK YURTÇU ELİMDE BÜYÜDÜ

Gözlerimi henüz kaybetmeden televizyonlardan

birisinde, Işık Yurtçu'yu, saçı-sakalı birbirine karışmış, tutuklu

bir gazeteci olarak izlediğimde çok üzüldüm. Çünkü, Işık

benim elimde buyüyen, küçücük bir çocuktu o dönemlerde

kısa pantalonlu çocuktur. Babası Çoban Yurtçu ile çalışırken,

sürekli gazeteye gelip-gider, dizgi-baskı işleriyle yakından

ilgilenir bu mesleğe aşırı ilgi duyardı. Benim Ustam olan

Çoban Yurtçu da onu çok sever üstüne titrerdi... Ama, Işık'ın

yaşamımın bir bölümü yurtlarda geçti daha sonra da büyük

bir adam olunca fanatik bir dünyaya, şu anda HAKİKİ; sosyal

adalet sınırlarını aşan fanatik bir ileri uca gönül verdiği içinde

başı dertten derde girdi. Zaman zaman yazı işleri Müdürlüğü

yaptığı çeşitli gazetelerdeki haberler nedeniyle de büyük

cezalar yedi...

Işık kendisini hala düşünce suçlusu olduğunu söylüyor,

savaşını haklı buluyorum, katılıyorum, basın ve her konuda

ülkelerin alabildiğince özgür olması, düşünceninin suç

olmaması şarttır. Bu düşünce öyle bir pınardır ki, tadına

doyum olmaz. Ama düşünce özgürlüğünün sınırları toplumun

yararlarının dışına çıktığında o özgürlük geri tepen silah

gibidir.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-106-

Sevgili Işık'ın idealinde pek çok gazeteciye yanımda iş

verdim, neredeyse denetlenemez olan sağcı-solcu gazeteeilere

müdahale etmeden onlarla aynı masaya oturma becerisini

gösterdim. Benim bu düşüncemde özgür düşünceye verdiğim

önemden kaynaklanır. Demek ki, bende sosyal adaleti ileri

ucuna kadar savunuyorum, ama bir yerde duruyorum. Eğer,

o sosyal adaletin ileri ucunda, cemiyeti tahrip edici, illegal

yollara sapma olayı varsa, ben onda yokum. Rahmetli Çoban

Yurtuçu yani Işık'ın babası da solcuydu. Bunun ekolünde

yetişen herkes solcuydu, ama solcu olmak ayrı, bir illegal

tarza dönüşüp cemiyetlere ters düşecek, konularda zıtlaşmalar

anlamsızdır..

Anılarımı okuyanlara şu konunun altını iki defa çiziyor

rum... Geçenlerde televizyonda 1968'lilerin kuşağının

tartışmalarını dinledim. Aslında Kominizmin Türkiye de ilk

kez patlaması, koroinistlerin özgürlük istemiyle sokaklara

dökülmesi, vurucu ve kırıcı olmaları o dönemlere rastlar. Bu

yolda idam edilenler vurulanlar, yaşamını yitirenler oldu.

Ama istedikleri yere varamadılar. Bu sorun o zamandan bu

zamana kadar geldi ama hala, kapanmadı. Sağda da solda

da ölenleri rahmetle anmak görevmizdir. Sorunu insani

açıdan ele almak istiyorum. Bu yerel basın açısından çok

önemlidir. Ben insanı insan olarak kabul eden bir kişiyim.

İster kominist, ister sağcı olsun, o kişi insansa bir zarar

gelmez.. Ama, o içindeki fırtınaları, kötülüğe, eyleme

dönüştürünlerde yasaların önünden kaçamayacaklardır.

Abdulkadir KAÇAR

-107-

EŞEK ARILARININ

DELİĞİNE ÇOMAK SOKTUM

Dünyada bile gücü tartışılamaz boyutta olan Yerel

Basının en somut örneği Amerika ve Avrupa'da görülür. Bu

ülkeler uygarlıklarını yaratırlarken, yerel basınla kol kola

yürümüş, onun hep güçlü ve etkili kalabilmesi için her türlü

desteği, yardımı, işbirliğini yapmıştır. Gerek okur, gerek

devletler bu uygar ülkelerde yerel basının önünü hep açık

tutup, teşvik etmişlerdir.

Dünyada bu kadar güçlü olan yerel basın ülkemizde,

iyi organize olamadığı için ekonomik sıkıntılar nedeniyle,

çaresizlikler içinde, çalışanı ve patronlarıyla birlikte olumsuz

ve kötü bir kaderi paylaşmaktadır. Bu nedenle gücünü tam

olarak kanıtlayamadığı içinde, layık olduğu yere ve hedeflere

ulaşamamıştır. Yerel basının yerini son 5-6 yıldır Görsel basın

diye niteleyebileceğimiz yerel televizyonlar aldı, onlarda aynı

kültür ve olumsuz kaderi yaşamak zorunda kaldı.

Devlet politikalarında yerel basına ayrılan tahsisatlar

hep çok çılız, yetersiz, olduğu için yerel basın can çekişircesine

debelenmekte, canını kurtarmaya çalışmaktadır. Oysa, yerel

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-108-

basına gösterilecek ilgi yaygın basından daha da etkilidir.

Yerel basında yetişen ve mesleklerini orada sürdüren

arkadaşlarım, üzülerek belirtmeliyim ki, karınlarını doyurmanının

çabası ve mücadelesi içindedirler. Bunu yaparkende

demokratça davranış biçimi gösterememektedirler. İdeal

peşinde koşma yerel basında önemli bir ölçü, bir hedef

olmasına rağmen, bunun peşinde koşupta toplamak,

istedikleri ve layık oldukları yeri bulamazlar. Çünkü, ideal

ölçülere sığındığında menfaat guruplarının birlik oldukları

yuvalara girmek zorunda kalacaktır. Bu guruplara karşı

çıktığı sürece de onlar gün gelip gazeteciyi boğacaklardır.

Başka deyişle, Eşek arılarının olduğu deliklere çomak

sokmadığıdın sürece, cebinde basın kartın, kokteyllerde,

elinde içki bardağınla, kuş sütünün eksik olduğu sofralarda

kahkahalarla gülebilir, Başbakanlar, Bakanlar, Milletvekilleri,

Valiler, Emniyet Müdürleri, Belediye Başkanlarıyla kahkaha

atabilirsin. Ama, o gazetecilik değil, sadece bu mesleğin

renkli, özenilen, ama içi kof dünyasıdır...

Bu tipler, toplumun sevdiği, ilgi gösterdiği kaleminin

ucunu sivri tutmayan, gerek kişisel, gerek devlet çıkarları

için eğriye doğruya karışmayan, köşesinde oturan,

BEYEFENDİ kılıklı heriflerdir. Bu işin içinde rahatlıkla

yaşayabilirler, halktan kopuk yaltakçılardır...

Ama, gerçek gazeteci halkı sortmlarla birleştiren

adamdır, halkın gözünü açan, doğruları ortaya koyan kişidir.

Ve çıkar gurupları ise halkın gözünün açılmasını asla istemez.

Çünkü, büyük halk yığınları bir şeylerin farkına varırsa, gözü

açılırsa, yolsuzluklar, vurgunlar, rüşvet, talan yağmalar ortaya

Abdulkadir KAÇAR

-109-

çıkacağı için, kimse bu şekilde, aktif gazetecilik yapan kişileri

sevmez... Üzülerek belirtmeliyim ki, bu gazetelerin ne

patronları, ne de çalışanlar pek sevilmezler, ben bunu yıllarca

yaşadım. Bunun aksini idda eden bir kişi varsa ğörsel

medyanın önünde tartışmaya hazırım, onlara HODRİ

MEYDAN diyorum.

Ama buna cesaret edebilecek, benimle bu konuyu

tartışacak kişilerin olduğunu sanmıyorum. Çünkü, 45 yıla

varan gazeteciliğimin tarihsel deneyimimle, mesleğimin her

aşamasında yıllarca çaba harcayan birisi olarak bu konuyu

benden daha iyi bilenlerin olacağını sanmıyorum.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-110-

ERSİN AYDIN'LA

ANAVATAN'DAN YAVRUVATANA

Tercüman Gazetesi'nde 9 yılı aşkın süren çalışmalarımda

beni doruk noktaya çıkartan, adımı Türkiye'ye dünyaya

duyuran en önemli, bir olay da ünlü maratoncumuz Ersin

Aydın'ın, Anavatan'dan Yavruvatan’a yüzerek gitmesidir.

İngiliz basının da peşimden koştuğu bu olay yaşamımın en

heyecanlı, en unutulmaz serüvenidir,

Kıbrıs Barış Harekatı henüz yapılmıştı. Ancak biz

Türkler yüzerek de Türkiye'den Kıbrıs’a çıkacağımızı

kanıtlamak istiyorduk. Bu konunun projelendirilmesi seviğili

dostum, spor yazarı Necmi Tanyolaç ile İslam Çupi’ye aittir.

Adana'da yetişmiş, çeşitli, madalyaları olan, Kısa boylu,

tıknaz, esmer bir arkadaşım olan Ersin Aydın bir süre önce

Manş Denizini geçerek, Avrupa'dan İngiltere'ye yüzmüş ve

dünyada adından söz edilmişti. Tercüman'ın bu fikrini

benimseyen Ersin'in Anamur'dan Kıbrıs'a yüzme olayını

kimin gerçekleştirebileceği düşünülürken, İstanbul'da

tartışılırken benim adım geçmiş :

-Erol Erk, biraz deli doludur, ama olayları değişik

boyuttan ele alan, farklı yöntemler kullanan ve Adana

Temsilcimizdir. Bu projeninin gerçekleşmesi ona bağlıdır...

demişler.

Abdulkadir KAÇAR

-111-

Bu planlar yapılırken beni İstanbul'a çağırdılar. Kemal

Ilıcak’ın odasına gittik. Düşünce henüz hamdı, ve yapılacak

çalışmaları tartıştık, sonuç olarak Kemal Ilıcak şöyle dedi.

-Erol, bu büyük planımız Türkiye'de değil, dünya da

büyük yankı uyandıracak, sansasyon yapacak, gazetemizin

trajını da arttıracaktır... Senin, bu işi yapmanı istiyorum.

-Emrin olur abi, Ersin'i Anavatan'dan Yavruvatan'a

yüzme işi başarıyla uygulanacaktır, en küçük bir şüpheniz

olmasın.

-Sağol Erol Sana güveniyorum... dedi.

Dönemin parasal değeri ve Tercuman'ın bütçesine göre

Kemal Ilıcak, hiç bir şey esirgemedi, para sınırı koymadı.

Plana göre Ersin Aydın, Anamur'la Girne arasındaki

mesafeyi yüzecektir. En büyük faktör, köpek balıklarıydı.

Bunun için bir demir kafes planladım. Mersin'de boyu 10x5

metre olan büyük bir demir kafes yaptırdık.

Bu organizasyonun patronu bendim, İslam Çupi ile

dönemin en büyük foto muhabiri olan Mahmut Küçük, gemi

ya da motordan olayı takip edecek, ben de helikoplerle bu

maratonu Kıbrıs'a kadar sürdürecektim. Ancak, planlar

düşündüğüm biçimde kolay olmamıştı, bir takım zorluklar

vardı. O günlerde bu yüzme de kullanacak motoru

bulamamıştık. Kadere bakın ki, Mersin ve İskenderun'da

bulamadığımız motoru, benim "Soğukoluk’ta bastığım

Muhteşem Otelin sahibi Bahriyeli Emin'in kardeşinde bulduk.

Durumu anlattığımda şöyle dedi Emin Ağa.

-Erol, zamanında sen bize büyük kötülük yaptın, ama,

biz sana iyilik yapacağız, bu milli davaya motorumuzla

katılmak istiyoruz ve ücret talep etmiyoruz...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-112-

Çok sevinmiştim, büyük bir balıkçı motoruydu. Görkemi

falan harikaydı, ama ne bir telsizi, ne de radarı yoktu.

Serüveninin ikinci boyutuda havadan benim olayları

izlemem, olayı İstanbul ve Kıbrıs'a anında bildirmemdi. Yine

kendi insiyatifimi kullanarak Konya'daki 2. Ordu Komutanı

General Gemal Turan'a önce dilekçe verip, sonra da kendisini

ziyaret ederek, bu milli davada havadan izlemem için adıma

bir helikopterin tesis edilmesini istedim.

Mersin'e yerleştirdiğim İslam Çupi ve Mahmut Küçük

endişeliydiler.

-Erol, bu işi nasıl becereceğiz?

-Siz kafanız'ı yormayın, sadece izleyici olarak

gözlemleyin, sonucu görün.

İslam Çupi :

-Erol sana Şeytanı bile baştan çıkartır diyorlar, bakalım

bu konularda ne yapacaksın?

İkisi de Mersin'de benden talimat bekliyorlardı...

Bu işin üstesinden gelmemin tek koşulu ordunun bir

helikopter tesis etmesiydi. Aksi takdirde günlerdir yayınlanan

haberlerimiz fos çıkacaktı. Tercuman olarak yarattığımız bu

heyecanlı eylemin etkisi Kıbrıs halkını, Rauf Denktaş'ı, orada

görev yapan büyük asker Bedrettin Demirrel'i de sarmıştı,

herkes bekliyordu. Esas olayın kahramanı olan Ersin Aydın

da günlerdir, haftalardır bu yüzmeye hazırlanıyordu...

Bir süre sonra Mersin'de yaptırdığım, demir kafeste

törenle Anamur'a getirildi, motorumuzun kaptanları da hazır,

benden START bekliyorlardı. Bu arada beklenen son gelişme

de olumluydu. 2. Ordu Komutanın Erol Erk adına tesis ettiği

helikopter iki yüzbaşı pilotla birlikte Mersin'e gelmişti. Kıbrıs

Abdulkadir KAÇAR

-113-

Barış Harekatına da katılan, birisi kıdemli iki yüzbaşı

şöyle'dediler:

-Erol Erk, Şu andan itibaren senin emrindeyiz. Ancak

bize 24 saat süre verildi, bu süre içinde görevimizi tamamlamak

zorundayız..

Canım çok sıkılmıştı.

-Vallahi, bu süre yetmez, ama merak etmeyin ben uzattıracağım...

-O halde 2. Ordu Komutanlığıyla yeniden temasa

geçmeniz gerekecek..

Yüzbaşıları da Türkmen Oteli'ne yerleştirdim.

Benim kadim dostum, arkadaşım olan Kel Hasan

Mersin’de WHİTE HORSE isimli enternasyonal bir gece

kulübünü işletiyordu. Yıldızların hepsi İngiliz, Fransız,

Amerikalı, Perulu, Kanadalı, Venezuellalıydı. Kel Hasan kel

kafasıyla beyaz ceketi, lacivert pantolonuyla kızılderilileri

andıran o muhteşem tablosuyla nevi şahsına münhasır bir

patrondu. O kadar güzel arkadaşlığımız vardı ki, benim ve

benim adıma gelen bütün konukları White Horse’de

ağırlamayı kendisine birinci görev sayıyordu. Tercuman gibi

muhafazakar bir gazeteninin temsilcisi olarak eğlence ve

gece yaşamından uzak durmam gereken bir dönemde

Kelhasan'ın bana yakınlığı, arkadaşlığı hiç bir zaman

değişmedi. Oysa ben onun ne reklamını yapıyor, ne gazetede

haberini çıkartıyor, ne de dolaylı bir yardımım olmuyordu.

Kelhasan'la olan dostluğum tamamen benim emrimdeki bir

platoydu. O gece benim pilotları kandırmam ve 24 saatlik

süreyi kesinlikle uzatmak gerikiyordu. İslam Çupi, Mahmut

Küçük ve büyük ekip show programı içerisinde ne

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-114-

yapacaklarını şaşırdılar. Dünyanın dört bir yanından gelen

kızlar show yaparken yüzbaşılarda keyifleniyorlardı. Hiç

unutamam pilotlar bir ara, alkolün bolluğuyla.

-Yahu Erol Erk, sen büyük adamsın, kardeşim istersen

merkezden izin al, istersen alma, biz senin emrindeyiz.

Bu benim için büyük başarı, hatta süper gelişmeydi.

Anamur'daki gemiye erzakları yığmaya başladık,

yolculuğun ne kadar süreceğini bilemiyorduk, 30 - 40 - 50

saat gibi laflar dolaşıyordu. Motoru tepeden tırnağa, kuş

sütüyle donattım. İslam Çupi ve Mahmut Küçük içinde bir

kaç koli rakı koydurdum. İstanbul’la da sürekli temas

halindeydik, yaptığım her çalışma için, Necmi Tanyolaç abim

sürekli İstanbul'dan bağırıyordu :

-Aferim Erol, fevkalade güzel, fevkalade güzel.. kafanı

yorma abi, bu iş kesinlikle olacak...

-Erol sana güveniyorum, inanıyorum, hiç bir hata

yapmayacağına inanıyorum... Senden adım adım kazanılmış

dev bir zafer bekliyorum...

Planımıza göre motor akşam Anamur'dan hareket

edcek, ertesi gün saat 16.00'da Girne’de olacaktı. Ama, o gün

gördüğüm deniz, hırçın, dev dalgalarla dolu, korkunç, fışkıran

bir görünümdeydi. Motor bile, Ersin'i alacağı iskeleye yanaşamıyordu.

Ama start vermek zorundaydım. Ersin Aydın'da

havasındaydı.

Artık hareket saatini beklerken, Anamur'da bir

lokantada son yemeklerimizi yeyip, sohbet ettik, Pilotlar

Mersin'de beni bekliyorlardı. Anamur'dan start vermek için

her şey gözden geçiriliyordu, motorun kaptanları, bir tehlike

altında, ne bir telsiz, ne bir radarları yoktu. Ama, yine de

Abdulkadir KAÇAR

-115-

tüm kaptanlar ve personel motora bindi. Azgın Akdeniz

suları da susmak bilmiyordu. Ersin'i göndermenin riski de

vardı. Ama, mutlaka start gerekiyordu. İslam Çupi ve Mahmut

Küçük'te biraz alkolle rahatladıkları için :

-Erol Abi, gidebiliriz..

-Korkmuyoruz abi, bize bir şey olmaz dediler.

Motordaki kamaralarına yerleştirdim. Onları yolcu

ederkende:

-Arkadaşlar hiç canınızı sıkmayın, sucuklar, peynirler,

pastırmalar, turşular, aklınıza gelen gelmeyen yiyecekleri

gemiye doldurdum...

Ersin biraz tereddütlüydü :

-Erol ben denizde nasıl yüzeceğim?

-Kafanı yorma, Manş'ı geçen adama Akdeniz çerez

gibidir. Hem tel kafesle yüzeceksin, artık köpek balıklarının

da sana hiç bir zararı olmaz.

Ersin soyundu, yağlandı, kafesine girdi, saat 22.00 de

iskelede toplanan binlerce halkın yoğun katılımıyla star

verdim. Yerel yöneticiler, coşkulu kalabalık saatlerce alkışladılar,

hatta bir kaç pare de top atıldı... Onlar açıldıktan

yarım saat sonra şoförüm Ramazan Gülle'ye dedim ki:

-Ramazan arabanın yönünü Mersin'e döndür...

Kısa sürede Mersin'e geldiğimizde pilotlar eğleniyorlardı.

Bende o guruba katıldığımda, herkes soruyor.

-Noldu? Noldu?

-Bizim kahramanlar yola çıktı sabahın seher, vaktinde

kontrol edip, Sayın Denktaş'a ve askeri yöneticilere bildireceğim...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-116-

ERSİN AYDIN’I GÖTÜREN

MOTOR KAYBOLDU...

Sabahleyin erkenden kalktık. Gümrük alanındaki

helikoptere binip Anamur’a doğru uçmaya başladık. O sırada

kıyıdaki muz bahçelerinin ne kadar güzel olduğunu gördüm.

Kıbrıs Barış Harekatına da katılan birisi kıdemli Yüzbaşılara

sordum:

-Kıbrıs barış Harekatını nasıl başardınız?

-Biz Allah’a sığınarak yaşıyoruz, Akdeniz’e düşsek

köpek balıklarına yem oluruz, bu konuda karşı hiç bir

önlemimiz yok. ALLAHUEKBER diyerek yola çıkıyoruz.

Çok şaşırmış, korkmuştum da.

-Şimdi denize düşsek ne olur?

-Yine köpek balıklarına yem oluruz.

Hem Amerikalı pilotlar, bizim Akdeniz’i böyle aşmamızı

bir türlü anlayamamışlardı. Çünkü onların köpek balıklarına

karşı özel korunma yöntemleri vardır...

Hem konuşup, hem de Anamur Girne arasını helikopterle

gidiyorduk, ama bu güzergahta, ne bir gemi, ne bir

tekne, ne de akşam 22.00 de yolcu ettiğimiz arkadaşları

göremeyince iyice telaşlanmıştım. Motorun ne telsizi, ne de

Abdulkadir KAÇAR

-117-

radarı olmadığı için şüphelerim arttıkça artıyor, pilotlar da

aynı tedirginliği yaşıyorlardı.

-Ya battılar, ya da kayboldular... diyorlardı.

Girne’ye kadar uçuş yaptık ama bir ize raslamadık.

Muhafızlardan haber almak için Mersin’e geri döndüğümüz

de saat 16.00’ydı. Oysa bu saatte motorun ve Ersin Aydın’ın

Girne’de olması gerekirdi. Bir türlü haber alamıyor, çırpınıyor,

çırpınıyorduk.

Ertesi gün çıkan tüm gazeteler, bizim bu planımızın

fiyasko ile sonuçlandığını belirtiyorlar, şöyle manşet

atıyorlardı:

-ÜNLÜ MARATONCU ERSİN AYDIN AKDENİZ’İN

SULARINDA KAYBOLDU.

-ERSİN’İ KIBRIS’A GÖTÜREN MOTORDAN HABER

ALINAMIYOR.

-ERSİN’İN YAŞAMINDAN ENDİŞE DUYULUYOR.

Tüm dünya aynı şeyleri söylüyordu, gazeteler, okurlarına

ve dinleyicilerine duyuruyorlardı... Ben akdeniz’in üzerinde

dolaşıyordum. İstanbul beni bulamıyor, büyük panik

yaşanıyordu.

Necmi Tanyolaç’ı bulduğumda o da bağırıyordu.

-Yahu Erol koskocaman motoru nasıl kaybettin?

-Abi, Vallahi, yolcu ettim, yarım saat arkalarından

baktım. Ama motorun radarı, telsizi olmadığı için “ALLAHUEKBER”

diye yola çıktılar...

O kritik geceyi Mersin’de biraz telaş, biraz heyecan,

korku ve panikleyerek geçirdim. Pilotlar aynı telaşı, paniği

paylaştılar, o sırada Kel Hasan’ın WİHİTE HORSE’unda

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-118-

oturuyorduk, ama diken üstündeydik. Vazgeçilmez dostum

Kel Hasan beni teselli etmeye çalışıyordu.

-Erol, kafanı yorma, o motorcuların hepsi profesyoneldir.

Akdeniz’i karış karış bilirler, canını sıkma, bir akıntıya kapılıp

ters yöne gitmiş olabilirler, rotayı şaşırmış olabilirler...

Söylenenlerin hiç birisi beni teselli etmiyordu. Sabahın

erken saatlerinde yeniden havalandık. Pilotların oysa 24 saati

iki defa geçmişti. Onları teselli etmeye çalışıyordum.

-Arkadaşlar, bu bir milli davadır. Kafanızı hiç bir şeye

takmayın, size komutanlarınız hiç bir şey diyemez, deseler

bile bu olayın organizatörleri olarak sonuna kadar sizi

savunacağım, kesinlikle endişe duymayın.

Sabahleyin ikinci seferimizde Akdeniz’in üzerinde

yaklaşık iki saat aramamızdan sonra Anamur’dan yolcu

ettiğim motoru Girne’ye çok uzaklarda bulduk. Yavaş yavaş

Kıbrıs’a doğru yol alıyorlardı. El salladık. Onlar da rahatlayıp,

bize el salladılar. Ben show yapmamız gerektiğine inandım.

Çünkü Rumlar motorun gelmemesine, kaybolması haberlerine

çok seviniyorlar, nara atıyorlar, Rauf Denktaş ise eziklik

duyuyordu. Bu konuda Bedrettin Dalan Paşaya mesaj iletmem

gerektiğini düşündüm. Kalemle beyaz kağıda, motorla Kıbrısa

yaklaşan İslam Çupi’ye bir not yazdım:

-Girne’ye bir mil kala demirleyin, benim talimatımı

bekleyin...

Saat 11.00 - 12.00 olmuştu, alçaldık, alçaldık bu notu

sert bir madde ile motora atmayı başardım... Onlar da elleriyle

işaret ettiler, söylediklerime aynen uyacaklardı. Helikopterimiz

Girne’nin küçük bir platformuna indi, herkes peşimizdeydi.

Benimle birlikte yürüyorlardı ve soruyorlardı:

Abdulkadir KAÇAR

-119-

-Ersin Aydın nerede?

-Ersin ne zaman geliyor?

Elimde James Bond çanta, siyah gözlüklerimle, hiç

renk vermeden Adana’dan tanıdığım Bedrettin Demirel

Paşa’nın yanına gittim, selam çaktım, Kıbrıs Barış Harekatında

kahramanca büyük mücadele veren Paşa beni görünce sarıldı:

-Paşam saat 16.00’da motorumuz Girne açıklarında

olacak.

Bedreddin Paşa daha da rahatlayıp, kalkıp beni bir

daha öptü, hemen telefona sarılıp Rauf Denktaş’a bilgi verdi.

Motor iki gün gecikmeyle adaya ulaşacaktı.

-Paşam, yeniden Helikoptere binip, motoru izleyip,

rotayı takip edeceğim, proğramı ayarlayacağım.

-Peki Erol, seni bekliyoruz.

Tekrar havalandık, bizim motor Girne’ye bir mil kala

demirlemişti. Verdiğim talimat aynen uygulanıyordu. İki

kruvazötörde bizim motoru bekliyordu.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-120-

HERKES AĞLIYORDU

Helikopterle saat 15.00'te yeniden Kıbrıs'a döndüm,

tüm GİRNE ayaktaydı, liman Türk bayraklarıyla donatılmış,

bando çalıyor, onbinlerce vatandaş doğal limanı bayram

yerine döndürmüşler, hazırlıklar tamamlanmış, gelişimiz

bekleniyordu. Helikopterden inip Bedrettippaşa'nın yanına

gittim :

-Paşam, her şey tamam, istediğiniz saatte Girnedeyiz...

-Erol, Rauf Denktaş'ta gelecek, ayarlamayı iyi yapalım,

hiç bir aksilik olmasın..

-Tamam Paşam, saat 16.30'da biz GİRNE'deyiz...

Ama, halkın ve protokoldeki herkesin o gözyaşartıcı

manzarasından olağanüstü etkilenmiştim, helikopterle son

kez havalanıp motorun yanına gittim, Ersin Aydın’a vermem

gereken 2. mesajı da kağıda yazıp ağır bir maddeyle aşağıya

attım. Mesajım şöyleydi :

-Ersin, startı verdikten sonra yüzerek kıyıya ulaşacaksın...

Aşağıdan el salladılar, her şey tamamdı.

Burada bir şeyin altını çizmek istiyorum, Ersin'in geceleri

motora alınmış olabileceğini tahmin ediyordum, ama karaya

çıktığında Akdenizi yüzerek geçen bir yüzücününün görüntüsünü

vermesi gerekiyordu. Söylediklerimde tamamen doğru

çıkmış, talimatlarım aynen uygulanmıştı. Saat 16.00'da

Ersin motordan atlayıp yüzmeye başladı. Kıyıda bekleyen

Abdulkadir KAÇAR

-121-

onbinlerce kişi sevinçten çığlık çığlığa bağırıyor, kıyametler

kopuyordu. Protokolde Rauf Denktaş, Bedrettin Dalan, herkes

nefesini almadan bekliyordu. Doğal rıhtımda iki tane asker

ellerinde büyük bir Türk-Bayrağı, Beyazlar içinde Doktor

Binbaşı Sağlık Ekibi'nin başındaydı, Bende, denizden

çıktığında elini tutup çekmek için en uca kadar inmiştim.

Ersin'in bir millik yüzmesi 16.30 da tamamlandı, kendi

ellerimle onu tutup karaya çektiğimde, İnzibatlar ve doktorlar

hazır bekliyorlardı...

Zaman aşımına uğradığı için ilk defa itiraf ediyorum,

Ersin'i çok iyi tanıdığım için hemen ona sarıldım, öperken

kulağına söyle dedim:

-Ersin, burada hemen bayıl...

Sesini çıkartmadı, o muhteşem bayram yerindeki halkın

coşkusu artık zirveye ulaşmış herkes hüngür hüngür

ağlıyordu. Ersin benim talimatıma hemen uydu. Sudan çıkıp,

yerlere döşenen halıların üzerinde bir iki adım attıktan sonra

kendisini yere bırakıp bayıldı. O sırada inzibatlardan birisi

elinde tuttuğu Türk Bayrağını Ersin'in üstüne örttü. Ben

uyanması için tokatlar gibi yapıyordum, bir kaç dakika baygın

kaldıktan sonra:

-Erol, ben öldüm mü? Türk Bayrağını neden üstüme

örttüler ki?

-Hayır ölmedin, ama biraz sonra kalk, bir süre daha

bekle... dedim.

Beyazlar içindeki Türk Doktoru, Ersin'in tansiyonunu

falan ölçtü, gerekli tıbbi müdahaleler yapıldı... Ersin ayağa

kalkınca, hemen elinden tutup Rauf Denktaş'ın yanına çıktık,

bir selam verdim:

-Sayın Denktaş, Türkler'in Anavatan'dan Yavruvatan'a

yüzerekte geçebileceğini kanıtladık, Cumhurbaşkanımız

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-122-

Sayın Fahri Korutürk'ün en iyi dilek masajlarını Adanın en

büyük lideri olarak size iletmekten haz duyuyorum.

Rauf Denktaş'ın gözlerinden bir damla yaş aktı...

Bedrettin Demirel Paşaya da bir selam çaktım :

-Sayın Pasara, Türk Ordusunun ve Ulusunun mesajını

selamlarını şükran duygularını iletiyorum... dedim.

Hayatında hiç ağlamayan Bedrettin Paşa ilk defa hüngür

hüngür ağladı, bunları söylerken bende hıçkara hıçkıra

ağlıyordum. Herkes denizden yukarı çıkmıştı... 10 yaşındaki

Kıbrıs'lı bir öğrenci Ersin'in boynuna bir çelenk takıp, Kıbrıs

şivesiyle :

“Sayın Ersin Aydın, Anavatandan Yavruvatan'a hoşgeldiniz,

halkım adına size saygıları, sevgileri, minnetlerimizi

sunuyoruz.” dedi.

Bayram yerine dönen o karşılamada onbinlerce kişi

hüngür hüngür ağlıyordu...

Ersin Aydın omuzlara alındı, bir süre Girne'ye taşındı,

gündüz olmasına rağmen, havai fişekler atıldı, çok büyük

bir heyecan, sevinç, ağlama birbirene karışmıştı.

Daha sonra Orduevi'nde yüzme olayının nasıl gerçekleştigi

konusunda Rauf Denktaş ve Bedrettin Paşa ve üst

düzey protokolün katıldığı her bir salonda brifing verdim.

Yüzme olayının nasıl oluştuğunu, nasıl gerçekleştiğini saatsaat,

dakika dakika anlattım, tutup-tutmadığını şu anda bile

kesin olarak bilemiyorum. Orada aklıma bir de jest yapmak

geldi.

-Bu büyük serüvenin anısına, köpek balıklarından Ersin

Aydın'ı korumak için yaptırdığımız özel tel kafesi Kıbrıs

Müzesine armağan ediyorum...

Büyük bir alkış kopmuştu... O kafes hala oradadır...

Abdulkadir KAÇAR

-123-

İNGİLİZ GAZETECİNİN DEV TEKLİFİ

Yüzme olayı buraya kadar dörtdörtlüktü ama Kıbrıs

Rum ve İngiliz Basını peşime düşmüşler. Lefkoşe'de Barış

Harekatı sırasında da uzun süre kaldığım otelde bir İngiliz

bayan gazeteciyle, Genç Türk Tercümanı beni yakaladılar.

Aslında onların amacı, bu organizasyonda yüzme konusunda

şüphe ediyorlardı. Tercüman aracılığıyla İngiliz Gazeteci:

-Bize bu olayı anlatırmısınız? dedi.

-Ben bu olayı Girne'de, Orduevi'nde iki defa anlattım...

Şüpheli şüpheli dediler ki :

-Peki, bu olayın başka bir yönü var mıydı?

-Yoktu kardeşim, Türkiye’de büyük bir gazeteyiz.

Organizasyon yaptık, amacımız Türklerin Anavatandan

Yavruvatana Kıbrıs'ı yüzerekte işgal edebileceklerini kanıtlamaktı,

bunu da yaptık...

Resepsiyon sona erdi, olaylar bittikten sonra barlarda

buluştuk, o İngiliz Bayan Gazeteci, Tercümanla tekrar

yanımıza geldi, Tercümanı :

-Erol Bey, arkadaşım sizinle tanışmak istiyor...

-Buyursunlar, tanışalım.

-Sizin bu maceranızı yazmanız için, mensup olduğu

gazete adına size 30 bin paund öneriyor...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-124-

-Yavrucuğum, bunlarin neyini yazacağım, hepsini

anlattım zaten, bu milli bir davadır.

-Erol Erk, kafanı kullan, 30 bin paund bu çok büyük

bir paradır...

-Anılarım dünyanının ve Türkiye'nin hatta Kıbrıs'ın

gözleri önünde oldu neyini yazacağım.

Tercüman ısrar edince sordum, Peki, senin bundan bir

çıkarın var mı? Bocaladı :

-Şeey, yok, yani neden olsun ki.

Onların merakı, Ersin Aydın'ın yüzmesinden şüpheleniyorlar,

bir hilenin olup olmadığını ortaya çıkartmak

istiyorlardı. Eğer, o günlerde ben vatanımı, milletimi satıp,

30 bin paund'u belki 50, 100 bin paundda yaptırabilirdim ve

bunu öderlerdi. Ama, aklımın ucundan en küçük bir ihanet

olmadığı, geçmediği için, onların bu isteklerini geri çevirdim.

Belki büyük bir para alabilirdim, ama bu bemim yapımda

olan birisinin bunu yapması zaten bahis konusu olamazdı.

Benim, vatanım, milletim, askerim, sivilim, o günlerde

inandığım vazgeçilmez değerlerdi. Şu ortaya koyduğum

olayda zaten her şeyi dört dörtlük biçimde açıklıyor.

Bu gün, latife, espiri olarak gördüğüm için yüzme

olayının iç yüzünü, bir takım hilelerini açıklarken pişman

değilim, bir üzüntü. duymuyorum. Şöyle ya da böyle bu

yüzme olayı gerçekleşmiştir, ama kötü hava koşulları

nedeniyle Ersin’in bu şekilde davranması da normaldir...

Bu maceranın Tercüman’a çıkartığı tüm faturası o günün

değeriyle sadece 250 bin liraydı. Kemal Ilıcaktan AFERİM

aldım, Necmi Tanyolaç, 'Büyük Erol’, "Ağa”, Erol dedi, bu

iltifatlar benim için parayla ölçülmeyecek değerde büyük

Abdulkadir KAÇAR

-125-

şeylerdi. Meslek yaşamımdaki Ersin Aydın olayı benim

gururla yüz akım, saygınlığım, gerçekleştirmeyi başardığım

en büyük organizasyondur.

Bugün Erol Erk, için bir takım iddialar ortaya atılırken,

erkek, cesur, mert bir gazeteci olarak Tercüman'daki özelliğimi

kimse unutamaz. Bugün benim için bazı konularda ileri geri

konuşanlar, bu olayları yaratıp, merkezi olduğum yıllarda

henüz annesinin karnında bile değillerdir, ya da kısa

pantolonlarıyla okula gidiyorlardı. Adana'dan yetişen bir

gazeteci olarak Babıali'ye mal olmuş bir Kişiyim.

Tercuman'daki bu dev saltanat yıllarım, Güney Haberde de

devam edecekti...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-126-

ŞEHÎT OLDUĞUMA ADANA AĞLIYORDU

Kıbrıs Savaşının tam ortasında, Adana'ya şehit olduğum

haberi ulaşmaz mı? Benim hiç haberim yoktu, oysa her gün

gazeteyle temas halindeydim. Akşam üzeri telefonu açtığımda

Şahin Esen demir hüngür hüngür alıyordu.

-Şahin ne oldu yavrum? Neden ağlıyorsun?

-Baba, sen misin? Yaşıyorsun demek? Allaha şükürler

olsun...

-Ne oldu Şahin bana da anlatsana?

-Baba, senin şehit olduğunu herkes biliyor, Milliyet ve

Hürriyet Gazeteleri de biraz önce yayınlamak için fotoğrafını

istediler. Hatta Cenazenin Mersin Devlet Hastahanesi

morgunda olduğu söyleniyordu.

Olay şuydu:

Yine Kıbrıs Barış Harekatında Samsun'lu Metin İsimli

bir gazeteci, olaylar sırasında oradaymış. Yaralanarak ölmüş,

kalbi mi durmuş? Bilinmiyordu. Cenazesi Kıbrıs'tan Mersin

Devlet Hastahanesi'ne getirilmiş. Oradaki Gazete Bayii de

herkesin, dostu arkadaşı olan Mustafa Tekgüç, Morga gitmiş

cenazeye bakmış :

-Tamam, ölen Erol Erk... demiş.

Abdulkadir KAÇAR

-127-

Onun bu beyanı üzerine Adana ayağa kalkmış... Şahin

Esendemir'i nihayet susturdum.

-Ağlama yavrum, yaşıyorum, bak telefondayım.

-Tamam Abi, inandım çok sevindim.

-Hem tüm gazetelere haber ver böyle bir haber kullanmasınlar.

Senden şimdi önemli bir ricam var, gazetecilerden

en fazla ağlayan kim? Bana bir liste hazırla.

-Tamam Baba...

Eve telefon açtım, feryat, figan kızılca-kıyamet

kopuyordu...

-Yahu, ben yaşıyorum, ölmedim arkadaş, böyle bir

yanlışlık olmuş.

Haftalar sonra Kıbrıs Barış Harekatı yüzde yüz zaferle

sonuçlanmış, ben Türkiye'ye Adana'ya dönmüştüm. Şahin'den

en çok ağlayanların listesini istedim ve onları eğlenmeye

götüreceğimi söyledim. Meğerse en çok Şahin Esendemir,

sonra Keçi Nihat ve de hiç aklımın ucundan geçmezdi

İskender Ayvalık, saatlerce ağlamış. Dört beş kişi daha

gazeteci olarak ağlamıştı. Eğlenceye götüreceğim lafını

duyunca, Hamit Deste, kendisininde ağladığını yemin ederek

söyledi...

Bu da Kıbrıs olaylarının magazin yönüdür.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-128-

GÜL'E SAVAŞTA AŞIK OLDUM

Ne olursa olsun, savaşla, eğlenceyi bir arada götürüp

zamanı iyi kullanan, bilgi toplayan adamımdır. Ne eğlenceyi

bırakmam, ne de büyük istihbarat kaynaklarından vazgeçmem

olanaksızdır. İşte Kıbrıs Barış Harekatı sırasında ve sonrasında

VATAN isimli bir restaurant vardı, pavyon gibi bir yerdi. Şefi

de Hasan Bora’ydı. Neredeyse Kıbrıs'ın efesi gibiy'di. Büyük

anılarımız oldu.

Her gece Vatan Restaurant'taydım, büyük saygı ve sevgi

görüyordum, içeriye girdiğimde garsonlar etrafımda pervane

oluyorlardı...

-Erol Ağa hoşgeldin.

-Erol Baba hoşgeldin... derlerdi. Bir gece saat 0l.00

oldu, sahneye bir dansöz çıktı. Ama ne dansöz, sanki cennetin

hurilerinden birisiydi. Bembeyaz bebek gibi tenli, siyah uzun

saçları, diğer hiç bir kıza benzemiyordu. Playboy Dergilerindeki

kızlar gibiydi.

Her gece gidip, onun dansını izliyordum, dansı bittikten

sonra da orada oturuyordum. İlgisini çekmiş olmalı ki, bir

gün dans ederken kafasından çıkarttığı gülü masama koydu,

bu olay bana büyük bir heyecan yarattı.

Abdulkadir KAÇAR

-129-

Vatan Restaurant'ın Müdürü olan Cihan İşisağ'a sordum:

-Bu olay nedir? Bu Dansöz kimdir?

Çihan'da,

-Aman Abi, karıştırma, Kıbrıs Mafyasa'ndan Ulusu'nun

özel dostudur. Kimseyle görüşemez, konuşamaz, hatta yanına

yaklaşamaz, aman dikkatli ol.

-Adı nedir?

-Gül.

Gerçekten de Gül gibi bir kızdı, zaten ilk gördüğümde

Hasan Bora'ya sorduğumda :

-Abi, çok tehlikeli, aman karıştırma... demişti.

Bütün kumarhanelerin, eğlence yerlerinin sahibi olan.

Ulusu'nun özel sevgilisi olduğunu anlatmıştı...

Ama, aklım GÜL'deydi.

Hiç bir şey benim gözümü korkutmuyordu. Bir gece

yine geç saatte sahne aldı. Biraz oynadı hemen yanıma gelip

oturdu. Tüm müşteriler ve garsonlar şoke olmuştu.

-Buyurun Hanımefendi ne emrederdiniz?

-Teşekkür ederim, hiç bir şey içmeyeceğim, yarın size haber

göndereceğim görüşürüz.

-Ciddi misiniz?

Evet, çok ciddiyim. Benim bardağımdan bir yudum içki

aldı, kalkıp yeniden dans etmeye başladı...

O günlerde ben Lefkoşe'deki Saray Otelden ayrılıp Vatan

Gazinosu'nun pansiyonuna yerleştim, eğlence çok büyüktü.

Hasan Bora ile bir elimiz yağda, bir elimiz baldaydı. Bu sıra

da Gül’den bana haber geldi :

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-130-

-Erol Pansiyonu terk etsin, Girne’deki şu isimli otelde

kalsın. Uçarak gidip o otele yerleştim, biraz sonra Gül

ayağında kot pantolonu, üstünde kırmızı bir blüzla yanındaki

çocukla çıkıp geldi. Birlikte yemek yedik. Bu sırada bir film

şirketi Kıbrıs villalarında savaşın bıraktığı izlerin belgeselini

çekiyormuş. GÜL'de orada yansıtıcı manken olarak rol

alıyormuş. Gül dedi ki :

-Erol, önemli bir belgesel çekiyoruz, yarısı Türk yarısı

İngiliz bir film şirketi, yarın şu büyük Villa'ya gel orada

buluşalım.

-Tamam dedim.

Bende fotoğraf makinamla, gazeteci olarak, olayı görüntülemek

için oraya gittim. Gül’le romantik bir arkadaşlığımız

başladı. Ancak, mesaisi bitince koşarak geri dönüyordu.

Bir gün Hasan Bora beni yakaladı.

Erol, dostu olayı duymuş, biraz tedbirli ol.

Boşveeer, ben Gazeteciyim, ne tedbiri kardeşim

röportajlar yapıyorum.

Erol abi, bunu yemezler, sen dediğimi yap, tedbirli ol.

Peki teşekkür ederim.

Herhangi bir olumsuzluğun olmamasına rağmen, tedbirli

olmaya başladım. Girne’deki Siyah Kaya isimli otelde

kalıyordum, bir telefon geldi. Baktım Gül, kendine özgü

şivesiyle :

-Nasılsın Hayatım?

-İyiyim, ya sen?

-Bende iyiyim, bir saatlik zamanım var, sana geliyorum...

dedi.

Abdulkadir KAÇAR

-131-

Sabırsızlıkla, yolunu dört gözle bekliyorum... dedim.

Bir süre sonra geldi. Oradaki dostluğumuz, arkadaşlığımız

gerçek anlamda başladı. Mafya sevgilisi Ulusu’yu da terk

ederek peşimden Türkiye’ye geldi. Arkadaşlığımız uzun süre

devam etti.

Hasan Bora ve Cihan İşisağ ve de Vatan Gazetesinin

sahibi Çetin, çok renkli kişilikleri olan bu arkadaşlar daha

sonra Türkiye’ye döndü. Her gece yüzlerce Fransız, İngiliz,

Arjantinli, dilberlerle ilişki kuran Çetin Tatar kızı Arzu’ya

aşık oldu. Ben de Gül’e aşık olmuştum. Hasan Bora da Jülyet’e

aşık olarak bileklerini keserek intihar etmek istedi. Ama

Hasan’ın hayatında 22 tane intiharın hepsi de şike intiharlardır...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-132-

KIBRIS BARIŞ HAREKATININ

GÖBEĞİNE DÜŞTÜM

Barış Harekatının ertesi sabahı bir teleks daha;

-Erol Erk, Kıbrıs Barış Harekatını izlemek için, ilk

gemiyle adaya gitsin, Kemal Ilıcak...

Güneş doğarken Adana’ya geldim. Alel acele hazırlıklarımı

yapıp, ilk çıkartma gemisine binerek Kıbrıs’a vardım.

Kolumda daktilo makinası, küçük bir valizle birlikte Girne

açıklarında bir savaş gemisinin uç güvertesinden karaya

attılar. Tüm Kıbrıs panik içindeydi. Bir karmaşa, bir panik

yaşanıyordu ki anlatamam. Kıbrıs’a girerken gemilerimiz,

Deniz Muhliplerimiz denizin içinde yılan gibi kıvrıla kıvrıla,

dans ederek, oynayarak suların üstünde kayak yaparak

Beşparmak dağlarını yerle bir ediyordu. İlk defa bir savaş

muhribinin savaştığını görüyordum. İlk defa böyle muhteşem

sözcüklerle ifade edilemeyecek biçimde suyun üstünde paten

yaparak savaştığına tanık oldum. O geminin heyecanla dans

ettiğini o kadar çok dalmışım, o kadar çok etkilenmiştim ki,

ne yapacağımı bilemiyordum. Oysa, elimde daktilom, fotoğraf

makinam, küçük valizimde biraz giysi, ne olacağını bilemiyordum.

Bilgi alabileceğim hiç bir kimse yoktu. Benden sonra

10 gazeteci de başka bir gemiyle Ada’ya geldi. Ama bunlar

Girne’deki ganimet arabalarına binerek Magosa’ya

Abdulkadir KAÇAR

-133-

giderken Rumlar’ın eline esir düşerek, başta Mete Akyol

olmak üzere 72 saat esir oldular.

Girne’nin bir köşesinde pantolonumun kayışı da

kopmuş, boynumda fotoğraf makinamla dolaşıp, sağa - sola

kaçışan insanlara soruyordum. Onlar da bilgi vermiyorlardı:

-Sen kimsin kardeşim?

-Ben Press’im, Basınım.

-Git kardeşim, kim şaapar Press’i, git işine...

Hedefim Bedrettin Demirel Paşa’nın yanına kapağı

atmak, oradaki iletişim imkanlarından yararlanmak, savaşı

askerlerle birlikte takip etmekti... Ama, ona ulaşmam için ne

yapmam gerktiğini bilemiyordum. Tam bu sırada yanımda

bir askeri jeep durdu. İçinden bir seksen boyunda kara yağız

bir Teymen belindeki kılıcından kan damlayarak indi :

-Kimsin sen, nesin sen?

-Teğmenim, ben gazeteciyim, Karargaha gitmek

istiyorum.

-Ne Karargahı, Karargah falan mı kaldı, hareket

halindeyiz hepsi birbirine karıştı.

Bir süre sonra :

-Bin bakalım arabaya... dedi.

Arabayla Girne Beşparmak Dağlarına yakın bir mevziye

geldiğimizde, havadan savaşan ilk komandoları indiren,

Kıbrıs’ı alan iki adamdan birisi olan Bolu Komando Tuğayı’nın

tek adamı Sabri Paşa isimli büyük bir komutanla karşı

karşıyaydım. Sivilden nefret eden bu paşa karşısında beni

görünce herkese bağırmaya başladı :

-Sen kimsin? Seni buraya kim getirdi? Niye getirdi?

Vuracağım ulan hepinizi, öldüreceğim!

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-134-

Elim zangır zangır titriyordu, beni getiren Teğmen:

-Paşam, gazeteci bizden, Girne sahillerinde perişan

halde bulduk. Nereye gideceğini bilmediği, bizim gazetecimiz

olduğu içinde buraya getirdim.

Sabri Paşa kafasını sağa-sola salladı, bir kaç dakika

geçti, ne olacağını bilemiyordum. Bana dönerek:

-Oğlum, sende şeytan tüyü mü var? Kimsin?

-Paşam, Türkiye’den geldim, Tercüman Gazetesi’nin

temsilcisiyim.

-Gel lan buraya, bin arabama bak sana savaşın nasıl

yapıldığını göstereyim... dedi.

Birlikte cepheleri teker teker gezerek, Türk Komandolarını

nasıl yönettiğini izledim. O sıcakta elim, ayağım buz

kesmişti. Kafamızın üstünden mermiler ıslık çalarak

geçiyordu. Ama Sabri Paşa banamısın demeden dolaşıyordu

cepheyi yönetiyordu... Çok büyük kahraman bir paşaydı.

Uzun süre nefes almadan, panik halinde izledikten sonra,

-Paşam fotoğrafını çekebilir miyim?

-Çek haydi, çek...

Bir subayla cephede, başımızın üstünden vızır vızır

kurşunlar geçerken fotoğraflarını çekip, Tercuman’da

yayınladım.

Ovacık’tan getirilip indirilen 1600 Komandonun

Paşasıydı. Diğer tanıdığım Paşa da Kayseri’den gelen Adnan

Doğu’ydu. Kıbrıs’ı bu iki paşa almıştır. Gerisi hikayedir, ikside

eşsiz kahraman birer askerdir. İkisi de asla sivillerle

görüşmezlerdi...

Akşama kadar yanında Sabri Paşa’nın cephedeki

kahramanlıklarını hayran hayran izlemiştim. Zaten saat 19.00

Abdulkadir KAÇAR

-135-

da harekat durdurulmuştu Magosa yakınlarında durduk, bu

arada Osmaniyi’den gelen Karaoğlanoğlu isimli Albay Şehit

Olmuş, ama birliği fazla zaiyat vermemişti. İşte Karaoğlanoğlu’nun

da şehit olmasının verdiği öfkeyle Kenan Doğu

Paşa ve Sabri Paşa Komando birlikte Kıbrıs’ı yerle bir

ediyorlardı. Bu savaşın kazanılmasında Bedrettin Demirel

Paşa’nın da büyük ve inkar edilemeyecek rolü vardı. Eylemi

yaratan oydu, uygulayan da diğer paşalardı.

Kıbrıs Barış Harekatı’nda Özel Deniz Timleri’nin de

büyük katkısı vardı. Hepsi de birer kahramandı. Bunlar

gerektiğinde sivil, gerektiğinde polis, gerektiğinde asker

olan, son derece yakışıklı, düzgün fizikli Assubaylardır. Ova,

dağ, ateş, kurşun bunları etkilemez. Kıbrıs’ı çıkarken ilk

mayın tarlasını söküp, denizden 22 mt lik alanı Türk

Askerlerine açan, en büyük öncülerdir. Bunlar öncü olarak

askere alınırlar, öncü olarak devam ederler. Görevleri bitince

de bir kenara çekilirler. İşte o harekatta bu 26 kişilik özel

komando timiyle röportajlar yapmak istedim. Mümkün

olmadı. Savaş bittikten sonra halkın arasına karışanlardan

bir ikisini tanıyabildim. Fakat hiç bir şey öğrenemedim. Kıbrıs

mayınlarını temizleyen o kilit noktaları Türk Ordusuna açan

bu kahramanlar 1500 kişilik birliklerden sadece 16 tane şehit

vermişlerdir... Kıbrıs’ta ölenlerin büyük kısmı, piyadelerdir.

Bunlar armut gibi avlandılar. Türk Askerlerinin tamamının

komando olarak eğitilmeleri gerekir. Ancak o zaman rantabl

şekilde savaş kazanırız. Ordumuz, bundan sonra da savaş

kazanacaksa, bu kesinlikle komandoların katkısıyla olacaktır.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-136-

KIBRIS BARIŞ HAREKATINI

DÜNYAYA DUYURAN İLK GAZETECİYİM

Tercuman Gazetesi’nde görev yaptığım yıllarda yine

gurur duyduğum, alnımın akıyla çıktığım, büyük bir çalışma

yaptığım olay Kıbrıs Barış Harekatı’dır. O harekatın bizzat

içinde olan, ona katılan gazetecilerden birisiyim. Türkiye’nin

Kıbrısa çıktığını dünyaya ilk kez Tercuman aracılığıyla

duyuran gazeteciyim...

Kıbrıs’ta Makarios’a karşı darbe olmuş, ada kaynıyor,

Türkiye ayaktaydı. Müdahale ha bu gün, ha yarın olacak

diye hepimiz büyük bir beklenti içinde olduğumuz için

Mersin’e tezgahımı kurmuştum. Türk ve yabancı bütün basın

mensupları da daha sonra arkamdan oraya gelmişti. Foto

Muhabiri de o zamanlar Nurettin Tezcan’dı. Ama benim

orada şimşek gibi çalışmamı, olayları birbirine bağlamama

en büyük cesareti veren de şoförüm Ramazan Gulle’ydi. Ve

Türkiye’nin Kıbrıs’a çıktığı haberini Türkiye ve dünyaya

duyurmamda en büyük yardımcım da Ramazan’dır.

Unutamam; Türkmen Oteli’ndeydik, Ankara Bürosu’nda

da Yavuz Donat’la sürekli irtibat halindeydik. Onlar da

Başbakan Bülent Ecevit’i adım adım izliyorlar, ne yaptığını

Abdulkadir KAÇAR

-137-

hangi yönde karar vereceğini kolluyorlardı. 1974 yılında

barış harekatı önceki Türk Ordusu’nun Kıbrıs’a müdahale

edip etmeyeceği konusunda hiç bir belirti yoktu. Kimse

bilmiyordu. Bende de meslekle ilgili önceden sezinleme

dürtülerim vardır. Bu ayrı bir özelliktir. Kolay kolay kimsede

yoktur. Kıbrıs’a Türk Ordusu’nun müdahale edeceğini

hissediyordum. Ancak bu güne kadar üç-dört defa Türk

Ordusu yoldan geri döndüğü için Amerika dahil ihtimale

kimse inanmıyordu. Hatta Amerika’nın gizli haber alma

örgütü olan CIA’da hiç bir şey öğrenememişti. 19 Temmuz

gecesi kötü bir havaydı, Ramazan Gulle’ye talimat verdim.

-Ramazan, arabayı hazırla, havada değişik şeyler

duyuyorum...

-Tamam Baba... dedi.

Arabayı hazırladı, foto muhabiri Nurettin Tezcan’ı da

alıp doğru Silifke’ye gittik. Mersin-Silifke arasını Ramazan

22 dakika gibi bir sürede almıştır.

Hükümetlerin, Devletlerin bazı temel kuralları vardır.

Eğer bu kurallar yerine gelmişse, savaş başlamış demektir.

Yaşamımda edindiğim en önemli deneyimlerden birisi de

buy du. Neydi bu kurallar-kaideler?

1-Savaş için harekat başladıysa, o yörenin tüm telefon

hatları görüşmelere kapatılır. Yöre enterne ediler, kimse

kimseyle konuşamaz, görüşme yapamaz. O bölge dış

dünyadan soyutlanır.

2-Yollar kesilir.

3-Daha önemli bir şık vardır, onu da burada açıklamak

istemiyorum...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-138-

Biz saat 22.00 de Türkmen Oteli’nde yemeğimizi

yedikten sonra yola çıkıp Silifke’ye 32 dakika gibi bir sürede

varmıştık, bu korkunç bir hız rekorudur. Bu gün o güzel

yollarda bile bu mesafeyi belirtilen sürede alacak şoför

göremiyorum. Bu kısa sürede Silifke’de olmamız büyük

avantaj sağlamıştı. Orada ki Askeri Karargahlarla irtibat

kurdum. Mersin’in Silifke ile tüm hatları ve yolları kesilmişti.

O sırada MİT Başkanı olan arkadaşım Albayı nasıl bulup

bulmadığımı bilemiyorum :

-Erol benimle görüşme kafanı kullan...

Bu onun bana verdiği önemli bir mesajdı. Silifke’de 25

dakikalık bir sürede tekrar Mersin Türkmen Oteline geldik.

Odama çıktım. Ankara’yı aradım, saat sabaha karşı 05.00’ti.

Yavuz Donat’a:

-Yavuz, Harekat başladı. Türk Ordusu Kıbrıs’a çıkıyor,

bu deniz harekatını biraz sonra uçaklar, helikopterler, asker

sevkleri izleyecektir.

Yavuz inanmıyordu.

-Olmaz böyle şey, biraz önce Başbakan Bülent Ecevit’le

görüştük, toplantı yaptı. Henüz böyle bir karar yok.

-Yavuz, bana inan, harekat başladı...

Bu sırada telefon kapandı, saat 06.00’ya doğru yavuz

yeniden beni aradı.

-Erol, bizde bir şeylerden şüpeleniyoruz, Ecevit bu

konularda hiç bir şey söylemiyorsa da konular ortada.

-Yavuz, ben Adana baskısını durduruyorum. 2. baskıya

TÜRK ORDUSU KIBRIS’ta diye yazacağım.

-Erol, bu senin insiyatifinde olan bir şey...

Abdulkadir KAÇAR

-139-

Hemen Adana’ya talimatımı verdim. Haberleri

yazdırdım. Kıbrıs Barış Harekatını dünyaya ve Türkiye’ye

ilk ben duyurdum. Saat 12.00 olduğunda Adana’daki diğer

gazetecilerin temsilcileri hala uyuyorlardı. Barış harekatı

oldu mu olacak mı diye terettüt içindeydiler. Hatta paniktelerdi...

Onlar bu panikleme sürecini yaşarken Tercuman

Türkiye de ve Adana’da ikinci baskılarıyla yüzbinlerce

satıyordu. Adana’da ki temsilciler, İstanbul ve Ankara’dan

fırça üstüne fırça yediler . Hele Cumhuriyet’in temsilcisi Özer

Öztep, pepe olduğu için konuşamıyordu da... Saat 12.00’den

sonra Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet yıldırım baskı yaparak

harekatı duyurmuşlardı. Ben de, onların paniklediğine

kahkahalarla gülüyordum.

Bizim gazete sokaklarda satarken Başbakan Bülent

Ecevit’in o davudi sesini hiç unutamıyorum. Radyolardan

şöyle diyordu:

“KIBRIS BARIŞ HAREKATI BAŞLAMIŞTIR, TÜRK

ORDUSU ADAYA SAVAŞ İÇİN DEĞİL, BARIŞ İÇİN

ÇIKMIŞTIR. ASKERLERİMİZE AÇILMADIĞI SÜRECE

ONLAR DA ATEŞ AÇMAYACAKLARDIR...

Bu başarımdan sonra Kemal Ilıcak teleksle bir teşekkür

mesajı geçti. Çok yorulmuştum biraz eğlenmemizi söylemişti.

Türkmen Otel’deki tüm gazeteci arkadaşlarıma bir eğlence

düzenlemiştim.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-140-

ÇİĞDEM’LE ÖLÜM YOLCULUĞUM

Gazino patronun salakça kardeşi, çiğdem, ben, şöfürmle

birlikte Gaziantep’in ünlü mesire yerine gidip yarım saat

kadar oturduk. Bu arabaya iniş-biniş, oturuş sırasında Çiğdem

James Bond çantayı bana verdi. Hemen gazeteyi sarıp

koltuğun altına koyması için Ramazan’a verdim…

Esas hedefim çantaya kavuşunca, bana verilen bilgilerin

doğruluğu birinci planda gerçekleşmişti. Sonucunu asla

tahmin edemeyeceğim serüvenin tam ortasındaydım.

Hep birlikte Kahramanmaraş’a doğru yola çıktık,

Çiğdem tedirgin, patronun salakça kardeşi çok sevinçli

görünüyordu, Bu kentimize vardığımda orada da çok iyi

tanındığım için harika biçimde karşılandık. Hatta gezmeye

geldiğimizi falan söyledim. Ancak, plak doldurmasına

yardımcı olmaya söz verdiğim Ayten de biraz sonra çıkıp

gelmez mi? Bana hep şişko derdi, hınzırca gülümseyip :

-Gene ne haltlar karıştırıyorsun Şişko? dedi.

Dost gezmesi yaptığımızı, söyledim, Kahramanmaraş’ın

ünlü sayfiye yerine gittik. Masalar kuruldu, Ayten, Çiğdem,

Patronun salak kardeşi, Ramazan Gulle oturup sohbete

başlarken, Ayten sık sık sorduğu için artık gerçeği anlatmaya

karar verdim :

Abdulkadir KAÇAR

-141-

Ayten, bu çocuğun kalbi temiz, Çiğdem’i seviyor bunları

evlendir. Ama Gaziantep’te patron olan büyük abisi duyarsa

durum ne olur bilemem… Adana’ya gitmek zorundayım .

Ayten çok mutlu olmuştu :

-Tamam şişko, bunu hallederim ama ya olaylar duyulursa

ne yapacağım.

-Orasını düşünme…

Benim aklım fikrim çantadaydı. Ayten’in söylediklerimi

yapacağından emindim. Ramazan Gulle ile 2 saatte Adana’ya

geldik. Ben gazeteye çantayla birlikte çıktım. Ünlü makamımı

da özlemiştim. Çanta şifreli olduğu için bir türlü açılmıyordu.

İsviçre yapısı ve son derece kaliteli bir şey olduğu için

kırmakta içimden gelmedi. Ama şifreyi de bulamıyordum,

sonra masanın altına teptim. Tam bu konularla uğraşırken

telefon çaldı, açtım. Ayten Kahraman Maraş’tan nefes nefese

arıyordu.

-Şişkom, olaylar Gaziantep’te duyulmuş. Didik didik

Çiğdem’i arıyorlar, patronlarda büyük panik var. Belki seni

öldürmek için oraya gelirler. Dikkatli olman için telefon

açıyorum.

-Peki, o salak aşık’la, Çiğdem nerede?

-Onlar otobüsle İstanbul’a kaçtılar, salak Çiğdem’i de

birlikte götürdü. Kızın üzerinde yüklü bir şeyler varmış.

-Tamam anladım, Ayten sen işini gücünü bırakıp doğru

Adana’ya gel seni bekliyorum.

Ayten Adana’ya geldi. Ertesi gün Ayten ve James Bond

Çantayla birlikte İstanbul’a uçtu. Ayten’in de plak kayıt işi

vardı, SONBAHAR RÜZGARLARI’nı Handan Kara’dan sonra

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-142-

en iyi okuyan solistti. İstanbul’da Şişhane’de kimsenin aklına

gelemeyecek bir otel vardı, her zaman orada kalırdım.

Laz’ların işlettiği otel Unkapanı’na da yakındı. 10.

Katına yerleştik, ama Adana ile de sürekli temas halindeydim.

Bu arada Gaziantep’te Çiğdem’i arayan patronların iki araba

dolusu Adana’ya gazeteye geldiklerini öğrendim. Çok iyi

yetiştirdiğim, başarılı bir gece amiri olan Tamer Ünal her

şeyini bilen sağ kolumdu, Tamer’e :

-Tamer, Soğukoluk haberini tamamlamak için elinde

çok büyük belgeler var o nedenle İstanbula’a geldim.

Tercümana gideceğim, fakat şu anda otelde kaldığımı bile

kimseye sakın söyleme…

-Olur abi, merak etme, emrin olur.

Gaziantep’li patron Çiğdem’i soracak olursa.

-Sensin salak kardeşine aşık olmuş kaçıp gittiler dersin.

-Peki Abi… dedi.

Ben bu şekilde Çiğdem olayından sıyrılmıştım…

Ertesi gün, gazeteci esnekliği, ince zeka ve politikası

isteyen bir olayla karşı karşıya geldim. Soğukoluk

Şebekesi’nin Familyasını, adres, telefon, ad soyadlarının

bulunduğu James Bond Çantanın bende olduğunu bildiğini

öğrendim. Üstelik şebekenin benim izimi bularak peşime

düşeceklerini de biliyordum, ama beni ve çantayı bulacaklarını,

nerede bulacaklarını, onlarla nasıl karşılaşa-cağımı

tahmin edemiyorum. Otele gizlenmemin tek nedeni de buydu.

İşte gazetecilik hem macerayı seveceksin hemde olayları

yaratarak önlemini alacaksın. Bu prensipler meslek

yaşamında sürekli birinci planda yer aldığı için sitemim

Abdulkadir KAÇAR

-143-

çökmüyor, en zor anlar da bile olayların içinden sıyrılmayı

başarıyordum…

Ayten Unkapanı’na gidip, planını doldurup gelmiş.10.

kattaki odamda kayıdın nasıl olup olmadığını tartışıyorduk

ki, konuşmamızı telefon sesi böldü. Açtım, resepsiyondaki

görevliydi.

-Erol Bey, sizi görmek istiyorlar…

Benim burada olduğumu kimse bilmiyor. Adana daki

Tamer Ünal bile hangi otelde olduğumun bilincinde değildi.

Şaşırdım, bir süre heycenlandım, hatta yüreğim ‘Gümm!! ‘

etmedi desm yalan söylerim. Çünkü, benim orda olduğumu

Tercüman gazetesinin patronu bile bilmiyordu. Santral

memuruna sordum;

-Şeey, nasıl birisi ?

-Efendim, esmer, uzun boylu, yakışıklı, sizin askerlik

arkadaşınızmış…

Kimse benim yerimi bilmiyordu. Asker arkadaşımın

bilmeside olanaksızdı çünkü, 15-20 yıl olmuştu askerlik

biteli… Beni burada nasıl bulur? Santral memuru terddüt

ettiğimi iyice öğrenince bu kez devam etti :

-Abi, beyaz bir chevrolet arabayla geldi, balkondan

bakarsanız aşağıda arabayı görebilirsiniz.

Telefon açık kaldı, balkona çıktım, gerçektende harika

bembeyaz güvercin gibi bir chevrolet’ti. Hala hayalimdedir.

Bir kısa tereddütten sonra devam ettim:

-Oğlum yukarı gönder, gelsin bakalım.

Bu sırada Ayten hayli telaşlandı:

-Şişko, burada olduğumuzu kimse bilmiyor bu neyin

nesidir?

-Asker arkadaşım olduğunu söylemiş:

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-144-

Ayten panikliyordu:

-Haydi gidelim, kaçalım buradan, arkadaşın olduğunu

söyleyen kişi beklide mafyadır.

-Ayten yavaş ol, sakin ol, bana güven ve beni izle, ne

istersem onu yap.

Tam bu konuşmalarımız sürerken kapı çaldı, açtım,

esmer, uzun boylu, yakışıklı, kara kaşlı-kara gözlü, gerçektende

Tarsus’lu Mehmet Ali’ydi ve askerliğimizi birlikte

yapmıştık…

Öyle şaşırdım, öyle şaşırdım ki :

-Yahu Mehmet Ali, senin burada ne işin var?

Sarıldı öptü, gayet samimiydi.

Erol yerin kulağı vardır, senin gibi kıymetli bir dostum

İstanbul’a gelmiş, benim haberim olmayacak haaaa… Haydi

toparlanın sizi Bursa’ya götüreceğim, benim esas işim

Bursa’da.

Mehmet Ali Pepe olduğu içinde tutuk tutuk konuşuyordu.

Bende heyecanlandım, ve:

-Yahu Mehmet Ali, lan oğlum, sen buraya neden geldin?

Bursa’ya beni neden götüreceksin? Şu anda sen ne iş

yapıyorsun? diyemiyordum arkadaş.

-Olur Mehmet Ali, gidelim, Ayten hemen toparlan

dedim…

Ama, bu arada da kafamda ışık hızıyla planlar, programlar

yapıp, Mehmet Ali’den kaçmaya çalışıyordum. Ayten

itiraz etti :

-Erol akşam programımız falan...

-Sen boşver programı, hemen hazırlan, toparlan

gidiyoruz.

Abdulkadir KAÇAR

-145-

Mehmet Ali de:

-Eeerrrol Aaaağa geeelmiş bee Yeeen geeee…

Kırk yıllık arkadaşım. Bursa Taylaaad Otelde’de sizi

eğlendireceğim… Erol’u görmeyeee ve götürmeye geldim,

İstanbul’da hiiiç bırakırmıyım.

Böyle diyor, ama gözleri fır fır odayı radar gibi tarıyor,

James Bond çantayı arıyordu…

Aklıma bir fikir geldi, şimşekler çaktı, hemen odadaki

telefona sarıldım, Resepsiyona :

-Oğlum bana tercüman Gazetesi’ni bağla hemen acil..

dedim.

Bir süre sonra telefon çaldı, gazetenin bağlanıp bağlanmadığını

da bilmiyorum, parazitli bir gürültü geliyordu:

Ben basbas bağırıyordum :

-İstihbarat Şefi Fuat’ı bağlayın.

Orasıda bağlandı mı, bağlanmadı mı bilmiyorum. Şöyle

diyordum :

-Fuat, İstanbul’a dün akşam geldik. Şimdi Canım Bursa

ya gidiyoruz, sana dönüşte uğrayacağım.

Mehmet Ali:

-Niye arıyorsun kardeşim Erol, boooş veeer…

-Olur mu, bir emanet var, onu bırakmam lazım, yoksa

benim dumanımı attırırlar…

Böyle heyecanlı, heyecanlı konuşuyordum ama çok

samimi söylüyorum, karşı tarafla bağlantı yapılıp- yapılmadığını

bile bilmiyordum. Yalnız aşağıdaki santral sık sık,

“ABİ”,”ABİ” falan sesler geliyordu, devam ettim.

-Şu anda askerlik arkadaşım Mehmet Ali ile sen nerden

tanıyacaksın, tanımazsın, o şimdi burada bir bayan arka-

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-146-

daşımla birlikte Bursa’yaaa gideceğiz, bir emanet var, sana

bırakacağım…

Karşıya mesaj veriyordum. Gidip gitmemesi önemli

değil değildir, o zatın etkilenmesi önemliydi, o sırada Ayten

hazırlığını bitirdi. Mehmet Ali bu telefon konuşmamdan çok

rahatsız olmuştu; Daha fazla duramadı:

-Eeeeroooool, ben aaaşağıdaaa bekliyorum… dedi.

Odadan kaçarcasına çıktı. Ben 10. Kattan kartal gibi

aşağıyı gözlüyorum. Mehmet Ali arabaya yaklaştı. Şoför

çıkıp, kapısını açtı, geri bindi, araba hızlaaa otelden

uzaklaştı… Daha sonraki yaptığım araştırmalardan Mehmet

Ali’nin bu Soğukoluk Şebekesi’nin İstanbul sorumlusu

olduğunu anladım. Çanta için de her yolu kullanıp, benden

almak istediğini anladım. Şebeke tamamen çözüldü.

Aralarında ünlü bir büyük hakim, İstanbul yeraltı dünyasından

bazı liderlerin de Soğukoluk örgütünün elemanları olduğu

ortaya çıktı.

Fakatt üzülerek belirtilmeliyim ki; ıstranca ormanlarından,

iki gün sonra Çiğdem’in cesedi bulundu. İstanbul

basının da tek sütunnnnn olarak yer alan haberde “KİMLİĞİ

BELİRLENMEYEN BİR KADIN CESEDİ BULUNDU”

deniliyordu. Yüzü tanınmaz haldeydi. Ama çantası ve

ayakkabıları Kahramanmaraş’ta kullandıklarıydı. Cesed’in

Çiğdeme aitt olduğunu sadece ben biliyordum. Şebeke

tarafından öldürüldüğünü daha sonradan kendi özel kanallarından

öğrendim. Fakat polise bilgi veremedim, poliste

bana gelip sormadı. Ama, çantayı gerekli yerlere, gerekli

Abdulkadir KAÇAR

-147-

biçimce sundum. Burada açıklamak istemiyorum çantanın

sırrını ve esrarını bazı nedenlerden dolayı muhafaza etmek

istiyorum…

Tercüman’daki büyük maceralarımdan birisi de buydu.

Ancak, bu olayı tek satır olarak yazmadı, çünkü bazı olaylar

meslek sırıdır, iyi korumak gerekir, yoksa gazetecilerin

başına büyük sorunlar gelir.

Soğukoluk’a gelince, benim baskınımdan sonra iflak

olmadı…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-148-

SOĞUKOLUK BATAKLIĞINA

İLK BASKINI YAPTIM

Tecrüman Gazetesinde beni sivrilten, ünlendiren, ülke

genelinde tanıtan olayda benim ilk defa fuhuş ve bataklık

yuvası olan Soğukoluk’u basmakla orada yarattığım

sansasyonel haberlerdir…

Benim yaptığım baskında yıllar sonra, Uğur Dündar

ikinci büyük baskın yaptırarak, Soğukoluk bataklığının

içyüzünü televizyonda halkın gözleri önüne serdi, ama o işin

ilk kahramanı yazılı basında bendim…

Soğukoluk hafızalarda yer ettiği şekilde küçük ya da

büyük otellerin, çamların arasına yerleştiği, Türkiye’nin zevk

sektörünün çalıştığı yöreydi. Bu oteller Fransız’lar tarafında

yapıldığı için altında büyük demir parmaklıkları mahzenlerle

doluydu ve bu parmaklıkların arkasında İstanbul, Samsun,

Ankara, İzmir gibi Türkiye’nin her yanından kaçırılan,

ailelerinden kopartılan 15-20 yaş arası kızlarla doluydu. Ve

bu kızlar erkelere zorla satılıyor sabahlara kadar otellerde

eğleniyorlar, daha sonra otellerin ve evlerin altındaki mahzenlerde

demir parmaklıkların arkasında tam bir tutuklu yaşamı

sürdürüyorlardı.

O yıllarda bu fuhuş ve bataklık merkezine girmek her

babayiğidin harcı değildi! Çünkü merkezi Beyrut’ta bulunan

Abdulkadir KAÇAR

-149-

uluslarası bir mafya örgütü tarafından yönetiliyordu. Bu gün

düşündüğümde ben böyle bir çılgınlığa nasıl giriştiğimi hala

anlamıyorum. O zamanlarda basın kamyonlarının kahraman

şoförlerinden olan Adana’lı Gulle Ramazan’ın kullandığı

benim Siyah konsolos tipi chevrolet marka arabam vardı.

Yaşamımda tanıdığım en büyük profesyonel şoför olan

Ramazan Gulle ile bu arabaya bindiğimizde bizi kimse

tutamıyor, Kilometreler metrelere dönüşüyordu. Bu günkü

lüks Jeeplerin farklı tipi olan arabam, altımdaki bir Arap Atı

gibiydi…

Sık sık şikayetlerin geldiği Soğukoluk, evden kaçan,

ya da kaybolan kızların ailelerin yüreğini yakan bir korkunç

bataklıktı. En çokta İki çeşmelik, İstanbul Zeytinburnu’ndaki

fakir aile kızları, ya da küçük yaşta evlenip ayrılan genç

kızları bu örgütün kadın avcıları tarafından yakalanıp buraya

getiriliyordu. O yıllarda değil oradan kız almak, bu duyguyla

giren kişiler bile bunun bedelini yaşamlarıyla ödüyorlardı…

Tercüman yıllarımda yoğunluğum itibarıyla kolay kolay

boş zamanım olmuyor, ancak randevulu biçimde görüşüyordum.

Ağabeylerini tanıdığım Samsunlu bir ünlü aile bana

ulaşmayı başarmışlardı. İki gözü iki çeşme ağlayan kadının

hıçkırıkları bu gün bile gözlerimin önünden gitmez:

-Erol Bey, Erol Bey, tek umudumuz sensin. 18 yaşındaki

kızımı kaçırıp Soğukoluğa sattılar. İskenderun’a gittik almaya

teşebbüs ettik bizi yukarı almadılar, ölümle tehdit ettiler.

Kızımızı aradığımız için bizi İskenderun’dan da kovuldular…

Sana Eyalet Valisi diyorlar, noooolur bize yardım et.

Üzülmüştüm, tepkim büyüktü. Ama olayın ciddiyeti ve

boyutlarının tehlikesini bildiğim için fazla ümit vermekte

istemiyordum. Sadece şöyle dedim :

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-150-

-Üzülmeyin, her şeyin bir çaresi vardır, biraz düşünelim

bakalım.

Evden çıktım, olaya konsantre olmak için Adana da bir

otele yerleşip, kafamda planlar kurmaya başladım. Şoförüm

Ramazan Gulle de bana engel olmak istiyordu :

-Abi, bu iş olmaz. Soğukoluğ’a girmenin faturasının ne

olduğunu sen benden daha iyi biliyorsun…

Bir çıkar yol geldi aklıma, ilişkilerim iyi olan, hatta

arkadaşım sayılan İskenderun Jandarma Komutanını telefonla

arayıp olayı kendisine anlatınca, bir süre durdu :

-Erol, sana yardımcı olmayı elbette isterim, fakat bu

çok büyük bir bela, Soğukoluk’a girersek, o kızın çıkmasını

beceremeyecek olursak, hepimiz yanarız. Hem yerel

politikacılar orasını koruyor, hem de mafyanın uluslararası

bağlantısı var. O bakımdan hükümetle de başımız derde

girebilir, oradaki heriflerle kötü oluruz… Ama, madem sen

istiyorsun, yarın atla İskenderun’a gel…

Sabahleyin erkenden İskenderun’a gittik, oradaki

ünümde fazla olduğu için gazeteci arkadaşların yardımıyla

birlikte götürdüğüm Samsun’lu aileyi de otele yerleştirdim.

Benden haber almadan dışarıya çıkmamalarını söyledim.

Jandarma Binbaşısıyla oturup planlar yaptık. Şikayetçi ailenin

ifadeleri ve şikayetleri alındı, rapor hazırlandı, bunların bir

kopyasını da ben Cumhuriyet Savcılığına götürerek baskın

için izin istedim.

Ve gece saat 24.00’ te iki cemse dolusu tam techizat

askerlerle birlikte Soğukoluk’taki otellere baskın düzenledik…

Demir Parmaklıklar arasındaki o feryadları, figanları

görecektiniz, Dünya basının orada olduğu görüntüsünü

veriyordum.

Abdulkadir KAÇAR

-151-

Kısa zamanda Samsun’lu kızı bulup ailesine teslim ettik.

Ama 40-50 tane yaşları 15-20 arasındaki kızı da kurtarmıştık

onlarda ailelerine teslim edildi. Bu haberi bir hafta sürecek

biçimde Tercümanda seri ropörtaj olarak yayınladım. Daha

sonra İstanbul, İzmir, Ankara’dan diğer ailelerden de şikayetler

gelemeye başladı. İkinci bir baskınla 102 genç kız daha

ailesine teslim edilmişti.

Oradaki mafyanın elemanları Ankara’da devreye girip

feryad ettiler.

-Yerli turizmi öldürüyorlar, bizleri mahfediyorlar.

Bölgeninin tek gelir kaynağı olan halkın rızkıyla

oynuyorlar…dediler.

Hiçbir kimse ve kurumda aldırmadı.

Yaklaşık 4-5 gün süren bu serüvenden sonra Siyah

arabamla ve Ramazan Gulle ile birlikte Adana’ya döndük.

Marmara Bar’a gittim, kafam estiğinde her şeyi yapan bir

kişi olduğumu herkes biliyordu. Bize masalar falan ayrıldı.

Ramazanla otururken önümüzdeki masada iki kişi konuşuyordu

:

-Lan o Allahsız Erol Erk varya, onun hakkı 2,5 liralık

bir kurşun, onu ilk gördüğümüz yerde temizliyeceğiz…

Bu konuşmaları duyunca moralim çok bozuldu.

O gün orada hemen karar verip, Ramazan Gulle’ye

dedim ki :

-Ramazan doğru İskenderun’a gidiyoruz.

Şaşırdı:

-Baba şimdi geldik İskenderun’dan…

-Olsun, kimseden korkmadığımı dünyaya göstereceğim…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-152-

SAYFALARDA DEVRİM YAPTIM

Adana’da matbaalar kurulmuştu ama sayfa kalıpları

İstanbul’dan uçakla geliyor, daha sonra Yazıişleri Müdürleri

telefon açarak talimat veriyorlardı.

-Aynı gazete basılacak sakın sayfalara dokunmayın,

sakın haberlerle oynamayın, aman bizden habersiz başka

haber girmeyin… derlerdi.

İşte, İstanbul Babıalisinin bu direktiflerini Adana

basınında ilk defa bozan kişi benim. Özellikle sporda bunu

yapıyordum. O dönemde Gaziantepspor, Adanaspor, Adana

Demirspor, Mersin İdmanyurdu, İskenderunspor tanınmış,

halkla bütünleşmiş kulüplerdi. Biz maçları daktilo sayfasıyla

ikişer-üçer satır yazıp, yama diye tabir edilen biçimde

sayfalara koyuyorduk. Ancak bu şekilde davranmamız yöre

sporu ve spor severleri tatmin etmemeye başladı.

Aldım elime makası, İstanbul’daki yöneticilerin yüzünde

bir tokat gibi patlamıştı. Önceleri uzun süre şaşkınlık yarttı,

daha sonra talimatlarda sıklaşmalar, geliyordu.

-Erol Erk, sen bunu nasıl yaparsın ?

-Erol Erk, çıldırdın mı ?

Onlara şöyle diyordum :

-Ben değil, çıldıran sizsiniz. Madem ki gazeteyi

buralarda satmamı istiyorsunuz, o zaman halka sevdirmeme

Abdulkadir KAÇAR

-153-

de ses çıkartmayacaksınız. Bölgenin takımlarının haberlerinin

manşetten verilmesi ve onlar için sayfa hazırlanması şarttır…

Bu konuşmalardan sonra aşırı tutkularını bildiğim için

Gaziantepspor için özel sayfalar hazırladım, gazeteyi gören

halk şaşırıyordu, onların yöresel diliyle şöyle diyordu :

-Vaay Yuuurum, Gaziantepspor ne kadar büyük bir

takım mış ki koskaca gazetenin yarım sayfasında bizim takım

yer alıyor.

Gazetelerin daha sonra gideceği kentlere göre spor

sayfalarının hazırlanmasını sağlıyordum. Antakya sayfası,

İskenderun sayfası, Malatya, Kahramanmaraş, Diyarbakır,

en son Adana sayfası. Bu kandırmaca diyebileceğimiz sayfa

düzeni uzun süre devam etti. Tüm bölgede büyük puanlar

aldık, trajımız da bir hayli arttı. Bir süre sonra bu hile çözüldü

ama, yine de Gaziantepliler bizim gazeteden vazgeçmediler.

Hatta öyle bir hale geldi ki, maçlarını galip geldiklerinde

küçük verdiğimizde telefon açıp, ya da mektup yazıp hakaret

ediyorlardı. Bu çalışmalarımı Hürriyet ve Milliyet taklit ettiler.

Bu çalışmalarım olurken Bölgesel İlancılığı keşfederek

İstanbulla uzun süre aramızda tartışmalar çıktı. Hatta beni

Genel Merkezden çağırarak, yaşamında bir kez bile Adana’ya

gelmeyen, Ankara’ya gitmeyen Genel Yayın Yönetmeni

Saadettin Çulcu’ya yoğun biçimde tartıştık. Kemal Ilıçak’ın

önünde yaptığımız bu tartışmada, Çulcu şöyle bağırıyordu:

-Erol, nasıl olurda Türk Milletinin öz malı olan,

Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş Kulüpleriyle ilgili haberleri

keserek yerine başka takımların haberlerini koyarsın. Bunlar

milletin öz takımlarıdır.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-154-

Bende aynı ses tonuyla,

-Sayın Çulcu, kabul ediyorum. Üç büyük takım Türk

milleti’nin öz malıdır. Ama bir Gaziantep, Hatay, Adana,

Mersin, Kahramanmaraş, Malatya, Diyarbakır takımları da

oradaki insanların malıdır. Ben bu şekilde davranarak gazeteyi

satmak zorundayım ve benden istediğiniz trajı tuturmam

gerekiyor…

Saatlerce süren bu tartışmalardan sonra Kemal Ilıcak

bana hak vermiş ve çalışmalarımı sürdürmemi istemişti.

Daha sonra bölge spor sayfaları, Bölge haberleri de girmeye

başlamıştım. İstanbul’a da hiç bir şey sormuyordum. Gerektiğinde

ilk sayfayı bile baştan sona kadar değiş-tiriyordum.

Onlarda cesaret ederek bana bir şey soramazlardı…

İşte bu çalışmalarımla İstanbul gazetesi olan

Tercüman’ın sayfalarını bölge gazetesi havasına sokmuştum.

İstediğimi, istediğim biçimde yazıyordum. Diğer temsilciler

İstanbul’a sormadan bir santim bir şey koyamıyorlar, hatta

tuvalete bile gidemiyorlar, oradan aldıkları talimatla yönetiliyorlardı.

Şu andaki bölge temsilcileri de bundan farklı

değildir… Bir defa 2. patron Nafiz Ilıcak telefon açıp bağırıpçağırmıştı.

-Erol sen kendini Eyalet Valisi mi sanıyorsun ?

-Evet, ben bölgemin eyalet valisiyim…

Kemal Ilıcak’ın ağabeyi olan Nafiz Bey’in küfürlerine

alışmıştık. Ama hiçbir zaman incitmeden, dozojını iyi

ayarlardı. Anadolu insanının bilge tipi, babacan tavırlarıyla

bayilerin de gönüllerinde taht kurmuştu.

Abdulkadir KAÇAR

-155-

Malit Yolaç ve Pepe Cemal ile birlikte Anadoluda gazete

bayiciliğinin yayılmasında örnek olan Nafiz Ilıcak, zaman

zaman Adana’ya geldiğinde, dağıtım kamyonlarıyla birlikte

seyahate çıkardık. Hiç unutmam, bir gün bir kamyonla

Antakya ya gitmiştik. Güneş henüz doğmamış gazete

tomarlarını omzumuzda taşımıştık bayii daha açılmamıştı.

Nafiz Beyle isteyenlere de gazete satışını başlattık. Sonradan

gelen barutçu isimli bayii bundan çok utandı ve ömrü boyunca

hiçbir zaman bayisine geç kalmadı. İşte bunlar bu işi yürütmek

isteyenlere büyük örnektir…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-156-

SOĞUKOLUK MAFYASININ

LİSTESİ VE JAMES BOND ÇANTA

İskenderun’dan dönecektik ama karnımız aç olduğu

için paça içmek için bir lokantaya girdik. Ramazan’da dışarıda

beklediği için olayları bilmiyordu:

-Ne oldu baba şimdi ne yapacağız?

-Adana ya geleceğiz oğlum, ama önce karnımızı

doyuralım…

Lokantaya girip masaya oturmuştuk ki; Genç, düz siyah

ceketinin altında kırımızı kareli gömleği vardı, sarı benizliydi

masamıza yaklaştı, fısıltı şeklinde sordu:

-Erol Erk siz misiniz ?

Oradaki arkaşalarımı hep tanıdığım için tanımadığım

bu kişiye ne yanıt vereceğimi bilemiyordum, bocalarken

Ramazan Gulle girdi:

-Evet, Erol Abi, Erol Ağa bu işte…

Genç sağına - soluna baktı, yavaş bir sesle:

-Siz Soğukoluk olayının tamamını çözmek, devamını

getirmek istiyor musun?

O sırada biraz tedirgindim ya beni vurmak için gelen

bir kişiyse, ya bu konulardan sonra beni kurşun yağmuruna

tutacaksa, ama gazetecilik yanım ağır bastı.

-Evet istiyorum tabi, elbette.

Sağına, soluna kuşkuyla baktı, fısıltı gibi benim

duyacağım bir sesle :

Abdulkadir KAÇAR

-157-

-Öyleyse 15 dakika sonra Atlantik Oteli’nin lobisine

gel, otur senin yanına geleceğiz, bizim kahvemizi de içersin…

Ramazanla göz göze geldik, bir yandan serüvenin

tehlikesi, bir yandan mesleki tutkuların dürtmesi ile çelişkide

kalıyordu. Ancak, beni rahatlatan bir düşünce de şu olmuştu;

Beyrut tan Soğukoluğu yöneten örgütün bir de karşı tarafı

bulunuyordu. Derin bir nefes alıp bir süre sessiz kaldım. Ve,

üstelik İskenderun’da hiç ummadığım kişiler bu örgütün

elemanı olarak karşıma çıkmışlardı. Genç benden yanıt

bekliyordu :

-Git oğlum, biraz sonra geliyorum…

Gerçektende 15 dakika sonra Atlantik Oteli ne gittik.

Giriş kapısının lobisinde oturduk. Garson ne içeceğimizi

sorunca teşekkür ettik, şöyle dedi:

-Abi bir şey içmek istiyorsan, size viski ikram edeceğim.

Çünkü başarılarınızı gazetelerden okuyorum. Sizi tanıyorum,

ünlü gazeteci Erol Erk Abi, Soğukoluk’u bitiren adam değil

misin?

Bu sırada ikinci bir Garson geldi :

-Sizinle görüşmek isteyen birileri var…

-Gelsinler bekliyorum… dedim.

O sırada aniden, değişik bir tip çorapları ayağında

boğulmuş, ayağı fırlamış tık nefes biçimde şişman bir kadın

yanımıza gelip, masamıza oturdu :

-Nasılsın yavrucuğum ? Çünkü ben sizden yaşlıyım bu

şekilde davranmama izin verin.

-İyiyim bacım siz nasılsınız ?

Uzunca bir süre birbirimize karşı olan güven bakışması

yaptık. Ramazan söze başladı,

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-158-

-Nerelisin Abla?

-Ahh ah İstanbul’luyum yavrum, buraya geldim, keşke

gelmez olaydım.

Yine kızı kaçırılan bir kadınla karşı karşıya olduğumu

sanmıştım, doğru çıkmıştı. Kadın fısıltı şeklinde benim

kulağıma:

-Erol yavrum, bu işi yapanların aradıkları bir James

Bond çanta var.

Şaşırdım !

-Nasıl ! Kimde ! Neler var içinde ?

Kadın sürdürdü :

-Üstü Beyrut’ta olan uluslararası mafyanın tüm

üyelerine, familyasının tüm kollarını adı, soyadı, kod adı,

adresleri telefon numaraları hep onda... O çanta da benim

kızımda.

-Kızınız nerde ?

-Gaziantep’te çok ünlü bir gazinoda çalışıyor. Sizi

buraya çağıran otelin komisiydi, benimde hemşehrim olduğu

için yardımının dokunmasını istiyor, burada bulmam büyük

tesadüf oldu, yoksa Adana’ya yanına gelecektim.

-Kızınızın ismi ne ?

-Çiğdem.

-Haaa, şu sarı saçlı, mavi gözlü, 20-25 yaşlarında,

-Hah tamam…

-Onun çalıştığı gazino benim arkadaşımın, çok iyi oldu.

-Ama, Çiğdem korkuyor, bana telefon açtı, sakın gelme,

hem senin, hem de benim sonumuz olur dedi. Şimd korkudan

ölüyorum. Eğer, o çantayı ele geçirebilirsen tüm bilgiler

orada bulunuyor, Türkiye’ye yardım etmiş olursun, kızları

kaçırılan tüm anne babaların hayır dualarını alırsın yavrum.

Abdulkadir KAÇAR

-159-

-Peki, sen merak etme, Adana’ya dön, beni orada bekle,

istersen ben arabamla geri götürürüm.

-Yok evladım, senin arabanla gidersem hakkımda iyi

olmaz, beni öldürürler, en iyisi otobüsle gidelim…

Otel Atlantik’den ayrıldıktan sonra şoför, Ramazan’a

döndüm.

-Oğlum, sür Gaziantep’e…

İskenderun’dan ayrıldığımızda saat 24.00 ‘tü. İslahiye

üzerinden 1,5-2 saatte Gaziantep Pavyonları kapanmadan

Çiğdem’i bulmak istiyordum…

Düşündüğüm gibi oldu, Çiğdem’i sordum tüm tanıdık

kızlar etrafımı sardılar:

-Yengeye söyleriz, yengeye söyleriz.

-Yahu, Çiğdem benim kızım onunla önemli bir şey

konuşacağım…

-Doğru zaten patronun kardeşi ona yanık.

Patronun salakça bir de kardeşi vardı kızları başımdan

uzaklaştırdıktan sonra masama gelip oturdu:

-Çiğdem nerede ?

-Konsümasyonda abi

-Hakkında ne düşünüyorsun ?

-Yanıyorum abi, yanıyorum

Patronun salakça kardeşinin bu özellkiklerini saptadıktan

sonra kaçırmaya karar verdiğim Çiğdem konusunu

başka türlü çözecektim. Doğruca Çiğdemin kaldığı otele

gittik.

Biraz sonra o da geldi, sarhoş olduğu için yukarıya

çıkarttılar.

Patronun salakça kardeşiyle aşağıda konuştum:

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-160-

-Erol Abi n’olur bana yardımcı ol, Çiğdem benim

derdimden içiyor abi, öleceğim yardım et.

-Kaçırmak ister misin ?

-Tabii Abi, ama nasıl olacak ?

-Vallahi iyice düşün- taşın ben gece buradayım, gel

konuşalım…

-Tamam Abi, yarın gelip, sana planlarımı anlatacağım.

Ertesi sabah telefon çaldı, uyandım, gelen Patronun

kardeşiydi, beni aşağıda bekliyordu:

-Ben planı kurdum Erol Abi... Çiğdem’i Kahramanmaraş’a

kaçıracağım…

-Aşağıya geliyorum konuşalım.

Aşağıya indim, Çiğdem’i uyandırmalarını istedim, banyo

yapıp aşağıda beklediğimi söyledim. Çiğdem geldi. Bir ara

baş başa kaldık, annesini gördüğümü söyleyince ayağıma

bastı, salakça aşığını lahmacun yaptırmaya gönderince şöye

dedi.

-Erol Abi, James Bond çantayı mı arıyorsun ?

-Evet, çok iyi bildin.

-Abi, o çanta, yukarıda odamda, yatağımın altında içinde

ne olduğunu da bilmiyorum. Zaten şifreli olduğu içinde

açamadım Soğukolukta bir hafta süreyle çalıştığımda birisi

elime tutuşturmuştu, açarsam yanacağımı söylemişti, onuda

tesadüfen anneme anlattım.

-Çiğdem, bu salak seni Kahramanmaraş’a kaçıracakmış

onunla evlenir misin ?

-Abi, bu hayattan bende kurtulmak istiyorum, ama bu

salak beni nasıl besler? Abisi sonradan ne der?

-Orasını bilemem.

-Erol Abi, olay bildiğin gibi değil, benim peşimi ölsem

bile bırakmaz…

Abdulkadir KAÇAR

-161-

PATRONİÇE ALTINLARI

ÖNÜME YIĞDI...

İskenderun’a vardığımızda, hem ulusal bir gazetenin

oradaki muhabiri, hem de bir yerel gazetenin patronu olan

arkadaşımla karşılaştık:

-Ooooo Erol, gelip-gelip gidiyorsun, bir kahvemizi

içmedin. Gel Allahaşkına otur şöyle, Türkiye’yi sallayan

adam…

İş yerine girdik, olaylardan falan konuşurken, o arkadaş

bir olay daha anlattı :

-Yahu geçenlerde bir İstanbul gazetesi’nden muhabir

geldi. Burada yedirdik içirdik, kadınlarla da yattı, fotoğraflarını

çekti. Burası Türkiye’nin Turizm cenneti olacak dedi ve gitti...

Ama sen böyle yapmıyorsun.

Ben çok özel eğlenirim, bu türlü konularda kesinlikle

ilişkiye girmediğim için çok dikkatliyim. Türkiye’nin sayılı

çapkınlarından olmama rağmen kadın konusuna çok dikkat

ederim.

İşte biz böyle konuşurken, içeriye ayağı şalvarlı,

üzerinde bir bluz, başında yeni bir eşarp olan 35-40 yaşlarında

bir kadın girdi. Gazete patronu saygıyla ayağa kalktı. Hanımın

elini öptü, benimle de el sıkıştı. Soğukoluk’un önemli

patronlarından birisiymiş… Gazeteci arkadaşım beni tanıttı.

-Erol Erk geldi, onu ağırlamayacak mıyız?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-162-

Kadın bana baktı:

-Eveet, Erol Erk, sizsiniz. Demek ki, bizim ocağımıza

incir ağacı diken kişi… Demek bu muymuş Erol Erk ?

Sesimi çıkartmadım, saygıda kusur etmedim, sohbet

koyulaştıkça koyulaştı… Kadın o sırada şalvarın cebinden

kocaman bir mendille bağlanmış, altınlarla, pırlanta ve değerli

taşlı takılarla dolu olan mendili masaya, ‘Şangııırrr’ diye

döktü… Ben tuhaf oldum. Şaşkınlık içinde bocalarken kadın

şöyle dedi :

-Biz dostlarımızı severiz, ve dostlarımızla varız.

Şaşkınlığım iyice artıyordu.

-Dostluk başka, alış veriş başkadır ama… dedim.

Masada, kendisine yakın olan altınları, zümrütleri,

pırlantaları takılar yığınını iki eliyle bana doğru iterken de:

-Erol Bey, bunları sana Soğukoluk patronları olarak

veriyoruz… Hepimizde senin yiğitliğini, Adana’dan bildiğimiz

için seviyoruz… Sez bize baskın yaptırdın, Türkiye’ye tanıttın.

Bütün kızlarımızız gitti, üzerlerinde milyonlarca senetleri de

birlikte götürdüler. Ama sana yine de saygı duyuyoruz…

Elini erkek gibi masaya vurdu:

-Dikkat et Erol, hiç birimizden hiçbir ses çıkmıyor…

Bunları sanaaaa hediye olarak veriyoruz…

Tepemden kaynar sular dökülüp, tırnaklarımızdan

çıkıyordu, gayet rahat bir şekilde İskenderun’lu gazete

patronu da:

-Al Erol al, n’olacak canıııım …

Ama asıl korkuları benim tekrar tekrar bu baskını

yaptırmamdan korktukları için beni durdurmak için bunları

kullanıyorlardı, belki almak istesem fotoğraflayıp suçüstü

yaptıracaklardı…

Abdulkadir KAÇAR

-163-

Aslında baskın yaptırmadan bu hediye sunulsa farklıydı.

Ama olay oryata çıktığı için, Ankara’da hükümet duyduğu,

bataklığı kurutma yönünde adım atıldığı içinbu şekilde

davranmalarını çözemiyordum. Ben bu konuları düşünürken

içinden çıkamıyordum. Şimdi bile kafamdaki ekrana tekrar

tekrar getiriyorum, çözemiyorum.

Bu olay devam ederken kimsenin beklemediği biçimde

kahkahalarla gülmeye başladım herkes aptallaşmıştı sonra

şöyle bağırdım:

-Ey gazetecilik sen nasıl bir mesleksin beee ?

Ramazan dışarıda bekliyordu…

Masanın üstünde bana doğru itilen bugün milyarları

bulan ziynet eşyalarını toparlayıp, mendile geri doldurdum.

Birde güzel gemici düğümü atarak kadının önüne iteledim.

-Bacım benim bacım, bunu al al bunu… Bu mesele artık

kapandı. Söz veriyorum en kısa zamanda gelip yukarıya

çıkacağım, buz gibi rakımızdan içeceğim, sohbet edeceğim,

dertlerimizi, sorunlarımızı Turizm Bakanlığına ileteceğim…

Bu şekilde davranmamın çok özel bir nedeni de, onların

hiddetini, kinini, daha fazla üzerime çekmememin politikasını

yapıyordum. Bu meslekte biraz esneklik, soğukkanlılık,

hoşgörü olması gerekiyor. Nitekim ellerindeydim, başıma iş

getirip beni orada gazete bürosunda ya da İskenderun’daki

herhangi bir sokakta vurup öldürebilirdi… Gelişen olay

karşısında bu tip politika izlemem gerekiyordu. Hislerim

bana bunu böyle yapmam gerektiğini söylüyordu.

İskenderun’lu patron gazeteci de bir daha üstelemedi şöyle

dedi:

-Erol Ağa Türkiye’nin en büyük zamparasıdır ama bu

türlü şeyleri sevmez.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-164-

TERCÜMAN’DA EYALET VALİSİYDİM

Hayri Berkay isimli arkadaşın ayrılmasıyla benim

Tercüman’a temsilci olarak gelişim aynı günlere rastlıyordu.

Kısa bir devir teslimi yapıldı. Hürriyet’te uzun yıllar birlikte

çalıştığımızı arkadaşım Kemal Özbayrak’ın tavsiyesiyle beni

aldıklarında Tercüman’ı yeri Edirne Pasajı’nda tek odalı bir

yerdi. Üstelik bitişiğinde Cumhuriyet vardı, temsilcisi de

Özer Öztep’ti. Kader bizi orada da yan yana getirip koydu.

Tercüman Gazetesi’ne temsilcisi olarak girdiğim

dönemler, benim en görkemli, en saltanatlı günlerimin de

başlangıcıdır. İlk Güney Haberi’in kuruluşuna kadar devam

edecek olan bu süreç beni bölgemde ve Türkiye de gazeteci

olarak doruk noktaya getiren bir dönemdir. Aslında biraz da

çılgınlıklarla doludur. bugün İstanbul Gazetelerinin Bölge

Temsilciliklerini yapanlar ile, benim yaptığımın arasında

dağlar kadar farklar vardır. Öyle ki o zamanlar kendimi

eyalet valisi gibi hissettiğim, yöneticisi ve olayların odak

noktası olduğum günlerdi, ve mesleğiminde reform yıllarıydı…

Ben sürekli bir kalkınmaya yöneldim, Çakmak

Caddesi’nde ki Ramazan Atıl’ın fabrikasının boş alanlarının

Tercüman’ın tesislerini kurdum. Çünkü o dönem İstanbul

Basınının Anadolu’ya geçiş günleriydi. Hürriyet ve Akşam

bunun öncüsü sayılırdı.

Abdulkadir KAÇAR

-165-

Tercüman Gazetesin’ndeki günlerime geçmeden önce

İstanbul Babıalisi’iyle ilgili bilgiler vermek istiyorum.

1960’lardan önce İstanbul basını Marmara ve Ankara’ya

uzanan sınırlar çerçevesi içindeydi. Gazeteler, kara trenle

Adana’ya 2, 3 gün sonra gelir, Van’da bir hafta sonra

okunurdu. Malik Yolaç, Anadolu ufkunu açan basının en

büyük lideriydi. Hiç bir patronun programında-planında

başkent yokken Ankara’ya matbaasını kurmuş, Akşam

Gazetesi’ni karayoluyla Adana’ya, aynı gün de Güneydoğu’ya

gönderiyordu.

Akşam’ın TAŞ isimli köşesindeki sürükleyici dili ve

üslubuyla Çetin Altan’ın sosyalizmi yazması, Türk basınına

ayrı bir hava, renk olmuştu. Diğer yazarlar, manşetlerde

Türkiye’nin, ekonomik, siyasi, sosyal, politikasını belirliyordu.

1960 ihtilaliyle giren aşırı sol Akşam’ın öncülüğünde

daha da yaygınlaştı. Öyle ki, Akşam Gazetesi Adana şehir

içinde 22 bin satmaya başladı.

Akşam Gazetesi’nden sonra Hürriyet Ankara da da bir

matbaa kurdu, sırada adana vardı. Çünkü buradan Güneydoğuya

ve Doğuya açılmak istiyorlardı. O dönemde Gazeteler

Amerika Fort 350 - 550 kamyonlarla sistemli biçimde

dağıtılmaya başlanmıştı. Ancak bugünkü E – 5 in yerine kışta

kıyamette kapanan, Ama oraları geçmek zorunda olan

kahraman şoförler Hürriyet, Akşam, Tercüman’ı dağıtıyorlardı.

Cumhuriyet ve Milliyet, Hürriyet’te bazen

Terciman’da basılıyordu. İşte bu zor doğa koşullarında

gazeterleri okurlarıyla buluşturan kahraman şoförler arasında,

Mucurlu Fikret, Abaza Hikmet, Ankara’lı yakışıklı Haluk,

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-166-

Tayfur, Trakonyalı Necmi, Rüzgar Selami, Adana’lı Ramazan

Gulle ve şu anda isimlerini anımsayamadığım pek çokları

vardı. Gazeteler daha önceleri kendi olanaklarıyla dağıttıkları

ürünlerini birleşip güçlerini ortaklaşa kullanmak için

GAMEDA’yı kurdular. İşte bu geçiş dönemlerinde ve

sonlarında yıllarca gazeteyi ezberi bir biçimde yönetti. Bir

ara Tercüman ve Milliyet ekibi olarak aynı anda yola çıkardık.

Fakat Patron GAMEDA’da olduğu için bazı aksaklıklar

yaşanıyordu. Kadere bakın ki, Alaaddin Kutlu ile birlikte

takışma-kapışma birbirimizi atlatma heyecanı, bu kezde

nakliyede başlamıştı özellikle maç günlere kalıp değiştirildiğinde

gazetelerin baskısında gecikme oluyordu. Zaman

zaman Tercüman olarak biz, zaman zaman da Aladdin’in

Milliyet’i erken bitirirdi. Milliyet erken gitmeye kalkarsa

Kürt Onbaşının aynısı olan Feke’li İsmail bunu engellerdi,

ya lastiklerini patlatır, ya da kamyonunun önüne yatarak,

-Beni öldürmeden geçemezsiniz… derdi.

Abdulkadir KAÇAR

-167-

İSKENDER AYVALIK

Çoban Yurtçu’nun bir başka değişiği olan İskender’in

farklı bir yapısı vardır. Dostluğu ayrıdır, çalışma yapısı ve

şartları farklıdır.

Adana’ya geldiğinde, İstanbulda telefonla haber

yazdırdığım arkadaşım yüzde yüz değişmişti, benimle konuşmuyordu.

Hatta her zaman yan yana bitişik oturmamıza

rağmen benimle ilişki kurmuyor, yapılacak çalışmalar

konusunda Necdet İşler kanalıyla bana talimat gönderiyor,

ya da ona söylettiriyordu. Bir gün, iki gün çok dayanılmaz

boyutlara ulaşan bu soğuk ilişkilere çok sıkılmıştım, yanına

girdim :

-İskender Bey, sen benim arkadaşımsın, İstanbulda

yazıcıydın, ben sana haber geçiyordum. Şakalaşıyor,

konuşuyorduk, aramızda hiçbir şeyde geçmedi. Adana’ ya

sen temsilci oldun, ben de yardımcınım, bu suskunluk neden,

büyük planlar yapalım, çalışmalarımızı daha da geliştirelim…

Yine hiç ses çıkmadı, yüzünde en küçük bir ifade

değişikliğide yoktu, ısrarla konuşmuyordu. Bu suskunluk

bir hafta daha sürdü, Necdet İşler’e sordum :

-Yahu İskender’in bu hali nedir, biliyor musun ?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-168-

-Erol bende bilmiyorum, benimle de konuşmuyor…

Bazen beni haberlerden de kesmeye, önüme set

çekmeye de başlayınca artık bana karşı bir kastınının

olduğunu anladım. Bir gün yine bir büyük olay oldu. İskender

Muhabir Necdet’i ise gönderdi, beni göndermedi. Meslek

yaşamımda her zaman kuyruğum dik gezmiş bir adam

olduğum, kimseye taviz vermediğim, özgürlüğü tattığım

içinde her zaman bu yönümle gurur duyuyorum. Bu gün

pinekleyen salla başı al maaşı olan bir kişi olsam bir gazetenin

hala temsilcisi olabilirdim. Ama bendeki, fırtına, iffilak,

haksızlığa olan kızgınlık hiçbir zaman kimliksiz kalıba

sokmadı. İskender’in bu davranışına dayanamıyordum, hızla

odasının kapısını açtım, birazda sert biçimde azarlar ses

tonuyla :

-İskender, benimle alıp-veremediğin olay nedir ?

Benim deneyimlerimi, beni neden kullanıyorsun ? Varsa

bir şey çeker giderim…

Uzunca bir konuşma yapmama rağmen ağzından yine

en ufak bir söz çıkmadı, hiçbir hareket yapmadı, yüzüme

donuk donuk baktı. Sanırım biraz hırçın davrandım, kapıyı

vurup çıktım, Muhabir Necdet’in yanına gittim onu da biraz

hırpaladıktan sonra çekip gittim…

Abdulkadir KAÇAR

-169-

ADANA’YA

TEMSİLCİ OLARAK DÖNDÜM

Gazeteciliğe bir daha dönmeyeceğim konusunda

verdiğim karardan sonra İstanbul’da tam Hayat Sigortası

bir gazeteye vediği tam sayfa ilanla yetiştirilmek üzere

elemanlar arıyordu. Hemen müracat ettim, kursları birincilikle

bitirerek üç ay bir süreyle elimde James Bond çanta kapı

kapı dolaşarak İstanbul’da sigortacılık yaptım.

Ailem İstanbul’da olduğu için o sıralar orada kalmak

zorundaydım. Tam bu sırada Kemal Kınacı’dan önce Adana

Hürriye Bürosu’nda temsilci konumnda birlikte çalıştığım

Kemal Özbayraç Tercüman İstanbul’un Yurt Haberleri Şefi

olmuştu. Beni günlerce aradıktan sonra bulmayı başarmıştı.

İlk sözü şu oldu:

-Erol, kesin olarak bu mesleğe döneceksin, bu işler

sensiz olamaz sensiz olmaz. Gazeteciliğe dönmeme kararını

sen veremezsin, bizim sana ihtiyacımız var.

-Düşüneyim Kemal Bey… dedim.

Uzun aylar boyunca kabul etmedim, direndim ama

teklifin Adana Tercüman Gazetesi’nin Temsilcisi olarak

dönme yanı hoşuma gitmiş, damarlarımdaki gazetecilik kanı

ağır bastığı için de bunu kabul ettim.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-170-

1967 yılında Tercüman Gazetesi’nin Bölge Temsilcisi

olarak geri döndüm Enidre Pasajı’nda göreve başladım.

Büromun karşında beni Apdi İpekçi’ye şikayet eden, ihbar

eden Özer Öztep Cumhuriyet’in Temsilcisi olarak oturuyordu.

İstanbul Lobisiyle çarpışarak Adana’da temsilcilik

makamını elde eden tek adam bendim. Oysa temsilcilik

denince İstanbul ve İstanbul lu Gazeteciler düşünülürdü.

İstanbul Ankara’lı Gazetecileri bile hazmedemezdi. Benim

çabamdan sonra Adana’lıların da gazeteci temsilcileri

olabilecekleri düşünülerek kapılar açıldı.

Adana’da gaztecilikte yetişmem İstanbul’dan gelen

Kemal Kınacı, Özer Öztep gibi birkaç kişi daha var onların

adını da anmıyorum, bir türlü kabullenemedi. Beni uzun süre

hazmedemediler. Arkamdan sürekli kuyular kazıp, Toroslar’ı

aşmama engel olan zihniyeti lanetliyorum. Ben bugün

zamanında İstanbul’a geçiş yapmış olsaydım, çok önemli bir

yerde olacaktım, mesleğimin onur ve haysiyetini çok daha

iyi muhafaza edebileceğimi söyleyebilirim.

Abdulkadir KAÇAR

-171-

ÖZER ÖZTEP’İN İSPİYONU

Hürriyet Gazetesi’nin İstanbul Müessese Müdürü

kendisine yardımcı ararken Adana Büro Sorumlusu, Kemal

Kınacı’yı önermişler, o da bu gazetenin kaosunu bildiği için

kısa sürede parlayan bir personelin bir anda söneceğini

bildiğinden bana danıştı:

- Erol İstanbul’a gitmek istemiyorum, çünkü bilmiyorum

önce parlak, sonra da yok olurum. Babıali beni harcan,

bitirirler.

Saatlerce ikna etmeye çalıştı:

-Kemal sen başarılı bir kişisin, orada da bunu sürdüreceğine

inanıyorum, hem belki sen İstanbul’da olursan buraya

daha çok yararın olur. Belki ben senin yerine geçerim,

bizlerede bir kapı açılı.

Ama, bir türlü ikna olmuyordu, sabahlara kadar ikna

turlarım sürerken, alkole karşı dayanıklı olmadığı için bir

gün yarım şişe rakıyı içtikten sonra ağlayıp şöyle dedi:

- Erol, ben Adana’yı ve seni nasıl terk ederim.

Bir hafta, 10 gün kadar süren iknaa turlarım etkili

olmuştu, İstanbul’a göndermeyi başarmıştım.

Burada şunun da altını çizmek istiyorum:

Hürriyet’ten önce İstanbul’da büyük bir ekol olan Sefa

Kılıçoğlu’nun YENİ SABAH’ı kapanınca, bu gazetedeki

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-172-

elemanlar Hürriyet’te geçmiş, Hürriyet 1960’larda kadrolaşmasını

tamalamıştı.

O yıllarda teleks, faks henüz olmadığı için haberler

akşamları İstanbul’a telefonla yazdırırdım, ve haberleri

İskender Ayvalık daktilo ile yazardı. Onparmak daktiloyu

onun kadar hızlı yazan başka bir kişide tanımıyorum. İşte

Kemal Kınacı’nın İstanbul’a gitmesiyle temsilci olmayı

beklerken yardımcısı olmuştum.

Milliyet Alaaddin Kutlu’nun adı dahi geçmediği dönemde

İstanbul’daki Milliyet Camiası benim ısrarla bu gazetenin

temsilcisi olmamı da istiyordu. Çünkü, Hilmi Kürklü görevden

alınmış, yerine beni istiyorlardı. Çünkü, Hürriyet’teki

performansımı İstanbul Babbıali konuşuyordu. Bir gün Telgraf

çeken Milliyet’çiler beni İstanbul’da görüşmeye davet

ediyorlardı, hemen uçağa atlayıp sabahleyin Milliyetin

Cağaloğlu’ndaki yerine gittim…

Haber Müdürü Dinçer Beyin yanına çıktım.

Beni ayakta karşıladı, muhabbetle öptü, fakat yüzünde

hafif bir tedirginlik hissettim. Konuşmaya bir türlü başlamıyordu,

ben söz aldım:

-Dinçer Bey, telgraf çektiniz görüşmek istediniz, işte

geldim…

Çok üzüntülüydü:

- Erol Bey seni Apdi İpekçi’ye öneren benim, yalnız

bazı şeyler oldu, bunu sana söylemek zorundayım.

- Hayırdır

Çekmecesini açtı, daktiloyla yazılmış iki sayfalık mektup:

- Bunu Abdi İpekçi’ye yazmışlar.

- Ne mektubu yahu ?

Abdulkadir KAÇAR

-173-

Okumaya başladı, şöyle diyordu:

- Sizin Adana Milliyet’e temsilci olarak tayin etmek

istediğiniz Erol Erk, iyi bir gazetecidir, fevkelade yeteneklidir.

Ancak gece yaşamına aşırı düşkün olduğu için iş disiplini

yoktur. Bu da sizin gibi mazbut ve ideal bir gazeteye yakışmayan

bir arkadaştır vs…

Mavi-kırmızı daktilo şeridiyle yazılmış bu mektupla

ilgili yıllardır konuşmadım, anımdır açıklamak istiyorum.

Mektubun altındaki imza Özer Öztep’indi. Kendisi de o

yıllarda Cumhuriyeti’in Adana temsilcisiydi, İstanbul’da

çalıştığı için Abdi İpekçi Beyle arkadaşlık ilişkileri vardır…

Ayağa kalktım:

-Dinçer çok teşekkür ediyorum, mektubun devamını

okumana gerek yok, ben Adana’ya dönüyorum…

Adana’ya tekrar geldim, o zaman bana duyduğu gizli

kinin ilk kopyasını Özer Öztep, mektupla ele vermişti…

Ama, gün gelecek, Özer Öztep Adana da işsiz kaldığında

ilk Güney Haber Gazetesi’nde kendisini özel bir yere

getirecektim. Bu mektupla ilgili gerçeği hiçbir zaman yüzüne

vurmadım. İlk defa açıklıyorum. Eğer Milliyet Gazetesi’nin

temsilcisi olsaydım yaşamım daha başka olacak, o kadar

değişecek ki, bunu sınırlarını tahmin bile edemiyorum…

İşte bu olay, çalışmakta olduğum Hürriyet Gazetesi’nde

duyulunca, bana biraz kızgınlık, öfke oldu. Sanırım sırf bu

nedenden dolayayı İskender Ayvalık’ı benim üstüme temsilci

olarak gönderdiler bende yardımcısı oldum…

(Merhum Özer Öztep bu iddayı ret etmişti).

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-174-

KEMAL KINACI

ARKAMDAN HANÇERLEDİ

Hürriyet'teki bu olaylardan sonra tutanak tutmuşlar,

İstanbul'a göndermişler, bir hafta sonra da beni çağırıp elime

bir mektup verdiler şöyle diyordu :

"Bugüne kadar gösterdiğiniz başarıdan dolayı sizi

kutlarım, çalışkan bir gazetecisiniz, ancak görülen lüzum

üzerine görevinizden alıyoruz..."

Mektubu alıp, hiç bir tepki göstermeden en küçük bir

renk atması olmadan tebellüğ ettim, yasal haklarımın

verilmesini istedim.

Erol Simavi'nin burs verip İstanbul Basın Yayın Okulu'nu

da bitiren kardeşim Erhan'ı da alıp doğru Hürriyet Genel

Merkezine gittim. Ben, yazıyı değil, kovuluş nedenimin

arkasındaki gerçegi öğrenmek istiyordum. Sabahın seher

vakti Kanlıca'ya gittik, puslu bir gündü. İstanbul'un harika

bir sabahında martılar, gemiler tablolardaki gibi görünüyordu.

Tam Erol Simavi'nin kapısını çalmak üzereyken, açıldı. Büyük

Patron sakallıydı, bitişikteki berberine gidiyormuş, beni

görünce gülümsedi :

-Oooo Adaşım, hayrola...?

Okuttuğu için Erhan'ın da hatırını sordu.

Abdulkadir KAÇAR

-175-

Kıyıdaki yürüyüş bandında bir süre Kanlıca Yoğurdu'

nun yapıldığı imalathaneye doğru giderken bir süre suskunluk

oldu, ilk sözü ben aldım :

-Erol Abi, ben sizden iadei görev istemiyorum, böyle

bir talebim yok, üstelik ahlak anlayışıma da terstir. 7-8 yıl

birlikte çalıştık, ama az çok birbirimizi tanıyoruz, bana

haksızlık yapıldığını biliyorum, bu olayın arkasındaki gerçeği

anlatırsanız tatmin olacağım.

Erol Simavi gülümsedi:

-Erol, bunun adı Babıali Kanunudur.

Yine sessizlik oldu:

-Ben Babıalide çalışmıyorum, Adana'dayım ve bu

kanunları bilmiyorum. Sizden görev talebim yok, sadece

nedenini öğrenmek istiyorum. Hatta benim ne yapıda ve

nasıl bir insan olduğumu bilen daha önce beraber çalıştığımız

Müsessese Müdür Yardımcısı Kemal Kınacıya da sorun.

Onun raporuda benim için önemli, uzun süre içtiğimiz suyu

paylaştık, çetin bir müadahaleden başarıyla çıktık. Hürriyet'in

Hürriyet olmasındaki katkımızın sadece Adana alanında

kalmadığını siz de biliyorsunuz...

Konuşmalarımı uzun uzun dinleyen Erol Simavi, bana

yaşamımın en büyük dersini verdi, gülümseyerek omuzumu

tuttu :

-Erol işte Babıali Kanunu bu. Yaşamak için adamı

öldürürler. Sen Kemal Kınacı'yı İstanbul'a göndererek bu

konu da büyük çaba harcadın. Bu senin ona yaptığın en

büyük iyiliktir, hizmettir. Ama o buraya gelir gelmez hançeri

senin sırtına vurdu...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-176-

O sözleri duyduktan sonra buz gibi oldum, hiç bir şey

söylemedim :

-Teşekkür ederim Erol Abi, beni tatmin ettiniz, sağolun...

Elini sıktım:

-Sağol Erol bir gün yine görüşürüz...

-Teşekkür ederim, görüşmeye hiç niyetim yok, çünkü

yollarımız burada ayrıldı, hadi Erhan gidelim... dedim.

Bu olayda yıllarca içimde sakladığım, Adana Babıalisin'den

İstanbul Babıalisine uzanan bir olaydır. İki

Babıali'ninde birbirinden hiç farkı yoktur.

Hançeri Kemal Kınacı' dan yemiştim çünkü benim

kabiliyetlerimi, niteliklerimi çok iyi biliyordu. Şayet benimle

ilgili olumlu bir rapor verseydi, bir iki ay sonra bende

İstanbul'da olacak, gazete'nin en üst düzeyine kadar fırlayacak

niteliklerim vardı. Hem idareci, hem gazeteci, hem nakliyeci,

hem de uluslararası istihbarat kaynaklarına sahiptim.

Meslekte komlpe yetiştiğimi Kemal Kınacı keşfetmişti.Ve

vurulan damga olan gece yaşamına düşkünlüğüm beni hiç

bir zaman üzmedi. Çünkü, gece yaşamım bana yaşamın

gerçek yüzünü, üniversitesini öğretti. Türkiye'nin şu anda

bile en büyük istihbarat kaynaklarına sahip gazeteci benim,

Türkiye'nin şu anda bile en büyük ver-kaçlarını en iyi bilen

kişiyim. Ama, o günler, kuyruğum dik, kimseye taviz

vermedim fakat yaşamımdan ve gazetecilikten nefret ettiğim

günlerdi. Hatta kendi kendime şu sözü de verdim:

-GAZETECİLİĞE BİR DAHA DÖNMEYECEĞİM

Abdulkadir KAÇAR

-177-

EŞKİYA KOÇERO’YU YARATTIM

İşte coşkulu, heyecanlı, başarılı geçen çalışma ve başarı

tempom arttıkça artıyor, başarı grafiğim yükseldikçe

yükseliyor ulaşılamaz sanılan bilgilerim yoğunlaştıkça

yoğunlaşıyordu.

Hürriyet gazetesi’nin Adana Bürosu kurulduktan sonra

sıra Diyarbakıra’a gelmişti, ancak oralar bize bağlıydı,

haberlerini telefonla veriyorlar, bizde İstanbul’a aktarıyorduk.

Bir gün Diyarbakır muhabiri basit bir cinayet haberi verdi.

Buna göre namus uğruna cinayet işleyen Mehmet Kilit isimli

kişi, olaydan sonra dağlara kaçmıştı. Muhabir haberin

sonunda bir tek cümle ekleyince şimşekler çaktı:

- Erol Abi bu kişinin nam-ı diğer KOÇERO’ dur..

Koçero, Koçero, Koçero !

Bu cümle zihnimde yankılandı, yankılandı, çok ilginç

bulmuştum. Bugünün Türkiyesi için önemli sayılır ya da

sayılmaz ama, muhabirin bu şekilde yaptığı tarif sonradan

yaratacağım ünlü Eşkıya Koçero’nun ilk kıvılcımı olacaktı.

Magazin haberini çok seven, Türk basınında bir akım olan

Hürriyet, Koçero’yu benim sayemde işlemeye başlamıştı.

Basit bir bekçi, doğunun en azılı eşkiyası olup-çıkmıştı.

İşlenmiş ve işlenmemiş ne kadar cinayet varsa hepsi KOÇERO’

ya yıkıldı. Bugünkü gibi PKK falan olmadığı içinde o zaman

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-178-

büyük yankılar uynadırdı. Hürriyet gazetesi olarak Koçero’yu

manşetten verdikçe diğer basının da doğuya olan ilgisi

artmıştı, herkes onunla röportaj yapmak için girişimde

bulunuyordu. Ama yine bu olayın yıldızı ben olacaktım, işin

kaymağını ben yiyecektim. Çünkü yerel muhabirlerimiz

aracılığıyla KOÇERO’yu dağda bulup söyleyişi yapmayı,

fotoğraflamayı başlatan tek gazeteciydim. Hakımda bu

görüşme Jandarma soruşturma açtı. Ama gazeteci olarak

verilen randevuya sadakat göstermek zorunda olduğunu

söyleyerek Koçero’yla görüşme yerimizi açıklamamıştım.

Savunmamdaki tek cümle şöyleydi:

- O eşkıya, kanun kaçağı olabilir, ama yerini bildirmek

bana düşmez, arayıp bulmak Jandarmanın asli görevidir.

Günlük olarak yazdığım uzun söyleşilerden sonra efsane

haline gelen Koçero devlete ait bir kurumu basıp paraları

gasp etmiş, kaçarken çatışmada öldürülmüştü. Cenazesine

gittiğimizde vahşi, silah kullanmasını bilen karısı, benim

alnıma tüfeği doğrultmuş tetiği çekmek üzereydi. Yanımdaki

arkadaşlarım benim Koçero’yla yaptığım söyleyişide,

hakkımda dava açılmasına rağmen onun yerini bildirmediğimi

falan anlatınca kadın rahatlamıştı. Beni elimden tutp çekerek

mezarın başına götürüp, Kürtçe türküler söyleyip ağlarken

fotoğraflamayı başarmıştım.

Koçero Tarihe gömüldü yok olup gitti. Koçero’yu

yükselten suçlarda, bazı cinayetlerde karabelde kayboldu,

kimin işlediği hiçbir zaman öğrenilmedi…

Benim tırmanışıma hayran olmuşlardı. İşte bu

haberimden dolayı gazete yönetimi beni 100 lira ikramiye

ile ödüllendirmişti.

Abdulkadir KAÇAR

-179-

O günkü gançlik, meslek heyecanı nedeniyle gazetecilik

merakı içinde gördüğüm, manzara benim mesleğimde

gördüğüm ilk facia idi. Uçak çarpınca öyle parçalanmış, öyle

ufalanmış ki, cesedlerle demirler bir macun gibi olmuştu.

Ben sadece uçağı bir tek kanadından tanımıştım. O dönemde

ölen ünlüler arasında en tanınmışlardan Gazinocu Ahmet

Delibalta, Adana’nın en güzel kızı kızlarından Rengin Arda

da vardı. Rengini’i beyaz karlar üzerine yayılan bir metrelik

sarı saçlarından tanımıştım ve vücudundan kalan tek parça

olarak o saçları bir mukavva kutuya koyarak aşağıya

indirmiştim. Daha sonra cesetler torbalarla taşınarak indirildi.

Hatta bir Yahudi işadamının cesedi Gazinocu Ahmet

Delibalta’nın mezarına gömüldüğü kanıtlandı. Şikayet üzerine

tekrar kazılan mezardan Delibalta’nın cesedi bulundu, Yahudi

İşadamının cesedi de İstanbul’a gönderildi.

Uçak kazası haberini takip ederken oklarlar da

Osmanlılar döneminde işeltilen altın-gümüş-kurşun madenleri

olduğunu, ama bunu kimsenin bilmediğini saptadım. Bu

haberim de Hürriyet’te manşetten giren ikinci büyük

arzumdur.

Zaten olan ünüm, uçak kazası ve altın madeniyle daha

da doruklara tırmanmıştı. Hatta çalışma alanım da

genişlemişti. Örneğin Yurtdışındaki istihbarta kaynaklarımdan

bana bilgiler yağıyordu. Suriye’deki ihtilal yapılacağını olay

olmadan önce öğrenip gazeteme yazmıştım. O yıllarda

Hürriyet Personelinin başarılarını anlatan Personel

Gazetesi’nde sırada benim fotoğrafım vardı, dünyaca ünlü

AP ajansını bile atlatan adam diye duyurmuşlardı…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-180-

TOROSLAR'DA DÜŞEN UÇAK

İLK FACİA HABERLERİMDİ

Dolu dolu yaşadığım gazetecilik serüvenimin en renkli

dönemi 1960-75 yılları arasınde cereyan etti. Gençlik,

yaratıcılık ve heyecan döneminde doruklara ulaştı. Bu yıllarım

Hürriyet ve Tercüman Gazetesi'nin arasında pay edilmişti.

1952-60 yılları arasında yetişme dönemim olan BUGÜN

Gazetesi'nden sonra 1960'ta Anadolu Ajansı'na, 1966' da

Hürriyet Gazetesi'ne giriş yaptım. O dönemde ulusal

gazetelerin Adana da büroları bile yoktu. Abidinpaşa'da şimdi

yıkılan Reno İşhanı'nın 4. katında Hürriyet'in bir temsilciliği

vardı. Diğer gazetelerde temsilci düzeyinde bulunuyordu.

Örneğin Çoban Yurtçu Yeni Sabah, Vatan, Cumhuriyet gibi

üç-dört ulusal gazeteyi birden idare ediyordu. Erol İlpars'ın

babası DERVİŞ İlpars'ta aynı şekilde üç beş gazetenin birden

temsilciliğini yürütüyordu. Zafer, Adalet gibi sağ basını da

Yusuf Ayhan temsil ediyordu. İsmet Yoğurtçuoğlu da yerel

basında önemli bir isimdi.

İstanbul basını iki-üç arkadaş arasında pay edilmişti.

1960 ihtilaliyle birlikte gazetelerin Anadolu'ya geçişli ve

yapılanmasıyla birlikte bu temsilcilikler bir bir ortadan

kaldırıldı. Ancak Çoban Yurtçu mesleğinde çok kıskanç

Abdulkadir KAÇAR

-181-

olduğu için kendisine rakip olabilecek kişilerin yetişmesini

istemezdi.Bizde korkumuzdan İstanbul basınıyla direkt temas

kuramazdık. Ancak yetişme tarzım, bölgeye olan hakimiyetim,

performansım nedeniyle adım İstanbul' a çoktan gitmiş ve

herkes tarafından biliniyordu. Anadolu ya yayılan İstanbul

basınında Adana Hürriyet Bürosu'nun başında arkadaşım

ve dostum Kemal Özbayraç atanmış, İsmet Yoğurtçuoğlu da

beni ona tavsiye etmişti. Tanıştık, ve ben Hürriyet'te göreve

başladım, o zaman büromuz Abidinpaşa Caddasi'ndeki

Küçüksaat'in yanında bulunan Kristalpalas'a taşınmıştı.

7 yıl süren Hürriyet Gazetesi'ndeki çalışmamda gençliğin

verdiği heyecan, yetenek, cesaret ve coşkuyla parlak bir

dönem yaşadım. İşte bu coşkulu ve başarılı dönemimde

olaylar öyle gelişti ki, gazetenin sahibi Erol Simavi'yle özel

dostluklar kurmaya kadar dönüştü. Hürriyet'in temsilcisi

konumundaki Kemal Özbayraç gitmiş, yerine bu kez Kemal

Kınacı gelmişti. İki temsilcinin döneminde de yaptığım

çalışmalar beni yıldızlaştırmıştı. Yaptığım gazetecilikte adım

Türkiye çapında duyuluyordu artık. Çünkü, o yıllarda

Adana'dan gazeteye yama haberler girme-sayfa değiştirme

şansımız olmadığı için verdiğimiz her haber Türkiye genelinde

yayınlanıyordu. Haftanın en az üç-dört günü manşet, ya da

sürmanşet haberim yayınlanmadığı zaman krizlere

giriyordum.

Öyle ki; Erol Erk ismi diğer gazeteciler arasında

ayrıcalıklı bir hale gelmişti. Yine o dönemde çok önemli

olayların yaratıcısı olmuştum. Örneğin, İstanbul'dan

Ankara'dan Adana'ya pervaneli uçaklar inip-kalkıyordu. Bir

Kop uçağı Adana Havaalanına inmek için Toroslar'ın üzerinde

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-182-

erken alçalmaya başlayınca Bolkar Dağları'nın tepesine 100'e

yakın yolcusuyla çakılmıştı. Ben İngiliz Dağcılarla Bolkar

Dağları'nın zirvesine tırmanarak enkaz, uçağı ve cesetleri

ilk görüntüleyen tek gazeteciydim. Üstelik, uçağın düştüğü

kış, son 40 yılın en acımasız olanıydı. Pozantı Çiftehan arasını

geçebilmek için yollarda tam 6 saat süreyle yüksekliği 4-5

metreyi bulan karlarla mücadele vermiştik. Kıbrıs'tan gelen

İngiliz Dağcılar bile beni

Abdulkadir KAÇAR

-183-

EROL SİMAVİ’YE HAYRANDIM

Hürriyet Gazetesi Adana Bürosu’nda Kemal Özbayraç’ın

yerine gelen Kemal Kınacı ile büyük olaylar yarattık. Büyük

haberleri Hürriyet’in manşetlerine yerleştirdik. O dönem hiç

unutmam Adana belediye başkanı Ali Sepici’nin bir dansözle

yaşadığı skandal vardı. Aslında onlar skandalı yaratmışlar.

Ortaya çıkartıp yazan kişi ben olmuştum.Gazetemde günlerce

Türkiye’yi çalkalamış bir olaydı. Aylarca, yıllarca manşetlerden

düşmedi.

O dönemde olaya adı karışan Celal Serin’de daha

sonradan yakışıklılığıyla Yeşilçam’dan film teklifi bile almıştı.

Ancak Celal Adalet Partisi kökenli olduğu için yöneticilerde

rahatsızlık yaratınca eski patronum Nihat Oral ve günün

ileri gelenleri beni Hürriyet’in sahibi Erol Simavi’ye şikayet

ettiler. Hatta benim eski bir CHP’li ve İsmetpaşa’cı olduğum

için sağ bir parti olan AP’ye zarar verdiğimi söylediler. Erol

Simavi de beni şikayet edenlere:

-Peki, siz Erol’u şikayet ediyorsunuz, bu olay doğru mu

değilmi dedi.

Masada bulunanların bir kısmı başıyla.

-Doğru doğru dediler.

Bir kısmı da sessiz kaldı.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-184-

Erol simavi çok sevdiğim, saygı duyduğum kişi olarak

şöyle dedi.

-Patron benim ama muhabirimin yazdığı habere

karışamam...

Bu dürüst erkekçe davranışından sonra Erol Simavi’ye

büyük hayranlık duydum ve muhabbetimiz daha çok artmıştı.

Erol simavi Adana’ya her gelişinde beni yanına alır

Çakmak Caddesinde garajın içindeki Suphi Usta’dan kebap

ve şiş ciğer yemeye giderdik. Hiç unutamam bir yemek

sırasında şöyle dedi:

-Erol, gece hayatına düşkün olduğunu söylüyorlar,

Doğuya, Koçero’yla buluşmaya ya da diğer haberleri izlerken

sıkıntı çekmeyesin diye Van’a bir pavyon kurdurmayı

düşünüyorum.

Kısa bir gülüşmenin ardından şöyle dedim:

Efendim, ben gece yaşamını sevdiğim için değil,

haberciliği kontrol etmek için serüvene meraklı olduğum

için oralarda bulunuyorum. En büyük istihbarat kaynakları

oralarda bulunuyor çünkü.

Abdulkadir KAÇAR

-185-

MESLEKİ ACIM

40 yılı aşan meslek yaşamımda çok kişinin canını

yaktım, çok kişiyi makamından ettim, ama pek çok kişilerinde

hak ettikleri önemli makamlara gelmesini sağladım. Çünkü,

hırçın, yırtıcı bir gazetecilik üslubum vardı, ve benimle

uğraşmak her zaman zordur. Ama bilmeden yaptığım bir

hatanın, bir kusurun acısını yüreğimin ta derinliklerinde bile

şimdi duyuyorum…

Gazetecilik mesleğimin İsmetpaşa döneminde rastlayan

günlerinde Kıbrıs konusu patlak vermiş, Başbakan olarak

paşanın emriyle uçaklarımız Kıbrıs’a bir hava saldırısında

bulunmuş ve geri dönmüştü. Her an bir savaş çıkma

olasılığında söz edildiği içinde Deniz Kuvvetlerine ait

donanmamızın bi bölümü Mersin Limenına demirlemişti.

Yapılacak olan Kıbrıs Harekatının temelleri ve yapılanması

o günlere rastlıyordu. Ben Kıbrıs olaylarını yansıtmak için

Mersin’de bulunuyordum. O sırada donanmaya ait bir Türk

Denizaltısı da rıhtımdaydı ve onun Komutanlığını yapan

Binbaşı Necdet’le çok samimi arkadaş olduk. Türkmen

Oteli’nkedi sohbetimizde sordum;

- Necdet Binbaşı, donanmayı halka gezdirecek misiniz?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-186-

O yıllarda silahlı kuvvetlerde denetim çok sıkıydı, halka

temaslar yok denilecek akdar azdı, hatta yasaktı. Türk

donanmasının Denizaltı Subayı olan Necdet Binbaşı:

- Erol Bey, gemimizi halka açalım, sen de bir eğlence

düzenle, Amerikan usulü bir gün yaşayalım...

- Emrin olur Binbaşı… dedim.

Adana da pavyonlarda, barlarda otellerde çalışan ne

kadar dansöz,şantöz, varsa hepsini Mersin Limanına yığdım

ve bu denizaltının göbeğinde de kadın oynattık. Bu olay

Hürriyet Gazetesi’nde “DENİZALTINDA KADIN OYNATAN

GAZETECİ” diye yayıldı ve bomba etkisi yaptı. Ben haber

niteliğinde ordu-halk yakınlaşmasını düşünürken, Necdet

Binbaşının teklifini de yerine getirmiş gazeteci olarak tüm

basını atlatmıştım… Tercüman Gazetesi’nin temsilcisi

olduğum o yıllarda, tüm gazetelerin Adana ve Mersin

temsilcileri ve çalışanları İstanbul’dan ve Adana’dan fırça

üstüne fırça yediler. Olay böylece kapandı gitti…

Aradan geçen 5-6 yıl sonra 2. Kıbrısa Harekatı

başlayacaktı. Donanmanın adayı vuracağı, Türkiye’nin

müdahale edeceği dedikodusu yayılıyor, yerli ve yabancı

basın Mersin’de karargah kuruyordu. Bizde boşluktan

yararlanarak eğleniyorduk. Hatta Murat Dalman kahramanını

yaratan dünyaca ünlü, çok samimi arkadaşım gazeteci Ümit

Deniz’de oradaydı. Ankara’dan gelen foto muhabiri bir

arkadaşımız için yaş günü düzenlemiştik. Otelin lobisini

hemen hemen kapatmıştık. Dışarıda büyük bir soğuk vardı.

Kapı hafifçe açıldı, içeriye elinde baston, lacivert pardesülü,

hafifçe topallayan birisi girdi. Sima bana hiç yabancı

gelmemişti.

Abdulkadir KAÇAR

-187-

İçim birden kaynadı, kendi kendime soruyorum:

- Nerden tanıyorum !

- Nerden tanıyorum !

Bu sırada yanımdaki arkadaşlarım tanıttılıar

- İşte bu kişi, birinci Kıbrıs müdahalesi yapılacağı sırada

Türk Deniz Kuvvetlerinin Denizaltısındaki Necdet Kaptan…

Yüreğim ‘ cızzzzzzzz ‘ etti. Beni gördü, yanına koşarak

gittim, öpüştük:

- Beni tanıdınız mı kaptan ? deyince:

Başını hafif yukarıya doğru kaldırdı.

- Erol tanımaz olur muyum ?

Necdet Binbaşı, ‘DENİZALTINDA KADIN OYNATAN

GAZETECİ’haberinden sonra, görevden alınacağını anlayınca

onurlu bir asker olduğu için istifa ederek özel gemilere

geçmişti. Aradan yıllar geçtiği için eski ve yeni siması arasında

büyük değişiklikler, yılların yüzünde oluşturduğu derin

çizgiler onun içinde bulunduğu duruma ne kadar çok

üzüldüğünü gösteriyordu. Ben de üzüntülü sesle:

- Abi senden özür diliyorum, ben böyle bir olayın

olacağını hiç beklemiyordum. Aklımın ucundan bile

geçmiyordu. Daha ötesi, ben sizi Deniz Kuvvetlerinde çok

üst rütbelere geldiğinizi düşünüyordum, bir daha izinize

rastlamayacağım içinde soramamıştım…

Biraz üzüntülü ama belli etmeyen bir ses tonuyla:

- Sıkma canını Erol, bunlar kader, senin hiçbir kusurun

yok. Onu isteyen, seni teşfik eden kişi bendim. Reformist bir

subay olarak Amerikan filmlerindeki olayı yaşatmaya çalıştım

o kadardı. Sende gazeteci olarak görevini yapmıştın…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-188-

Bir süre sessiz kaldık, ama Necdet Binbaşı Kıbrıs

savaşına bu kez ticaret yapan bir geminin kaptanı olarak

mühimmat taşıyordu. Tekrar istedik olmadı, meslek

yaşamımda bana büyük acı veren, olayı tüm izleriyle

belleğinde hala yaşıyorum, vicdanımın sesinden bir türlü

kurtulamadım. Ama, inanın kesinlikle bir kasıt, suçlama, art

yoktu. Gazetecilik heyecanının o gün kü ortamda beni bu

habere koşullandırmıştı. Ama farkında olmadan bir facianın

nedeni olmuştu…

Abdulkadir KAÇAR

-189-

EROL SİMAVİ'NİN

SEKRETERİNİ BULDUM

Erol Simavi ara da sırada Adana'ya gelip kalır, işleri

takip ederdi. Yine bir geldiğinde, beni çağırdı.

-Erol seni severim, sana özel bir işim düştü.

-Buyurun efendim,

-Bizim huysuz ve yaramaz bir sekreterimiz vardı,

pavyona düşmüş, aradık araştırdık Adana da olduğunu

öğrendik. Şunu bana bir buluversene, sen bu işlerin

uzmanısın.

-Emriniz olur Erol Bey.

Kısa bir istihbarattan sonra Adana'nın en renkli eğlence

yeri olan Çakmak Caddesi'ndeki İGS civarında Yıldız

Pavyonda sekreteri buldum. Erol Simavi'yle birlikte gittik,

bize yakın davrandı, içki ikram etti. Yaşam hikayesini

sorduğumda da :

-Abi, ben eğlenceyi seviyordum ve artist olmak

istiyordum. Sekreter olarak Erol Simavi'nin yanında çok

mutluydum ancak beni artist ajansları kandırdı, gözümü

açtığımda Adana'daydım...

Erol Bey geri dönmesini, kapısının her zaman kendisine

açık olduğunu söyledi, ama sekreter:

-Ben yaşamımdan memnunum... deyince fazla da

üstelemedi.

Zaman zaman konuşmasında,

-Olur abi, tamam abi... demesine karşın bir daha da

göremedik. Hafifçe şişman, tatlı bir kızdı. Sonra da izini

tamamen kaybettik...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-190-

KAÇAKÇILIK ŞEBEKESİNİ YAKALADIM

Hürriyet Gazetesi'nde çalıştığım yıllarda Ankara büroları

ve matbaası açılmış, orada basılan gazeteler Adana'ya geliyor,

buradan dağıtılıyordu. Ankara-Adana arasını üç saatkırkbeş

dakikaya indiren kahraman şoförlerin öyküleri filmlere konu

olmuştu. O zamanlarda çok büyük şoförler, usta şoförler

yetişti. Ama sık sıkta şehitler veriyorlardı. Bu serüvene kapılan

şoförler uzun süre kendilerini kurtaramadılar. Matbaaların

Anadoluya yayılmasından sonra bu serüven güneyde

Adana'dan Gaziantep, Malatya, Diyarbakır hatlarında devam

etti. O büyük ve kahraman şoförler bu kezde aynı coşkuyla

gazeteleri okura ulaştırmanın savaşını veriyorlar, inanılmaz

rekorlar kırıryorlardı. Ancak, özveriyle coşkuyla çalışan

şoförler olduğu kadar onların arasına bazı kötü huylular da

sızmıştı.Gazete dağıtan kamyonların geçiş üstünlüğü olduğu

için durdurulmuyor, basın olduğu için polis ve jandarma

müdahale edemiyor.İşte kötü huylu bazı şoförler bunu fırsat

bilerek kaçak eşya ticaretine karışıp büyük paralar

vuruyorlardı. Bu jandarmadan bize intikal etmiş, bu şekilde

iddia ortaya atılmıştı.

Adana Büro Sorumlusu Kemal Kınacı bir gün beni

çağırdı, bu istihbaratı anlattıktan sonra da :

Abdulkadir KAÇAR

-191-

-Erol, kurban olayım, gözünü seveyim, bu işi çözsen

çözsen sen çözebilirsin...

Kemal Kınacıya da o derece inancım ve güvenim vardı

ki, hiç düşünmeden kabullendim.Gençlik, cesaret,ataklık

hepsi bir arada olduğu, olaylara gözümü kırpmadan atladığım

için kahraman kamyon şoförlerinin anasına karışan kaçakçılık

şebekesini ortaya çıkacaktım.

Yaptığım kısa araştırmadan sonra kaçakçılık merkezinin

Gaziantep olduğunu saptayıp, gece oraya gittim.Kendimi

gazeteci değilde bir tüccar gibi tanıtarak temas kurdum.Büyük

bir parti yabancı sigaranın Adana üzerinden Ankara'ya

götürülmesi gerektiğini söyledim, nakliyatın nasıl olacağını

sorduğumda;

-Abi, sen hiç merak etme, elimizde özel ruhsatlı servisler

var.Yolcu otobüsleri sık sık kontrol edildiği için, bu şekilde

taşıtıyoruz.

-Nasıl olacak ?

-Abi, Gaziantep'ten malını ver, Ankara'da teslim

al...dediler.

Paranın temin edilemesi için Kemal Kınacı’yı aradım.

İlk önce Parayı ödemek istemedi sonra kabul etti teslim

ettiğimiz malı taşıyacak olan da basın kamuoyuydu. Olay

artık kötü boyutlara ulaştığı için suçüstü yaptırarak, şebekeyi

yakalamıştım

Bu şaibeli olayı çözdüğüm için Kemal Kınacı, beni

ayakta karşılayıp, tebrik ederek yanaklarımdan öperken;

- Hem gazeteyi, hem de beni büyük bir beladan kurtardı

Erol… dedi.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

Hemen patronlara telefonla bilgi verdi rapolarıda

sonradan göndereceğini, bir nüshasını da bana vereciğini

söyledi. O günlerde sadece gazetecilik başarını düşünen

birisi olduğum için bu görevi yapmıştım. Başkası da yapmış

olsa fazla umrumda değildi. Ama , günlük yaşamımda içtiğim

suyumu bile paylaştığım, ailece görüştüğüm Kemal Kınacı

içinde en küçük bir endişe taşımıyordum.

Ancak, burada üzüntümü ortaya koymak, kamuoyuna

iletmek isterim ki;

İstanbul’a giden raporlardan birisini elime geçirdiğimde

bu olayın ortaya çıkartılmasının tamamen Kemal Kınacı’ya

ait şekilde düzenlendiğini öğrendim. Adımdan en küçük

biçimde söz edilmediği gibi, birazda yeriliyordum. Bu da

beni sonradan çok üzmüştü, ama o günlerde bu konuyu bir

daha hiç irdelememiştim…

-192-

Abdulkadir KAÇAR

-193-

MİLLİYET ELİMDEN KURTULAMIYOR

KEÇİ NİHAT YİNE KÜSTÜ

Kristal Palas’taki Milliyet’le ortak kullandığımız katın

uzunca koridorunun sonundaki tuvelete sık sık giderken

Alaaddin Kutlu, muhabirleriyle 5-6 saat süren toplatılarında

gazeteye ertesi gün verecekleri haberlerin tartışmasını

yapardı. Seri olmadığından da haberlerin notları sürekli

ceketinin göğüs cebinde taşırdı. Bir gün yine kapılarının

önünden geçerken içeride çok ateşli bir tartışma yapılıyordu

hafifçe dinledim, Alaaddin Keçi Nihat’a soruyordu:

-Kardeşim, o haberi bu gün vermeyelim, geciktik.

İstanbul’a yarın göndersen; senden başka bilen var mı?

Keçi

-Yok efendim, yinede verelim, Erol Erk gelip duyar, yine

başımıza iş açar.

-Hayır hayır, bekletelim, hem nereden duyacak. Bir

kere sana kazık attı diye her zaman aynı şeyi yapmaz. O

salağın tekidir ve her şeyi duyacak kulak nerededir?

Her şeyi dinliyordum ama haberin ne olduğunu son

saniyelerde çözdüm. Adana’lı bir hamal, o günkü ülke

şartlarında raslanması mucize olacak 132 lira vergi ödemişti.

Habercilikte zaten birkaç satır bilgi yettiği için hemen

büroya koştum, Kemal Kınacı’ya anlattım. Haberi İstanbul

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-194-

Hürriyet’e geçtik, ve Milliyet’çilerin beklettiği haber

ertesi gün bizden 8 sütuna manşetten çıktı.

TÜRKİYE’DE BİR HAMAL İKİ DEFA 132 LİRA VERGİ

ÖDEDİ…

Aynı katta bulunduğumuz komşumuz Milliyett’en

yükselen feryad, figanlar Hürriyet’e kadar geliyordu. Uzun

süre Alaaddin’in yüzüne bakamadım, ama bana da fırça attı.

Keçi Nihat’a gelince o da benimle küstü…

Zaten yıllarca en büyük keyfim, Milliyet’i atlattığım

haberlere sabah bakarak kahve içerek bu işin tadını

çıkartmaktı. O yıllarda gazetecilik ruhuma işlediği içinde

başka hiçbir şey düşünemiyordum. Olanak olsa Hürriyet’in

o dönem ki arşivleri açılıp taransa Adana Bürosu’nun

başarıları zevkle izlenirdi.

Abdulkadir KAÇAR

ALAADDİN KUTLU’YU ÇILDIRTTIM

NİHAT GEVEN’İ ATLATTIM

Hürriyet Gazetesi’nin Küçüksaat’teki Kristal Palasta’ki

Bürosu’nun aynı katının yarısında da Milliyet Bürosu yer

alıyordu. Milliyet’in Adana Bürosu’na atanan Alaaddin Kutlu

da İstanbul’da yıllarca muhabirlik yaptığı için Adana

koşullarına fazla uyum sağlayamamıştı. Oysa bildiği en basit

haberi uzun süre tartışmadan geçiren tatbikata çok geç koyan

ama çok sevdiğim bir arkadaşım olduğu için onları haberlerimle

sık sık atlatmaktan büyük mutluluk duyuyordum.

Adana’nın genç ve bekar olan ünlü doktoru ürolog

Eşref Göksel evlenmek istiyor, ama kulakları büyük olduğu

için ameliyatla küçültmesi gerekiyordu. Bu konuda da doktor

Göksel Keçi Nihat’la anlaşmış, ameliyatı yaptırırken ilk

haberin ona verecek, haber Milliyet Gazetesi’nde yayınlanacaktı.

Tesadüf bu ya Büro’dan Kristal Palas’ın resepsiyonunda

sohbet ediyor.Gır gır geçiyordu, kısa bir sigara

molası vermiştim. Bu arada doktor Eşref Göksel merdivenlerden

çıktı, bana yaklaştı:

-Milliyet Gazetesi’nin yeri nerede ?

Aklıma hemen bir cinlik geldi, hiç bozuntuya vermeden

-Burası beyefendi,

Siz. Dr. Eşref Göksel siniz…

-Evet Nihat beyi aramıştım,

-195-

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-196-

-Biraz sonra kendileri gelecekler, oturmaz mısınız?

Birkaç dakika oturduk, ama içimde bir dürtü vardı,

Nihat’ın haber kaynağı olduğumu bildiğim içinde bir süre

sonra Hürriyet’in Bürosu’na götürdüm, kahveler, çaylar içildi,

Dr. Göksel;

Nihat Bey ile anlaştığımız bir konu vardı, ben yarın

sabah 10’da ameliyat olacağım bilgi verecektim.

- Doktor Bey, ben kendisine bilgi veririm, birazdan gelir

- Benim fazla zamanım yok, ona söyleyin operasyonun

izleyebilir, fotoğraf çekebilir. Saat 10’ da hastaneye gelsin.

- Peki efendim…

Ama, ben sürekli sıkıntı duyuyorum, biraz etrafa baksan,

gazete küpürlerini falan incelese orasının Milliyetle Değil

Hürriyet Gazetesi olduğunu anlayacaktı…

- Tamam Eşref Bey, en kısa zamanda, Nihat’la temasa

geçeceğim, durumu bildiririm, siz merak etmeyin…

Ertesi sabah saat 10.00’da ünlü foto muhabirim Necdet

İşler’le olay yerindeydik, Necdet’te sevinçliydi.

- Erol haydi yine kıyak bir işe düştün… diyordu.

Ameliyatı izledik, fotoğrafladık, doktorun kulakları

küçülmüştü. O dönem için Hürriyet’te yayınlanacak en büyük

magazin haberdi. Hemen İstanbul’a gönderdik, ertesi gün

haber hiç beklemeden 8 sütuna manşetten verilmiştir…

ADANADA BÜYÜK OLAY

D O K T O R A Ş K U Ğ R U N A K U L A K L A R I N I

KÜÇÜLTTÜRDÜ

Tabi, o gün Hürrüyet Gazetesi’ni eline alan Milliyetçi’leri

durumun feryat, figanını siz düşünün. Sonra bana küstü

uzun süre konuşmadı. Ama, uzun süre dedimse, bir süre en

fazla bir haftaydı. Keçi’yi daha sonra pavyon’a götürüp

barıştım.

Abdulkadir KAÇAR

-197-

ECEVİT LİDER OLAMADI

Türkiye’nin anlam kargaşası yaşadığı yıllarda CHP

Genel Sekreteri olan Bülent Ecevit, partinin yapısını daha

da bozdu. Ancak, bunu bilinçli olarak yapmadı, kendisinin

de, kendisinin ne olduğunu bilemiyordu. Grevensky miydi?

Aşırı solcu muydu? Kominist miydi? Kimliğini hiçbir zaman

kendisi de belirleyemedi, ama bazı konuşmalarıyla halkı

sokağa dökmek istedi ve bu konuda da başarı oldu. Ama

Bülent Bey hiç bir zaman bilinçli particilik yapmadı.

Bunu anılarımla kanıtlamak istiyorum:

Türkiye’nin tüm aşırı sosyalistleri, koministleri Malatya

da bir araya geliyorlardı. M. Ali Aybar, Behice Boran, Çetin

Altan ve daha bir çokları. Bu olay basına kapalı bir toplantıydı.

Bende gazeteci olarak değilde, bir büyük ulusal gazetenin

temsilcisi olarak orada bulunuyorum. Malatya’lı dostlarımın

aşırı ısrarı nedeniyle bu toplantıyı izleme şansını yakaladım.

Oradaki konuşmaları ömrüm boyunca unutamadım. Aşırı

sosyalist ve koministler aynen şöyle diyorlardı :

-Bülent Ecevit bizim için bir araçtır, hedefimize ulaştıktan

sonra zaten otomatik olarak bitecektir. Şimdilik geniş halk

kitlelerini galeyana getiren bir coşkudur, bir liderdir.

Kulaklarıma inanamamıştım, çok şaşırtmıştım demek

ki, sosyalistler ve koministler Bülent Ecevit’i bile kendi

bünyelerine kabul etmiyorlardı. Ecevit’te ne gariptir ki, kimi

kabul ettiğini, kiminle birlikte yürüdüğünün farkında değildi.

Sadece tarihi iki konuşmasında bu gerçeğin altını çiziyordu.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-198-

ABD’nin Washington kentindeki Büyük Elçiliğimizde

ve Tarsus’ta şöyle demişti:

-Ben ne yaptımda bu adamları peşime taktın?

Ama, Bülent Ecevit’in bunları söylemekte geç kalmış

olduğunu herkes biliyordu. Koministler ve sosyalistler CHP’yi

çoktan ele geçirmişlerdi. Ecevit, Türkiye Cumhuriyeti

tarihinde Atatürk’ten sonra halktan gelen lider Menderes’te

sonra en büyük coşkuyu yaratmayı başaran karizmatik bir

kişidir. Demirel’de bu guruba dahildir. Ancak, dağın-taşın,

çayın-suyun Karaoğlan diye bağırdığı, tüm devlet kurumlarını

kayıtsız şartsız kendisini yanında ve desteği olduğu bir

dönemde maalesef lider olamadı.

Eğer, Bülent Ecevit, seçildikten sonra lider olmayı

başarabilseydi, Eşi Rahşan’ın etkisinde kalmayıp kişiliğini

korusaydı ya da bilgisini – becerisin bir tek noktada birleştirebilseydi

Türkiye bugün çok ileride, farklı ve gelişmesini

tamamlamış bir ülke olurdu.

Ben Ecevit’i büyük bir orkestrada bateri, saksafon, gitar

ve tüm aletleri çalan, ama tek başına hiç birisini çalamayan

yeteneksiz bir müzisyene benzetiyorum. Bu tarafı iktidar

olduktan sonra daha iyi anlaşıldı. Rahşan Hanımın etkisi ve

gölgesi altında sadece güzel hitap tarzının verdiği avantajla

kendisini bir yerlere kadar yükseltti. Türkiye’de CHP

boşalıyorsa, sağa-sola doğru parti parçalanıyorsa, eriyorsa

hepsinin altında yatan gerçek neden Rahşan Hanım

sıkıntısıdır. Ama Ecevit bugün olgunlaşarak devlet adamlığına

doğru geldi. Ama, Rahşan olduğu sürece maalesef başarısı

gölgelenmeye devam edecektir. Ben 45 yıllık gazetecilik

yaşamımda gözlerim tanığı olduğu olayları anlatıyorum.

Bunları ben yaşarken de şu anda ki genç nesil henüz annesini

karnında bile yoktu…

Abdulkadir KAÇAR

-199-

DEMİREL KENDİSİNİ

BASINA KABUL ETTİREMEDİ

Türkiye 27 Mayıs 1960 ihtilaline doğru hızla gelirken

kominizm ve sosyalizm sinsice ülkemize sızarak “DEVRİMCİ”

adı altınca CHP’ye motive oldu. Sosyalizm ve kominizm Türk

basınına da kök saldı. Bugün medyanın yüzde 10-20 hatta

daha fazlasında kominst ve sosyalistle örgütlenme vardır.

Bu örgütler zaman ve fırtısını kollayarak ya pusuya yatar ya

da öne fırlayarak gerekeni yaparlar. Sinema, Tiyatro, Basın

yoluyla aramıza giren ve yerleşen bu örgütleri Türkiye hiçbir

zaman tam olarak silemedi ve bilmenizde bu aşamadan

itibaren olanaksızdır. Ancak, azılılık, devrimci hamleler

taşıyan o nitelikte CHP’ye yerleşen faktörler gizli güçlerin

oluşumudur. Aslında CHP’nin kökeninde kominizm ve aşırı

sosyalizm yoktur. Sadece altı ok prensibi vardır. Atatürk’ün

devletçilik anlayışı da bugün bile hala geçerliliğini korumaktadır.

27 Mayıs’a doğru Türkiye hızla koşarken CHP kendisini

yeniliklere açık, yenilikleri savunan bir görünüm verdi.

Demokrat Parti ise gericilğin kendidi aşmamanın yapısı

konumundaydı. Çok sevdiğim Fuat Doğu isimli MİT’ çi bir

albay arkadaşın, sonradan da general olmuş, uzun uzun

sohbet ederek benim yanımda sansürsüz konuşurdu ve, şöyle

dert yandı:

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-200-

- Erol, Türkiye bir kaosa doğru hızla akıp gidiyor,

Başbakan Menderes’i sürekli uyarıyoruz, fakat bir türlü

uyanmıyor, uyanma belirtileri bile göstermiyor. Ordudaki

hareketleri CHP için sızmaları sürekli bildiriyoruz. Fakat

herhangi bir önlem yok, kendilerinde tek taraflı, bir şartlanma

var. Bir Ordu olarak ihtilal istemiyoruz ama yapmak zorunda

kalsak bile aşırı kominstler ve sosyalistler Türkiye’ye

girecektir, bunun etkileride 15-20 hatta daha fazla yıl olumsuz

etkilerini yaşayacağız. Türkiye sırf bu nedenle büyük

sarsıntılar geçirecektir.

Haklısınız Fuat Albayım… demiştim.

Doğupaşa ile konuştuğumuzda 1960 ihtilaline ya altı

ay yada üç ay, belki daha az bir süre vardı. Söyledikleri teker

teker çıktı, ihtilal oldu, kominizm ve sosyalizm Türkiye’ye

Sinema ve Tiyatro kanalıyla, basın cephesinden hücum etti.

Tüm köşe yazarları aynı havaya girip, aynı idealist görüntü

içindeydi ve Türkiye ‘ye bu akımı kabullendirdiler. Akşam

gazetesinde ki, “TAŞ” isimli köşe yazarları yazılarıyla halkı

ihtilale doğru sürükleyen, hatta koşturan Çetin Altan bugün

kapitalisttir.

İşte tüm bu olumsuzluklar Adalet Partisi’nin doğmuş

sancılı biçimde ortaya çıkmasını hazırladı. Ancak Süleyman

Demirel gerek Adalet Partisini kurduktan bu yana, gerekse

Başbakan olduktan sonra hiçbir zaman Türk Basınına ve

Türk yazarlarına kendisini kabul ettiremeyeceği için büyük

sıkıntılara, hatta zaman zaman büyük bunalımlara girdi.

Türk Basını en aşağılayıcı deyimleri Demirel için kullandı

“ÇOBAN” , “GERİCİ” ve dediler…

Abdulkadir KAÇAR

-201-

Bu olumsuzluklarla birlikte artık sağ Türkiye de basında

kalmamıştı, Sağ Basın gerici basın diye nitelendiriliyordu.

Sağcı basınla geri zekalı eşit düzeyde anlaşılıyordu.

1960-1970 yılları arasında sağcıyım demenin Atatürk’çüyüm

demenin suç sayıldığı bir dönem yaşadık. Tiyatro,Sinema

Basının saygısı olmak suç sayılmaya devam ediyor. Bu akım

günüzümde bile varlığını hala sürdürmektedir. Yazarların,

sanatçıların, tiyatrocuların büyük bir bölümüde bu anlayış

yüzünden diğer partilere doğru yönelmek zorunda bırakıldılar.

İsmet Paşa o dönemde CHP ‘nin kominist ve aşırı solcu

olmadığını devamlı vurgularken şöyle diyordu:

- Fransa da Halk Meclisi’nde bir parti sağda, bir parti

solda oturur. Sağda oturana sağcı, Solda oturana solcu denir…

diye espiriler yapmıştı.

İsmet Paşa o yıllarda CHP ile aşırı sol arasında bir

emniyet sübabı görevini üstlenme gereği duymuştu.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-202-

MENDERES’İN HATALARI

Demokrat Parti kurdu. Vatan Cephesi’yle kendisini

zedelemeyi başlamıştı. Öyle ki, mezarında ki ölülerin isimleri

bile, “VATAN CEPHESİ” ne “UYUYORDU” diye radyodan

ilan ediyor bu da rahatsızlık yaratıyordu.

Aynı Partinin basına koyduğu gereksiz, yersiz ve keyfi

sansürde biz gazetecileri oldukça üzüyordu. O dönemde

entertiple dizilen gazete tam baskıya gireceği zaman bir kara

geliyor, Manşet Haberi çıkartılması isteniyordu. Başka bir

haberin dizgisi de saatler aldığı bugün kü gibi bilgisayar

sistemi olmadığı için olanaksızdı. Bu nedenle sansüre giren

haberlerin dizgisi çıkartılıp, yeri bembeyaz kalarak çıkardı.

Menderesin basına sansürüyle İsmet Paşa Fobisi partiye

büyük zararlar vermeye başladı. Bir de ayrılmaz ikili olan

Adnan Menderes’le Celal Bayar’ın ilişkileri de gün geçtikçe

soğuyor hatta kopuyordu. İşte bu olumsuzlukta Menderes’

in dış politika da aciz bir dönem geçirmesine neden olmuştu.

Bir defa yüzde yüz Amerikan Emparyalizmine bağlı dış

politikamız nedeniyle de Cezair’in kurtuluşundaki olaylar

da, ne de Mısır’daki siyasi gelişmelere diyalog katkımız bile

olmadığı için bu iki önemli İslam ülkesinin dostluğunu

kaybettik. Hiç unutamıyorum, Cezair devlet başkanı Habip

Abdulkadir KAÇAR

-203-

Burgaba Türkiye’ye ziyarete geldiğinde TBMM’de bir

konuşma yapmış, şunları söylemişti :

-Biz, bağımsızlık destanımızı Atatürk posterleri, Türk

bayraklarıyla kazandık. Bu destanda Atatürk’ün önderliği

ve Ay-Yıldızlı bayrağın önderliği vardır. Ama, ne yazık ki

birleşmiş milletlerde Türkiye bizi tanımadı, Fransa’nın

yanında yer alarak yalnız bıraktı…

Bu konuşma şu anda bile beni etkilemeye devam

etmektedir. Menderes’in dünyada tuttuğu kişi, hatta tek dostu

Suikastte öldürülen Irak kralı Faysal’dı. Zaten Irak ve ABD

ile olan ilişkilerin dışında dünyada başka hiçbir ülke ile

bağlantımız yok gibiydi. Düşünebiliyor musunuz, Türkiye o

dönemde 200’den fazla devletin olduğu bir dünyada yalnız

ve tek başına kalan küçük bir devlet konumundaydı. Ama,

Menderes’in dış politikası başarısız olmasına rağmen yurt

içinde de yurt dışında sirkülasyon yaratmış, belki de reform

yapmış, Türkiye de bereket dönemi yaşıyordu. Amerika’nın

Marshall planıyla bu olay gerçekleşiyordu. Bize o dönemde

ABD’nin yağdırdığı ama ileride acısını çıkaracağı paranın

olumsuz etkileri günümüzde bile hala sürmektedir.

Yıllarca Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın politikasını

sevmesem de o şöyle der :

-Amerika bizi unuttu, motor yaptırmadı, montajını

yaptırdı, motoru üretemeyen bir devlet, millet, ülke büyüyemez,

gelişemez ve dünyanın ekonomik devleri arasına

giremez.

Necmettin Erbakan’ın ABD ile ilgili söyledikleri de

teker teker çıktı. ABD Türkiye’yi montaj devleti haline

getirmiş, bunu yaparken de Başbakan Menderes’i kullanmıştı.

Bu nedenle Menderes’in yaptığı bu hatayı affetmiyorum.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-204-

Tüm sanayi kuruluşlarında hep montajla uğraştık, önce

ABD’nin sonra dünyanın pay kapmak için birbirleri ile

yarıştığı at koşturduğu açık bir pazar haline geldik. Türkiye’yi

kalkınamamışsa, belirli yerlere gelememişse Demokrat

Parti’nin yanlış politikası neden olmuştur. O dönemde direnip

motor almak yerine motor sanayi, silah yerine silah sanayisine

girebilseydik, Avrupa’nın ve dünyanın önemli en güçlü

sanayileşmesini tamamlayan bir ülke olacaktık.Bugün bile

Türkiye de üretildiği söylenen sanayi ürünlerinin yüzde 40-

50’sinin yurtdışından getirilip monte edildiğini herkes biliyor.

Üstelik montaj sınırında uyumaya devam ediyoruz. Prof. Dr.

Necmettin Erbakan’ın dışında hiçbir lider çıkıpta bu konuda

bir şey söylemiyor. Çok sevip takdir ettiğim Özal bile bu

konuda hiçbir şey söylemeden gitti. Ancak Necmettin

Erbakan’ın parti anlayışı yönünden kabullenemediğim bir

lider sıfatı göremediğimizden de haklı çıkışını bizde

savunmuyoruz.

Menderes’in eksik yönlerinden birisi de İspanya’nın

Faşist diye aşağılanan devlet başkanı Franko’nun başarılı

turizm konusuna girememesidir. Sadece Menderes değil

Demirel’in birinci hükümeti de turizm sihirini keşfedememişler.

Bir çığır açamamışlardır. Eğer bu kişiler ileri

görüşlü olsalardı, bu konuda bir başka ülke olurduk dünya

turizm devi haline gelirdi Türkiye. Turizm gelirleri Faşist

denilen Franko’nun İspanyasına dört-beş kat geçerdi. Bazı

liderlerin uzak görüşlü olmadığına tanık olarak onlara iyi

puan veremiyorum. Türkiye de Turizmi gören tek liderde

Özal’dır, burada onun çağdaşlığını taklit etmek zorunluluğu

vardır.Petrolümüzün olmadığına göre bizi kalkındıracak

motorun turizm olduğunu Özal saptıyarak bu konuda da

gerekli girişimler de bulunmuştur.

Abdulkadir KAÇAR

-205-

ŞEREF BEY’İN ŞOK EDEN HAREKETİ

Mehmetali Bey gidince Demokrat Parti, Bursa’dan

senatör seçilen, daha sonra da senatörlüğü kaybeden Şeref

Bey’i Adana Emniyet Müdürü olarak atadı…

Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın uçağı Irak’tan dönüyor,

Adana’da çeşitli önlemler alınıyordu. Dönemin tüm kuvvet

Komutanları da havaalanındaydı. Demokrat Parti İl Başkanı

alanda ağzında piposuyla sağa-sola talimatlar yağdırıyordu.

O sırada Galip Avşar, Emniyet Müdürü Şeref Bey’e ne ismini,

ne de sıfatını kullanmadan,

-Zabıta Müdürü buraya gel… dedi.

Şeref Bey hızlı ve koşar adımlarla sinirli biçimde geldi,

Galip Bey’e bir metre uzaklıkta durdu, ama Osmanlı döneminden

kalma bir şekilde kendisine hitap edilmesinden

hoşlanmamıştı. Ben de olacakları heyecanla izliyordum.

Galip Avşar’ın bileğinden yakalayıp, boğuk ve sert azarlar

bir ses tonuyla :

-Sen kimsin beeeee ?

Galip Bey’in bıyıkları indi indi kalktı, sesi çekildi, dili

tutuldu, güçlükle,

-Been Şeey Beeen miii? Demokrat Partinin İl Başkanıyım…

diyebildi.

Emniyet Müdürü daha sert ve azarlar bir tonla:

-Bey bey hangi sıfatla benim işime karışıyorsunuz ?

Ben Cumhurbaşkanınızım emniyetle karşılanması için gerekli

önlemleri alıyorum, siz ne karışıyorsunuz ?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-206-

Galip Avşar’da,

-Ben de Cumhurbaşkanını karşılamaya gelen bir İl

Başkanıyım…

Emniyet Müdürü,

-Beyefendi, Beyefendi sizin sıfatınız özeldir, politiktir,

ve siz devlet adamı değilsiniz, bürokrat değilsiniz, polis

müdürü değilsiniz, lütfen önümden çekilin ve işime

karışmayın, ben gerekli önlemleri alıyorum…

Bu sert tartışmaları ve sözleri ömrümün sonuna kadar

unutamam.Çünkü, Demokrat Parti iktidarı döneminde bir

valinin, ne de bir Emniyet Müdürü’nün her biri militarist

kafayla yetiştirilen Ocak-Bucak-İş Bakanlarına karşı böyle

konuşabileceğini düşünüyordum.

Tabi, bu olay orada kalmadı, Adana Emniyet Müdürü

Şeref Bey, Bursa’dan gelen günlerce telgraftan sonra

memleketine geri dönmüştü. Kendisinden önce Adana da

Asayiş’i sağlayan Efsane Müdür Mehmetali Bey’in mezarına

sık sık gidip,

-Senin bıraktığın yerden ben görevime devam ediyorum

rahat uyu… dediğine defalarca tanık olmuştum.

O da Adana’nın salaş düzenine bir sistem getirmiş,

geniş halk yığınlarının sevgisini kazanmıştır. Biraz hırçındı

ama, çağ onu gerektiyordu.

Şu cümlelerin altını çiziyorum : Vatanı’nı milletini,

seven, tarafsız hizmet veren, devletini ayakta tutan görünmez

kahramanlar olan Bürokratlar sayesnde Osmanlı 610 yıl

ayakta, kalmayı başarmıştır.

Bu şekildeki cesur, mert, karalı bürokratlar devletin

devamlılığı içinde gerekliydi, ama bu bazen de kilitlenmelere

neden oluyordu…

Abdulkadir KAÇAR

-207-

MENDERES BÜYÜKTÜ

Türkiye çok partili sisteme geçişle birlikte dev bir

politikacı yetiştirmişti, bunun adı Adnan Menderes’ti… Bir

yerden başka bir yere giderken peşinden yüzbinkişiyi

sürüklerdi. Bugünkü politikacılar meydanlara 4,5 bin kişi

topladıklarında göbek atıyorlar… Devletin omurgasını

oluşturan, onu ayakta tutmuştur. Menderes, başarıdanbaşarıya

koştu ama, yaşamı hiç kimsenin istemediği biçimde

sonlandı.

O yıllarca BUGÜN Gazetesinin sahibi olan Nihat Oral’ın

kardeşi Cavit Oral Tarım Bakanı olunca gazete ve gazeteciler

olarak hükümetle ilişkilerimizde oldukça yoğunlaşmıştı.

Ancak, ne var ki BUGÜN Gazetesini yöneten Çoban Yurtçu

CHP’li olan Yurtçu hiçbir zaman fanatik bir sosyalist değildi.

İçinde her zaman bir hüsran olarak kaldı.Alkol alıp, sarhoş

olduğunda da sürekli bu kinini açığa vurmasına karşı,

gazetenin başından asla kopmadı.

Aslında Demokrat Parti bugün politikanın okulu

sayılabilecek bucak-ocaklar kurdu. Sonra ocaklar bucak

oldu. Bu örgütler partililere militarist bir yapı kazandırdı.

Pek çok Ocak ve Bucak İl Başkanlarının devlete müdahaleleri

Demokrat Partiye İhtilale kadar uzanacak zararlar verdi.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-208-

Üstelik İl Başkanları öyle güçlü, öyle güçlüler ki, bir

valiyi, Emniyet Müdürü’nü istedikleri anda değiştirebiliyorlardı.

Dönemin en popüler İl Başkanlarından birisi de

kısa dönem Belediye Başkanlığı yapan Galip Avşar’dı. Ağzında

piposu, başında İngiliz Fotr şapkası, bıyıklı, Şarlok Holmes

tipinde bir adamdı.

(İşte anılarımın bir bölümünde, bürokrasiyle - politikasının

zaman zaman nasıl çeliştiğine tanık olduğum bir olayla

anlatacağım. Böylece geçirdiğimiz dönemin özelliklerinin

bugün daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmak istiyorum)

Demokrat Parti iktidarlarından önce CHP’nin son Adana

Emniyet Müdürü Mehmetali Bey efsane bir kişiydi. Makamına

kapıyı çalmadan gelen, tekmeyle açan ağaları, böylelerini,

çekmecesinden sürekli bulundurduğu kızıcık sopasıyla

pataklaya pataklaya dışarıya atan, her şeyi mum gibi yapan

bir Emniyet Müdürü’ydü. Ötedekiler gibi değildi, beli büküldü,

ama attığı dayaklar yanına kar kaldı gitti. Onun zamanında

hiçbir kötü olay olmuyordu. Mehmetali Bey gittikten sonra

Adana da, yeniden başı boş, aşayisizlik olayları tırmanmaya

başladı…

Abdulkadir KAÇAR

-209-

YILMAZ GÜNEY ARKADAŞIMDI

1952-60 yılları arasında çalıştığım Adana daki BUGÜN

Gazetesi’nin Türkiye’ye ve dünyaya hediye ettiği ünlülerden

birisi de Yılmaz Güney’dir. O zamanlarda soyadı PÜTÜN

olan Yılmaz, donuk, kara-kuru sopa gibi sessiz sedasız

oğlandı. Üstelik hiç de konuşmazdı. Asri Sineması’nın taş

merdivenlerle inen sokağında; film şirketlerinin yazıhanelerinden

film taşır, dönüşümlü film oynatan sinemalar arasında

bisikletiyle sırtına bağladığı film kutularına bir oraya-bir

buraya götürürdü. Sokakta görüşür ama konuşmazdık.

-Erol, sen beni tanımazsın, ama ben seni gazetedeki

yazılarından tanıyorum, okuyorum, ve beğeniyorum.

-Teşekkür ederim.

-Acaba, yazdığım öykülerim sizin gazetede yayınlanabilir

mi ?

Biraz düşündüm, Yılmaz’ın sonradan ne olacağını

bilmediğim, yüz ifadesinin de esprili tarafı olmadığı içinde

fazla önemsemiyordum… Ama, bana verdiği öykülerin de

gazeteye götürüp, Çoban Yurtçu’ya göstereceğim konusunda

söz vermiştim.

Gerçektende o tanışmamızdan sonra Yılmaz’ın en yakın

arkadaşlarından birisi de ben olmuştum. Bir yıl süreyle her

Çarşamba günü, BUGÜN GAZETESİ’nde birlikte sanat

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-210-

sayfası hazırlamıştık. Yılmaz beğeniliyor, dikkat çekiyordu.

Gazetenin koleksiyonlarına bu gün bakılırsa YILMAZ

PÜTÜN’ün olarak birlikte hazırladığımız sayfalar hala

durmaktadır. Çakmak Caddesi’nden geçerek Türkiye’ye ve

dünyaya açılan ünlülerden bazılarıda İstanbul Barosu Başkanı

Av. Turgut Kazan’dır. O günlerde ayağında kot pantolon,

bugün ODUNCU dediğimiz gömleğiyle pancar gibi kızaran

yüzüyle heyecanlı bir tip olarak hep yanımızdaydı. Ayrıca ,

sanat sayfasında yer alan yazılarını bol bol yayınladığımız

kişiydi.

Ayrıca, İş Bankası Genel Müdürlüğü’ne kadar yükselen

Tekin Batur’da değerli edebiyatçı ve sanat sayfamızın sürekli

yazarlarından birisiydi.

Çakmak Cddesi’nden her biri dev gibi olan pek çok

ünlü yetiştirmiştir…

Aradan yıllar geçmiş Yılmaz PÜTÜN, ‘GÜNEY’ soyadını

alarak ünlü olmuş ve Adana’ya uğramıştı. Özgün biçimde

halkı selamlayan, peşinden koşanları derleyip-toparlayıp bir

ideoloji aşılamak isteyen yapıya kavuşmuş, eski Yılmaz’dan

eser kalmamıştı. KOZA Oteli’nin lobisinde karşılaştığımızda

beni çok samimi biçimde karşıladı:

-Ooo Erol Ağa, gel hele geeel… dedi, öpüştük.

-Maaşallah Yılmaz aldın başını gidiyorsun, seni o

dönemden sonra bir daha gören olmadı.

Bana candan sarıldı:

-Ah Erol’um ah, o anılarımızı, o günleri unutmak

mümkün mü? Çakmak Caddesi Bugün Gazetesi benim

kafamdan asla silinemez. Çünkü, benim vatanım orası. Senin

gazetede bana bir yıl süreyle sanat sayfası hazırlatma olanağı

Abdulkadir KAÇAR

-211-

vermeni, bu iyiliğini asla unutamam. Ama, benim şimdi sana

asıl sormak istediğim gerçek olay şu: hala benim yoluma

girmedin mi ? Siyasi olarak fikrini hala değiştirmedin mi ?

-Yılmaz sen benim canım-ciğerimsin, kardeşimden

yakınsın, ama artık yollarımız ayrı ki, ben özgürlüğüme çok

düşkün bir adamım…

Kendine has gülüşüyle yüzü aydınlatırken:

-Erol Ağa, bizden ne kötülük gördün ki böyle konuşuyorsun

?

-Kötülük görmedim Yılmaz, sen şu an yere bağdaş

kurmuş viskisini yudumluyorsun, oysa ben bağdaş kuramıyorum,

çünkü çalışmaktan bacaklarım ağrıyor…

…Toprak Ana, Vatan Baba…

Uzun süre sohbet ettik… O dönemde Yeşilçam’da

mücadele eden ama Yılmaz Güney gibi olamayan Demir

Görgün’den söz açılınca, beni bir köşeye çağırıp Demir’le

ilgili bazı şeyler söyledi. Ona karşı çok sinirliydi. Bu bir sırdır

ama, karşı taraf bu sözlerin ne olduğunu soracak olursa

açıklama yapmaktan çekineceğim.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-212-

ÇUKURKAVAKLI KOMÜNİSTTİR

Çakmak Caddesi’nin ve BUGÜN GAZETESİ’nin

yetiştirdiği, ortaya çıkarttığı Türkiye ve dünyaya hediye ettiği

bir başka ünlü şairde Kemal Bayram Çukurkavaklı’dır.

Kemal’in ne anası, ne babası belli değildi. Dörtyolağzı’ndaki

ünlü politikacı Kerim Ulusçutürk’ün piyango sattığı sokağın

ilerisindeki damı akan bir kulübede tek başına yatıp-kalkardı.

Elinde sazı, şiir defterleri, kitapları Adana sokaklarında ve

özellikle de Atatürk Parkı’nda herkese bedava saz çalıp türkü

söyler, şiirler okurdu.

Uzaktan tanıdığım Kemal ile bir gün sokakta ayak üstü

tanıştık. Bana yazdığı şiirlerini gösterdi, gazetede oraya yakın

olduğu için bu dostluk devam etti. Bana bir gün sordu:

- Erol, acaba yazdığım şiirlerimi gazete yayınlar mı ?

- Neden yayınlanmasın? Sen çalışmalarından beğendiklerini

bana ver, Çoban Abi’yle görüşüp, durumu anlatırım…

Çocuklar gibi sevinmişti bana bir tomar şiirini verdi.

Çoban Abi, yani hocam, BÜGUN GAZETESİ’nin her

şeyi çalışmalarını çok beğendi, hemen yayınladı. Daha

sonrada Kemal Bayram Çukurkavaklı’ya iş vermek istedi.

Bu düşüncesinin doğru olup-olmadığını sorduğunda

doğruluğunu söyledim ve Kemal Bayram Çukurkavaklı

gazetede çalışmaya başladı.

Abdulkadir KAÇAR

Aradan kısa bir süre geçmişti ki, bir sabah dört-beş

sivil polis gazeteye geldiler, bende Çoban Yurtçu’nun

yanındaydım. Polislerden birisi:

- Yahu Çoban Bey bunu nasıl yaparsınız ?

Çoban Abi şaşırdı:

- Neyi ? Neyi nasıl yaparız ?

- Canım, Kemal Bayram Çukurkavaklı dediğin adamın

sicili bozuk.

- Nasıl nasıl yani ahlakından mı söz ediyorsunuz ?

- Hayır ama, o bir koministtir…

Çoban Yurtçu başını kararlı biçimde iki yana salladıktan

sonra:

-Yahu kardeşim, bu adam Allahın garibi kimse istemiyor,

sokakta yatıp kalkıyor, ben onu topluma kazandırıyorum,

lütfen işinize gücünüze bakın…

Polisleri daha sonra kapıya kadar yolcu etmişti.

(İleride gerek gazete yöneticiliğinde gerek patronluğum

süresince büyük cesaretler, kahramanlıklar göstereceksem,

Çoban Yurtçu’dan aldığım terbiye ile olacaktır. Bende Çoban

gibi birkaç tane kominist yazarı Adana Basınına hediye ettim,

onların isimlerini şu anda açıklamak istemiyorum ama,

kendilerini iyi bilirler.)

Daha sonraki yıllarda aramızda paralar toplayarak

Kemal Bayram Çukurkavaklı’yı askere gönderdik, teskere

aldıktan sonra da Ankara’ya yerleşti. Tercüman’ın Adana

Matbaasında ki, Rotatif makinaları gelip benden 500 bin

liraya alıp, Ankarada kendi adına büyük bir matbaa kurdu.

Kısa süreli kapitalist olduysa da koministliğini hiçbir zaman

bırakmadı. Ayakları aşırı koktuğu için gazetede uyurken

yüzünü boyayıp, ayağına teneke bağladığımız Çukurkavaklı

sonradan Türkiye’nin en önde gelen şairlerinden birisi oldu,

yaşamını kitaplaştırdığında da bizlerden sık sık söz etmişti…

-213-

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-214-

YAŞAR KEMAL

BUGÜN’ÜN ARMAĞANIDIR

BUGÜN Gazetesi’nde çalışmaya başladığım 1952

yıllarında Yaşar Kemal de gazetemizin karşısındaki Ramazan

Atıl’ın Fabrikasında katiplik yapıyormuş. Kadirli-Osmaniye

arasındaki Hemite Köyü’nden çıkıp, orta okulu da bitirememiş

olduğu için, fabrikada hem yarı katiplik yapıyor, hem de

harallara pamuk basıyormuş. Ama, bir yandan da geceleri

mum ışığında öyküler yazıyormuş. ‘TENEKE’ isimli öyküsünü

BUGÜN Gazetesi’nin sahibi Nihat Oral’a getirmiş, o da eşi

Süreyya Hanım’a göndermiş, Süreyya Hanımda okuyunca

çok beğenmiş.

Bura bir gerçeğin altını daha çiziyorum :

Oral’lar o yıllarda İstanbul sosyetesinin ilk sıralarında

yer alıyorlardı. İstanbul Valisi yakın dostlarıydı. Cumhuriyet

Gazetesi’nin sahibi Nadir Nadi’ler, Hürriyet’in sahibi Erol

Simaviler sık sık Adana’ya gelirler, onlarda sık sık İstanbul

sosyetesinin etkinliklerine katılırlardı. Yaşar Kemal’in

öyküsünü çok beğenen Süreyya Hanım Cumhuriyet’in sahibi

Nadir Beye ondan söz etmiş ve öyküsünü okumasını istemiş.

O da beğenince Yaşar Kemal’i İstanbul Cumhuriyet’e

çağırdılar. Bir süre düzeltmenlik yapan Yaşar Kemal’in

İstanbul’a gitme nedeni, benim de çalıştığım BUGÜN

Gazetesi’dir.

Abdulkadir KAÇAR

ADANA BAB-I ÂLİ’Sİ

ÇAKMAK CADDESİ

Adana’nın Bab-ı Âli’si Çakmak Caddesi’nde o dönemde

birbirinden değerli gazeteciler, yetişti. Kenan Gedikoğlu,

Selahattin Canka, Kardşim Erman Erk, Keçi Nihat (Nihat

Geven). Yalnız burada bazı konuların altını çizerek okuyucunun

dikkatini çekmek istiyorum. Kardeşim diye söylemiyorum,

çözemiyorum, ama gerçeği söylüyorum ki, Erman

tam bir erkek güzeliydi. Çok yakışıklı, artist gibi genç kızların

gönlünü çalan kişiydi. Kalemi, yalın, coşkulu, sivri ve yaşamı

dört dörtlük seven, ona yürekten bağlı birisiydi. İddia

ediyorum, Adana da ki hiçbir gazeteci Erman’ın kalemine

hala yetişemedi. Bunu Keçi Nihat daha iyi bilir, çünkü uzun

yıllar birlikte çalıştılar.

Keçi Nihat’a gelince o da incecik, gepgenç bir çocuktu,

kısa pantolonuyla İnönü Parkı’nda bilye oynardı. Nihat

mesleğe başladığından beri saygınlığını-kişiliğini he zaman

koruyan birisidir.

Ve Milli Mensucat Fabrikası’nda çalışırken basın alemine

hediye ettiğim, sonraları ünlü bir spor yazarı ve renkli kişi

olan Mustafa Kaya’dır, o da sonradan Ankara’ya yerleşti.

Yine o dönemin şöhretlerinden birisi de Türkiye’nin

büyük koministlerinden Burhan Şahin’di. Sonradan ülkemizi

-215-

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-216-

terk ederek İsviçre’ye yerleşti ve bir daha da dönmedi.

Türkiye’nin en büyük sendikal devrimcilerinden birisiydi.

Yan yana çalıştığım en iyi, en başarılı, süper zeki olan bir

kişiydi beni de çok severdi.

Adana Babıalisi’nin şöhretlerinden birisi de benim

yanımda kurşunla dizilen entertipte çırak olarak alıp

çalıştırdığım Halil GENÇ’tir. Sesi guguk diye kumru gibi

çıkardı. Aslında Halil’in babası Zabıta Müdürü Osman Genç,

Belediye Başkanı Ali Sepici’nin süslü elemanlarından iri yarı

birisiydi. Türk filmlerindeki gibi, sevimli bir halk çocuğuydu.

Adana’lı kendisini çok severdi. Halil Genç, daha sonradan

ünlü bir kabadayı oldu, gazinocu oldu, ama onun gençliği

de çocukluğu da yanımda geçti…

Abdulkadir KAÇAR

-217-

MUAZZEZ ABACI’YI

KEL HANEFİ’NİN

PAVYONUNDA DİNLEDİM

Yaratılışım gereği, haksızlığa sürekli isyan eden, bir

kişiyim. Magazin dünyasında da tanığı olduğum bir takım

olayların günümüzde çarpıtılarak anlatılması beni çok

üzmekte, gerçeğin, doğrunun, mazlumun yanında yer almama

neden olmaktadır.

Özellikle Türk Sanat Musikisi’nin büyük ismi Muazzez

Abacı Hanımefendi, televizyonlardaki konuşmalarından

geçmişiyle ilgili bilgiler verirken, bazı şeylerin üstünü ustalıkla

örtüyor, yok sayıyor. Geçmişinde tanık olduğu konuları da

bildiğim için çok üzülüyorum. Çünkü, Muazzez Hanımın

yükselişini adım adım izleyenlerden birisiyim. Benimle

birlikte, Gazeteciler Necmi Tanyolaç, İslam Çupi, Erkan Yiğit,

Türk Sanat Musikisi hayranı Rauf Tamer, Spor Spikeri Orhan

Ayhan ve eşi daha niceleri tanıktır. Yaşasaydı Kemal ve Nafiz

Ilıcak’ta bu konuları çok ince ayrıntılarına kadar biliyorlardı…

Muazzez Abacı’nın bu güne kadar yaptığı konuşmalarında,

velinimetleri sayılan iki kişiden kesinlikle söz

etmesi gerekirdi. Bunlar, Afyon’lu eski kocası Atilla Kurtbaş’ın

hemşehrisi olan Tercüman Gazetesi’nin eski müsessese

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-218-

Müdürü Atilla Kurtbaş ile onun saygıdeğer eşi, Osmanlı

Hanedanından gelen Hayret Hanımdır. Arif Bey’in zerafetini,

asaletini, giyimini, kuşamını herkes çok iyi bilmektedir. Eşinin

ayrı bir zengin dünyası, günümüzde hiçbir kimsede eşi

benzeri bulunmayan bir mücevher birikimi bulunuyordu.

Bakioğlu Bey’in Bostancı da bir yalıları vardı. Tüm sanatçılar

bu yalıda meşk etmeden, beğenilmeden, piyasaya sürülmezler,

Maksim Gazinosu’nda sahneye çıkartılmazlardı. Başka bir

deyişle, müzik dünyasında gerek saz, gerek ses sanatçısı

olarak adlarını yazdıranların tamamı Emel Sayın da buna

dahildir, bu yalıdan gelip geçmişlerdi…

Arif Bey bir süre sonra bu meşk alemlerini Çınar Oteli’ne

taşımıştı. Bizde Tercüman’ın üst düzey yöneticileri olarak bu

eğlence dünyasının içindeydik. İşte Çınar Oteli’nin orkestrası

da Ferdi Özbeğen’di… Meşklerin yapıldığı sırada, gerek Arif

Bakioğlu’nun yalısında, gerek bu otelde, üstünde basma

elbisesi, ayağında sabo ayakkabılarıyla Muazzez Abacı

oturuyordu. Bana da sık sık:

- Erol bende bir gün Emel Sayın gibi olabilecek miyim?

diyordu.

Emel, Ankara Radyosu’nda yetişip, İstanbul’da

programlar yapıyordu o yıllarda .

- Canını hiç sıkma Muazzez, bak göreceksin, sen çok

ünlü bir ses olacaksın… diyordum.

Çünkü, yıllar önce onu Gaziantep’ teki Kel Hanefi’nin

HAREM PAVYONU’nda izlemiştim. Konsimasyon yapmıştır

demiyorum ama ilk sahneye çıktığında kendim gözlerimle

tanık olmuştum. Bugün orada yaşayanların hafızalarından

silinmeyen bir olaydır. Radyodan izin alarak turne sırasında

Abdulkadir KAÇAR

-219-

15 gün program yapmıştı. Muazzez Hanımı birlikte

izlediğim ünlü bayan solist arkadaşım da:

- Erol, göreceksin bu kız ileride büyük bir ses

olabilecektir… demişti…

Sanat dünyasına açılanların, önemli bir eşiği olan Arif

Bakioğlu Beyin yalısında ve oteldeki meşklere katılan

Muazzez Hanımla, Maksim’in kapıları neden açılmıştır biliyor

musunuz ? Arif Bey’le, Fahrettin Aslan’ın samimiyeti

nedeniyledir.

Üstelik, Muazzez Hanım, Maksimde ilk defa sahneye

çıktığı gece, Arif Bey’in eşi, Hayret Hanım’ın mücevherlerini

ödünç takarak şarkılarını söylemişti. Bu dünyaya eşleri bir

daha gelmeyecek karı- koca, İstanbul Sosyetesini bir ay

boyunca Maksim Gazinosu’na gelmeleri konusunda

kampanya yapmışlar, Muazzez Hanımın programlarını dolu

dolu göstermeyi başarmışlardı…

Muazzez Abacı Hanımefendi mazisini anlatırken

bunlardan neden söz etmiyor ? Arif Bey ve Hayret Hanımın

isimlerini bir kez olsun ağzından duymadım. Oysa, bu dünya

tatlısı insanların ( Arif Bey öldü – Eşini bilmiyorum ) ruhlarını

yüceltse olmaz mı ? Anılarım kendisine ulaşacak olursa

Muazzez Hanımefendi kendisini biraz zorlayarak Arif Bey

ve Hayret Hanım’a dua etmelidir, böylece bir haksızlığı da

ortadan kaldırmış olacaktır.

Kendileri sinirlenip kızabilirler ama gerçek budur.

Muazzez’in şöhret olmasını Arif Bey ve Hayret Hanım

sağlamıştır.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-220-

AJDA PEKKAN’I

ADANA YARATTI

Dünyada ve Türkiye de zirveye çıkan tüm şöhretlerin

başlangıç ve yükseliş çizgilerinde fırtınalar, tehlikeler,

tesadüfler, suçlar yatar.

1959 - 60 yılları arasında Ajda Pekkan’ın da zirveye

yürümesinde Adana en önemli katkıyı yapmıştır. O yıllarda

Ajda tıpkı bu günkü gibi Fransızca - Türkçe, İngilizce - Türkçe

kırması konuşan, siyah - beyaz filmlerde yeni yeni görünmeye

başlayan bir kızdı. Henüz her tarafına ameliyatla değiştirmemiş,

ama şöhrette olmamıştı.

Adana’da dönemin en kişilikli, dürüst, gazinocularından

olan KEPÇEKULAK SÜREYYA, kentin sosyal yaşamını

canlandıran, neşelendiren kulüpçüydü. İnsanlar Süreyya’yı

el üstünde tutuyordu, o da zaman zaman İstanbul’un yeni

şöhretlerini getirtip burada Kulüp 99, Santral Palas Oteli,

Kristal Palas Oteli’nin Rooflarında programlar yaptırıyordu.

Adana’nın en gözde yerleri de o yıllarda Küçüksaatin yanındaki

Kristalpalas’ın Roof’uydu. Dünyaca ünlü orkestralar,

piyanistler gelip orada aylarca programlar yapıyordu. Hürriyet

Gazetesi’nin Bürosu’da o otelin giriş katında, Resepsiyon’un

karşısındaydı. Kemal Kınacı gazetenin temsilcisi, bende

Abdulkadir KAÇAR

-221-

yardımcısıydım. Kemal Urfalı’ydı çok özgün eğlence ve

dinlenme sistemleri olduğu için gece yaşamını pek sevmezdi.

Bende aksine, bu işleri seviyor, sanat dünyasıyla yakından

ilgileniyordum. Bu dünyadan büyük istihbaratlar topluyor,

gazeteciliğin zirvesinde haberler hazırlıyordum.

Kepçekulak Süreyya bir gün Hürriyet’te yanıma gelmişti:

- Erol, Adana’ya yine büyük bir değişiklik yapmak

istiyorum ne dersin ?

Biraz düşünmüştüm:

- Nasıl bir değişiklik Süreyya ?

- Hani şu filmlerde yeni yeni oynayan, şarkılar söyleyen

esmer bir Ajda Pekkan var ya işte onu Adana’ya getirmek

istiyorum…

Bende onun sadece filmlerde görmüştüm, hoş bir kadına

benziyordu. Şuh dönemin ölçeklerine göre etkili, genç, kıpır

kıpır hali vardı.

- Süreyya, peki bu artistin sesi falan var mı ? Sen bunları

biliyor musun ?

- Herhalde varmış, filmlerde de zaten okuyor, onu da

biliyoruz.

- Ama, o dublaj falan olabilir.

- Erol şu anda insanlara en çok hitap eden bir kişi…

Onu kafama taktım ve bu işi, halledeceğim.

- Sen bilirsin… Peki Finansörün kim ?

- Müteahhit Kazım Turna, bana o peşin ödeme yapacak,

bu iş için gözden 20 bin lirayı çıkarttım.

O dönem, süper ve ulaşılamaz bir paraydı…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-222-

- Üstelik bu otelin Roof’unda, dünyaca ünlü sanatçılar

da bulunuyor, orkestra kusursuz iki konser verdirsem Ajda’ya

elime şu kadar para geçer…

- Peki girişimde bulundun mu ?

- Her şey tamam.

Burada çok samimi olarak söylüyorum ki, Adana’ya

Ajda’yı ilk getiren Kepçekulak Süreyya’dır, Sponsor da

müteahhit Kazım Turna’dır.

Bir süre sonra Ajda iki konser vermek için geldiği

Adana’da muhteşem biçimde karşılanmıştı… İnsanlar onu

görebilmek için günlerce önceden biletler almışlardı,

hazırlıklarını tamamlamışlardı…

Bizde gazeteci olarak onu izlemek istiyorduk, konser

gecesi Kemal Kınacı Ajda’nın haberini hazırlamak için beni

görevlendirmişti.

- Erol, bu haberi çok dikkatli izle, güzel bir haber

hazırlayalım tamam mı ?

- Tabi, hayhay…

Foto Muhabiri Abdullah Yakar’la birlikte Süreyya’nın

konserdeki konuğu olmuştuk, çünkü bize de bir masa

ayırmıştı. Adana’nın ne kadar sosyetesi, zengini, ileri geleni

varsa o gece Kristalpalas’ta bir araya gelmiş Ajda’yı dinlemek

istiyorlardı. Hanımlar - Beyler çok şık giyinmişlerdi, salonda

muhteşem orkestra Ajda gelmeden önce güzel bir program

sunmuş, dinleyicileri, ona hazırlamışlardı.

Saat 00.30’da keten kıyafetleriyle sahneye gelen

Kepçekulak Süreyya beklenen anonsu yapmıştı :

Abdulkadir KAÇAR

-223-

- Dostlarım, Adana’ya ilk defa Ajda Pekkan’ı getirip

sunmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Bu olay bizlere

nasip oldu. Bu güzel yıldızı hep birlikte alkışlayalım…

Salonda depremler oluyordu:

- Ajdaaa Ajdaaa Ajdaaa…

Biraz sonra orkestranın davet müziği eşliğinde sahneye

Ajda gelmişti. O da ne ? Üzerinde uzun bir tuvalet, ayağın

dda Sabo ayakkabıları şapşal bir görünümü vardı. Henüz

ameliyatsız naturel bir Ajda’ydı karşımızdaki. Ama, tuvaletinin

boyu uzun olduğu için, ayaklarına dolaşıyor, üstüne basıyor

sık sık tökezliyordu. İstanbul’da bir iki kez belki sahneye

çıkmış olabilirdi, ama Adana’da ilk defa sahneye çıkıyordu.

Adana’lıların hepsi hayal kırıklığına uğramışlardı. Çünkü

bekledikleriyle- düşündükleri Ajda’yla, gördükleri çok

farklıydı…

İlk şarkısının ortalarına doğru geldiğinde sözleri

unutmuştu. Bir arada durdu, orkestradan geride kaldı, ileri

gitti söylemeyi bir türlü başaramıyordu. Hemen parça

değiştirmişti, şarkısını tamamlayamamıştı. İzleyiciler arasında

uğultu başlamıştı. Abdullah Yakar bol bol fotoğraf çekiyordu.

Salonda birden Kepçekulak Süreyya’ya:

- Senin getirdiğin kız bu muydu ?

- Şarkı söylemeyi bile unuttu ?

- Böyle sanatçı mı olur ?

Ama, ona eşlik eden orkestra o kadar profesyoneldi ki,

hatalarını gidermeye çalışıyor, arkadan onu adeta destekliyor,

programını bitirmesini sağlamaya çalışıyordu. Tahminen üç

yada dört parçanın sonunda salonda bir gürültü, proteste

kopmuştu…

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-224-

- Yuuuuuuh !!!!

- Yuuuuuuh !!!!

Bu sesler artık durdurulamıyordı, Ajda ne yapacağını

şaşırmıştı. Gözlerinden iki damla yaş süzülüyordu. Orkestra

onun en iyi bildiği şarkıya yeniden girmişti, bir daha

söylemeye çalışmış ama başarılı olamamıştı. Neredeyse

sahneye yığılıp kalacaktı. ‘Yuh’ sesleri arasında mikrofunu

sahneye koyarak kulise ağlayarak kaçıp gitmişti…

İşte bu kaçış onu öyle bileyecek, öyle bileyecekti ki,

ileride Süper Star olmasına neden olacaktı.

Ben hemen Otelin Hürriyet Bürosu’na inmiştim, skandalı

anlatınca, Temsilci düzeyindeki Kemal Kınacı da:

- Erol, notlarını bana ver, bu haberi izin verirsen ben

yazacağım…

Abdullah Yakar fotoğrafları tab ederken, notlarımı

kendisine vermiştim. Kemal’in oturup yazdığı haber

Hürriyet’in 1. Sayfasında çok büyük olarak yer almıştı. Başlık

şöyleydi :

“ADANA’DA İLK DEFA SAHNEYE ÇIKAN AJDA

PEKKAN YUHLANDI …”

Bu olaylardan ve haberden sonra Ajda odasına kapanmıştı.

Adana’dan ayrılmıyor, ama içeride sürekli ağlıyordu.

Tam iki gece iki gündüz hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Kimseyle

görüşmediği gibi gelen kahvaltıları, yemekleri reddediyordu.

Süreyya otelin koridorlarında elleri ceplerinde dolaşıyor,

Ajda onu da kovuyordu:

- Bu senin yüzünden olduuu…

Aynı otelde olduğumuz için olayları saniyesi saniyesine

yaşıyorduk… Bir ara Kemal Kınacı’ya:

Abdulkadir KAÇAR

-225-

- Kemal, biz hata yaptık galiba ?

- Öyle mi Erol ?

- Verdiğimiz haber ters etki yaptı.

- Ne yapalım ?

- Yapılacak şu, onun gönlünü alacak başka bir haber

daha hazırlayalım istersen.

- Peki o zaman git, kapısını çal, benim adıma kendisinden

özür dile. Biz bu haberi düzelteceğiz dersin… Gönlünü

almaya çalış.

Hemen Ajda’nın odasının kapısını çalmıştım.

- Ajda Hanım, kusura bakmayın, bir hata oldu…

Bunu telafi edeceğiz…

Kapıyı açmıyor, ama odasındaki masaları yumruklayarak

saatlerce bağırmıştı:

- Benim hayatımı yıktınız, beni bitirdiniz.

- Hanımefendi, Kemal Bey rica etti, sizinle görüşüp

olayı telafi edeceğiz.

- Defolun ben hiçbir şey istemiyorum.

Şu sözlerini herkes duymuştu :

- Kulaklarınızı iyi açın gazeteciler. Eğer ben Ajda’ysam

İstanbul’a, Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan’ın yanına

gideceğim, gereken her şeyi yapacağım, çok ünlü bir yıldız

olacağım, bunu size göstereceğim…

Tabi, burada kullandığı o mahrem sözleri, küfürleri

söylemek istemiyorum…

Bu arada Kepçekulak Süreyya, otelin koridorlarında

iki eli cebinde gidip - gidip geliyordu:

- Tüh, gitti 20 bin lira.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-226-

- Ben ne yapacağım ? Battım, Bittim ?

İlk konser fiyasko ve skandal olduğu için ikinci konserde

zaten yapılmayacaktı…

Ajda Pekkan apar – topar İstanbul’a dönerek, Yuhlanmasını

da reklam gibi kullanarak Fahrettin Askan’la

görüşmüş, ne gibi ilişkisi olduğunu da bilemiyordum. Uzun

süre haber çıkmamış, ne yaptığı bilinmemişti… Ama, Ajda’nın

o hırsını, sinirlerini, küfürlerini bugün gibi anımsıyorum…

Kemal Kınacı böyle bir haberi benim notlarımdan

hazırlamasaydı böyle hırslanmayacak, kinlenmeyecekti.

Bunlar olmayınca da günümüzün Megastar’ı Ajda Pekkan

olmayacaktı. Onun kadar hırslı, kindar insana rastlamamıştım.

Bir süre sonra söylediklerini fazlasıyla yapmıştı.

Sonuç olarak Ajda’nın bu gün Megastar olamasının

nedeni Adana’dır. Kepçekulak Süreyya’dır. Kemal Kınacı’dır.

Benim, Abdullah Yakar’dır.

Güney Sanayi’nin sahibi Ahmet Sapmaz’ın oğlu

Adnan’la evlenmesi de ikinci skandal olan Ajda’nın Adana’ya

girişi yasaklandığı içinde bir daha gelmedi… Çamlık

Gazinosu’nda yuhlanan Zeki Müren, Halil Genç Tesislerinde

kurşunlanan Bülent Ersoy ve Ajda Pekkan Adana’ya bir daha

gelmemişlerdi.

Şu cümlenin altını çiziyorum. Ajda, kendini süper star

yapan Kemal Kınacı’nın elini her gün iki – üç defa öpse

hakkını ödeyemez…

Abdulkadir KAÇAR

-227-

BİRSEN ARMAĞAN’I

SOĞUKOLUK’TAN KURTARDIM AMA

45 yıllık meslek yaşamımın büyük bir bölümü gece

aleminin içinde geçtiği için, ister istemez bu güne kadar

uzanan sanat ve sanatçıların yaşamıyla ilgili konulara

karışmıştı. Ya da Soğukoluk’tan başlayıp günümüze kadar

uzanan sanatçıların dramlarını onlarla birlikte yaşadım.

Unutmadığım anılarımdan birisi de döneminde en ünlü

müzisyen ve Orkestra Şefi olan Yurdaer Doğulu ve eşi Birsen

Armağan aşkıdır, karasevdadır. Birbirlerine böyle büyük bir

aşkla bağlı olan Birsen ve Yurdaer’in başına gelenleri bu gün

acı bir anı olarak anımsıyorum.

Bir dönem Birsen Armağan, bugün Megastar Ajda,

Sezen Aksu ne ise öyle ünlüydü, mesleğinin ve popülerliğinin

zirvesindeydi. O yıllardaki zirvede olan şöhretti. Ancak, daha

sonra aşkı nedeniyle kendisini alkole verdiği için yaşamı

allak – bullak olmuştu. Öyle gelişmeler yaşanmış, sanat

yaşamı ve normal yaşamı rayından çıkarak Birsen Armağan’ı

Soğukoluk’a kadar düşürmüştü. İşte o dönem, etkili ve yetkili

bir gazeteci olarak, Birsen’in arkadaşları onu kurtarmak

istiyorlar, ama Soğukoluk’a girmeleri bile olanaksızdı. O

dönemde Soğukoluk’tan kadın çıkartmak ise ölümle

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-228-

savaşmak anlamına geliyordu. İşte, özel yöntemlerimi,

yetkimi, istihbaratlarımı, hatırlı dostlarımı kullanarak Birsen’i

oradan alıp çıkartarak arkadaşlarına teslim etmiştim. Böyle

büyük bir sanatçıyı da bataklıktan kurtardığım içinde çok

mutluydum. Herkes bana teşekkür ediyordu, arkadaşları ona

yeni bir dünya kuracaklardı, alıp İstanbul’a geri götürmüşlerdi…

İşte bu olaylar yaşanırken gazetecilik mesleğimin garip

cilvesi beni yine gelip bulmuştu…

Bir sabah Hürriyet Gazetesi’nde bir haber vardı :

BİR SANATÇININ ACI DRAMI.

BİRSEN ARMAĞAN TIMARHANEYE KAPATILDI,

ODASININ DUVARLARINA BAŞINI VURA VURA ÖLDÜ.

GARİPLER MEZARLIĞINA GÖMÜLDÜ…

Hürriyet’in Ankara Parlemento Muhabiri Oktay’ın

yaptığı bu haber Türkiye’de büyük sansasyon yaratmıştı.

Haber Hürriyet gibi bir gazetede yer alınca herkes inanmamıştı.

Hatta, Radyolarda onunla ilgili programlar yapılıyor,

şarkıları çalınıyor, gazetelerin köşe yazarları onun ne kadar

büyük ve eşsiz bir sanatçı olduğunu anlatıyordu.

Türkiye’de Hürriyet’in haberine inanmayan tek kişi

herhalde bendim. Çünkü, özel istihbaratlarımla, araştırdığımda

Birsen’in ölmediğini tahmin edecek ipuçlarını elde

etmiştim. Onun Tımarhaneye düşebileceğine ihtimal

vermiyordum.

İşte magazin gazeteciliğimin en büyüğünü o yıllarda

yaratmıştım. Hemen koıllarımı sıvayıp foto muhabiri Nuredtin

Tezcan, Şoförüm Ramazan Kale ile birlikte Soğukoluk’a

gitmiştim. Adım adım dolaşarak, en izbe yerlerde, en metruk

Abdulkadir KAÇAR

-229-

evlerde Birsen’i arıyor, her taşı kaldırıp altına bakıyordum.

Barlar, fuhuşhanelerin hepsinde izine rastlayabileceğimi

sanıyordum. Ama önceleri hep hayal kırıklığına uğramıştım.

Onun alkol bağımlısı olduğu bilen arkadaşları :

- Gazetenin haberi doğrudur, ölmüştür… demişlerdi.

Ama, ben kesinlikle inanmıyordum. Çünkü, Birsen

Armağan’ı Soğukoluk’tan aldığım zaman kendisine gelmişti

bir süre sonra. Ona yeni bir dünya kurmayı söz veren

arkadaşlarıyla da şakalaşıyordu, benim boynuma sarılıp:

- Erol beni neden kurtardın ?

- Birsen sen büyük bir sanatçısın.

- Boşveeeeer, keşke bıraksaydın da ölseydim…

Bu konuşmalar zihnimden film şeridi gibi geçiyordu.

İskenderun’da daha önce konuştuğum dostlarından bazıları

da:

- Çok üzüldük, çok büyük bir sanatçı, buralarda

ölmemeliydi… diyordu.

O günlerin ünlü gazinolarından birisinde şişman, garip

bir yaşam hikayesi olan, kendisini alkole vermiş, hayata isyan

eden şişmanca bir kadın konsomatris beni görünce yanıma

gelip, boynuma sarılmış, ağlamıştı.

- Eroool, Birsen öldü mü ?

- Vallahi, ben inanmıyorum…

- Bende senin gibi düşünüyorum Erol… Onu nerede

bulabilirsin biliyor musun ?

Nefesimi tutmuştum, ürpermiştim, iz üstünde olduğumu

anlamıştım :

- Nerede ?

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-230-

Hemen Kilis’e şimdi git, Çin Pavyonu’nda olduğunu

sanıyorum, en azından onlar Birsen’in nerede olduğunu

bilirler, sana da bilgi verirler…

Bu tiyoyu aldıktan sonra şoförüm Ramazan, Foto

Muhabirim Nurettin Tezcan’la, geceyarısı Kırıkhan üzerinden

Kilis’e varmıştık. Sabaha doğru pavyonlar yavaş yavaş

kapanıyordu. İbrahim Tatlıses’in de program yaptığı Çin

Pavyonu’nda kapıcılar. Garsonlar saygıyla karşılamışlardı.

Yanımda fotoğraf makinalı muhabiri gördüklerinde de:

- Hayırdır baskın mı var ?

- Yok canım, patronla konuşacağım.

İri yarı olan iyiliğimin çok olduğu patronun nerede

olduğunu sorduğumda:

- Ağa yukarıda… demişlerdi.

O yıllarda pavyonlara girmek, fotoğraf çekmek

olanaksızdı. Büyük riskler getiriyordu.

Yukarıya çıkınca, birde ne göreyim, Birsen Armağan,

kibrit yaklaşsa alev alacak kadar alkol içmişti. Bir iskemlenin

üzerinde sarhoş oturuyordu. Beni görünce dili dolaşarak:

- Oooo Eeeroool EEroool… diye boynuma sarılmıştı.

- Birsen, seni Soğukoluk’ta arkadaşlarına teslim

etmedim mi ? Ne oldu ?

- Ettin etmesine ama gazeteciler senin öldüğünü,

tımarhane odasında kafanı duvarlara vura vura öldüğünü,

kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü söylüyorlar.

- Amaaan, Boşveeer canım… Yazsınlar n’olacak ?

Patronda bu arada bize hemen koskocaman bir masa

hazırlamıştı, bir güzel eğlenip, şarkılar söylemiştik.

Abdulkadir KAÇAR

-231-

- Birsen’in yaşadığını ben tüm dünyaya kanıtlamak

zorundaydım… demiştim.

Bu arada fotoğraflar çekilmişti, telefon numaramı

bırakıp, kendisine her türlü yardımı yapmaya söz verdiğim

Birsen’i ve Kilis’ten ayrılarak güneş doğarken Adana’ya geri

dönmüştük.

Haberi hiç bekletmeden İstanbul’a göndermiştim. Ertesi

gün Tercüman’ın tepesinde koskocaman bir haber vardı :

BİRSEN ARMAĞAN YAŞIYOR…

Hürriyet şoke olmuştu, ‘ÖLDÜ’ haberini veren Oktayla

daha sonra karşılaştığımda:

- Erol, seni tebrik ederim ama benim gazetecilik

yaşamımı söndürdün…

- Oktay canını sıkma, sende olsan aynısını yapmaz

mıydın ?

Oktay, daha sonra bu haberi onur konusu sayıp, gazeteciliğine

bir süre ara vermişti. Yalan haber yazdığı içinde

Hürriyet kendisini azletmişti.

Daha sonraki yıllarda alkolün Yurdaer’den ayırdığı

Birsen Armağan, sessiz sedasız eceliyle ölmüş yine

KİMSESİZLER mezarlığına gömülmüştü.

Magazin gazteciliğim bir dönemi de böylece kapanmış

oldu. Bundan ibret alıp doğruları öğrenmek isteyenler olabilir.

Bundan sonrasını da günümüz magazin gazetecilerine

bırakıyorum. Geçmişi iyi bilenler ancak geleceğin iyi magazin

gazeteciliğini yaparlar. Benim bu yaşadıklarımı göz önüne

almalarını, kendilerine bir demet bilgi sağlayarak yollarına

devam etmelerini diliyorum.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-232-

MAGAZİN DÜNYASINDA

DEPREM YARATACAK AÇIKLAMALAR

Ajda Pekkan’a şöhret kapılarını Kemal Kınacı açtı.

Muazzez Abacı’yı ilk defa Gaziantep’te bir pavyonda

dinledim.

Hafif müziğin süper starı BİRSEN ARMAĞAN’ı, Kilis

Çin Pavyon’da buldum.

Acıların kadını Bergen’in kara sevdası, önce gözünden

sonra yaşamından etti…

Güneyde ünü Toroslar’ı aşan ünlü gazeteci Erol Erk,

ansızın bir felç geçirerek bir süre hastanede yattıktan sonra

eve dönüşünde 45 yıllık yaşantısını en çok sevdiği öğrencisi

ABdülkadir Kaçar’a anlatmaya başladı. 200 sayfayı aşan

anıların bir bölümünde Magazin dünyasında depremler

yaratacak açıklamalarda bulundu.

Uzun yıllar Hürriyet ve Tercüman Gazetelerinde çalışan

Erk, bu gün şöhretlerine eskiden tanık olduğu ünlülerin o

günlerde sır olarak kalan bazı olaylarını aydınlığa kavuşturuyordum.

Abdulkadir KAÇAR

-233-

Erol Erk şöyle diyordu :

“ Şöhretlerin kişiliklerine gölge düşürmek gibi bir

hedefim bulunmuyor. Zira o günleri ben gururla paylaştığım,

bazı tanıklar da göstererek iddalarımı kanıtlıyorum.

Bu verdiğim bilgilerle, bu gün görsel basında magazin

basınını elinde tutan, meslektaşlarımla her an görüşmeler

yapmaya, onlara bildiklerimi anlatmaya Adana’ya davet

ediyorum.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-234-

BERGEN GERÇEKTEN DE

ACILARIN KADINIYDI

Adana pavyonlarıyla Türkiye de de ün yapan çok

coşkulu, çalkantılı eğlencenin zirvesinde bulunan,

topraklarında ki bereket eğlence almine de yansıyan önemli

bir parçası bulunmaktan, sonradan gelişecek bir takım

olayların tanıklığını yapmakta her zaman mutluluk duydum.

Adana sahnelerinin tozunu yutmadan bir sanatçının

Türkiye’de ünlü olması olanaksızdır. Hamiyet ve Müzeyyen

Ablalarımız başta olmak üzere, tüm saz ve ses sanatçıları

buradan geçmişler, Türkiye denizine Adana’dan girmişlerdir.

Hele hele bugün ünlü bir gazeteci olan Savaş Ay ‘ın annesi

Şükran Ay, Adana Emirgan Çaybahçesinin bülbülüydü. Babası

da çok başarılı bir illizyonistti.

İşte bu sanatçılar kenvanın boy gösterdiği yerlerden

birisi olan Kuyubaşı Gazinosu’nda, kalite müşterilere program

yapan seslerden birisi de, Adana Pavyonlarından yetişmiş

olan Acıların Kadını Bergen’di. Yaşam dramı son derece

değişik olan sanatçıyla, gece aleminde dolaşan bir gazeteci

olarak sık sık sohbet eder, dedikodu yapardık. Bergen,

Kuyubaşı Gazinosu’nda hem şarkıcılık, hem de konsomatristlik

yaptığı günlerde:

Abdulkadir KAÇAR

-235-

- Kız sen ileride büyük bir sanatçı olacaksın buna

inanıyorum, seninde bana inanmanı istiyorum…

- Erol, teşekkür ederim, gerçekten de benim burada

program yapmam, beni tatmin etmiyor. Büyük kentlerde

büyük gazinolarda şarkılar söylemek istiyorum. Ama, bunu

nasıl yapacağımı bilemiyorum.

- Bergen, benim sana tavsiyem, okuyabildiğin kadar

çok şarkı oku. Burada iyice piş, bir gün büyük gazinolar

dünyası, plak şirketi sahipleri seni mutlaka keşfedecekler,

sen istemesende alıp götüreceklerdir…

- Ahhh Erol Aaaah… O günler gelecek mi ?

- Gelecek gelecek, canını sıkma… Senden ricam şu :

Adana’nın bütün çapkınları peşinden koşuyorlar, özel

yaşamına dikkat etmelisin. Genç, yetenekli, cazibeli bir

kadınsın, alkole esir olma, özel yaşamına hakim ol, gerisi

gelecektir.

Her defasında da:

- Erol, teşekkür diyorum, ben kendimi korumasını çok

iyi bilen bir kişiyim, canını sıkma.

Her defasında, böyle diyordu, ama gün geldi gönlünü

Kozan’lı yakışıklı, genç, bıçkın delikanlı olan Halis Rençber’e

kaptırmıştı… Öyle ki, ikisinin arasında çok fırtınalı, depremli,

şimşeklerin çaktığı aşklar yaşanıyordu. Bu nereye kadar

gidecekti bilinmiyordu. Ancak, Bergen’in annesi de, bu aşka

müdahale ediyor, sık sık kızını yönledirmeye çalışıyordu.

Annesi, onun geleceğini İstanbul’larda görüyordu. Onun tüm

hareketlerini kısıtlıyordu, hatta Halis’le olan aşklarına da

engel oluyordu. Kızını, gözü gibi saklamak istiyor, gönlünü

kimseye kaptırmasına izin vermiyordu. Ona şöyle diyordu:

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-236-

- Bergen, Yavrucuğum, sesin güzel, yarın bir gün

İstanbul’a gideceksin, orada seni Türkiye ve dünya tanıyacak.

Daha sonra buradaki açlar peşinden kara bir zincir olarak

gelecek, seni yok edecekler…

Nitekim annesinin söyledikleri doğru çıkmıştı. Zaman

zaman kavga, bazen dostane- aşkla ve muhabbetle geçen

aşklarını ben yakından biliyordum. Hem Halis, hem de

Bergen ayrı ayrı dert yanıyorlardı. Örneğin Halis bir gün :

- Erol, ben bu kadınla ne yapacağım, onu gerçekten

çok seviyor ve evlenmek istiyorum ama annesi buna bir türlü

izin vermiyor. Çok kıskandığım için Bergen’i bir gün

öldürebilirim…

Onu teselli etmeye çalışıyordum :

- Halis, böyle düşünme, öldürme olayını bir defa

kafandan çıkartıp atmalısın. Annesini de boş ver, kızın sesi

güzel. O yarının yıldızı, istikbaline mani olma. Olgun davran,

konuşacaksan gözlerini biraz kapat, kıskançlık hislerine

yenilme. Sahne sanatçısının yaşamı mutlaka renkli olacaktır,

dolu dolu geçecektir. Kıza fazla müdahale etme kendisini

bulsun.

Bergen’in annesi de kızgınlığını sürdürüyordu :

- Erol, Bergen Halis’le evlenirse yaşamı biter, onun

İstanbul geleceği yok olur gider… demişti.

Bergen’le Halis’in arasında, sadece ben değil, gazino

sahibi Zeki Yaygın’da kalmıştı, her ikisini de, hatta anneyide

sürekli uyarıyordu…

Yapılan tüm bu uyarıların hiç birisinin etkisi olmamıştı

ki, Halis’le Bergem bir gün evlenmişlerdi. Çok kısa sonra da

Abdulkadir KAÇAR

-237-

saç saça - baş başa yapışmışlardı. Bir dizi skandallardan

sonra Bergen İzmir’e kaçmış, Konak’taki Gazinolarda

kendisine yeni bir dünya, yeni bir iş bulmuştu. Ama, Halis

peşini bırakmamıştı. Bu aşkı zaten bende tam olarak

anlayabilmiş değilim. Kara sevdalılar mıydı, basit inatlaşmalar

mı oluyordu, ya da çocukca mı davranıyorlardı ? Bunları bir

türlü çözemiyordum.

Halis, İzmir Konak’ta Bergen’i bulmuş, yine bir araya

gelmişleri kısa süre sonra yine basında yer alan haberler

falan derken Halis kıskançlık krizleri yüzünden, Bergen’e

kezzap attırmış, o güzel kızın gözleri kör olmuştu. Daha

sonra da, ‘ACILARIN KADINI’ ismini alarak yaşamında ikinci

sahne açılmıştı. Kısacası ne Halis ne de kara talih Bergen’in

peşini bırakmıyorlardı. Uzun bir maceradan sonra Ankara’dan

Adana’ya gelirken, kayınvalide, Halis, Bergen aynı arabayla

Toroslar’a geldiklerinde, Halis yine kıskançlık nöbetine

tutulmuş, silahını çekerek, bir lokantada, Bergen‘in yaşamına

son vermişti. Bergen’le birlikte kendi yaşamıda son bulmuştu.

Çünkü, cinayetten hemen sonra Suriye’ye kaçmış, orada

uzun yıllar gizlenince, yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmişti.

Hapis olduktan sonra da af çıkınca kurtulmuştu. Ama,

güzel Bergen toprak olmaktan kurtulamamıştı. Onun

türküleri, şarkıları, plakları,bantları kalmıştı anı olarak.

Talihsiz Bergen acımasız bir yaşamın, bir öykünün saf ve

deneyimsiz genç kurbanı olmuştu.

Kendisine göre dürüstlük ilkeleri olan saf bir kızdı

Bergen,o Halis’i, Halis’te ona kara sevdalıydılar. Ama, bu

aşk tıpkı çingelerin yaşamında olduğu gibi kanlı bitmişti.

Halis siz Bergen anılarda, Türkülerde kalmıştı. Acaba, Haliz

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-238-

karşısına çıkmasaydı, kendi yolunu çizebilseydi, yaşamı daha

farklı bir şekle dönüşecekti belki bugün starlar arasında

yerini alacaktı, alın yazısı demek ki böyleymiş…

Halis’i yıllardır görmüyorum, bu aşkı kalbinden çıkartıp

attığını da sanmıyorum. Elbette çok sevdiği karısını

öldürürken üzüntü duymuştur. Ama, o andaki öldürmeye

kadar uzanan, kin ve nefretin oluşturduğu bir şokla sanıyorum

cinayeti işledikten hemen sonra pişman olmuştu. Halis

sonuçta kötü bir insan değildi. Bergen de zaten ona asla

ihanet etmemişti. Ama, Bergen’in annesi olmasaydı acaba

daha da mı mutlu olacaklardı ? Bu tartışılır.

Yalnız Bergen’in yaşamı, yeni yetişen genç kızlarımıza

iyi örnek olmalıdır. Sesleri güzel olupta, kendilerini şöhretin

zirvesinde görmek isteyen genç kızlarımız Bergen’i

kendilerine örnek almalıdırlar.

İkiside arkadaşımdı, Halis’e sabır, Bergen’e rahmet

diliyorum.

Abdulkadir KAÇAR

-239-

SİYASİ İKTİDARLARIN

2. ELLERİ ÇOK TEHLİKELİDİR

45 yıla ulaşan gazetecilik mesleğimde araştırmalarım

ve siyasi istihbaratlarım bu gün anlatacağım konunun başlığını

açıklarken bile ürpermeme neden oluyor. Öyle ki, bu konu

Türkiye Cumhuriyeti’ni zaman zaman çıkmaza sokan handi

kaplardır. Benden sonraki nesillere bu deneyimlerimi

aktararak, onlara yardımcı olmak istiyorum. Bu bilgilerimi

edinen gençlere şunu söylüyorum :

- Sevgili Gençler, ya da politikanın henüz alt sıralarında

bulunanlar. Gün gelir, kendinizi bir partinin zirvesinde,

devletin, tüm yetkilerini elinde bulunduran bir kişi olarak

bulabilirsiniz. O zaman etrafınızda oluşacak, sizin elinizdeki

siyasi gücü kullanabilecek olan kişilerden uzaklaşın, uzak

durun, ayrık otlarını temizleyin. Bunlar kimler olabilir ?

Yakınlarınız, karınız, eşiniz, çocuklarınız, beyiniz, yeğenleriniz,

dayılarınız, kayınbiraderleriniz vesair…

İşte Türkiye Cumhuriyeti siyasetine ve devletine bu

ikinci eller hep zarar vermişlerdir. Aslında doğal olan bu

süreç Amerika’da, Avrupa’da, dünyanın her tarafında

işlemektedir.

İşte, bu kadar yıllık yaşamımda, gerek fısıltı gazetelerinden,

gerek istihbaratlarımdan, gerek yaşadıklarımdan

yola çıkarak kronolojik bir sıra yapacağım.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-240-

Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk’ten sonra

başlayan bu süreç günümüze kadar uzanmış, hala da devam

etmektedir. Bir liderin kardeşi, kocası, eşi, yeğeni, amcası,

kayınbiraderi olmak elbet suç değildir. Ama bu kişilerin çok

dikkatli olmaları gerekir. İşte bu konuda vereceğim ilk örnek

Rahmetli İsmetpaşa’nın kardeşi Kambur Rıza’dır. Atatürk’ten

sonra işbaşına gelen Atatürk’ün silah arkadaşı ve büyük

devlet adamı, Laikliğin savunucusu İsmetpaşa’ya toz

kondurmak haddim değildir. Ancak, onun iktidar olduğu

yıllarda, zamanının Fıslıtı gazetelerinde yer alan bazı konular

vardı. Örneğin kardeşi Kambur Rıza o günün siyasi kudretiyle,

siyasi ve ekonomik güçle gösteri yaptığı iddia edilir. Ve,

Türkiye’deki ikinci eller Kambur Rıza ile başlamıştır…

İsmetpaşa kardeşinin etkisinde kalarak bir devlet

kararnamesi imzalamıştır. Fakat Kambur Rıza Bey’in niyetleri

zaman zaman dedikodu konusu olmuştur. Demokrat Parti

zamanından itibaren yaygınlaşarak kulaktan kulağa

günümüze kadar dedikodular şeklinde, fısıltı gazetesiyle

gelmiştir. Doğru ya da yanlış olduğunu bilemem…

Yine CHP’nin iktidar olduğu dönemde Adana’da İl

Başkanı olan İsmail Burduroğlu da Vali, Emniyet Müdürlerinin

tayininde çok etkili bir güç olduğu, hatta ikinci el olduğu

söylenir. O da CHP’nin en yüksek kademesine kadar

yükseldiği için çevresinde onun bu gücünü kullananların

olduğunu kulaktan kulağa yayılmıştı. Bunu bir suçlama

olarak değil, elde ettiği gücün heyecanla muhalifleri bu lafları

zamanımıza kadar getirmiştir…

CHP döneminin sona ermesiyle birlikte Demokrat Parti

dönemi başlamış, bu dönemde de çok ilginç bir kişi olan,

Abdulkadir KAÇAR

-241-

Kurucu görevini de üstlenen İl Başkanı Ömer Başeğmez’in

de Vali, Emniyet Müdürleri hatta daha üst düzeydeki

atamalarda ikinci el görevi yaptığı bilinmektedir. Özellikle

eşiyle birlikte güçlü bir aileydi. Eşinin adı Belkıs’tı, hatta

Saba Melikesi Belkıs Hanım olarak anımsanmaktadır.

Demokrat Partinin bugün yaşayan üyeleri bu konuyu çok iyi

bilmektedirler.

Bunun zararı mı – yararı mı olmuştur, onu bilemem,

ama dönemin ikinci eli konumunda olduğunu söyleyebilirim.

Demokrat Parti’den sonra 1960 ihtilaline geldiğimizde

27 Mayıs ishtilali karşımız çıkıyor. Ben, darbenin gerekçelerine,

gençlik heyecanı ve o günün Fısıltı gazetesiyle

kulağıma gelen nedenlerine önce inanmış, benimsemiştim.

Ancak çok kısa bir süre sonra yersiz, zamansız, heyecanla,

hazırlıksız gereksiz yapıldığını çok büyük siyasi acı kayıplara

neden olduğunu anlamıştım. İhtilalin ismi olan Cemal Gürsel

çok saf, temiz, dürüst, dörtdörtlük bir askerdi. Oğlumun

adını da Gürsel koymuştum. Gürselpaşa ile bir kaç defa

seyahatlerine katıldığımda, onun katıksız, dürüsrtlüğün,

yaşamının her aşamasında dördüğüm, tanık olduğumu

söyleyebilirim.

İşte o dönemde Cemal Gürsel’in oğlu Özdemir biraz

haşarı, yaramazdı. O gün babasının gücünün olduğunu bilen

bir grup, Özdemir’e kanca atarak onu gümrük komisyoncusu

yaptılar. Daha sonra da piyasadan kaybolup gitmişti, ama

zamanında ikinci el görevini yapıyordu. Zaman zaman Türk

Basınına da haberler yansımıştı. O bakımdan ben ikinci elin

ister asker, ister sivil olsun arkasındaki gücün tartışılmasını

çok dikkat edilmesine titizlik ve incelikle gözlenmesinden

yanayım.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-242-

TÜM YOLLAR AHMET, EFE ÖZAL

AİLESİNE ÇIKIYORDU

Turgut Özal, Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük devlet

adamlarından biridir. Türk toplumunda çağdaşlığı aşılayan

bir liderdir. Bugün Özal'ın içine girip etkilediği yolu Çiller

de yakalamaya çalışıyor ama bakalım nelerle karşılaşacak.

Özal İhracatı patlatan Turizmi başlatan kapılarımızı batıya

açan, Otoban, TEM oto yollarımızı yapan adamdır. Türkiye'de

bilgisayar çağını açan, Özel televizyonculuğu ilk defa başlatan,

uygun dünyaya entegre olmamız için 141, 142, 163. maddeleri

kaldırmayı başaran güçtür. 10 Kasımlar'da Atatürk'ü zorla,

siyahlarla anarken, o Atatürk'ü gönlümüze gömmemizi, bizi

onunla başbaşa kalmamızı sağlayarak, farklı anlamda

anmamızı sağlayan kişidir. Hataları yok muydu ? Sayın

eşinden, çocuklarından, dolayı büyük sıkıntılar görmüştü.

Belki de eşi, o elinde tuttuğu gücün ağırlığını tartamamış, o

yıllarda erdemliliğe ulaşamamıştı...

Özal iktidarında İtalya' da nasıl yollar Roma'ya çıkarsa,

o dönem de tüm yollar Ahmet'e, Efe'ye, ve Özal ailesindeki

ikinci ellere çıkıyordu.

Ben, burada Türkiye'deki İkinci ellerin gücünün etkisini

anlatmak için, basit , ama bu konuyu dört dörtlük kanıtlayan,

yarattığım bir olayı anlatmak istiyorum :

Abdulkadir KAÇAR

-243-

Dostum, Vefalı insan Halil Genç'in Belediyenin yanındaki

bahçesinde bir yazıhanesi vardı. Adana'nın tüm zengin şımarık

çocukları, çiftçileri, doktorları, avukatları, serbest çalışanları

orada toplanır, sohbet eder Adana gündemini tartışırdı, Halil

Genç'i de bol bol kızdırdık. O dönemde Özal'ın damadı, '

MİLLİ DAMAT ' deniliyordu, Asım'ı da uzaktan tanıyordum.

Bir gün yazıhanesine gittiğimde Halil Genç yoktu. Aklıma

bir muziplik yapmak geldi. Mersin'e acele gidecektim, Halil

Genç'in sekreterine şöyle bir not yaz evladım :

- Milli Damat Asım Mersin'e gelmiş, Erol Erk'i de çağırdı,

o da yanına gitti...

Oysa, ne Asım Adana'ya, ne de Mersin'e gelmişti, ne

de beni çağırmıştı... Ama, ikinci eli yaratan, yalaka insanların

yağcılığına tanık olunmaı için buraya dikkat edilmesini

istiyorum...

Mersin'e gittim, ünlü Mersin Oteli'ne girerken kapıda

5,6 tane garson birden sıraya dizilip beni karşıladılar, eskiden

sık sık ta gittiğim için beni de tanıyorlardı:

- Erol Bey hoşgeldiniz, masamız hazır efendim.

Haydaaaaa... Ben Halil ' Genç ' e bıraktığım not aklıma

geldi ama, masa falan hzırlanmasını söylememiştim :

- Tamam... dedim.

İçeriye girerken sordum:

- Ne masası ?

- Adana'dan bir sürü işadamı geldi, masa ayırttılar, sizi

bekliyorlar efendim..

Gerçektende Halil Genç'in etrafında toplanan Adana'nın

tüm şımarıkları masaya oturmuşlar, beni bekliyorlardı, hepsi

ayağa kalkıp elime sarıldılar, bende jeton düşmüştü... Bu

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-244-

kişiler Davulcu Asım, ' MİLLİ DAMAT ' lafını duyunca benden

önce gelip otelde pusuya yatmışlardı... Hiç bir şey belli

etmeden, içimden gülümseyerek, baş köşeye oturttular, bir

ikram bir ikram... Ama, masada kimse bir şeye dokunmuyordu:

- Haydi başlayalım ... dediğimde:

- Yahu Asım Bey gelmeden, başlarsak ayıp olur...

diyebiliyorlardı...

- Asım yukarıda dır, canım, ciğerim, dostum, belki biraz

sonra inerler...

Bir ara garsonu çağırdım:

- Ben ne söylersem ' EVET ' diyeceksin.

- Emredersiniz Erol Bey... dedi.

Bu kez bağıra bağıra talimat verdim:

- Resepsiyona git, talimat ver, Erol Erk ve Adana'lı

dostları yukarıda Asım Bey'in teşrifini bekliyorlar, kendileri

ne zaman gelecekler ?

- Başüstüne Erol Bey... diye koşarak gitmişti.

Şef Garson bir süre sonra koşarak yeniden geldi :

- Efendim, Asım Bey şu anda odasında telefon görüşmesi

yapıyormuş, banyo alıp bir süre dinledikten sonra yukarıya

gelecekmiş, herkese selamları var...

Halbuki ne Asım Mersin'deydi, ne de haberi vardı...

Masadakiler bu haberi alınca yiyip içmeye başladılar,

ama herkes soruyordu:

- Erol Abi, Asım Ekren'i ne kadar tanıyorsun ?

- Erol Abi, acaba benim bir işim var onu yapar mı ?

- Erol Abi, ne zaman gelecek, sabahtan beri bekliyoruz...

Abdulkadir KAÇAR

-245-

Koskocaman masada geç saatlere kadar yedik - içtik,

beni bu kez artık rol yapmaktan bıkmıştım, onlara gerçeği

anlattığımda, hepsi havaları sönmüş balon gibi süklüm -

büklüm oldular. Bazıları da kahkahalar atarak olayı espiriye

boğdular. Daha sonra Adana'ya dönüp, muhabbetimize devam

etmeştik.

İşte İkinci el olan kişilere insanlarımızın verdiği değeri

böylece kanıtlamış oldum, çünkü insanlar ikinci ellerle daha

rahat konuşup, görüşüp, konularını anlattıkları için sanki

birinci elle görüşmüş gibi oluyorlardı...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-246-

GÜNÜMÜZDE İKİNCİ EL

ÖZER ÇİLLER’DİR…

Bugüne geldiğimde ikinci elin, eski Başbakanın eşi

Özer Çiller olduğunu görmek olası… Bunu söylemem için

geçmişe dönüp, Ömer Bilgin’le ilgili anılarıma geçiyorum…

Bilgin 20 yıldır arkadaşımdır. Sayın Demirel Ömer’e

Turban’ı teslim ederken:

- Git, orada akıllı uslu ol otur… demişti.

Yanında bulunan Ahmet BAŞ’a da:

- Sen de Aksantaş’ta uslu uslu otur… demişti.

Karakterleri nedeniyle bu kişilerin bir yerde durmaları

olanaksız olduğu için, Ahmet Baş Aksantaş’ta bir şeyler

yaptı. Pazartesi Gazete’mle onun gitmesine ben nende

olmuştum.

Ömer ise Turban’da kalmıştı: ancak yapısı itibariyle,

sürekli güç arayan bir yapıda olduğu için, Sayın Süleyman

Demirel’in de çevresinden koptuktan sonra Ömer Turban

Genel Müdürü olarak zekasını kullandı. Kuşadası’nda allem

– etti kalem – etti, belli bir isim kanalıyla (Gerekirse o ismi

açıklarım) Özer Çiller’le ilişki kurmayı başardı. Kuşadası

Marinası’nda Özer Çiller’in yatına da çok büyük özen

gösteriyordu. Özer Bey de sık sık yat gezisine çıktığı için,

Abdulkadir KAÇAR

-247-

Ömer onunla bu geliş – gidişlerde dostluğu iyice

pekiştirmişti…

Özer’lerle dostluk kurup pekiştirdikten sonra da

Süleyman Demirel’i tamamen unutup çevresinden tamamen

koptu…

Tamamen Özer Çiller’in yakını ve ikinci el oldu…

Ömer Bilgin’in tarzı şuydu; Bir politikacıyı kandırmak

mı istiyor, ya da bir iş yapmak mı istiyor, bir politik oyuna

mı girmek istiyor, ilk vaadi şuydu:

- Seni Özer Bey’le tanıştıracağım…

Hayretle görmüştüm ki, Ömer’in ağzından bir gün:

- Seni Tansu Çiller’le tanıştıracağım… sözünü duymamıştım…

Demek ki, Tansu Çiller bir semboldü…

Ömer Bilgin’in bana da zaman zaman söylediği söz

şuydu:

- Seni Özer Beyle tanıştıracağım…

Sık sık bu sözü söylemesine rağmen, Özer Çiller ile

tanışma lütfuna ulaşamadım. Fakat onun öykülerini Kuşadası’nda,

şurada burada çok dinledim.

İtalya’da tüm yollar nasıl Roma’ya çıkıyorsa Türbanda

da, Ömer’le olduğum dönemde tüm yollar Özer Çiller’e

çıkıyordu…

Adana politikasında da bazı odakları ikna etmek, ya

da yanında yer almasını sağlamak için ilk vaadi :

- Sizi Özer Beyletanıştıracağım… şeklindeydi…

Türk basını ve görsel medya bu konuyu bol bol

işlemişti… Özer Bey, o annesinin ölümünde, Türkiye

Cumhuriyeti’nin içişleri bakanı Meral Akşener, 70 milyon

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-248-

insanın gözleri önünde onun elini öptü. Bende başsağlığı

diliyorum. Ama bir bakanı, hemde beyin elini öpmesi biraz

garip. Demirel’in Özal’ın eli öpülebilir. Ama , bir bakanın el

öpmesi, çok ilginç ve acıyı paylaşmanında ötesinde Özer

Bey’in ikinci el olduğunu göstermesi bakımından çok

öenmlidir.

Tabi, ikinci elleri anlatırken, kimseyi eleştirmek

istemiyorum, anılarımı eleştiri malzemesi olarak kullanıyorum.

Şu satırların altını çiziyorum: acaba Tansu Çiller, bekar

olarak Başbakan olsaydı Türkiye’ye daha da mı yararlı

olurdu? Bugün Amerikayla ilişkileri, batıyla ilişkileri yönün

takdir ediyorum. Acaba, Tansu hanımı o zaman daha da mı

çok benimserdik. Bu anıları okuyanların kafalarında bu soru

işaretleri olarak kalacaktır.

Şu cümlenin altını çiziyorum:

Susurluk konusunda dev bir araştırma ortaya koyan

Komisyon üyeleri, yarın seçim meydanlarında, kamuoyunun

bilmediği konuları da oradan haykıracaklar, siyasi kulislerde

konuşacaklardır. Gün ışığına çıkmayan lafları da ortaya

süreceklerdir. Refahyol hükümeti bu gün çok kalıcı gibi

değildir.

Yine söylüyorum, ben bunları suçlamak için değil, siyasi

bir yorumcu olarak gözlemlerimi söylüyorum…

Abdulkadir KAÇAR

-249-

TERCÜMAN'DAN AYRILIŞ

SIRRIMI AÇIKLIYORUM

Benim yıllarca hizmet verdiğim Tercüman Gazetesi'nden

emekli olmam tamamen politik olaylardan kaynaklanmıştır...

1960 ihtilaline doğru hızla yaklaştığımız günlerde Adana

Valisi olan Turhan Kapanlı ihtilalden sonra tutuklanıp bir

süre cezaevinde yatmış çıkmıştı. Daha sonra Adalet

Partisi'nden Tarım Bakanı yapılmıştı... Tercüman Gazetesi'nin

sahibi rahmetli Kemal Ilıcak'la da araları çok iyiydi... Bu

dostluk bakan olunca alış- veriş düzeyine kadar çıkmıştı...

Gazetecilik sektörünün de dışında gelişmek isteyen, İstanbul

Emlakların yüzde 50'sinden fazlasını eline geçirmek üzere

olan Kemal Ilıcak Tarım Bakanı olan Necip Kapanlı'yla

ilişkilerini genişletmişti. Öyle ki, o yıllarda çok değerli bir

hammadde olan ormanlardan elde edilen Çam Reçine'sine

talip olmuş, bu alış - verişte gerçekleşmişti. Kapanlı bu

hizmetinin karşılığı olarakta bir görev yaptığı, çok sevdiği

Adana Tercüman'a, yani benim yerime oğlu Necip Kapanlı'nın

yerime gelmesi için bir takım siyasi baskılar yapıldığını gerek

gazetemin gerek Ankara'daki politik istihbaratlarımdan

öğrenmiştim... Ama, Kemal Ilıcak'ın da :

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-250-

- Adana'da Erol Erk diye koskocaman bir adamım var,

ondan çok memnunum, bu nasıl olur ki ? diye endişelendiğini

de öğrendim...

Çünkü, o sıralarda Kemal Bey beni çok seviyor, bir

dediğimi iki etmiyordu. Çünkü, Tercümen Gazetesi'ne Adana

Temsilcisi olarak sık sık genel merkeze para pompalıyordum,

merkez bankası gibi bir kaynak oluşturmuştum. Bunu neyle

yapıyordum ? Gazetenin tüm sayfalarını reklama açmıştım,

Bölge Spor Sayfaları, Haber sayfaları yapmıştım korkunç

bir gelir yaratmıştım. Hatta, bu çalışmalarımı çok beğenen

Kemal Bey beni Tercüman'ın yüzde 1 hissedarı yapmıştı,

ortak sıra numaramda 20'ydi. Zaman zaman bu çalışmalarıma

şaşırıyor ve şöyle diyordu :

- Erol'cuğum, biz hep oraya para gönderiyorduk, şimdi

siz Genel Merkeze para gönderiyosunuz, elinize sağlık...

diyordu. Hayret ediyordu...

Ancak, Kemal Bey, Bakan Turan Kapanlı'nın ısrarına

da bir şey yapamıyordu, Çünkü Sayın Bakan :

- Oğlum Adana'ya tayin edilmeli... diyor, diretiyormuş.

Necip'in gelmesi demek, benim gitmem demekti,

makamıma pazarlık konusu yapıldığını öğrendiğimde, Kemal

Bey'in bunun ticari ilişkisi olduğunu bildiğim içinde seygı

duyuyordum...

Ilıcak'a yaptığı bu pazarlığı öğrendiğimde oldukça

rahatsızlıkta duymuştum. Kemal Bey ise bana bunu duyurmamak

için büyük çabalar harcıyordu. Bu arada mesleki

kıdemimi de doldurmuştum. Ani kararlar veren birisi olarak

yine böyle bir kararla İstanbul'a gidip Kemal Ilıcak'ın huzuruna

çıktım, çok şaşırdı, çünkü randevu almamıştım.

Abdulkadir KAÇAR

-251-

- Sayın Patronum ben sizi çok seviyorum, sizde bir

konuyla ilgili olarak bana açılamadığınız için çok sıkılıyorsunuz

bunu da biliyorum. Benim gitmemi de istemiyorsunuz

ama Tarım Bakanı Turan Kapanlı’ya da söz verdiğinizi

biliyorum.

Beni nefes almadan dinleyen Kemal Bey, her cümleden

sonra hayretler içinde kalıyor, dalgın dalgın:

- Erol, nerden biliyorsun ? kim söyledi ?

- Sayın Patronum ben gazeteciyim, Türkiye’nin tüm

istihbaratlarını elimde tuttuğumu biliyorsunuz…

- Tamam da, şey…

- Orası önemli değil, siz erkek adamsınız, ben de erkek

adamım, lütfen sekreterinizden beyaz bir parşümen getirmesini

isteyebilir misiniz ?

Hem şaşırıyor, hem de bilinç dışı olarak benim

söylediklerimi yapıyordu, içeriye bir beyaz kağıt geldi, kendi

el yazımla :

- Tercüman Gazetesi’nin üzerimde bulunan yüzde 1’lik

hissesini kuruma iade ediyorum… Ve, gazeteden emekli

olmam için gerekli işlemlerin yapılmasını saygılarımla arz

ediyorum… dedim.

Kemal Bey kalktı beni alnımdan öperken şöyle dedi:

- Erol Erk, gerçekten erkek adammışsın…

Ve, 1975 yılında kendi isteğimle emekli oldum, bu

yaşamımın en öenmli noktalarından birisidir…

Burada, Kemal Ilıcak’la olan ilişkilerimizden birkaç

satır söz etmek istiyorum.

Tercüman’da çalıştığım dönemlerde, İstanbul’a sık sık

ihbarlar gidiyordu, benden yılanlar – korkanlar, hatta birlikte

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-252-

çalıştığım bazı kişiler bile ihbarda bulunuyor, yığınlarca ihbar

mektupları masasının üstüne yığılıyordu. Kemal Bey, hepsini

çöp sepetine atıyor ve bana telefon açarak:

- Erol, sen gerçekten güvendiğim, en iyi gazeticelerden

birisin… diyordu…

Erkekçe söylemek gerekirse bazende gece yaşamım

nedeniyle benim kulağımı çektiği de oluyordu...

Tercüman’ın Müessese Müdürü Arif Baki Bey’den de

söz etmeden geçemeyeceğim. Gerçekten İngiliz Lordu gibi

çok beyefendi, harika bir insandı. İstanbul ve Türkiye’deki

sosyateye hakim bir kişiydi. Osmanlı soyundan gelen eşi

Hayret Hanımla malikhanelerinde tüm sanatçılar etraflarında

toplanmıştı. Muazzez Abacı’yı yaratan da odur. Kimsenin

ayağına gitmeyen Fahrettin Aslan, Arif Baki Bey’i görünce

ayağa kalkar, onu karşılar.

İtinayla yolcu ederdi…

Tercüman’dan ben ayrıldıktansonra yerime Nacip

Kapanlı gelmişti, Tarım Bakanı ve Eski Vali olan babası Turan

Kapanlı’nın oğlu olan Necip’in dönemi de ayrı özellikler

taşır…

Abdulkadir KAÇAR

-253-

GÜNEY HABER’İN DOĞUMU

Tercüman Gazetesi'nden ayrıldıktan sonra bir süre

halkın çoğunun neredeyse, ' DOLANDIRICI ' gözüyle baktığı

sigortacılık mesleğine İstanbul'da başlamıştım. Ama, içimde

yanan, her geçen gün daha da alevlenen gazetecilik yapma

isteğimin önüne geçemiyor, mesleğime dönme planları

yapıyordum. Çünkü, mesleğimin en verimli, istihbarat

gücümün en zirvede olduğu dönemde politik nedenle, biraz

da kendi kendimi emekli etmiştim. İşte içimdeki bu yanan

ateşle bir gün Kemal Ilıcak'tan randevu isteyip, yanına

gittiğimde beni kapıda karşılamış, yanaklarımdan öpmüştü...

- Ooo, Erol'um, Koca Adana'lım hoşgeldin, nerelerdesin

yahu ?

Beni çok sıcak ve coşkuyla karşılaması hoşuma gitmişti,

çünkü, gazetedeki tüm haklarımı almış, emekli olmuştum...

Oturduk konuşmaya başladık, çok nükteden, espirili

konuşuyordu, sordu:

- Erol'um şu anda neler yapıyorsun ?

- Kemal Bey, hiç bir şey yapmıyorum... Şu kadere bakın

ki, sonradan İstanbul'a gelenler İstanbul'lu oluyor, ben yedi

göbekten beri İstanbullu'yum ama babamın memuruyeti

nedeniyle gittiğim Adana'da herkesten daha gerçek Adana'lı

olmaktan gurur duyuyorum...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-254-

Gerçektende nüfus kütüğüm, kayıdım, askerlik sicilim

burada ilk defa açıklıyorum İstanbul'dur. Ancak, şimdiye

kadar çok az kişi benim bu şekilde olduğumu biliyor. Kemal

Bey de Amasya'lıydı, bu sözümden biraz alınır gibi oldu,

- Ne yani, ben Amasya'lıyım diya taş mı atıyorsun ?

- Hayır taş atmıyorum sayın patronum, bunlar

gerçekler...

Bir süre sohbet ettikten sonra Kemal Bey,

- Erol sadede gelelim , beni neden aradın ?

- Vallahi hiç bir şey yapmıyorum ama gazetecilik

mesleğime geri dönmek istiyorum, sadece kafamda bir proje

var, bunu size açmak istiyorum, desteğinizi istiyorum...

Burası çok önemlidir ve anılarımın mehenk taşını

oluşturuyor. Çünkü, Adana Tercüman'ı ben kurmuştum,

matbaa makinaları tamdı, her şey tıkır tıkır işlşyordu, şöyle

dedim :

- Sevgili Patronum, ben sizden üç ayı ödemesiz olarak

her konuda yardım istiyorum Adana'da bölgesel bir gazete

çıkartmak istiyorum, çünkü orada güçlü bir gazete

bulunmuyor...

Dikkatle dinledi, bu sözlerim ilk Güney Haber'in doğum

saatleriydi, durdu, bir süre sessiz kaldı, biraz şakayla karışık:

- Erol, gazetecilğin durumunu az çok görüyorsun, ben

elimde avucumda ne varsa her şeyi dağıtıyorum, sen bunu

başarabilecek misin ?

- Sayın Patronum, yaptığım incelemelere göre Adana

çok bakir, güçlü bir yerel gazetenin çok iyi tutacağı konusunda

fizibilite çalışmaları yaptım... Bu iş dört dörtlük olacak. Ama,

baskı ve her türlü ücreti bir süre almayın, bana destek verin,

yardım edin, gazeteyi yaşama geçirip kademe kademe

borçlarımı öderim...

Abdulkadir KAÇAR

-255-

Benim söylediklerimden etkilenmiş, hatta sevinmişti

- Tamam Erol, gazeteyi çıkar, ben her türlü desteği

veriyorum, gazetende hayırlı uğurlu olsun şimdiden.

- Gerçekten kabul ediyor musunuz ?

- Evet, hayırlı uğurlu olsun..

- Sevgili patronum size minnettarım, çok teşekkür

ederim, çok başarılı olacağım..

Bir süre sonra ben kardeşi Nafiz Ilıçak’ın Necmi

Tanyolaç ve İslam Çupi ile Rauf Tamer’e de bu müjdeli haberi

ulaştırmak için izin istedim, bu sırada da Kemal Beyin

odasından çıktım, bir dakika orada oyalanıyordum… Hem

yer hostesi, hem de sekreteri olan Kemal Beyin sekreteri,

seslendi:

- Erol Bey, Erol Bey, Kemal Bey sizi yeniden bekliyor…

dedi.

Olayları daha önceden duyan hisseden birisi olarak’

cızzzz etti, kötü ve olumsuz bir şeyle karşılaşacağımı hissettim

ve içeriye ürkek biçimde girdiğimde, Ilıcak’ın masasının

yanında, Tercüman’ın trajlarını kontrol eden, satış memurluğundan

başka bir sıfatı olmayan İsmail Okuroğlu da

oturuyordu, Kemal Bey saygıyla:

- Erol, ben sana bölgesel gazete çıkartmana izin verdim

ama İsmail Okuroğlunun da projeleri varmış, haydi el sıkışın

bu işi beraber yapacaksınız…

O anda çok üzüldüm, her şeyin bittiğini anladım,

istemeye istemeye el sıkışarak İsmail’le ortak olmuştum…

Kemal Beyin kapısından daha çıkarken İsmail şöyle dedi :

- Erol, sen gece alemine çok düşkünsün bu gazeteyi

kuracağız ama işi baştan yatırmayalım, dikkatli ol haa…

Tepemden bir kazan kaynar su dökülüp tırnaklarımdan

çıkmıştı :

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-256-

- Okuroğlu Okuroğlu, sen kendi kendine bak, ben

yaşamımı gazeteciliğe koyan biri olarak kendimi kontrol

ederim, asıl sen kendine dikkat et….

Türkiye’de promosyonculuğu ilk idad eden kişi olan

Okuroğluluğun gazetecilik yönü yoktur. İki satır dilekçe bile

yazmayı bilmez. Adana’ya geldik, Okuroğlu Anonim şirket

kurmuş, bana da yüzde 10’luk gibi komik bir hisse ayırmış,

ben kafadan kaybetmişim. Sonra da oyunu kendi kurallarına

göre oynayıp, hem beni, hem de kendisini batırdı. Kemal

Ilıçak’ın makamının kapısındaki bir dakikalık oyalanmam

yaşamımı değiştirmişti. Eğer, orada oyalanmasaydım belki

Okuroğlu ile karşılaşmayacaktım, gazeteyi kendim

kuracaktım, belki makinalaşma ve kadrolaşma tamamlayıp

bu gün Ege deki, yeni Asır gibi bir gazete yaratacaktım…

Burada bir gözlemin altını çizmek istiyorum :

Kişileri ve kurumları batıran iki şey vardır, politika ve

kadın parmağı… İsmail Okuroğlu, iki tane aşk yaşayarak,

hem Güney Haber’in hem de benim sonum oldu. Kemal

Ilıcak’ın makamının kapısında verdiği sözleri bir anda

unutarak, artistlere tutulmuştu…

Gazetecilik mesleğimin en güzel günlerini yaşadığım

Güney Haber de tirajımız onbinleri geçmiş, 30-40 yıllık ulusal

gazetelere fark atmıştım. Okuroğlu’nun sanatçılara kapılması

benim sancılı günler yaşamama neden olmuştu, ve gazeteden

kopmanın yollarını arıyordum…

Abdulkadir KAÇAR

-257-

ÖMER BİLGİN'İN

BTP TEKLİFİ

İnsan yaşamında hangi mesleği yaparsa yapsın, ve

dünyanın neresinde olursa olsun, günün birinde politika işin

içine girer her şeyi allak - bullak eder, bu güne kadar da

politikasız bir olay olduğunu görmedim. Gezeteciliğimin

dışında kaldığım dönemlerde bile politika benim yaşamımı

oldukça etkilemişti. Tamamen Rulet gibi bir şans oyunu olan

politikada şans ibresi döner döner zar ihya edebileceği gibi

insanı bitirirde. Çok kültürlü, iyi eğitim görmüş, süper zeki,

kariyer sahibi, para babası zengin bile olsanız, Ruletin şans

zarı üstünüzde durmadığı sürece hiç bir şey olamaz, köşeye

çekilir, 'Talihsizliktir' diye bir kenarda kalırsınız...

Gazetecilik mesleğimden sonra gerçekten sevdiğim bir

meslekte politikacılık olmuştu. Ancak onun istediği bir

meslekte politikacılık olmuştu. Ancak onun istediği binbir

suratlılığı hiç bir zaman beceremediğim için işi şansa, yani

rulet oyunundaki zarın gelmesine bırakmıştım. Bir kaç defa

başımın üstünden geçerken, konar gibi yaparak beni oldukça

renkli düşlere - düşüncelere ve yaşamaya sevk etmesine

rağmen, zar her defasında kayarak başkalarına işaret etti,

onların yanına gitti. Başka deyişle büyük ikramiyeyi

yakalayacağım sırada, kaybettim. Eğer, Rulet'in zarı benim

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-258-

üstümde dursaydı, Belediye Başkanı, Milletvekili, her şey

olabilirdim ama, bu mümkün olamadı... Buradan şuraya

varmak istiyorum :

1980 ihtilalini yapan generallerin oluşturduğu Milli

Güvenlik Konseyi, Demokrasiye yavaş yavaş dönüşe karar

verdiği için partiler birer birer kurulma aşamasına gelmiş,

hazırlıklar yapılıyor, Türkiye'nin kalbi Ankara'da atıyor, sıcak

günler başlıyordu. İşte o günlerde Adana'daki en iyi

dostlarımdan birisi olan Ömer Bilgin beni çok seviyor, saygı

duyuyor, ortağı Erol'la birlikte karşımda hazırol vaziyetinde

durup neredeyse benden emir bekliyordu. Otur dediğimde

oturuyor, kalk dediğimde kalkıyorlardı. Bende onlara

saygısızlık etmiyordum. Ömer bir gün ortaya bir fikir attı :

- Erol Abi, gel seni politikaya hazırlayalım...

Şaşırmıştım, hiç böyle bir şey beklemiyordum. Ama

Süleyman Demirel'in köylüsü ve uzaktan akrabası olduklarını

söyleyen Ömer'in bu teklifi oldukça ilginçti:

- Nasıl olur Ömer ?

- Abi, şahane olur, çok güzel olur...

Bir süre sonra bu düşünce kafama öyle girdi, öyle yer

etmişti ki, Büyük Türkiye Partisi'nin kuruluş aşamasında 21

gün sürecek harika bir politika yaşamama neden olacaktı.

Çok coşkulu ve fırtınalı geçen yaşamıma bedel olan bu 21

günlük renkli süre, çok albenili, coşkulu, ve bambaşkaydı....

Çünkü, o günlerde Büyük Türkiye Partisi'nin kuruluş

çalışmaları sürüyordu, Türkiye'nin her tarafından eski

politikacılar, Generaller, Askerler, Tıp Doktorları, Avukatlar,

Serbest meslek sahipleri ve her kesimden gelen üstün kariyerli

kişiler sokaklarda seller gibi akıyordu. Türkiye'deki Demokrat

Abdulkadir KAÇAR

-259-

Partililer ve Adalet Partililer, Süleyman Demirel'in

yardımcısı Saadettin Bilgiç'in bir kaç gün sonra Ömer'e

teklifimi bildirdim:

- Ömer, İl Başkanı yapalım diyorsun ama, bu işi

başarabilecek miyiz ?

- Erol Abi'me bak yahu, sen kendini bana bırak gerisine

karışma...

-Gerçektende Ömer Bilgin, boynuna kolye gibi taktığı

minik Kur'an’la Türkiye'de ikna edemeyeceği kişi,

bitiremeyeceği iş yoktur. Şeytana bile küllahını ters giydirecek

bir yapıya sahiptir. O yıllarda da bana çok güveniyordu,

Saadettin Bilgiç'e benden söz etmişti, kendinde bu şansı

göremediği içinde beni bir yerlere getirerek kendisi de bir

yerlere ulaşmak istiyordu, ama bu şansı bana vermişti...

- Peki Ömer, sen nasıl istersen öyle olsun ?

- Göreceksin Abi, Büyük Türkiye Partisi'nin Adana İl

Başkanı sen olacaksın.

Ankara'ya Ömerle birlikte gittik, Koca Reis'te denilen

Saadettin Bilgiç'in yazıhanesine girmek bir yana, parti

kuruluşunda görev almak için, rendevu talebinde bulunanların

oluşturduğu kuyruk bir kaç kilometre uzaklara kadar

ulaşıyordu. Değil içeriye girmek, yaklaşmak olanaksızdı...

Ben böyle düşünürken, Ömer'le çok rahatlıkla içeriye

girmemiz olanaklıydı.

Süleyman Demirel'le aralarında biraz soğukluk olmasına

rağmen, Demirel'le Saadettin Beyden başkasına da güveni

yoktu.

Elimizi - kolumuzu sallaya sallaya Saadettin Bey'in

yanına girmiştik. Adana'dan da o sırada büyük başvurular

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-260-

vardı, Fatih Özgür'le daha pek çok kişiler gelip - gelip

gidiyorlardı. Ömer Isparta'lı olduğu için, içeriye girince

Saadettin Bilgiç ayağa kalktı, biraz alaylı:

- Gel Lan Ömer, gel bana bahsettiğin Erol Erk bu arkadaş

mı ?

- Evet Abi... dedi.

Bende önümü ilikleyip, saygıyla elini sıkarken:

- Saadettin Bey biz Ömer’le oturup politikayı sevmeye

başladık, sizin saflarınızda yer almak istiyorum, tabi her şey

sizin takdirinize kalmıştır.

Oturttu, çay ikram etti, ama sürekli konuşmalarımı,

hareketlerimi tartıyordu, dikkatle izliyordu. O Sadettin Bilgiç’

ki, Dağları, daşları aşarak Süleyman Demirel’in yardımcısı

makamına ulaşmış, muhteşem bir beyindi. Nasıl profesör

olmak için doktora hazırlanıyorsa, Sayın Bilgiç’te bunu

hazırlamış, politikanın inceliklerini yaşamına uygulamış,

hatta bir zamanlar Süleyman Demirel’in rakibi konumunda

olmuş bir kişiydi… Beni beğendiğinin sanıyorum :

- Erol, gördüğüm gibi buraya hucüm oldukça fazla,

kapıda sende tanık oldun, kilometrelerce kuyruklar, emekliler,

kariyer sahipleri, Türkiye buraya akıyor, ama ben seni sevdim,

Ömer de çok anlattı, gerçekten de sevecen ve kafama göre

bir insansın. Yalnız, şu an da çok yoğunum, burada sizi daha

fazla test edemem, Adana’ya dönün kimseye de bir şey

söylemeyin… Ben sizi İstanbul’da evime kabul edeceğim…

Gerçekten de İnsan seline karşı bize 10 dakikalık bir

zaman ayırması bize verdiği değeri anlatıyordu. Ömer Bilgin

göz kırptı, işin olduğunu anlatmaya çalışıyordu… Koluma

girdi dışarıya çıktığımızda:

Abdulkadir KAÇAR

-261-

- Erol Abi, işin oldu, bitti, İl Başkanlığının şimdiden

hayırlı olsun… Eğer, sizi gözü tutmasaydı İstanbul’da randevu

vermezdi… Orada sadece özel dostlarını evinde kabul eder.

- Bakalım Ömer göreceğiz…

Ömer, bu konudaki gelişmeleri kimseye söylemememiz

gerektiğini sık sık uyarıyordu, yoksa işe taş koyabileceklerini

söylüyordu… Bizde, Ankara’daki temaslarımız duyulmasın

diye hızla Adana’ya dönüp beklemeye başladık… Ömer sık

sık yanıma gelip:

- Erol Abi, İl Başkanı olursan, artık benim içinde iyi bir

şeyler düşünürsün değil mi ?

- Ayıp ettin, hele o aşamaya gelelim sen kafanı yorma

canını sıkma… diyordum.

Aradan biraz zaman geçti, İstanbul’dan haber henüz

gelmemeişti. Ancak, randevu almak için oluşturulan uzun

kuyruklar Emekli Generaller, Yargı organları üyeleri, Eski

politikacılar, Bakanlar, Genel Müdürler, Müşteşarlardan

oluşan kuyruklar Milli Güvenlik Konseyini rahatsız etmişti,

bu basına yansıyordu. Çünkü, 12 Eylül İhtilalini yapanlar

iktidara yeniden AP’nin geleceğinden çekiniyorlardı…

İşte bu sıkıntılar, çalkantılar, dedikodular sürerken

Ömer Bilgin işyerime geldi:

- Abi, mesaj geldi.

- Ne mesajı Ömer ?

- Saadettin Bilgiç Abi, İstanbul’daki evine bizi bekliyor…

- Çok güzeeel…

Sarı basın kartımı istedi, verdim, uçak biletleri

alınacaktı… Ömer’e şöyle espiri yaptım:

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-262-

- Oğlum Ömer, helal olsun sana, alnın secdeyi rahmana

değerken bile şeytanlık düşünüyorsun, senin şu Türkiye’de

kandıramayacağın adam yok, helal sana…

Ömer’imin son kandırdığı adamda Özer Çiller’dir…

O günlerdeki politika atmosferi bana da oldukça zevk

veriyordu, öyle ki 40 yıllık gazetecilik mesleğimi unutmuştum.

Kendimi Ömer’in dolduruşlarına kaptırmıştım. Öyle ki,

kendimi Büyük Türkiye Partisi’nin İl Başkanı olarak görmeye

başlamıştım.

Ertesi sabah İstanbul’a uçtuk, Saadettin Bilgiç’in

sanıyorum Bostancı’daki Osmanlı Paşalarının kullandığı gibi

kargir harika bakımlı eski bir konağa girdik, Yukarıya

çıktığımızda hizmetçiler bizi karşılamıştı:

- Saadettin Bey de sizleri bekliyorlardı, şeref verdiniz…

demişlerdi.

Saadettin Bey, yine nazikti, bir süre bizimle sohbet edip

yanaklarımdan öptü, çay ikram etti:

- Çocuklar, vaktim çok az, bu iş bitiyor Erol sen

Adana’nın İl Başkanısın, hayırlı uğurlu olsun…

Ömer sevinçten kaşını gözünü oynatıp, bu işi nasıl

başardığını anlatmaya çalışıyordu. Saadettin Bey bir endişesini

de dile getirmişti:

- Biz Büyük Türkiye Partisi’nin teşkilat hazırlıklarını

sürdürüyoruz ama Milli Güvenlik Konyesi partiyi benimsemiyor

gibi bir durumu var. Bizim partilileşmemizden Ankara

aşırı derecede rahatsız oluyor, onları oluşan uzun kuyruklar,

halkın ve büyük kitlelerin bize olan ilgisidir…

- Başkanım, o zaman bekleyelim nasıl isterseniz ?

Abdulkadir KAÇAR

-263-

- Erol’cuğum tabi bekleyeceğiz, ama senin işin tamam

Süleyman Beyle de görüştüğümde sempati uyandırdı. Ömer

de senin için iyi kulis yapıyor… O kadar çok müracat ve

baskı var ki üstümde size anlatamam. Örneğin, Av. Metin

Tolay’ı çok tutuyordum, onu severdim, ama kısmet seninmiş…

Ömer, kalkmamız için ayağıma dürttü, Saadettin Bey

bizi yolcu ederken:

- Parti kurulduğunda teleks emri ile görevlendirileceksin,

Adana’ya gidip bizden haber bekleyin…

Biz oynaya – zıplaya Ömer’le dışarıya çıktık, Ömer beni

sık sık tebrik ediyordu… Ama, parti henüz kurulmadığı için

sevincimin bir yanı da eksik kalıyordu…

Saadettin Bilgiç’in evindeki salona çıktığımızda Ömer’in,

‘Seni Bakan Yapacağım’ diye bir Üst Yargı organından emekli

ettirdiği zavallı adamın durumuna hala gülerim. O muhteşem

kişi nasıl bilge, nasıl olgun harika bir insandı… Tabi, kadroda

Ahmet Baş’ın da olduğunu vurgulamak isterim. Ahmet’le

Ömer, Emekli Yargıtay’cının önünde ceketlerini ilikleyerek,

- Sayın Bakanım, Sayın Adalet Bakanım…

Diye adamı dolduruşa getiriyorlardı, Zavallı adam da,

- Yahu çocuklar beni mahçup ediyorsunuz, yapmayın,

etmeyin daha Büyük Türkiye Partisi kurulamadı bile. Beni

kalpten götürmeyin, şekerimi yükseltmeyin… demişti.

Ahmet’le Ömer’in bu hareketlerine bende uymuştum,

- Sayın Bakanım… demeye başlayınca, O da bana :

- Sayın İl Başkanım nasılsınız ? demez mi ?

Bir ara kulağıma eğilip:

- Erolcu’ğum, yahu sen böyle deme, bu hergeleler bizi

kandırmasınlar… diyordu.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-264-

- Vallahi, sanmam, siz bakan, bende İl Başkanı olursam,

herhalde bu iki kişiyi önemli yerlere getiririz.

Politika’nın Büyük Türkiye Partisi aşamasında ilk renkli

görüntülerdi. Bu renkli ve zevkleri bir süre yaşamam bana

hayatımda değişik duygular tattırdı… Öyle ki, Ankara da bile

Ömer Bilgin sayesinde girip – çıkmadığım yer kalmamış,

yeni dostlar edinmiştim. Özellikle evi gibi bir yer olan Stad

Otel’de Ömer’in havası çok yüksekti… Ömer sadece bana

değil, herkesi Bakan, Müştesar, Emniyet Genel Müdürü,

Çukobirlik Genel Müdürü yapardı. En yakın arkadaşı olan

Bankalar Karakolu’nun Başkomiseri Cumhur’u her gün bir

ilde, Van’da, İstanbul’da, Ankara’da görevlendiriliyordu.

Sonunda Muğla’ya Trafik Şube Müdürü yaptırmayı

başarmıştı. Cumhur bir gün bana şöyle dedi :

- Erol, Ömer’in dediklerinden bir şey olacağı yok, sana

yaptıklarını bu gün de bana yapıyor kereta…

Abdulkadir KAÇAR

-265-

24 SAATTE MDP'Lİ OLDUM

Güney Haberden ayrılacağım sancılı günler yaşıyordum,

o sıralarda da Anavatan Partisi kuruluyordu. Bahsettiğim

BTP açılmadan kapanmıştı. Gazetede Kenan Gedikoğlu

birlikteydik. Ben şiddet politikasını yönlendiriyordum. Bir

öğle üzeri acıktım.

- Kenan, ben bir şeyler yemeye çıkıyorum, istersen gel.

- Yok Erol, ben buradayım.

- Bir saate kalmaz gelirim, demiştim.

Ben çıkmışım, o sarıda Anavatan'ın kuruluş hazırlıklarını

yapan, çok sevdiğim insan Ledin Barlas Çukurova Kulübü

Başkanı Ergin Savcı'yla gazeteye gelmiş, sormuşlar...

- Erol yok mu?

- Yemeğe gitti, deyince

- Biz Anavatan Partisi'ne kendisini kurucu üye olarak

almak istiyorduk. Ama, Ankara bizden çok acil isim bekliyor,

bu şansını kaybetti, demişler.

Düşünebiliyor musunuz! Eğer ben, yemekte olmasaydım,

Ledin abilerle orada buluşsaydım, Anap'ın kurucu

üyesi olacaktım. Çünkü gazeteden Okuroğlu'nun ortaklığından

kopmak için bunu yapacaktım. Yemekten

döndüğümde, Kenan sakin sakin:

- Erol, Ledin abi seni sordu ama yoktun...

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-266-

Fazlada üzülmedim. Canım da sıkılıyordu, sevinmedim

de öyle karışık bir gün yaşamıştım.

Bir gün sonra kardeşim Erhan telefon açtı:

- Abi, yeni kurulan Turgut Sünalp'in partisi konusunda

Yılmaz Hocaoğlu ile Süreyya Kayar seni ziyarete gelecekler,

ne dersin?

Düşündüm:

- Gelsinler, dedim.

Büyük masanın başında karşıladım. Horoz partisi

kurlmuştu. Yılmaz Hocaoğlu Kardeşim Erhan'ın liseden

arkadaşıydı. Gür ve huşu dolu sesiyle eski bir arkadaşım

olarak beni kucaklarken:

- Erol doooost nasılsın? Seni aramızda görmek için

buralara kadar geldik.

Bir süre sohbat ettikten sonra gazeteden kopabilmek

için de aradığım bahaneye kavuşmuştum. O sırada Yılmaz

Hocaoğlu, sevdiğim Süreyya Kayar'ın ısrarı, Erhan Erk'in de

onlara raportörlük yapması hoşuma gitti.

- Peki, sizinle çalışacağım... deyince.

24 saat içinde MDP'ye girdim.

Sözlerimin başında da belirttiğim gibi eğer yemeğe

gitmeseydim Anap'lı olacaktım. Ama şimdi MDP'liydim.

Başımada duracağı zaman ruhelit şansı başka yere kayıyordu.

MDP'de de zar tepemde çok fazla dönecekti ama orada da

şansı kaçıracaktım.

Adana'ya dönüp, il başkanı olmayı düşünürken bir

haber geldi:

-Milli Güvenlik Konseyi , Büyük Türkiye Partisi'ni veto

etmiş. Yeni parti açılmadan kapanmıştı.

Abdulkadir KAÇAR

-267-

Ömer'le oturup kara kara düşünmeye başlamıştık.

Kendimi her şeyimle teslim ettiğim Ömer:

- Abi sen kafanı yorma. Ankara'ya kapağı atar, başka

şeyler çeviririz, diyordu.

O yıllarda Yahya Demirel de cezaevindeydi. Elimde

Pazartesi gibi çok büyük etkili bir haftalık gazetem vardı.

Yahya'nın suçsuzluğunu falan yazarak Yargıtay üyelerine

dağıtıp, onun cezaevinden çıkmasına da yardımcı olmuştum.

20 yıllık arkadaşım olmasına rağmen Ömer gibi bin bir

surat olmayı başaramadım. Çünkü o zaman bin bir surat

olmak gerekiyordu. Eğer bunu gerçekleştirseydim, şimdi

çok farklı yerlerde olurdum. Gerçekleştirmem de olanaksızdı.

Çünkü ben çok çabuk öfkeleniyor, duygularımı belli ediyor,

sert yazan, sert konuşan bir adamdım.

Rulet oyununa benzettiğim politikada Büyük Türkiye

Partisi kurulsaydı, şan zarı kafamın üstünde duracaktı. Belki

Adana İl Başkanı, ya da Belediye Başkanı olarak kaderim

değişecekti. Ama bunlar olmadı.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-268-

ÖLDÜRME YETENEĞİ OLANLAR

POLİTİKADA YAŞARLAR

Politika bir açıdan bakıldığında yaşamak için öldürme

uğraşıdır. Ancak ve sadece öldürenler, öldürmek isteyenler,

bu yeteneği doğuştan olanlar politikaya girmelidir. Üstelik

öldürmek yeteneği doğuştan var olmalıdır. 'Ahde Vefa'

sözcüğünü politikaya aramaya kalkanlar yanılırlar. Bu konuda

yakınanlara tavsiyem sakın ola ki kemsiye güvenmeyin.

Sırtınızı dönmeyin. Rakibinize en küçük bir şans tanırsanız,

hısmınız bir gün gelip sizi öldürür. Bu konuda Adana

Politikasının yetiştirdiği büyük ustalardan Selahattin Çolak'ın

şu sözü geçerlidir:

"PO LİTİ KADA AC IRSAN, ACINAC AK HAL E

DÜŞERSİN"

Politikadaki bu acımasızlığın bir göz atacak olursak

çok eski çağlara uzanmasına rağmen, 620 yıl hüküm süren

Osmanlı Padişahlarından Fatih Sultan Mehmet, "YAŞAMAK

İÇİN GEREKİRSE KARDEŞİNİ BİLE ÖLDÜRECEKSİN,

DEVLETİN BİRLİĞİ - BÜTÜNLÜĞÜ İÇİN KARDEŞLERİN

KATLİ VACİPTİR" diyerek bu öldürme eylemini fermanlaştırmışlardır.

Bu nedenle de padişahlar öz çocuklarını,

kardeşlerini boğdurarak öldürmüşlerdir. Ancak, saltanatlarını,

iktidarlarını bu şekilde korumuşlardır.

Abdulkadir KAÇAR

-269-

Günümüzde ve gelecek sonsuz yıllar boyunca da bu

kurallar geçerli olmaya devam edecektir. Bu gün hasmını

öldürmek illa silahla vurup, fiziki olarak yok etmek değil,

onu en hassa bölgelerini etkileyip, yetkilerini alıp, etkisiz ve

yetkisiz hale getirmektir.

İşte buradan yola çıkarak Adana politikasının son 35-

40 yılını değerlendirmek istiyorum. Bu öz eleştiride gerek

CHP, Demokrat Parti, Adalet Partisi ve bu günkü partiler

döneminde milletvekillerinin hepsi bürokrat katliamı

yapmışlardır. Çünkü Osmanlı Sarayında olduğu gibi başarılı

bürokratların kafasını kopartmışlardır. Çünkü, başarılı

bürokratları yaşattıklarında ileride kendilerine rakip olacağını

bildikleri için hiçbirine yaşama hakkı tanımamışlardır. O

nedenle bürokratlara buradan sesleniyorum:

- Ben idealist bir bürokratım.

- Ben çok başarılı bir genel müdürüm.

- Ben çok başarılı bir bölge müdürüyüm, dediğiniz anda

politikacı sizi öldürecektir. Hatta öyle ki, bulunduğunuz yere

sizi tayin ettiren milletvekili bile olsa sırtınızı döndüğünüzde

hançerini saplayacaktır.

İşte Adana politikasının 35-40 yıllık politik panoraması

budur. Bu nedenle Başkent'te Adanalı ne bir genel müdür,

ne bir müsteşar, ne de diğer seksiyonlarda birer başarılı kişi

çıkmamıştır. Çıksa bile kısa zamanda yakalanıp, birer birer

yok edilmiştir. Birkaç tane de son yıllarda çıkmasına rağmen,

onlar da politik alanda silinip gitmişlerdir. Politikaya atılacak

bürokratlara da önerim şudur:

İyi bir müsteşarsanız.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-270-

İyi bir genel müdürseniz.

İyi bir genel müdür vekiliyseniz.

İyi bir bölge müdürüyseniz, aklınızda da ileride politika

yapmayı koymuşsanız, sakın ola ki en yakınınıza bile:

- Ben politika yapacağım, demeyin...

Sakın ola ki, idealistlikten söz etmeyin. Çünkü idealist

olanların ileride başarılı birer politikacı olacağı düşünülür.

İdealist olsanız bile bunu çevrenize sakın ola ki göstermeyin.

Çünkü öyle olduğu an, etrafınızda birkaç kişi de sizi alkışladı

mı? O yörenin milletvekili Ankara'da rahatsız olarak, sizi

yok edecektir, yani öldürecektir. Nasıl olacaktır bu? Yerinizden

edecektir. Başka kentlere tayininizi çıkarttıracaktır. Tüm

bunlar olmayınca özel yaşamınızla oynayacaktır. Çünkü

politika isimli oyunun kuralı budur. Bu kurala göre oynayacak

olan siyasetçi, rakip olabilecekleri önceden öldürecektir.

Yani, politikada öldürme yeteneği olanlar yaşarlar.

Abdulkadir KAÇAR

-271-

ADANA’NIN İKİ DEV POLİTİKACISI,

DURAK VE ÇOLAK’TIR

Ben poltikada anlattıklarımı örneklerle kanıtlamak için

yerel politikayı anlatmak istiyorum. Dolu dolu yaşadığım,

hatta yönlendirdiğim, tanığı olduğum için yerel politika

anılarım çok zengindir. Örneğin Adana’da son 30 yıl içerisinde

iki tane politikacı yetişmiştir. Bunlar Aytaç Durak ve Selahattin

Çolak’tır. İkisi de zaman zaman iyi dostlarım, en iyi arkadaşlarımdır.

Hatta daha da öteye, benden gelen mertlikler vardır.

Ancak zamanla özverilerimin karşıladığını bulamadığım gibi

bir de baktım ki, felaketin göbeğine düşerek zararlarını

görmüştüm.

Politikacının bu acımasız kurallarına rağmen, gerek

Selahattin Çolak gerek Aytaç Durak önemli yerlere gelebilir.

Çok daha farklı olaylarda olabilirdi, ama üzülerek

belirtmeliyim ki, bunların hiç birisi olmadı.

Burada şunları da itiraf etmem gerekiyor ki ; Selahattin

Çolak’ta Aytaç Durak’ta Adana için büyük şans olan, her

ikisi de büyük yetenek olan, politikayı çok iyi bilen kişilerdir.

Aytaç Bey’in politik zekası, Rus Satranç şampiyonu Yuri

Kasparov gibidir. Selahattin Bey ise daha cesur, atak,

korkusuz, örgütçü hareket eden ve bu yönüyle de başarıyı

yakalamıştır. Birlikte politika yaptığımız içinde Aytaç Durak’ın

politikasını her zaman tercih ederim, zekasından zaman

zamanda çok yararlandığımı itiraf etmek istiyorum.

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-272-

SIKIYÖNETİM DÖNEMİNDE

SELAHATTİN ÇOLAK LOBİSİ YARATTIM

Türkiye 12 Eylül 1980’e doğru yaklaşırken anarşi kana

doymayan bir canavar haline gelmiş, Adana’da ile Günde 4-

5 kişi öldürülüyor ve cesetleri at arabalarında sürekleniyordu.

Kimin ne zaman katledileceği belli değildi. İşte böyle bir

vahşet içinde sivillerden demokratik bir anlayış beklenemezdi.

Bu da askeri davet ediyor, gereğini yapması davetiyesi

çıkartıyordu. Başka bir deyişle 12 Eylül’ün her zaman meşru

olduğuna inanmıştım. Çünkü, bu darbe bir gün, bir gecede

oluşmamıştı. İnsanlarımız Türkiye’de neden sağcı solcu diye

ikiye bölünmüştü ? Politikacılar neden başarısızdı ? Hepsi

de bir ananın çocukları olan sağcı – solcu diye ayrılan gençler

ellerine silahları alıp nasıl canavarlar haline dönüşmüştü ?

Ben 12 Eylül’ü meşru bulduğumu, yapılması gereken bir

hareket olduğunu söylerken hep aksini düşünmüşümdür.

Eğer, bu harekat yapılmamış olsaydı, Türkiye yüzde yüz iç

savaşa girecek, ülke toprakları ikiye bölünmüş olacaktı. Ve,

sağcı – solcu diye masum kamplara bölünen insanlarımız

bunu bilinç dışı olarak yapacaklar, kendilerini ülkerinin

parçalanmasında bir kobay olarak kullanan insanların gerçek

yüzelerini daha sonra gördüklerinde tanımayacaklardı…

Abdulkadir KAÇAR

Burada bir vahşetin, bir kıyının panoramasını çizerken

şunlarıda vurgulamak istiyorum :

O dönemde yeni yeni sloganlar atarak demokrat bir

tavırla ortaya çıktığını iddia eden solcular, nerede fakir polis,

öğretmen, bekçi, öğrenci, sanatkar, varsa onları katlettiler.

Hem sağcıların, hem de solcuların, 15 bin kişinin katledildiği

1980’e kadar gelen olaylarda bir tek zengin kişiyi öldürmemişlerdir.

Rüşvet, anarşi döneminde de oratay çıkarak,

katliam yapanları etkilemişti. Başka deyişle, yaşayabilmek

için gerek sağ, gerek sola paralar hortumladıkları için

kendilerini bu savaştan tecrit etmişlerdir.

12 Eylül 1980 ihtilalinin Adana yönüne bakacak olursak,

darbe sabahı ben Güney Haber Gazetesi’nin başındaydım.

6. Kolordu ve sıkı yönetimin ilk paşası da, ufak – tefek ama

sapına kadar asker olan tanıdğım en cesur paşaralardan

Nevzat Bölügiray’dı. İhtilalle birlikte, şeytanın temsilcisi olan

siviller, masumiyetin temsilcisi askerlerle kanca atmaya,

onlarla iş birliği yapmaya çalışmışlardı.

- Nasıl tanışırız askerle ?

- Asker neden hoşlanır ?

- Acaba, bir işimizi hangi yollarla halledebiliriz ?

Bunların hesaplarını yapıyorlardı…

12 Eylül 1980’nin Adana Belediye Başkanı da Selahattin

Çolak’tı, ve son derece başarılı çalışmalar yapan, halkıyla

bütünleşen, halkını seven, bir kişiydi. Hele hele o günlerde,

gazeteciolarak benim kafamdaki yeri doldurmayan

kahramandı. Türkiye’de Selahattin Çolak’tan başarılı ve daha

büyük Belediye Başkanı yoktu. Bir insana tapılır mı ?

Kelimenin tam anlamıyla ona tapıyordum. İhtilalle birlikte

başkan Selahattin Çolak’a bir şey olacak diye aklım gidiyordu.

-273-

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

Hem hizmetleri sayısız ve sınırsızdı, Adana tarihinde

görmediği büyük hizmetlerle tanışıyordu, hem konuşması

etkiliydi, hem de yakışıklı, halkının gönlünde bir kahramandı…

İhtilalciler Türkiye’nin tüm Belediye Başkan-larını

görevden bir bir el çektirirken, ben o günlerde sıkı yönetim

ve asker korkusunu düşünmeden sabahlara kadar çalışarak

onun yaşamını, çalışmalarını anlatan SELAHATTİN ÇOLAK

özel sayısı çıkartmıştım. Onun ne kadar başarılı, ne kadar

özverili, halkı ne kadar çok sevip – tanıdığını, taraflı– yansız

hizmetler yaptığını anlattığım o özel sayıda 1. Sayfada attığım

manşet şöyleydi :

TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK BAŞKANI SELAHATTİN

ÇOLAK’TAN DAHA BÜYÜK YOK, BÖYLE BİR BAŞKAN

SAKIN OLA Kİ GÖREVDEN ALINMAMALIDIR.

İşte bu sıralarda Nevzat Bölügiray Paşa gitmiş, yerine

Burhaneddin Biga’lı atanmış, soruşturmalar başlatmış, kriz

masası da oluşturmuştu. Bende sıkı yönetim çok samimiyet

kurmuştum. Gerek kurmay başkanı, gerek Burhaneddin

Paşa, ile sık sık görüşüyor, Selahattin Çolak sevgisi’yle kulis

yapıyordum. Bu davranışımda beni tehlikelere itiyordu.

Selahattin Çolak’ın saf ve masumluğundan söz eden bir

kulisin başında da Adanaspor Antrenörü Gündüz Tekin

Onay’ın ağabeyi Yılmaz Tekin Onay vardı, O da asker kökenli

olduğu için kolorduya rahatlıkla girip – çıkıyordu.

Selahattin Çolak’a zarar gelmemesi için bir araya

gelmiştik. Bu fikrimizi Kurmay Başkanı Albay Turgut

Nasun’la, Bilga Paşanın yardımcısı Mümtaz Ün’e de aşılamıştık.

Birkaç defada Selahattin Çolak göz altına alındı,

alınacak diye duyduğum için :

-274-

Abdulkadir KAÇAR

- Böyle başkan nasıl gözaltına alınır ?

- Sayın Çolak’a nasıl soruşturma açılır ? diye itirazlar

ediyordum… Aklanması içinde elimden gelen her türlü gayreti

göstermiş Burhaneddin Bigalı Paşa’ya da etki etmeye başlamıştım.

Bir gün Bigalı Paşa’nın huzuruna çıktım :

- Erol, kulislerini duyuyorum, anlıyorum. Sen Bölügiray

Paşa’dan bana emanetsin. Seni seviyoruz ama bu propagan

da işinden vazgeç.

- Hayır paşam, Adana’ya hizmetleri olan büyük bir

başkan, Selahattin Çolak için bunları söylerim :

- Bekle gör… demişti.

Bigalı’dan azar işitmeme rağmen Turgut Nasun, Yılmaz

Tekin Onay, Mümtaz Ün Paşa ile aynı şeyleri söylemeye,

yukarıya iletmeye devam etmiştim. Bir gün makamındayken

bir telefon geldi, Sekreter:

- Sıkı yönetimden arıyorlar… deyince rahmetli Kenan

Gedikoğlu :

- Ben yokum, ben yokum, Erol burada ona bağla…

demişti.

Gülümseyerek telefona çıktım, sıkı yönetim Sekreteri

Fikret Albay’dı.

- Erol, yarın sabah, yıkan giyin, traşını ol, duanı et ve

Kolorduya gel.

Bende şafak atmıştı, bu çağrıda bir farklılık bir mesaj

vardı.

- Hayırdır Albayım ?

Sen dediğimi yap.

Ertesi sabah erkenden gidip yukarı çıktığımda biraz

bekleyin, biraz sonra size bilgi verilecek.

Beklemeye başladım, ama o günlerde her gün yüzlerce

kişi gözaltına alınıyor, yargılanıyor, cezaevine konuluyordu…

-275-

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

Adana da o gün oluşan farklı atmosferden etkilenmemek

olanaksızdı…

Bir süre sonra beni tanıyan bir subay geldi, telaşlıydı.

- Erol, biraz bekle Paşa çok sinirli, yatışsın sonra seni

içeri alacağım.

Dizlerimin bağı çözülmüştü, biraz sonra içeriye doğru

yürüken, ayaklarım geriye geriye gidiyordu sanki. İçerisi

biraz loştu, bir yanda mini bir meclis toplantısı yapılıyordu…

Bu mecliste Turgut Nasun, Mümtaz Ün, Yılmaz Tekin

Onay’ı gördüm, Burhaneddin Bigalı Paşa, her zaman:

- Erol’um hoş geldin… derken:

- Erol Bey, biraz yaklaşır mısınız ?

Ben hemen askeri adımlarla yaklaştım, hazırol

vaziyetine geçtim. Bir gün önce orduevinde dost olarak çay

içtiğimiz Paşa bu gün farklı konumda, bende farklıydım.

Paşanın yüz hatları simsiyah olmuştu. Öfkeyle sağ yanına

doğru eğildi, masasından bir dosya çıkarttı, bana doğru attı:

- İşte dosya… dedi.

Afalladım,

- Hayırdır Paşam ?

Anlamamıştım ki, lobi oluşturduğum Selahattin Çolak’la

ilgili bir iddia dosyasıydı. Benim bu kulislerim adamların

laflarını karıştırmıştı… Herkes korkudan birbirlerine

bakıyordu, dosyada ne olduğunu da bilemiyordum. Ama,

asker bana korkuyla birlikte saygınlık ve güvende telkin

ediyordu. Masaya yaklaştım:

- Paşam paşam bir iki kelime konuşmama izin verir

misiniz ?

- Konuş Erol Bey konuş…

Yılmaz Tekin Onay dudaklarını ısırıyor, Turgut Nasun

Paşa kıpkırmızıydı, onlarda ne olduğunu bilemiyorlardı.

-276-

Abdulkadir KAÇAR

Mümtaz Bey çok klasik saf ve temiz bir paşaydı, sürekli

gülümserdi. Ama bende Çolak’a o kadar çok bağlıydım ki,

onu o kadar çok seviyordum ki, insan demek ki, o atmosferde

her şey yapabilirmiş. Benim içim o savunulması gereken bir

kahramandı, bizde onu kurtarmaya çalışan fedaileri ve

yardımcılarıydık…

- Paşam, benim dosya elinizde, neler yaptığımı kim

olduğumu biliyorsunuzdur.

- Biliyorum Erol Bey, zaten bilmesem şimdiye kadar

seni çoktan zındana atmıştım bile…

- Paşam şunu da bilmenizi istiyorum ki, ben Erol Erk

olarak yoksuzluk, haksızlık, adaletsizlik yaparım. Ama, bir

Selahattin Çolak böyle bir şey yapmaz.

Paşa bu sözlerim üzerine hiç konuşmadan yüzüme bir

dakika süreyle baktı, baktı, baktı… Çok keskin ve kararlı

tavrım karşısında hiçbir şey söylemeden dosyayı alıp

çekmecesine attı…

Benim Selahattin Çolak’la ilgili söylediklerime, hala

yaşıyorlarsa, Turgut Nasun, Mümtaz Ün ve Yılmaz Tekin

Onay tanıktır. Eğer, ben orada, Selahattin Çolak’la ilgili sözler

söyleseydim, her şey farklı olabilirdi. Ve, Sayın Çolak, bundan

büyük zararlar görebilirdi. Ama, ona olan inancım, saygım,

bağlılığım, yaptığım savunmam paşaların bile fikrini

değiştirmeye yetmişti.

Ha, yaşamımı ortaya koyarak savunduğum, zındana

atılmayı göze alarak söylediğim bu ifadem ve davranışım

Çolak tarafından çok mu takdir gördü ? Beğenildi ? Hayır.

Sadece bir televizyon programındaki canlı yayında.

- Erol Erk’te bana sıkı yönetimde yardım etmişti…

diyebildi…

-277-

Tek Kişilik Gazeteci Okulu - Erol ERK

-278-

Abdulkadir KAÇAR

ABDULKADİR KAÇAR’IN YAYINLANMIŞ DİĞER ESERLERİ...

Çivi (Günlük Yazılar)

Kılçık (Günlük Yazılar)

Dan Dan Adana’dan (Ortak Kitap)

Çukurova Evliyaları

Mini Şiirler

Mini Şiirler-2

Hazır Değilim Ölüm (Şiir)

Denemeler

Büyük Kitap

Adliye ve İnsan (Fotograf Katalogu)

Adana Belediye Meclisi (Fotograf Katalogu)

Deli Yücel’in Anıları

Sevgi Sensin

Sevgiye Yolculuk

Düşünüyorum

Altın Fırsat

Günce ve Fotograflarla Adana Deprem Gerçeği (Ortak Kitap)

Genç Şiir 93

Yazar-Çizer Dünyası (Ortak Kitap)

Yoksulluğun Erdemleri

Üstün İnsan

Çağın Efendisi Para

Kel Tekin’in Anıları

Chp’nin Ulu Çınarı Nebile Ataç’ın Anıları

Kırım TATAR Türkleri

Son Filozof Abdulkadir Kaçar

Yaşam Bana Ben Kendime Ödülüm

Vasiyet

Ölüm Kitabı

Youtube’nin Son Kahramanı Abdurrahman Boztaş...

Sen Hangisisin?

Sanalizm,

Ceyhan daki Kırım Türkleri







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder